بسم الله الرحمنِ الرحيم
COLLINGWOOD’UN EMSALİ
Tarihçiler geçmişte yaşanmış olayları anlamak için gösterilen çabanın bir nevi ‘zamanda yolculuk yapma’ çabası olduğunu söylerler fakat şunu da eklemeden yapamazlar: “Bu yolculuk malum bir geçmişe değil meçhul bir geçmişe yapılan yolculuktur.” Zaten geçmiş herkese malum olsaydı ‘tarih’ denilen sahanın da anlamı kalmazdı çünkü eğer ki geçmiş bilgisi herkese malum olsaydı herkes bildiği için ‘geçmiş bilgisi’ malumun ilamından başka bir anlam taşımazdı. Meseleye bu açıdan bakıldığında ‘tarih’ biliminin(!) hem varlık sebebini hem de meşruiyetini “geçmiş bilgisinin meçhul olmasından” aldığı anlaşılmaktadır.
Tarihçiler ‘meçhul’ kelimesini pek sevmemiş olacaklar ki onun yerine ‘müphem’ kelimesini kullanmayı tercih etmişlerdir. ‘Meçhul’ ve ‘müphem’ kelimelerinin her ikisi de Arapça kökenli kelimelerdir. ‘Meçhul’ kelimesi Arapçadaki ‘CHL’ kökünden türemiş “bilinmeyen, bilinmedik” anlamlarına gelen bir mastardır. ‘Müphem’ kelimesi ise ‘BHM’ kökünden mezid bab’lardan if’al bab’ına taşınarak ism-i mef’ul yapılmış bir kelimedir, anlamı “anlaşılması zor olan / farklı anlaşılmaya elverişli olan” şeklindedir.
Kelimelerin anlamlarını göz önüne aldığımızda tarihçilerin geçmiş bilgisine ‘meçhul’ değil de ‘müphem’ demeleri isabetli bir kullanım gibi durmaktadır çünkü ‘meçhul’ kelimesi daha çok ardında hiç iz bırakmayan kişi veya olaylar hakkında kullanılır oysa geçmişteki olaylar ve kişiler arkalarında pek çok iz bırakmıştır. Şimdiki zamanda yaşayan bizler geçmişimizdeki kişilerin izleriyiz ve şimdiki zamanda gerçekleşen insana ait eylemler de geçmişteki insanların eylemlerinin izidir. Bu yüzden geçmiş bilgisine mutlak manada “meçhul” demek isabetsiz bir tanımlama olacaktır. İnsan türünün geçmişinde kendisi veya faili meçhul olaylar yok değildir fakat bunlar tarihin konusu değildir. Zaten hiç bilinmeyen bir şey ne araştırmanın ne de tarih anlatısının konusu olabilirler. Bu yüzden ‘tarih’, “Şimdiki zamanda izleri bulunan geçmişe dair olay ve olguları, bulunan izler üzerinden anlamak için sarf edilen çabadır.” denilebilir.
‘Tarih’ biliminin müphemliği tam da işte o bulunan izlerden kaynaklanmaktadır çünkü modern tarih anlayışı geçmişteki olayların sebep ve sonuçlarını tespit etme üzerine bina edilmiştir oysa o izleri bırakan olaylar çoktan yaşanmış ve bitmiş ve o olayların failleri çoktan ölmüştür. Geride kalan izlerin tam olarak hangi sebepten dolayı bırakıldığını, tam olarak hangi olayların sonucu olduğunu tespit etmek tamamen varsayımdır ve bu varsayıma dayalı tespitlerin gerçeğe uygunluğunu test etmek imkansızdır. Bu yüzden tarihteki olay ve olgulara dair yapılan tüm tespitlerin yanında “Ya öyle değilse?” sorusu Azrail gibi durmaktadır yani çoktan yaşanmış, bitmiş ve failleri çoktan ölmüş geçmişteki olaylara şimdiki zamanda yapılan tüm tespitler her zaman için başka şekillerde yorumlanmaya ve anlaşılmaya açıktır. İşte, bu da tarih biliminin temelinde “müphemlik” olduğu anlamına gelir çünkü ‘müphem’ kelimesi sadece anlaşılması zor olan bilgi için değil, aynı zamanda “başka şekillerde anlaşılmaya açık bilgi” anlamına da gelmektedir. Buna göre tarihe bir tanım yapacak olursak şöyle bir tanım yapmamızın önünde bir engel olmamalıdır: ‘Tarih’; tarihçilerin belgeler ve bulgular üzerinden varsayım olarak elde ettikleri ve her zaman için başka varsayımlara da açık, geçmişe dair varsayıma dayalı bilgilerdir.
Getirdiğimiz bu tanımın isabetli olduğuna dair hemen herkesin bildiği Göbeklitepe örneğini verebiliriz. Çok değil yarım asır öncesine kadar tarihi kronolojiyi ortaya koyan tarihçiler, tarihi dönemleri 7.000 yıllık periyodlar üzerinden açıklamışlardı. Göbeklitepe keşfedilince bu kronolojide 5.000 yıl gibi büyük bir sapmanın olduğu anlaşıldı. Öyle de olmalıydı çünkü tarihi kronolojiyi 7.000 yıllık periyodlara ayıran tarihçiler bu periyodları kesin bilgilerden yola çıkarak yapmamışlardı. Ulaşabildikleri kalıntıların üzerinde araştırma yapmışlar ve bu araştırmalarının neticesinde varsayım olarak bir çıkarımda bulunmuşlardı. Bu varsayımdan sonra bulunan Göbeklitepe o varsayımın yanlışlığını ortaya koymuş ve şimdilik geçerli olan başka bir varsayımın oluşmasına neden olmuştu. Şu kesindir ki kazılar ve araştırmalar devam ettiği müddetçe Göbeklitepe’nin oluşturduğu varsayımı da geçersiz kılacak ve başka varsayımların oluşmasına neden olacak başka bulgular da bulunacaktır.
Öyle anlaşılıyor ki ‘tarih’ bilimi şimdiki zamandan geçmişe doğru yapılan bir yolculuk değil, insan türüne ait geçmişi şimdiki zamanda elde edilen belge ve bulgulardan yola çıkarak varsayıma dayalı olarak kurgulamaktır. Galiba tarihçilerin kullanmayı pek sevdikleri ‘müphem’ kelimesinin tam anlamını bulduk: “Başka varsayımlara açık, varsayıma dayalı bilgi.”
Varsayımlar aslında tamamen tasarımsal/kurgusal bilgilerdir. Nitekim büyük tarihçiler, tarihin, tarihçi tarafından belge ve bulgulara yaslanarak oluşturulan geçmişe dair tasarımsal bilgiler olduğunu söylemişlerdir. Mesela, ‘tarih’in bir bilim olduğunu ispatlamak için çırpınıp duran R. G. Collingwood ‘tarih’ bilimi hakkında şunu söyler: “Öyleyse ‘tarih’ bir bilimdir ama özel türden bir bilim. İşi, gözlemimize girmeyen olayları incelemek, bu olayları gözlemimize giren ve tarihçinin ilgilendiği olayların ‘kanıt’ı dediği başka bir şeyden çıkıp savunarak, çıkarımsal bir biçimde incelemek olan bilimdir.” (R.G. Collingwood – Tarih Tasarımı s.296).
‘Tarih’in bir bilim olup olmadığını tartışmak haddimiz değildir. Mamafih haddi olanların bazıları ‘tarih’e “bilim değil” demiş olmaktadır ki Collingwood ‘tarih’in bir bilim olduğunu ispatlamak için çaba sarf etmektedir. Demek ki Collingwood’un ciddiye alıp muhatap kabul ettiği bazıları onun “‘Tarih’ bilimdir.” görüşünün aksini savunmuş olacak ki o da ısrarla ‘tarih’in bilim olduğunu ispatlamak için çırpınmıştır. Collingwood’un sözlerini ciddiye alıyoruz almasına da ‘tarih’in bilim olduğunu ispatlamak için sarf ettiği sözlerinde bir çelişki gördüğümüzü söylemekten de kendimizi alamıyoruz. Collingwood hem yukarıya alıntıladığımız pasajda hem de ilgili kitabının başka yerlerinde ‘tarih’ denilen bilimin, “insanın gözlemine girmeyen olaylar ve olguların, tarihçinin kendince kanıt kabul ettiği başka bir şeyden yola çıkarak, ‘çıkarımsal’ bir biçimde incelediği bilim” olduğunu söylemektedir. Haddimize değil ama Collingwood’un ‘tarih’e bilim demeden önce ‘çıkarımsal’ ve ‘bilim’ kelimelerini nasıl bağdaştırdığını bize anlatması gerekirdi. ‘Bilim’ denilen şeyin ‘çıkarımlar’la başladığını biliyoruz çok şükür fakat bilim, çıkarımlar “çıkarım” seviyesinde kalırsa ona ‘bilim’ dememektedir. Belki onlara “bilimsel görüş, bilimsel teori, bilimsel çıkarım, bilimsel varsayım” denilebilir ama asla ‘bilim’ demez çünkü varsayımların, çıkarımların, teorilerin, düşüncelerin deney ve gözlem yoluyla ispatlanmış olanına ‘bilim’ der. Yine haddimiz değil ama şu saptamayı yapmak mecburiyetindeyiz. Test edilmemiş ve test edilmesi imkânsız olan geçmişe dair çıkarımların ‘bilim’ diye adlandırılabilmesi için ‘tarih’e “bilim” diyen ve ‘bilim’ olarak kabul edilmesi için ısrar eden tarihçilerin ispat için “çıkarımlardan” daha fazla kanıt sunmaları gerekmektedir.
Anlaşılan o ki Collingwood, muhatap almaya değer göreceği birilerinin, ‘tarih’ denilen sahanın tamamen müphemlikten beslendiğini, üzerinden müphemlik kalkmadan hiçbir bilginin bilimsel olamayacağını söyleyecek olan bazılarının çıkacağını öngörmüş olacak ki ilgili kitabında böylesi şüphelere kapılacak olanlara da biraz kibir kokan bir edayla şunları söylemiştir. “… Bir kuşkucuya belli bir düşünce parçasının sağlam olduğunu kanıtlamanın hiçbir yolu ve onun yadsıyışını ciddiye almanın hiçbir gerekçesi yoktur. Bilme iddiasında bulunan biri ancak kendi emsalleriyle yargılanır.” (a.g.e. s. 297).
Bugün haddimizi epey aştık ama üstadımızın kurduğu bu cümlelerdeki çelişkilere değinmeden geçmek herhalde hadsizlikten daha büyük bir kabahat olurdu. Üstadımız önce “Bir kuşkucuya belli bir düşünce parçasının sağlam olduğunu kanıtlamanın hiçbir yolu yoktur.” cümlesini kurmakta ve daha sonra bu cümleye “…ve onun yadsıyışını ciddiye almanın hiçbir gerekçesi yoktur.” cümlesini eklemektedir. Her iki cümleyi kendi içinde değerlendirdiğimizde bu cümlelerin hem ‘tarih’ biliminin (özellikle analitik tarihçiliğin) tanımıyla hem de tarihe dair bilgi edinme süreçleriyle pek çok açıdan çeliştiğini söyleyebiliriz fakat muhterem üstadımızın çelişkilerini ortaya koymak için önce “Tarihçi kimdir?” sorusunu sormalı ve cevap vermeliyiz ardından da “Analitik tarihçi ne yapar?” sorusunu sorup cevap vermeliyiz. Ancak bundan sonra kibirli olduğu her halinden belli olan bu paragraftaki çelişkileri temellendirebiliriz.
Tarihçiler en basit şekilde tarihi “geçmişteki insan eylemlerini konu edinen bilim” şeklinde tanımlamışlardır fakat ‘tarih’ denilen bilim geçmişteki olayları konu edinirken sadece kendisine ait ve sadece kendisine özgü araçları kullanmaz çünkü ‘tarih’ denilen sahanın hiçbir aracı yoktur. ‘Tarih’ bilimi daima rasyonel bilime yaslanır ve o bilimlerin verileri üzerine kendisini inşa eder. ‘Tarih’ bilimi “coğrafya, kronoloji, felsefe, sosyoloji, antropoloji, etnografya, arkeoloji, filoloji, epigrafi, paleografi, diplomatik, nümismatik/meskûkât, onomastik, kimya, heraldik, sicilografi” ve daha birçok bilim dallarını kendisine veri sağlayıcısı olarak kullanır. Tarihçi meslek olarak bu bilimlerden birine veya birkaçına vakıf olabilir ama onu ‘tarihçi’ yapan şey bu bilim dallarından birine mensup olması değil, bu bilim dallarını kullanarak elde ettiği verilerin sebep-sonuç ilişkisine dair yaptığı çıkarımlardır. Bu bilim dalları incelemeye konu edindikleri objelerin, yazıların, kitabelerin, anıtların, heykellerin veya daha başka şeylerin zamanını, mekânını, kim tarafından yapıldığını, ne kadar sürede yapıldığını, malzemesini, malzemesinin nereye ait olduğunu, malzemenin içeriğindeki elementleri ve daha birçok veriyi tespit eder ama hiçbiri bunların sebepleri ile ilgilenmez. İşte, tarihçi burada devreye girer ve bu bilim dalları üzerinden elde ettiği veriler ışığında olayların sebep-sonuç ilişkisine dair çıkarımlarda (varsayımlarda) bulunur. Tarihçi bu varsayımlarda bulunurken hep “Neden? Niçin?” sorularını sorar. İşte bu sorular tarihçinin önüne konulan her veriden “kuşkulanmasını” şart koşar. Collingwood, kitabından yaptığımız alıntıda “kuşkucu” olmayı neredeyse yerin dibine batırmıştı oysa kendisinin de mensup olduğu ‘analitik tarihçilik’ kuşkuyu analitik tarihçiliğin amentüsü olarak kabul etmiştir. Üstadımız tarihçinin çıkarımlarını tanrının gönderdiği buyruklar yerine koymuyorsa ‘tarih’ ilminin en uzağındaki bir insanın bile tarihçinin çıkarımlarının karşısına geçip “Nereden biliyorsun, nasıl bu kadar emin olabiliyorsun? Verilen bu bilgileri test etmek mümkün değildir öyleyse tarihçinin çıkarımı sabit bir bilgi olmaz.” deme hakkının olduğunu yani kuşkulanma hakkının olduğunu da kabul etmek zorundadır. Analitik tarihçiliği temel alan üstadımızın kuşku duyanı aşağılaması değil, baş tacı etmesi gerekirdi.
İkinci olarak; üstadımızın “… bir kuşkucuya belli bir düşünce parçasının sağlam olduğunu kanıtlamanın hiçbir yolu yoktur.” cümlesini ele alalım. Üstadımızın ‘analitik tarihçi’ olması ile bu cümlesi taban tabana zıttır çünkü “bir kuşkucuya bir düşünce parçasının sağlam olduğunu kanıtlamanın” bir değil binlerce yolu vardır fakat sadece düşünce parçası olarak kalan, test etme imkânı bulunmayan, deneye ve gözleme kapalı, içeriği sadece varsayımlara dayanan ve her an için başka varsayımlarla değişme ihtimali bulunan bir düşünce parçasını ispatlamanın hiçbir yolu yoktur. Collingwood kibirli bir şekilde bu cümleyi kurmakla analitik tarihçiliğin müphemliğinin tüm günahını o bilgiden kuşku duyanın sırtına yükleyerek kuşkulu bilgi hakkında dogmatik bir inanç oluşturmaya çabalamaktadır. Bizzat kendisi ‘tarih’ denilen sahanın “çıkarımsal” bilgiler olduğunu kabul ederek söze başlamış olmasına rağmen çıkarılan o bilgelerin test edilmesi imkânsız bilgiler olduğunu ya unutmuş ya da unutturmaya çalışmaktadır. O halde nasıl olurda bizzat bilginin kuşku duyulacak bilgi olduğunu göz ardı ederek kuşkulu bilgiyi değil de kuşkulu bilgiden kuşku duyanı küçümser?
Collingwood, söz konusu ettiğimiz cümlesinde tarihi bilgiye “düşünce parçası” demektedir oysa geçmişte yaşanmış ve bitmiş, failleri çoktan ölmüş olaylar ne düşünseldir ne de düşüncenin parçası. Onlar gerçeğine asla ulaşamayacağımız, tekrarı olmayan, yaşanmış ve bitmiş olaylardır. Eğer illa da biri diğerine etkileyen olarak etki edecekse tarihçinin düşüncesi tarihi olaylara değil, tarihteki olayların tarihçinin düşüncesine etki etmesi gerekmektedir oysa analitik tarihçilik, geçmişteki olayların etkisinde kalan değil, geçmişteki olayların etkisini yani sebep ve sonuçlarını çıkarsayan/varsayan/kurgulayan bir tarih anlayışıdır. Bu çıkarımların bilimsel yöntemlerle elde edilen veriler olması tarihçilerin çıkarımlarının kesin ve doğru çıkarımlar olduğu anlamına gelmez asla.
Fonksiyonel açıdan analitik tarihçinin tıpkı bir virtüöz gibi birçok unsuru bir araya getirip uyumlu ve çelişkisiz bir melodi yapmaya çalıştığını kabul ediyoruz fakat “yapmaya çalışmak” ile “yapmış olmak” arasında kapanması mümkün olmayan farklar vardır. Bir virtüöz kusursuz bir senfoni oluşturma iddiasında bulunabilir ki bu son derece normaldir. Bu iddiasını ispat için büyük ustalardan oluşmuş son derece geniş bir orkestra da kurabilir. En sonunda bestelediği senfonisini orkestrasını yöneterek icra da edebilir fakat virtüözün senfonisinin bestesinin ve icrasının kusurlu olup olmadığı kulak sahibi olan her insan tarafından duyulabilir bir şeydir. Aynı örneği analitik tarihçiye uyarlayalım. Analitik tarihçi az önce saydığımız bilim dallarındaki en usta bilim insanlarını bir araya getirip bir ekip kurabilir. Bu ustalardan oluşmuş ekip tarihi buluntu veya kalıntıdan çok önemli bulgular da elde edebilir fakat bu verilerin bir senfoninin notaları gibi düzenli ve amaçlı bir sıraya göre bir araya getirilmesi sadece analitik tarihçinin zihnindedir. Diyelim ki buraya kadar olan kısım kusursuz senfoninin bestelenmesidir. Analitik tarihçi bu bestesini gerçek olarak hiçbir zaman icra edemez çünkü ulaştığı bilgilerin gerçeği kendi zihninde değil, geçmişin yokluğu içindedir. Bu yüzden sadece o, evet sadece o, hayalinde kurduğu o orkestranın sesini işitir ve işittiği o sesin kusursuz olduğuna insanları inandırmaya çalışır. “İşitir” sözünü geri alıyor ve onun yerine “işittiğini zanneder” sözünü koyuyoruz çünkü tüm bu uğraş sadece ve sadece bir zandan ibarettir. ‘Zan’ kelimesi ise zaten “kuşkulu bilgi”ye konulan isimdir. O halde üstadımızın kibirli oklarını kuşku duyana değil, kuşkulu bilgiyi kuşkusuz gibi gösterene saplaması gerekirdi ama ne yazık ki ölüp gitmiştir. Artık onun hakkında da söylenecek her söz zanni yani kuşkulu bilgidir.
Collingwood’un ikinci cümlesine gelince; üstadımız şöyle demişti, “…ve onun (kuşkucunun) yadsıyışını ciddiye almanın hiçbir gerekçesi yoktur. Bilme iddiasında bulunan biri ancak kendi emsalleriyle yargılanır.” Hemen belirtelim ki kendimizi asla Collingwood’un emsali olarak görmemekteyiz. Ayrıca onu emsali olmayanlar ile yargılama niyetinde de değiliz tam tersi karşısına onun emsali olan kişileri ve onun emsali olan kişilerin yargılarını koyacağız. Bu emsali getirmeden önce şuna dikkat çekmek istiyoruz. Hiçbir insan güneşin dünyayı ısıttığı ve aydınlattığı hakkında kuşku duyamaz çünkü bu her insanın görülerine (duyularına) açık bir şeydir. En sıradan insan bile bunu test edebilir. Tıpkı bunun gibi hiç kimse sadece görülerini kullanarak test edebileceği bilgilerden kuşkulanmaz. Aslında modern dönem bilim anlayışı tam da bu temel üzerine inşa edilmiş ve epistemolojik piramit buna göre dizayn edilmiştir. Günümüzde en tepede duran bilgi, duyulara gelen bilgidir ve tüm bilgiler buna göre değer kazanırlar. Mesela, günümüz bilim insanları duyulara gelmediği için Tanrı’nın varlığını bile sorgulamaktadırlar. Mesela, bilim insanları, Tanrı tarafından resullere gönderilen kitapları bilgi değeri olan kitaplar olarak görmezler çünkü resullerin o kitapları Tanrı’dan aldıklarına dair nesnel bir kanıt yoktur onlara göre. Yine günümüz (ve geçmişteki) bilim insanları ölümden sonra bir hayatın olduğu bilgisine de ya inanmazlar ya da yüksek seviyede kuşku ile bakarlar. Aslına bakılırsa rasyonel bilginin epistemolojik piramidin en tepesine konulması yüzünden bu tür yaklaşımlar kendi içinde tutarlıdır. Eğer ortada laboratuvara sokulamayan, mikroskop altına girmeyen, gözlem ve deneye kapalı bilgiler varsa rasyonel bilim açısından bunlar kuşkulu hatta kabul edilemez bilgilerdir.
Collingwood, tarihçilerin çıkarımları hususunda kuşku duyanları küçümsemekte, üstü kapalı olarak böylelerini gerçekler karşısında direnen akılsız kişiler olarak saymaktadır. Öte yandan ‘tarih’i de bilim saymak için çırpınmaktadır. Peki, soralım o zaman üstadımıza; tarihçinin çıkarımını (çıkarım yaptığı nesneyi değil) laboratuvara sokabilir, mikroskop altında inceleyebilir, gözlem ve deneye tâbi tutabilir, en sonunda aynı koşulların sağlanması ile o çıkarımları tekrar edebilir miyiz?
Elbette biz Collingwood’un emsali değiliz ve onu kendi “kuşkulu” yargılarımızla yargılamıyoruz. Biz sadece şunları soruyoruz: Acaba herhangi bir bilim dalında üstadımızın emsali olan herhangi bir bilim insanı az önce sorduğumuz sorulara “evet” cevabı vermiş midir veya bundan sonrasında verebilir mi?
Kanaatimizce bu sorulara “hayır” cevabını vermek için Collingwood’un emsali olmaya ve onun emsalsiz görüşlerini onun kadar emsalsiz görüşlerle cevaplama seviyesine erişmeye gerek yoktur. Kendince içinde bulunduğu analitik tarih anlayışına bir seviye belirleyen ve kendisi gibi olmayanları o seviyenin çok altında gören Collingwood, sanırız baş aşağı durmaktadır. Bu yüzden ona göre yüksek gözüken seviyeler gerçekte onun zannettiğinden farklıdır. Üstadımız bir emsalsiz bir emsal belirlemiş olsa bile emsaller onun belirlemesiyle değil, hakikate yakınlığı ile emsal olurlar.
Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.
الحمد لله رب العلمين