بسم الله الرحمنِ الرحيم

KESİN GERÇEKLİK (2)

O halde bu haberler karşısında şöyle demek zorundayız: ‘İslam’ diye bir dinin ve bu dinden kaynaklanan Allah’a, ahirete, resullere, kitaba, meleklere ve daha birçok şeye karşı duyulan inançların geçerliliği, -doğru ya da yanlış- İslam adına oluşturulmuş tüm bilgilerin bilgi değeri, hangi tarafın haklı olduğuna bakılmadan yapılmış, yapılan ve muhtemelen yapılmaya devam edilecek olan şu ya da bu konudaki tartışmaların ciddiyeti ancak ve ancak Muhammed b. Abdullah diye bir adam gerçekten yaşamışsa, ömrünün bir bölümünde resullük iddiasında bulunmuşsa, bu iddiasından hiç vazgeçmemişse, gerçekten bir kitap tebliğ etmişse ve onun tebliğ ettiği o kitap günümüzdeki ‘Tağuti’ sistemlerin diyanet başkanlıkları tarafından basılan kitap ile gerçekten de tıpatıp aynı ise anlamlı, geçerli ve ciddi olur.

Yoksa Muhammed diye bir adam yaşamamışsa, Allah tarafından resul seçildiğini hiç iddia etmemiş veya önce iddia edip sonra da iddiasından vazgeçmişse, ‘Kur’an’ diye bir kitap tebliğ etmemişse veya tebliğ ettiği o kitap günümüzde diyanet teşkilatları tarafından ‘Kur’an’ diye basılıp satışa sunulan kitapla tıpatıp aynı değilse, Muhammed’in tebliğ ettiği iddia edilen o kitap hiç değişmeden günümüze ulaşmamışsa inanmanın da konuşmanın da tartışmanın da hiçbir anlamı ve geçerliliği olmaz.

Kur’an hakkında söz söyleyenlerin, nelerin İslam’a dahil olup olmadığı hususunda ahkam kesip tartışma açanların her şeyden önce bu soruları cevaplamaları gerekmektedir. Bu soruları cevaplamadan, eline diyanet teşkilatları tarafından ‘Kur’an’ adı altında basılan kitabı alarak veya daha da kötüsü, çeşitli yazarlar tarafından yapılmış mealleri alarak herhangi bir konuda ‘İslam’ adına tartışma açanların hiçbir temeli olmayacaktır. Eğer bunu bilmeden yapıyorlarsa her ne yapıyorlarsa yapsınlar bu yönlendirilmiş bir cehalet olacaktır. Eğer bilerek yapıyorlarsa her ne yapıyorlarsa yapsınlar tam bir ‘şeytanlık’ olarak tanımlanacaktır. Samimi veya temiz niyetli olmaları bu şekilde tanımlanmalarına asla engel olmayacaktır, üstelik samimi veya temiz niyetli olduklarını ileri sürmeleri de yalan olacaktır çünkü ne samimiyet cehaleti engeller ne de meallerin ‘Kur’an’ olmadığını bile bile mealleri temel alarak ahkam kesmek niyeti temiz hâle getirir. Bunların yok edilmesi ancak ve ancak ilimle, ilmi temel almayla ve her konuda Yüce Allah’ın belirlediği ilkelerle hareket etmeyi vazgeçilmez bir inanç olarak benimsemeyle olur.

Özetleyecek olursak; bu bölümün konusu, insanların bir şeye ne şekilde inandıkları değildir çünkü insanların inancının ispata da delile de temele de gövdeye de bir asıl’a da bir fer’e de ihtiyacı yoktur. Her insan hiçbir delile ihtiyaç duymadan her şeye inanabilir ve bu asla ne bir tartışma konusu olur ne de kınamaya bir sebep. Bizim üzerinde durmak istediğimiz şey; insanların neye ne şekilde inandıkları değil, inanmaya değer olan şeylerin ne şekilde inanmaya değer şeyler olabileceğine dair reddedilmesi imkânsız bir esas belirlemektir. Bu esası belirlemenin ilk basamağı şunun bilinmesidir: İnsanların inançları ile insanların inandıkları şeylerin inanılmayı hak eden şeyler olduğu aynı şeyler değildir. Bunu şu şekilde açık hâle getirmeye çalışalım. Mesela, bir kişi herhangi birinin dürüst olduğuna inanabilir fakat onun bu inancı dürüstlüğüne inandığı kişinin gerçekten de dürüst olduğuna tek başına delil olmaz. O kişinin dürüstlüğüne inanması kesin gerçekler üzerine temellendirilmişse onun bu inancı bir değer taşır. Dürüstlüğüne inandığı kişinin gerçekten dürüst olduğuna dair kesin gerçek olan şeyler ortaya koymuyorsa ne onun inancı ne de o kişinin dürüstlüğü hiçbir değer taşımaz.

Günümüzde Müslümanların büyük çoğunluğu ‘Muhammed’ diye bir kişinin Mekke’de doğduğuna, ömrünün belli bir bölümünde Allah tarafından seçilmiş ve görevlendirilmiş bir resul olduğunu iddia ettiğine, bu iddiasından sonradan vazgeçmediğine, Allah’ın insanlığa iletilmek üzere ona bir kitap indirdiğine, onun da o kitabı tebliğ ettiğine, onun tebliğ ettiği o  kitabın hiç bozulmadan günümüze kadar ulaştığına, günümüzde diyanet teşkilatları tarafından basılan kitabın işte o kitabın tıpatıp aynısı olduğuna inanmaktadırlar. Hiçbir delile ihtiyaç duymadan buna inananların ezici çoğunluğunun sıradan insanlar oldukları, din hususunda hiçbir şey vazetmedikleri, hüküm vermedikleri, ahkam kesmedikleri, güvendikleri din adamlarının verdiği bilgilere hiç sorgulamadan inandıkları için işin temelini, esasını oluşturacak az önce sorduğumuz soruların bunlara sorulması abestir.

Böylesi insanlar inançlarında kolayca şüpheye düşürülebilirler. Böylesi insanların inançları, içine doğdukları toplumun inancıdır yani içine doğdukları toplum Hıristiyan ise bunlar da Hıristiyan, Yahudi ise Yahudi, Budist ise Budist olurlar ve bu inançları onlar için tartışılmaz bir gerçek olur. Daha açık bir ifadeyle böylesi insanlar içine doğdukları ailenin veya içine doğdukları toplumun inandığına inanır. Bu yüzden az önce sorduğumuz zor soruları böylesi insanlara yöneltmek en başta bir haksızlık olacaktır fakat herhangi biri ‘İslam’ adına fetva vererek mesela “İslam’da başörtüsü yok, geçmişte ve günümüzde günde beş vakit kılınan namaz İslam’ın bir değeri değildir, oruç sanıldığı gibi ramazan ayında sabahtan akşama kadar aç kalmak değildir.” vb. şeyler söylüyorsa işte bu soruların muhatabı tam da böyleleridir, üstelik bu şekilde ahkam kesenlere sorulması gereken sorular yukarıdaki sorulardan ibaret olmayacaktır. Bunların yanında “Dillerin kökeni nedir?”, “Muhammed zamanında konuşulan dil ile günümüzde konuşulan dilin tıpatıp aynı olduğu nasıl ispatlanacaktır?”, “O günkü dilin kuralları ile günümüzde konuşulan dilin kurallarının tıpatıp aynı olduğunun delili nedir?”, “O gün kelimelere yüklenen anlamlar ile bugün kelimelere yüklenen anlamların aynı olduğundan nasıl emin olunacaktır?”

Mesela bu son söylediğimize dair şöyle bir örnek verelim: Bilindiği üzere, özetle “Kur’an’daki ‘es-salat’ kelimeleri Müslümanların günde beş vakit kıldığı namaz anlamına asla gelmez, dolayısıyla Müslümanların günde beş vakit kıldıkları namaz İslam dışı bir uygulamadır, temeli Mecusilik olan böylesi bir ritüeli getirip İslam’a dahil etmek şirktir.” söylemini en ateşli bir şekilde savunanların başında Hakkı Yılmaz gelmektedir.

Hakkı Yılmaz kendi internet sitesinde, Kur’an’da geçen ‘es-salat’ kelimesinin etimolojisi hakkında şunları söylemektedir: “Bize göre salât sözcüğünün kökü ‘saly’ değil, ‘salv’dir. Sözcüğün aslı ise صلوة (‘salvet’) olup kök sözcük nâkıs (son harfi illetli) olduğundan, genel dilbilgisi kuralları gereği صلوة (‘salvet’) sözcüğü, الصّلوة (‘salât’) şekline dönüşmüştür. Nitekim sözcüğün çoğulu olan صلوات (‘salavât’) sözcüğünde, kök sözcüğün asıl harfi olan و (‘vav’) açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu durum, başka birçok sözcük için de geçerlidir. Meselâ, ‘ğazâ’ (savaştı) sözcüğünün mastarı غزوة ‘ğazve’dir ve ‘ğazve’nin çoğulu غزوات ‘ğazevât’ olarak gelir. Diğer fiil çekimlerinde de ‘ğazâ’nın ‘vav’ı, ya ى (‘ya’)’ya dönüşür yahut da düşer. Zaten ‘salât’ sözcüğünün ‘s-l-v’ kökünden türediği hususunda ittifak olduğu içindir ki bir anlam karışıklığı olmasın diye Mushaflarda ‘salât’ sözcüğü الصلاة şeklinde ا (‘elif’) ile değil, الصّلوة şeklindeو (‘vav’) ile yazılır. Diğer taraftan, صلو (s-l-v) kökünden türemiş olan صلّى (‘sallâ’) (mastarı ‘salât’) sözcüğünün anlamı, Kıyâmet/31-32’de, hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde net olarak açıklanmıştır: فلا صدّق ولا صلّى ولاكن كذّب و تولّى (felâ saddaqa velâ sallâ velâkin kezzebe ve tevellâ) (31-Fakat o, ne onayladı ne destekledi. 32-Fakat o, yalanladı ve geri durdu. 33-Sonra da gerine gerine yakınlarına gitti.)

Görüldüğü gibi yukarıdaki cümlede dört eylem zikredilmiş, bu eylemlerden ikisi diğer ikisinin karşıtı olarak gösterilmiştir. Şöyle ki: صدّق (‘saddaqa’)’nın karşıtı olarak كذّب (‘kezzebe’) yani “tasdik etme”nin karşıtı olarak “tekzib etme, yalanlama” fiili kullanılırken, صلّى (‘sallâ’) fiilinin karşıtı olarak da تولّى (‘tevellâ’) fiili kullanılmıştır. Kalıbı itibariyle “süreklilik” anlamı taşıyan ‘tevellâ’ sözcüğü; “sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta olan girişimleri kösteklemek” demek olduğuna göre تولّى (‘tevellâ’)’nın karşıtı olan صلّى (‘sallâ’) da “sürekli olarak destek olmak, seyirci kalmamak” anlamına gelmektedir.

Anlamı Kur’ân’da bu kadar açık olarak belirtilmesine rağmen salât sözcüğü, ünlü bilgin Râgıb el-İsfehânî’nin Müfredât adlı eserinde, “Lügat ehlinin çoğu, salât: ‘dua, tebrik ve temcit’tir demiştir” ifadesiyle âdeta geçiştirilmiştir.

Sonuç olarak الصّلوة (‘salât’) sözcüğünün anlamını “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, aynı zamanda toplumsal sorunları da kapsamaktadır. Dolayısıyla الصّلوة (‘salât’) sözcüğünün anlamını, “yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım” boyutuna indirgemek doğru olmayıp “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek” boyutunu da içine alacak şekilde geniş düşünmek gerekir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise “zihnî” ve “mâlî” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:

  • Zihnî yönü ile ‘salât’; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek;
  • Mâlî yönü ile ‘salât’; iş imkânları ve güvence sistemleri ile ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermektir.”

(Hakkı Yılmaz’ın İşte Kur’an” isimli website’sinin Kur’an sözlüğü bölümü; SLV maddesi)

Arapça bilmeyenler ve işin hakikatini umursamayanlar, Hakkı Yılmaz’ın çok ilmi bir iş yaptığını ve bir sarraf titizliği ile kelimelerin anlamlarına ulaştığını zannedebilirler; oysa hiçbir etimolojik tahlile girmeden şöyle bir soru soralım:

Hakkı Yılmaz’ın etimolojik hikayesini yazdığı ‘es-salat’ kelimesi günümüzdeki tüm Arap lehçelerinde kullanılan bir kelimedir ve bu lehçelerin hiçbirinde ‘es-salat’ kelimesinin “destek olmak” şeklinde bir anlamı bulunmamaktadır. ‘Es-salat’ kelimesi dinle alâkalı veya alâkasız pek çok Arap yazar tarafından da kullanılmaktadır ve hiçbir Arap bu kelimeyi “destek” anlamında kullanmamıştır. Elimizde güncel veya geçmişten gelen yüzlerce Arapça sözlük bulunmaktadır, bu sözlüklerin hiçbirinde kelimenin “destek” anlamına geldiğine dair bir anlatım yoktur. Geçmişten günümüze ‘es-salat’ kelimesini kullanan yüz milyonlarca Arap veya Arapça bilenler kelimeyi “destek” anlamına denk gelecek şekilde hiç kullanmamışlardır. Eski zamanlara ait olduğunda hiç şüphe olmayan yüz milyonlarca satır Arapça şiir vardır ve bu şiirlerde ‘es-salat’ kelimesi tüm formlarıyla kullanılmıştır ama bu kelimeyi “destek” anlamında kullanan tek bir ibâre bile yoktur. Yazılmış yüz milyonlarca kitapta yüz milyonlarca kez kullanılan ‘es-salat’ kelimesi Hakkı Yılmaz’ın yüklediği anlamda hiç kullanılmamışsa ve Hakkı Yılmaz, Muhammed’in insanlığa bıraktığı bu kitapta kelimenin söylediği bir anlama geldiğini iddia ediyorsa, Muhammed sonrasından günümüze kadar hiçbir Arap da bu kelimeyi Hakkı Yılmaz’ın söylediği anlamda kullanmamışsa, bu anlama nasıl ulaştığını hiçbir Arapça sözlüğe itimat etmeden ortaya koyma zorunluluğu vardır.  Arapların ve Arapça bilenlerin Kur’an ile doğru dürüst ilişki kuramadıklarını kabul ediyoruz fakat bu durum Arapların veya Arapça bilenlerin Kur’an ile ilişkisini ilgilendiren bir konu değil, Arapların Arapça ile ilgisini ilgilendiren bir konudur çünkü ‘es-salat’ kelimesi Arapların Kur’an inene kadar hiç kullanmadıkları, Kur’an ile vazedilmiş bir kelime değildir. Kaldı ki sadece ‘es-salat’ kelimesi değil Kur’an’daki hiçbir kelime yepyeni bir vaz değildir. Hakkı Yılmaz Arapça olan ‘es-salat’ kelimesini direkt Allah’tan almamışsa, Cebrail gelip ona öğretmemişse, bu kelimenin “destek olmak” manasına geldiğini nereden aldığını ortaya koyması gerekmektedir. Hakkı Yılmaz’ın “Bana ne Araplardan, Arapçadan, onlar zaten Kur’an’ı tahrif eden insanlar, bana göre veya benim akıl yürütmeme göre bu kelimenin anlamı ‘destek olmak’tır.” şeklinde bir argüman ileri sürmesi bir savunma olmaktan çok bir pespayelik olacaktır.

Az önce sorduğumuz “O gün kelimelere yüklenen anlamlar ile bugün kelimelere yüklenen anlamların aynı olduğundan nasıl emin olunacaktır?” şeklindeki sorunun ne kadar önemli olduğunu daha anlaşılır hâle getirmek için başvurduğumuz Hakkı Yılmaz örneğini kapatıp konumuza dönecek olursak, dillerin ve özellikle Kur’an’daki dilin hiç bozulmadan günümüze kadar ne şekilde intikal ettiğini ortaya koymak her Kur’an araştırıcısının ilk temellendirmesi gereken bir şeydir, hatta bu da yetmez, ayrıca Kur’an’daki dilin, insanların dildeki muhtemel bozulmalara karşı hangi önlemleri aldığını da bildirmesi gerekmektedir çünkü eğer ki Kur’an rehberse -ki rehber, dil konusunda da kelimeler konusunda da dilin kuralları konusunda da rehberlik etmesi gerekmektedir. Eğer ki Kur’an’ın kendisini dildeki muhtemel bozulmalardan koruma mekanizması yoksa zaten inanılmayı hak eden bir kitap olmaktan çıkar. İşte Kur’an hakkında söz söyleyenlerin Kur’an’ın bu yönünü de temellendirmeleri gerekmektedir.

Bu son söylediğimize dair kadim sözlüklerle, bu sözlüklerden birkaç yüzyıl sonra yazılmış sözlüklerdeki kelimelerin kazandığı yeni anlamları örnek getirebiliriz. Mesela, ilk yazılan sözlüklerden biri Halil b. Ahmed (ö. h. 175)’in Kitabu’l Ayn ismini verdiği sözlüktür.  Bu sözlükle İbn Manzur (ö.h.711)’un yazdığı Lisanu’l Arab sözlüğü karşılaştırıldığında görülecektir ki; iki sözlük arasında geçen zamanda (536 yıl) kelimelere kadim manalarının yanında yeni anlamlar da eklenmiştir. Her Kur’an araştırmacısı Kur’an’ın ilk muhatapları tarafından nasıl anlaşıldığına ulaşmak ister fakat bunun yöntemi Hakkı Yılmaz’ın yaptığı gibi kelimelere, kelimelerin hem sözlük hem de ıstılahi manaları arasında bulunmayan, tamamen kişinin beğenisi üzerine kurulmuş bir yöntemle hiç olmayan manalar yüklemek değildir.

 

Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.

الحمد لله رب العلمين

Önerilen İçerikler