“KUR’AN, DİNİN TEK KAYNAĞIDIR.” DİYENLER İÇİN YÖNTEM

(NAMAZ / SALAT ÖRNEĞİ)

-4-

Ramazan Demir, 2025

4. CÜMLELERİ SABİTLEMEK

“İslam Tarihi, İslam Felsefesi, İslam Mezhepleri, İslam Ülkesi, İslam Devleti” gibi gayr-i ihtiyari telaffuz edilen, dile yerleşmiş sözler kastını aşarak, kabul edilmesi imkansız bir tanımlamaya dönüşürler. Bu sözler, söylenildiği zamanlarda sonrakilerin anladığı o anlamı ifade etsin diye telaffuz edilmemişlerdir fakat sonraki insanlar, çokça dillendirilmesinden dolayı böylesi sözlerdeki mecazi kastı hiç dikkate almadan kullanmaya başlamış, Müslümanlara ait eylemler, fikirler ve düşünceler sanki ‘İslam’mış gibi bir algının oluşmasına sebep olarak ‘İslam’ – ‘Müslüman’ kelimelerinin ifade ettiği sınırların birbirine karışmasıyla sonuçlanmıştır. Oysa bu ifadeler, açıklanması uzun ifadeler gerektiren bir yöntemin, kısaltılarak yani kodlanarak söylenmesinden başka bir şey değildir. Mesela, “İslam Tarihi” ifadesi, konu merkezli bir tarih anlatma yöntemini ifade eden bir tanımlamadır. “Konu merkezli bir tarih anlatısı” şudur: Tarih; insan eylemlerini konu alan bir disiplindir fakat her insan eyleminin arka planında o eylemi yapmaları için insanları motive eden bir şey mutlaka vardır. Konu merkezli tarih anlatısı, işte insanları motive eden o konuyu merkeze alarak yapılan tarih anlatma yöntemdir. İşte, “İslam Tarihi” ifadesi de “eylemlerini İslam’ın motive ettiği insanların tarihi” anlamını ifade etsin diye vazedilmiş bir tanımlamadır. Yine aynı şekilde “İslam Felsefesi” dendiğinde, “kendilerini İslam’ın motive ettiği insanların ürettiği felsefi disiplin” anlatılmak istenmiştir; diğer tanımlamaların hepsi de bunlar gibidir.

Bu tanımlamalar gibi herhangi bir düşünce disiplinin ürettiği bir kavram veya kavramlar “daha iyi anlaşılsın” diye kurgulanan hikayelerdeki küçük bir ayrıntı, sonraki insanlar tarafından farklı şekilde algılanmakta ve bu algılar sıradan düşüncelere referans değer olabilmektedir. Bu bölüme, üzerinde durduğumuz konuyla alakalı olduğunu düşündüğümüz işte böyle bir örnekle başlangıç yapmak istiyoruz.

Örnek getirmek istediğimiz şey; Müslümanların felsefesinin en önemli kişilerinden biri olan İbn Sina (d. 980 – ö. 1037)’nın öncülüğünü yaptığı bir geleneğe ait küçük bir ayrıntıdır. Bizim örnek alacağımız o ayrıntı İbn Sina’nın kendi felsefi düşüncesindeki anlaşılması zor soyut kavramları kolay anlaşılsın diye somutlaştırarak kurguladığı bir hikâyenin baş kahramanıyla alakalıdır. Bu baş kahramanın adı Hay b. Yakzan’dır. İbn Sina’nın Hay b. Yakzan merkezinde kurguladığı hikâye, ‘Müslüman Felsefe’ geleneğinde, soyut felsefi kavramların somutlaştırılarak anlatıldığı hikâye türündeki eserlerin öncüsüdür. Daha sonra onunla aynı felsefi geleneğe mensup olan Gırnatalı İbn Tüfeyl (ö. 585 / 1181), İbn Sina’nın yarattığı bu baş kahramanı alarak farklı bir hikâye kurgulamıştır. Günümüzde hikayesi en çok bilinen Hay b. Yakzan, İbn Sina’nın hikayesindeki değil, İbn Tüfeyl’in hikayesindeki Hay b. Yakzan’dır. Bizim dikkat çekmek istediğimiz örnek de İbn Tüfeyl’in hikayesindeki Hay b. Yakzan’a aittir fakat bu örneği, İbn Sina’nın meşhur yüzen adam teorisiyle birleştirerek getirmek gerekmektedir.

İbn Sina’nın, Fardajan kalesinde mahpus olduğu sırada yazdığı hem Hay b. Yakzan hikayesinin hem de yüzen adam teorisinin bizim İbn Tüfeyl’in Hay b. Yakzan hikayesiyle alakası şöyledir. İbn Tüfeyl, hikayesine baş kahraman olarak, İbn Sina’nın yarattığı Hay b. Yakzan karakterini almış ama aynı zamanda hikayesinin tüm kurgusunu İbn Sina’nın yüzen adam teorisini temel alarak yapmıştır. İbn Sina’nın, yüzen adam teorisini ortaya atmasının amacı; insanın öz farkındalığını ve ruhun maddeden bağımsız oluşu düşüncesini temellendirmektir. İbn Sina bu teoride hiçbir duyusal girdisi olmayan, kendi bedenini aşmış, havada asılı duran bir insan hayal etmiştir. Ona göre; bu insanın görecek gözleri, duyacak kulakları, koklayacak burnu, dokunacak elleri, tadacak dili olsa ama ne duyacak ne görecek ne tadacak ne koklayacak ne de dokunacak hiçbir şey olmasa yani hiçbir duyusal girdi olmasa bile o insan yine de bir özbilince ulaşabilir.

İbn Tüfeyl ise kendi Hay b. Yakzan hikayesinde, daha yeni doğmuş bir insanın, tüm sosyokültürel yönlendirmelerden ve etkilenimlerden uzak bir şekilde, mesela bir adaya düşüp bir ceylan tarafından büyütülse tabiatla münasebetinin tecrübi bilgiye dönüşmesi, tecrübi bilgisinin teorik seviyeye yükselmesi ve en sonunda da mistik bir aydınlanış yaşaması mümkündür.

İbn Sina’nın yüzen adam teorisinin ve İbn Tüfeyl’in Hay b. Yakzan hikayesinin birleştiği temel nokta şurasıdır: Her ikisi de kendilerine öğretilmiş veya tevarüs ettirilmiş bir dil olmadan düşünebilmektedirler. İşte, bizim örnek getirmek istediğimiz yer tam da burasıdır çünkü iki hikâyenin de “insanın bir dile maruz kalmadan da düşünebileceği” temelinden hareketle kurgulanmış olması ve bu hikayelerin yaygın bir şekilde biliniyor olması hem akademik çevrelerde hem de sıradan insanlar arasında, “diller olmadan da insanın tüm insani özellikleri gösterebileceği” algısının oluşmasına sebep olmuştur. Bu algı öyle yerleşmiştir ki; insanın ilkel bir maddeden çeşitli evrim safhalarından geçerek insanlaştığı fikrini pazarlayan büyük akademisyenler bile insanın bir dil olmadan da düşünerek dilleri üretebileceğini, dil olmadan somut anlamlara soyut kelimeler, soyut kelimelerin soyut bir şekildeki isnadına kaideler ve kurallar vazedebileceğini ileri sürebilmişlerdir. Bu teorilerin çokça dillendirilmesi, büyük halk kitlelerinde farkında olmadıkları bir algının oluşmasına neden olmuş ve dile dair düşünme biçimlerinde insanın “dil olmadan da düşünebileceği, akıl edebileceği ve soyut değerlere sahip olabileceği” fikri referans değer olarak yerleşmiştir.

Tarih içinde, John Locke’nin tabula rasa/rosa tezinde olduğu gibi, bu düşünme biçiminin tam zıddı olan düşünceler de ileri sürülmüştür. O düşünceye göre ise insanın doğuştan gelen hiçbir insani özelliği ya da daha bilinen bir ifadeyle; insanın sadece insana ait özel bir fıtratı yoktur fakat bu iki zıt düşünce, dillerin kökeni hakkında “dillerin bir öğretici olmadan insanlar tarafından icat edildiği” temelinde birleşmektedir. Bu yüzden İbn Sina hiçbir dile maruz kalmayan bir insanın, duyusal bir girdi olmadan, havada asılı dursa bile öz bilinç oluşturabileceğini, İbn Tüfeyl de hiçbir dili tevarüs olarak almamış birinin, ıssız bir adada ceylanlar tarafından emzirilse bile somuttan soyuta, soyuttan mistik bir aydınlanmaya ulaşabileceğini temel alarak kurgularda bulunmuşlardır.

Bu tür kurguların günümüzdeki eğitimli ve sıradan insanlar üzerindeki etkisini istatiksel olarak vermemiz mümkün değildir fakat dillerin insanlık tarihindeki hikayesini anlatmak için kullandığımız ‘ittifak’ ve ‘tevarüs’ kavramlarına karşı gösterdikleri tepkilerden anlıyoruz ki günümüz sıradan Müslümanlarının, dillere dair zihni ya bomboştur ya da çöplük diyebileceğimiz bilgilerle doludur çünkü onlara “Bir dili ‘dil’ yapan temel unsur, insanların o dil üzerinde ittifak etmeleridir.” dediğimizde, kafalarında tüm insanların içine sığdığı bir meclis, o mecliste başkanlık yapanların kamuoyuna sundukları teklifler ve o tekliflere “evet” dediklerini belirtmek için kaldırılan ellerin ittifakı gelmektedir. Onların aklına böyle şeylerin gelmesi, özelde bizzat kendilerinin konuştukları dilin kökenine, genelde ise tüm dillerin kökenine dair kafalarının bomboş olmasından dolayıdır çünkü azıcık düşünce sahibi olsalardı, dillere dair ittifakın ilk başlangıçta gerçekleşen bir ittifak olduğunu anlarlardı; üstelik bu ittifakın “teklifler ve kabuller” şeklinde değil de Alim, Habir, Kahhar, Kadir, Latif, Muhit vs. olan bir öğreticinin doğal yollarla insanı dillere maruz bırakarak gerçekleştirdiği bir ‘ittifak’ olduğunu anlarlardı. Böyle anlamaları durumunda ise ne İbn Sina’nın yüzen adamının ne İbn Tüfeyl’in adadaki çocuğunun ne de John Locke’nin tabula rasa’sının oluşturduğu algılara kapılıp giderlerdi. Dahası “O; insanı yarattı, ona beyanı öğretti.” (55 er-Rahman 3, 4) ayetlerine razı olup, dillerin Yüce Allah tarafından insana bahşedildiğine gerçek manada güven duyarlardı. Güven duysalardı, dillere dair her bir şeyin Yüce Allah ile başlatılarak anlamlı olabileceğini düşüncelerine temel alır; eski-yeni, yaşayan-ölmüş, tevatür-‘haberi vahid’ şeklinde tevarüs ettirilmiş dillerin tamamına bu düşünceden hareketle bakarlardı. Bizzat kendilerinin konuştukları dili bile bir tevarüs ile almalarına rağmen, “dillerin aktarımının tevarüs yoluyla olduğunu” söylediğimizde; “Siz tevarüsü Kur’an dışı kaynak sayıyorsunuz.” şeklinde ahmaklığın dip seviyesinden söz söylemezlerdi. “Dillerin aktarımının yani tevarüsünün pek çok şekli vardır ama bunların içinde en kesin bilgi, tevatür derecesinde tevarüs ettirilen dillerin bilgisidir.” dediğimizde; “Ben tevatürü reddediyorum.” gibi bir saçmalığı dillendirmekten utanırlardı.

Allah izin ve imkan verirse ilerleyen satırlarda ‘ittifak’, ‘tevarüs’ ve tevatürün ilahi ilkelerle alakasına kesinlikle değineceğiz. Okuyucu, şu ana kadar bizim, sadece aklen birtakım sonuçlara vardığımızı anlamıştır sanırız. Bunun sebebi şudur: Kur’an’ın, Kur’an’ın dilinin, dildeki kuralların, cümlelerin, onun imlasının ‘kesin gerçekliği’ sabitlenmeden, aklen, Kur’an’ın bir delil olarak alınamayacağına dair genel geçer kuraldır. Bunların tamamı, ele aldığımız şeylerin doğruluğu veya yanlışlığı için değil, ‘kesin gerçek’ oluşu ile alakalıdır. Öyle de olmalıdır çünkü bir şeyin gerçekliği kesinleştirilmeden, o şeyin doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında söz söylemek hem anlamsız hem de saçmalıktır fakat bu aşamalar geçildikten ve ele aldığımız her bir konunun kesin gerçekliği ortaya konulduktan sonra, herkes susacak sadece Kur’an konuşacaktır. Tüm bunlar her aklı olana, Kur’an konuştuğunda neden insan aklının tek yapması gerekenin Alim ve Habir olanın katından gelen sözlerin aklın referans değerleri olduğunu, neden aklını susturması gerektiğini, neden aklını Kur’an’ın rehberliğine razı etmenin gidilecek yolların en anlamlısı, en doğrusu, en sahihi ve düşünme biçimlerinin en güzeli olduğunu temellendirmek içindir; yoksa bazı seviyesiz ahmakların söylediği gibi Kur’an’ın yanına “ittifak, tevarüs ve tevatür” adı altında başka bir kaynak koymak için değildir.

Bu girişten sonra, bu bölümün konusu olan “cümlelerin sabitliği” ile “giriş” kısmında değindiğimiz şeylerin alakasına geçelim. İnsan aklını harekete geçiren şey kesinlikle dildir. İbn Sina ve İbn Tüfeyl’in resmettiği gibi bir insanın dil olmadan somuttan soyuta geçebilmesi, soyut yargılar sahibi olması, maddesinden bağımsız olarak soyut düşünebilmesi ve dil olmadan tüm bu aşamalardan geçerek soyut değerler sahibi olması imkansızdır fakat tüm bunları açığa çıkaran dilin tüm değerlerinin sabit olması gerekmektedir. Eğer dilin değerleri sabit değilse o dil kullanarak varılan hiçbir yargı kesinlik ifade etmez. Kesin olmayan bilgi ise insan aklı ile hakikat arasında bir köprü olmaktan daha çok tüm köprüleri yıkan bir tahrip ediciye dönüşür.

Bazı bilginler “İlim nedir?” sorusunu “İlim; varlığı, hakiki halleri her nasılsa o şekilde idrak etmektir.” şeklinde tanımlamışlardır. İlmin tanımları arasında bu tanım yabana atılacak bir tanım değildir fakat biz ilmin tanımından ziyade ilmin tanımının kendisiyle yapıldığı dilin hakikati ifade edebilecek potansiyelde olması üzerinde yani dillerin kapasitesi üzerinde duruyoruz çünkü ilim, zihni bir eylem sonucunda ulaşılan bir bilgidir. İnsan zihninin bir eylemde bulunması ise sadece dil ile mümkündür. Bir dile maruz kalmayan hiçbir akıl asla zihni bir eylemde bulunamaz. Zihni eylemlerin ilim/bilgi değerinde olması ise dile ait değerlerin sabit olmasıyla mümkündür. Aksi düşünülemez bile.

Bir önceki bölümde ‘gramerin kesin gerçekliği’ üzerinde durmuş ve gramerin sabit olmaması durumunda hiçbir dilin, dil olma özelliğine sahip olamayacağını elimizden geldiğince temellendirmeye çalışmıştık. Bu bölümde ise cümlelerin sabitliği üzerinde duracağız.

‘Lisanlar’ın özü kelimeler (isim, fiil, edat) ve gramer kurallarıdır. Esasen dil bunlardan ibarettir. Kelimeler ve gramer kurallarının dildeki yerini basit bir benzetmeyle tanımlayacak olursak; kelimeler bir yapının malzemesi, gramer kuralları ise o malzemelerin hangi usulle bir araya getirilmesi gerektiğini tarif eden bir kullanım kılavuzu gibidir. Daha derine inecek olursak, sayı ve şekil açısından dillerin tek sabit unsuru gramer kurallarıdır. Bir önceki bölümde de değindiğimiz gibi ne mevcut kurallara yeni kurallar eklemek ne de kuralları başkalaştırmak mümkündür çünkü gramer kurallarından sadece bir tanesinin değişmesi diğer tüm gramer kurallarının değişmesini gerektirir. Bir dile ait herhangi bir kelime o dili konuşanlar tarafından değiştirilebilir, başkalaştırılabilir veya tamamen unutulabilir ama o dilin gramer kurallarından herhangi biri ne değişir ne de utulur yine de şu da var ki hem kelimeleri hem de gramer kurallarını ‘görünür, bilinir ve anlamlı’ kılan şey cümlelerdir çünkü cümle olmadan ne kelimeler bir anlam kazanır ne de gramer kuralları bilinebilir. Hem kelimelerin hem de gramer kurallarının kendisini gösterebileceği tek saha, cümledir. Bu yüzden ne kendisiyle cümle kurulmamış herhangi bir gramer kuralı ne de bir cümlede öge değeri almamış herhangi bir kelime anlamlıdır. Meseleyi bir benzetme yaparak açık hale getirelim. Kelimeler, dillerin ham maddesi; gramer kuralları ise bu ham maddeden sayısına sınır koyamayacağımız sayıda mamul üreten bir fabrika gibidir fakat hammadde dünyanın en değerli hammaddesi; fabrika da dünyanın en gelişmiş fabrikası olsa bile ortaya bir ürün çıkmadıkça ne fabrika ne de hammadde bir değer ifade eder. Hem hammaddenin hem de fabrikanın kalitesi ortaya çıkardıkları ürünlerle görünür ve bilinir hale gelir ve işte o ürünler cümlelerdir. Bu ikisi birlikte hareket ederek ortaya ürünler yani cümleler çıkarmadıkları müddetçe kelimeler hiç kimsenin işine yaramayan işlenmemiş hammadde; fabrika ise hiçbir şey üretmeyen makinalar yığını gibidir.

Bir önceki bölümde kendisinden alıntı yaptığımız Muharrem Ergin, dillerin yaşayan canlı organizmalar gibi olduklarını söylemişti. İşte, dillerin yaşadığının emaresi, cümlelerdir çünkü cümleler bir dilin nefes aldığının yani yaşadığının göstergesidir. Cümle üretmeyen gramer kuralları ve kelimeler, üzerinde otopsi yapılması gereken cesetlerden başka şeyler değillerdir. Ne gramer kuralları ne de kelimeler kendiliklerinden bir araya gelip cümle kurabilirler; cümleleri kuranlar insanlardır. Bu yüzden bir dilin yaşaması, insanların o dile ait gramer kuralları ve kelimelerini kullanarak cümleler kurmalarına ve kendi aralarındaki iletişimi o dil ile sürdürüyor olmalarına bağlıdır. Bir insan topluluğunun herhangi bir dili kendi arasında iletişim aracı olarak kullanması ise toplumdaki tüm fertlerin hem o dilin gramer kuralları hem de kelimelerin anlamları üzerinde ittifak etmelerine bağlıdır çünkü aynı gramer kurallarına ve aynı kelimelere farklı anlamlar yüklemek iletişimi imkansız hale getirmekle kalmaz; kaos ve kargaşaya da sebep olur. İşte bu yüzden toplumların, konuşulan dilin gramer kuralları ve kelimeleri üzerindeki ittifakı bir dilin geçerliliğinin en temel şartıdır fakat şu da var ki, belli bir zaman diliminde yaşayan insanların, o dilin gramer kuralları ve kelimeleri üzerinde ittifak ederek iletişim aracı olarak kullanmaları, o dilin yaşamaya devam etmesini sağlamaz. Dilin bir iletişim aracı olarak yaşamaya devam etmesi, belli bir zaman diliminde yaşayan insanların dil üzerindeki ittifakına sonraki nesillerin de dahil olmasına bağlıdır. Sonraki nesillerin bu ittifaka dahil olmadığı hiçbir dil yaşamını sürdüremez.

Mesela, Türkçenin bilinen en eski sözlüğü Kaşgarlı Mahmud’un (1008- 1102) yazdığı Dîvânu Lugâti’t-Türk adlı Arapça-Türkçe sözlüktür. Türkçe açısından hazine değerinde olan bu sözlük günümüz sözlüklerinden çok farklıdır. Bu eser, içinde Türklerin ve Türkçenin kökeni hakkında haritalardan Türk boylarına kadar pek çok değerli bilgi barındıran bir ansiklopedi niteliğindedir. Kaşgarlı Mahmud bu eserde yaklaşık 8000 Arapça kök kelimenin Türkçe karşılıklarını vermekle kalmamış, o yıllardaki Türk dilinin özelliklerini, ses ve yapı bilgilerini de vermiştir. Bu sözlüğün orijinal nüshası günümüze kadar gelmiş ve Türk Dil Kurumu 1941 yılında tıpkı basım olarak neşretmiştir. Bu bilginin konumuzla bağlantısı şudur: Kaşgarlı Mahmud günümüzden yaklaşık 1000 sene önceki Türkçeye ait kelimelerin ve gramer kurallarının günümüze kadar gelmesini sağlamıştır ama aradan geçen bu uzun zaman diliminde Türkler, o kelimeleri ve gramer kurallarını terk etmişlerdir. Günümüzde ne o gramer kurallarını ne de kelimeleri kullanan bir Türk toplumu kalmıştır yani kelimelerin ve gramer kurallarının günümüze kadar gelmesi o dili “yaşayan diller” arasına sokmaya yetmemiştir çünkü bir dilin yaşaması demek, o dilin bir toplum tarafından ittifakla kullanılması ve o ittifakın sonraki nesiller tarafından sürdürülmesi demektir. İşte, önceki nesillerin bir uzlaşıyla gramer kurallarına aynı değeri yükledikleri ve kelimelerine aynı anlamları verdikleri bir dili ortaklaşa kullanmalarına “ittifak”, onların bu ittifakının nesilden nesile aktarılmasına ve sonraki nesillerin de bunu sürdürmesine “tevarüs” denir ve bir dili “yaşayan dil” haline getiren de işte bu aktarım yani tevarüstür.

Şu da var ki, nesilden nesile aktarılan bir dil bu aktarım sırasında birtakım genişlemelere, daralmalara, değişimlere maruz kalır. İşte bu değişimler, önceki nesillerin ittifakının sonraki nesiller tarafından devam ettirilmediği yani kesintiye uğratıldığı anlamına gelmektedir. Dillerin bozulması dediğimiz şey de budur. Bir dili bozulmalardan koruyan şey ise nesilden nesile aktarılan dilin hem gramerinin hem de kelimelerin anlamlarının aynı değerde ve kesintisiz bir şekilde aktarımıdır. İşte, kesintisiz şekildeki aktarımlara “tevatür” denmektedir yani bir dildeki ittifakın kesintisiz bir şekilde tevarüs ettirilmesine “tevatür” denmektedir. Bir dilin kesintili şekilde aktarımına asla tevatür denmez.

Diller hakkında günümüz insanının kafası hayli karışıktır çünkü tuhaf bir şekilde, dillerin, sözlükler ve gramer kitapları sayesinde yaşadıkları sanılmaktadır, oysa tam tersidir. Sözlüklerin ve gramer kitaplarının yaşaması dillerin yaygın bir şekilde kullanılmasına ve o kullanımın sürekliliğine bağlıdır. Az önce Dîvânu Lugâti’t-Türk örneğinde olduğu gibi Kaşgarlı Mahmud bin sene önce konuşulan dilin kelimelerini ve gramerini kayıt altına almıştır ama insanlar o dili kullanmayı terk ettikleri için o sözlük sadece geçmişi anlamak için arkeolojik bir malzeme değerinde kalmış, dili yaşatmaya yetmemiştir; üstelik Kaşgarlı Mahmud sözcükleri ve kuralları kendisi icat etmemiş veya vazetmemiş, sadece kendisinden yüzlerce yıl öncesinden beri var olagelen kuralları ve kelimeleri kayıt altına almıştır. Ondan günümüze kadar gelen şey ise dilin kendisi değil, sadece onun kelimeleri ve kuralları kayıt altına aldığı kitabıdır. O kayıtların bilgi değeri sadece geçmişe ait haber olmaları açısındandır; üstelik bu haber teyide muhtaç “haberi vahid” değerinde olan bir haberdir yani zannidir, yani o sözlüğe ne ‘tevarüs’ ne de ‘tevatür’ denir.

Yeri geldiği ve konunun daha açık bir şekilde anlaşılmasını sağlayacağına inandığımız için kendi hayatımızda karşılaştığımız bir olayı örnek olarak getirelim. Bilindiği üzere, biz, inanç açısından Kur’an’ın ‘İslam’ın tek kaynağı’ olduğunu savunuyor ve yöntemsel açıdan da Kur’an’ın ‘sadece Kur’an ile anlaşılması gerektiğini’ temel alıyoruz. “Kur’an ve sünnet” diyerek sadece zanna dayanan rivayetleri de dinin kaynağı olarak kabul edenler, haliyle bizim bu söylemimizden pek hoşnut olmamaktadırlar çünkü Kur’an’ın ‘sadece Kur’an ile anlaşılması gerektiği’ söylemi; rivayetleri ve tüm müktesebat birikimini dışarıda bırakan bir söylemdir. Bizimle tartışmaya girişen rivayet savunucuları bizi ilzam etmek için şöyle demektedirler: “Siz, bir yandan hem ‘İslam’ın tek kaynağı Kur’an’dır.’ diyorsunuz hem de ‘Kur’an, sadece Kur’an ile anlaşılır.’ diyorsunuz ama öte yandan Kur’an’ın kelimelerini anlamak için Kur’an dışı kaynaklar olan sözlüklere ve gramer kitaplarına başvuruyorsunuz, böylelikle kendinizle çelişiyorsunuz. Sizin kaynak olarak sözlükleri ve gramer kitaplarını kullanmanız, Kur’an’ın yanında rivayetlerin de dinde kaynak olduğunun en büyük delilidir.”

Böylesi bir itirazın köksüzlüğü şuradadır:

Birincisi: Sözlükler, Kur’an’ın yanında dine kaynaklık eden ikinci bir kaynak değildir. Sözlükler, o sözlüklerin yazılmasından çok önceleri de var olan kelimelerin kayıt altına alınmasından başka bir şey değillerdir.

İkincisi: Kelimelerin teminatı sözlükler değil, sözlüklerin teminatı kelimeler ve kelimelerin dilde kullanılıyor olmasıdır. Sözlükte olan ama dilde olmayan hiçbir sözcüğün en ufak bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bir sözlük yazarı dildeki kelimeleri veya kökleri temel alarak kendi başına milyonlarca kelime üretebilir ama o kelimeler insanlar tarafından ittifakla kabul edilip kullanılmadıkça hiçbir işe yaramazlar.

Bunun en güzel örneği, bilinen ilk Arapça sözlüğü yazan Halil b. Ahmed (ö. 175/791)’dir. Halil b. Ahmed Kitabu’l Ayn ismini verdiği Arapça bir sözlük yazmıştır. Halil b. Ahmed bu sözlüğünde bir de matematiksel bir denklemle, dilde karşılığı olan kelimelerin köklerinden yola çıkarak yaklaşık 12.300.000 kelime türetilebileceğini göstermiş ve kitabında bunlara dair pek çok örneğe yer vermiştir fakat onun ürettiği bu kelimeleri kimse alıp kullanmamış, dile mal etmemiş, bir anlamı o kelimeler ile ifade etmemiştir; zaten Halil b. Ahmed de bunları dilde yeni kelimeler vazetmek için değil, Arap dilinin zenginliğini ve yeni durumlar karşısındaki gücünü göstermek için yapmıştır; üstelik bütün bunları Arapçanın iştikak ve sarf kuralları çerçevesinde yapmıştır yani o, Arapçanın kurallarını yıkarak yeni kelimelere ulaşmanın yollarını değil, kurallara uyulması durumunda dilin ne kadar sınırsız bir imkan sağladığının yollarını göstermek amacıyla yapmıştır.

Üçüncüsü: Dil, Kur’an’ın yanında ikinci bir kaynak değil, Kur’an’ı anlamak için bir vasıtadır.

Dördüncüsü: Ne kelimeleri vazedenler sözlük yazarlarıdır ne dil kurallarını koyanlar dilbilgisi alimleridir ve ne de diller insan icadıdır. Bir mümin için diller, Yüce Allah’ın insan türüne ikram ettiği en büyük bağışlarından biridir çünkü dil olmadan insan aklı hiçbir işe yaramaz. İnsan aklına aktivitede bulunma imkanını veren şey dildir ve diller er-Rahman olan Yüce Allah tarafından insanlara öğretilmiştir (55 er-Rahman suresi 4. ayet). Yüce Allah’ın bağışladığı ve hepsinin Allah’ın ayetleri olduğunu söylediği dilleri kullanarak Allah’ın gönderdiği ayetleri anlamaya çalışmak, Kur’an dışı bir kaynağa başvurmak olarak nitelendirilemez.

Bize karşı getirilen bu tür yaklaşımlar; insanların diller hususunda ya hiç tasavvur sahibi olmadıklarını ya da tasavvurlarının kökeninde Kur’an’ın olmadığını gösterir. Örneğimizden konumuza geri dönecek olursak, bir dilin kesintisizliğini yani tevarüsünün tevatür boyutunda olmasını sağlayan şey, insanların lütfedip o dili kullanmalarından dolayı değil, en başta ‘adetullah’tan daha sonra ise dilin gücünden dolayıdır. Eğer insanların kullandığı dil, insanlara, durmadan değişen ve çeşitlenen gelişmeler karşısında, olay ve olguları ifade etmelerini sağlayacak imkanlar sunmuyorsa veya sunmada yetersiz kalıyorsa o dil zaten kesintisiz bir tevarüs şeklinde sonraki nesillere aktarılamaz.

Eğer ki diller, hakikat ile doğru bağlar kurduracak potansiyeli bünyelerinde barındırmaz ise veya o dili konuşanlara hakikati tüm boyutları ile kavramalarını sağlayacak imkanlar sunmaz ise böylesi bir dil er ya da geç yok olacaktır çünkü insanların dilleri kullanmaları sadece anlamsız melodik sesler çıkarma ihtiyaçlarından dolayı değil, hakikat ile doğru, kapsayıcı ve sürdürülebilir ilişki kurma ihtiyaçlarından dolayıdır. Diller, yalanlar uydurmak için de kullanılırlar ama bir dilin hedefleri ve gereklilikleri arasında “yalan uydurmak” gibi bir şeyin bulunması imkansızdır yani insan türü bunun aksini yapsa da dillerin amacı ‘insan’ ile ‘hakikat’ arasında doğru bağlar oluşturmaktır yalanlar uydurmak değil çünkü insan türü soyut değerleri temel alarak yaşar ve yalan uydurmak bir değer değil, değersizliktir. Her ne kadar her insanın yaşamında somut değerlere ulaşmayı amaçlayan davranış kalıpları bulunsa da bu davranışlara referans olan soyut bir değeri mutlaka vardır. İnsan sadece yemiş olmak için yemek yemez, sadece nefes almış olmak için nefes almaz, sadece üremiş olmak için üremez, sadece yaşamış olmak için yaşamaz. Hiçbir insan sadece bunlar uğruna yaşamayı kendi benliğine yediremez. Farkına varsın veya varmasın her insanın yaşamında tüm fiziki değerleri aşan soyut bir değer mutlaka vardır.

Hayvanlar soyut değerleri olmayan tek taraflı varlıklardır. Bu yüzden onlarda insan hayatının temeli olan “iyi-kötü, güzel-çirkin, yanlış-doğru vb.” gibi bir özneye yüklem olabilecek sıfatlar veya “merhamet, şefkat, sevgi, sadakat, bağlılık, iman, küfür vb.” gibi bir tanıma konu olabilecek haller veya “arkadaş, eş, dost, akraba, anne, baba vb.” gibi bir özneye isim olabilecek soyut değerler yoktur. Sadece bunlar da değil; hayvanlarda “ev, vatan, yuva vb.” gibi ne mekâna; “geçmiş, şimdi, gelecek vb.” gibi ne de zamana dair bir soyut değer bulunmaktadır. Bunlar ve daha pek çok soyut değer sadece akıllı ve iradeli varlıklar içindir.

İşte, bu soyut değerlerin tamamı insan zihnine sözlük gibi girmezler. Hayatın doğal akışı içinde kurulan cümleler ile girerler çünkü bu soyut değerler bir cümle içinde kullanılmadıkça asla bir değer ifade etmezler. Ayrıca ister hakiki manalar isterse mecazi manalar olsun, kelimeler insan zihninde sözlüklerde olduğu gibi bir sıralamayla da yer almazlar. Hiçbir insan ana dilini sözlüklerden ve dilbilgisi kitaplarından öğrenmez; tam tersi sıralaması olmayan karmaşık bir aktarım şekliyle kendilerinden önceki insanlardan doğal yollarla öğrenir. İşte, bu öğrenme süreci gramer kurallarının ve kelimelerin anlamlarının içlerinde gömülü olduğu cümleler üzerinden olmaktadır.

Her dilde sadece bir (1) anlama gelen kelime sayısı yok denecek kadar azdır. Kelimelerin hangi anlamda ve gramer kurallarının hangi şekilde kullanıldığını sabitleyen şey cümlelerdir çünkü cümleler zaten kelimelerin birden fazla olan kök anlamını ve birden fazla işletim şekli olan gramer kurallarını teke indirerek oluşturulurlar. Cümle içinde kullanılan bir kelimenin birden fazla anlamı ve birden fazla öge değeri olmaz, ayrıca cümledeki gramer kuralının birden fazla şekli de olmaz, olamaz.

Ne demek istediğimizi Kur’an’daki bir cümleye verilen mealleri örnek vererek daha açık hale getirmeye çalışalım. Bu çalışmanın amacı, Kur’an’da geçen ‘es-salat’ kelimelerine yöntemsel açıdan nasıl yaklaşılması gerektiğine dair bir usul geliştirme çabası ortaya koymaktır. Böyle bir çalışmayı yapma sebebimiz ise; aslında ciddiye alıp cevap vermenin bile aşırı değer vermek olduğu, Hakkı Yılmaz ve onun gibilerin; “Kur’an’da geçen ‘eqimu’s salat’ emirleri, Müslümanların günde beş vakit kıldıkları namazı değil, zihni ve mali yönden topluma destek vermeyi emretmektedir. Müslümanların günde beş vakit yaptıkları ritüelin İslam ile bir alakası yoktur.” şeklindeki söylemlerinin kofluğunu ve seviyesizliğini ortaya çıkarmaktır.

O ve onun gibiler Kur’an’da geçen ‘es-salat’ kelimesinin ne geçmişte ne günümüzde ne sözlüklerde ne konuşulan dilde ne ıstılahta ne de literatürde olan ‘bir mana’ya geldiğini iddia etmektedirler. Böylesine büyük bir iddiayı dillendirmeleri için her şeyden önce çok sağlam temellere oturmuş ‘Kur’an’ı anlama yöntemleri’nin olması gerekmektedir. Bu yaptıklarını takip edilebilir, eleştirilebilir, doğrulanabilir veya yanlışlanabilir bir usulle yapmamışlarsa ve yapmıyorlarsa, yaptıkları sadece “şeytanlık” olarak adlandırılacaktır. İşte bunu yani Kur’an’ı anlamak için herhangi bir usule göre hareket edip etmediklerini anlamak için cümlelerin sabitliğine dair getireceğimiz ayetin çevirisini Hakkı Yılmaz’ın mealinden alacağız. Örneğimiz ve Hakkı Yılmaz’ın meali şu şekildedir:

(Nisâ 4/88)

فَمَا لَكُمْ فِي الْمُنَافِق۪ينَ فِئَتَيْنِ وَاللّٰهُ اَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُواۜ اَتُر۪يدُونَ اَنْ تَهْدُوا مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلًا

Hakkı Yılmaz meali

Peki, Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine döndürdüğü hâlde, siz, ne oluyor da münâfıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Allah’ın saptırdığı kimselere kılavuzluk etmek mi istiyorsunuz? Ve Allah, kimi saptırırsa, artık sen onun için asla bir yol bulamazsın.

(NOT: Ayetin bu kısmına yukarıdaki gibi meal veren sadece Hakkı Yılmaz değildir. Türkiye’de basılan meallerin yazarlarının hemen hepsi buna benzer mealler vermişlerdir. Sadece Türkiye’de basılan mealler değil, ayrıca neredeyse tefsirlerin tamamında ayete buna benzer mana verilmiştir.)

Örnek olsun diye getirdiğimiz bu ayetin tamamını değil, konumuzla alakalı kısmını alacağız çünkü amacımız ayetin mealini incelemek değil hem cümlelerin sabitlenmesinden neyi kastettiğimizi hem de cümlelerin sabitlenmemesi durumunda ortaya çıkacak sonucun nasıl bir karmaşaya sebep olacağını göstermektir. Ayetin konumuzla ilgili kısmı ve Hakkı Yılmaz’ın o kısma verdiği meal şöyledir: اَتُر۪يدُونَ اَنْ تَهْدُوا مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلً … “Allah’ın saptırdığı kimselere kılavuzluk etmek mi istiyorsunuz? Ve Allah, kimi saptırırsa, artık sen onun için asla bir yol bulamazsın.”

Hemen belirtelim ki Hakkı Yılmaz’ın şartın cevabı olarak gelen fiile (فَلَنْ تَجِدَ) “artık bulamazsın” şeklinde verdiği meal doğru değildir çünkü fiilin başındaki لَنْ (len) edatı, muzari fiilin anlamını “tekid-i nefy-i istikbal”e yani “kesin olumsuz gelecek zaman”a çevirir. Buna göre fiile “artık bulamazsın” şeklinde geniş zaman değil, “asla bulamayacaksın” şeklinde tekitli olumsuz gelecek zaman kullanılarak mana verilmesi gerekir fakat bu durum verilen mealdeki en küçük karmaşadır.

Cümlenin Arapça metnine dikkat edilirse iki tane مَنْ (men) edatının geçtiği görülecektir. Tüm gramer kitaplarında bu edatın hangi anlamlarda kullanıldığı şu şekilde açıklanmaktadır:

  1. ‘Akıllılar’ hakkında soru edatı olur.

مَنْ جَاءَ … Kim geldi?

مَنْ رَأَيْتَ = … Kimi gördün?

 مَنْ أَتَى بِكَ = … Seni kim getirdi?

مَنْ بَعَثْنَا مِنْ قَبْرِنَا = … Bizi kabrimizden kim çıkarıp diriltti?… gibi.

  1. İki fiil cezmeden şart edatlarından olur.

Bu durumda yine ‘akıllılar’ içindir. Bu tür kullanılışında bir şart edatı olduğundan yukarıdaki anlamına bir de “ise” ilave edilir.

 مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ  … Kim bir kötülük yaparsa, ondan dolayı cezalandırılır.

وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ  … Kim de zerre kadar bir şer işlemişse cezasını görür, gibi.

  1. İsm-i mevsûl olur.

Bu durumda da akıllılar için kullanılır.

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ = Onun (dünyanın) üzerindekilerin hepsi fânidir.

مَرَرْتُ بِمَنْ يُعْجِبُكَ = Seni takdir eden birine uğradım, gibi.

(Hasan Akdağ / Arap Dilinde Edatlar)

Bu açıklamalar ışığında Hakkı Yılmaz’ın mealinden de anlaşılacağı üzere Nisâ 88. ayette iki kere geçen مَنْ (men) edatından birincisi ‘ism-i mevsul’ diğeri ise iki fiili cezmeden şart edatı olarak kullanılmıştır.

İsm-i Mevsul (ilgi zamiri): Kendisinden ne kastedildiği daha sonra gelen ve sıla cümlesi denilen bir cümle ile anlaşılan marife bir isimdir. Sıla cümlesi, ism-i mevsulden sonra gelen, aralarına başka bir şey girmeyen ism-i mevsule uygun bir aid zamiri kapsayan haber cümlesidir. Aid zamiri, genellikle açık ve bazen de gizli bir zamir olarak gelebilir.

(Yrd. Doç. Dr. Nusrettin Bolelli / Sarf ve Nahiv Terimleri)

Bu açıklamalar ışığında Hakkı Yılmaz’ın “Allah’ın saptırdığı kimse” anlamını verdiği şu ifadeye bakalım:  مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُ

Yukarıdaki ism-i mevsuller ve sıla cümleleri ilgili kurallara göre; مَنْ (men) edatının kendi başına bir anlamı yoktur, bu edata anlamını kendisinden sonra gelen ve asıl cümle içinde öge değeri bulunmayan, tek işlevi bu edatı tanımlamak olan sıla cümlesi tamamlamaktadır fakat bir de sıla cümlesi içinde baştaki ism-i mevsule dönen bir aid zamiri olması gerekmektedir.

اَضَلَّ اللّٰهُ … Bu cümle düz bir çeviri ile sadece “Allah saptırdı.” manasına gelmektedir. Cümledeki fiilin failinin ‘Allah’ lafzı olduğunun delili, ‘Allah’ lafzının son harekesinin merfu (ötre) olmasıdır fakat dikkat edilirse cümlede meful (nesne) yoktur. “Allah kimi saptırdı?” sorusu cevapsız olarak açıkta kalmaktadır. Eğer kuralları temel alırsak bu ifadenin “Allah’ın saptırdığı kimse” anlamını alabilmesi için şunların olması gerekmektedir:

  1. Önce اَضَلَّ اللّٰهُ ifadesinin başına مَنْ edatı getirilmelidir … مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُ
  2. Fakat bu haliyle ifadeye asla “Allah’ın saptırdığı manası”
  3. Yukarıdaki kurallara göre; bu ifadeye “Allah’ın saptırdığı kimse” manası verilebilmesi için cümleye “aid zamiri” dediğimiz bir zamirin getirilmesi gerekmektedir yani şu şekilde olması gerekir … مَنْ اَضَلَّهُ اللّٰهُ
  4. Böyle olmaması durumunda cümledeki اَضَلَّ fiilinin faili ‘Allah’ lafzı değil, مَنْ edatı olmak zorundadır çünkü yukarıdaki kural şöyle diyordu: Sıla cümlesi, ism-i mevsulden sonra gelen, aralarına başka bir şey girmeyen ism-i mevsule uygun bir aid zamiri kapsayan haber cümlesidir. Aid zamiri genellikle açık ve bazen de gizli bir zamir olarak gelebilir.
  5. Buna göre eğer cümlede fiile nesne olacak bir zamir yoksa aid zamirin müstetir olması gerekir. Bu durumda اَضَلَّ fiilindeki müstetir zamirin ‘Allah’ lafzına değil, مَنْ edatına dönmesi gerekir.
  6. Böyle olması durumunda ‘Allah’ lafzının son harekesi merfu (ötre) değil, mansub (fetha) olmalıdır … مَنْ اَضَلَّ اللّٰهَ
  7. Fakat böyle yapmamız durumunda karşımıza “Allah’ı saptıran kimse” şeklinde çok absürt bir anlam çıkmaktadır.
  8. Bu sorun ‘dalle’ fiilinin tek kök anlamının “sapmak, saptırmak” şeklinde olduğunun düşünülmesinden kaynaklanmaktadır oysa bu fiil Kur’an’da “kaybolmak, yok olmak, şaşırmak, yolunu bulamamak” anlamlarında da kullanılmıştır.
  9. Mesela, bizzat Hakkı Yılmaz, Bakara 282. ayette geçen ‘tedille’ (تَضِلَّ) kelimesine “yanılmak, şaşırmak” manası vermiştir.
  10. Secde 10. ayette geçen ‘dalelna’ (ضَلَلْنَا) ifadesine ise “kaybolmak” manası vermiştir.

Ayrıca kelime Nisa 88. ayette if’al (اَضَلَّ) babındandır. İf’al babının fiillere kazandırdığı özellikler başlıklar halinde şu şekildedir.

(NOT: Detaylı bilgi isteyenler için belli bir kaynak önermiyoruz çünkü vereceğimiz bilgiler sarf kitaplarının tamamında vardır ve hepsi de aynı şeyleri anlatmaktadır.)

İF’AL BABININ ÖZELLİKLERİ

  1. Et-Ta’diye: Geçişsiz fiillere geçişlilik kazandırmak veya geçişli fiillerin geçişliliğini artırmak.
  2. Ta’riz: Sunma, arz etme. Mef’ulü fiilin manasına arz etme.
  3. Selb ve İzale: Fiilin manasını mef’ulden kaldırmak, izale etmek.
  4. Sayruret: Bir halden başka bir hale geçmek. Fiile fail konumunda olan ismin, fiilin kökü olan mastara sahip olması.
  5. Duhul: Bir zamana veya bir yere girmek.
  6. Temkin: Bir kimseye bir fiiliyatı yerine getirmesi için imkan sağlamak. Fiilin başında gelen hemze mef’ul /nesne konumunda olan kimseye fiilin kökü konumundaki işi yapma konusunda imkan sağlamak.
  7. Haynunet, Zamanı Gelmek: Zamanın, fiilin işlevselliği açısından müsait olduğunu anlatmak.
  8. Kesret: Fiildeki çokluğu ve çoğalmayı anlatmak.
  9. Vicdan ve Musadefe; Bir şeyi muayyen bir vasıf üzere bulmak. Bir kişi hakkında olumlu veya olumsuz vasfın kendisinde bulunduğunu anlatmak.
  10. Sayıya Ulaşmak: Belli bir sayıya ulaşıldığını ifade etmek için o sayının if’al babına aktarılması ile elde edilen mana.
  11. Mutava’at: Failin eyleminin nesne/mef’ul tarafından kabul edildiğini açıklamak.
  12. Hücum Etmek: “Saldırmak, hücuma kalkmak” anlamında.
  13. Dua etmek: Bir kimseye veya bir yere belli bir konuda dua etmek. Genellikle doğa ile ilgili isimler türetilerek yapılır.
  14. Mücerred Mana: Fiil bu bab’a taşınmasına rağmen sulasi mücerred kökündeki manada kullanılır.
  15. Işımak: Havanın aydınlanması anlamında.
  16. Tesmiye: Bir kişi veya nesneyi isimlendirmek.

İf’al babının bu özelliklerini temel aldığımızda Nisa 88. ayette geçen (مَنْ اَضَلَّ اللّٰه) ‘men edallallahe’ ifadesine şu manaları vermek mümkündür:

  • مَنْ اَضَلَّ اللّٰه … Allah’ı kaybedenler.
  • مَنْ اَضَلَّ اللّٰه … Allah’ı kayıp sayanlar.
  • مَنْ اَضَلَّ اللّٰه … Allah’ı yok sayanlar.
  • مَنْ اَضَلَّ اللّٰه … Kendi sapıklığını Allah’a izafe edenler.
  • مَنْ اَضَلَّ اللّٰه … Saptırmayı Allah’a mal edenler.

Daha detaylı bir çalışma yapılması durumunda sadece fiilin if’al babından gelmesinden dolayı pek çok mana çıkarılabilir. Bir daha belirtelim ki; kuralların temel alınması durumunda (مَنْ اَضَلَّ اللّٰه) cümlesine “Allah’ın saptırdığı kimseler” manasını vermek mümkün değildir, cümleye bu mananın verilebilmesi için cümledeki fiilin ‘edallellahu’ (اَضَلَّ اللّٰه) şeklinde nesne (mef’ul-ü bih) almadan değil ‘edallahullahu’ (اَضَلَّهُ اللّٰه) şeklinde gelmesi gerekmektedir. Cümlede o zamir olmadan “Allah’ın saptırdığı kimseler” manası verilmesi asla doğru değildir. Cümleye “Allah’ın saptırdığı kimseler” manası verenler, cümlede olmayan o zamiri kendileri takdir ederek bu manaya ulaşmaktadırlar yani metinde olmayan zamiri sanki metinde varmış gibi sayarak.

Ayrıca tüm ism-i mevsuller (ki buna مَنْ edatı da dahildir), isim veya fiil cümlesini kavrama dönüştürürler. Cümleleri kavrama dönüştürürlerken kendilerinden sonraki cümlede eğer kendilerine dönen bir zamir yoksa sıla cümlesindeki fiilin faili kesinlikle ism-i mevsullerdir. Cümleyi kavrama dönüştüren bir edatın kendisinden sonraki cümlede hem de kendisine dönen bir zamir olmadan fail olması kural dışıdır.

Birinci مَنْ (men) edatı ism-i mevsuldür ve buna dair kurallar kısaca yukarıda bahsettiğimiz gibidir ki bu kurallar gizli kapaklı ve herkesin ulaşamayacağı bilgiler değildir. Bu bilgiler, her gramer kitabında tıpatıp aynı şekilde anlatılmaktadır. Ayette geçen ikinci مَنْ (men) edatı şart edatıdır. Şart cümleleri ile ilgili kurallara geçmeden önce Hakkı Yılmaz ve onun gibilerin kuralları hiçe sayarak cümleye verdikleri mealden nasıl bir manzaranın çıktığını anlamaya çalışalım.

(Nisâ 4/88)

فَمَا لَكُمْ فِي الْمُنَافِق۪ينَ فِئَتَيْنِ وَاللّٰهُ اَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُواۜ اَتُر۪يدُونَ اَنْ تَهْدُوا مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلًا

Hakkı Yılmaz meali

Peki, Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine döndürdüğü hâlde, siz, ne oluyor da münâfıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Allah’ın saptırdığı kimselere kılavuzluk etmek mi istiyorsunuz? Ve Allah, kimi saptırırsa, artık sen onun için asla bir yol bulamazsın.

Ayete verilen bu meale göre; ayet “Size ne oluyor!?” şeklinde bir kınama ile başlamaktadır. “Siz” dediğine ve ayetin devamında ‘kılavuzluk etmek’ten bahsedildiğine göre ayetin muhatabı müminlerdir yani Allah müminleri kınayarak söze başlamaktadır.

Peki, Allah müminleri niçin kınamaktadır?

Müminler, günahları yüzünden Allah’ın kendilerini terslerine döndürdüğü kimseler yüzünden tartışıp iki gruba ayrıldıkları için.

Bu kınamadan anlaşılmaktadır ki müminlerin, Allah’ın, günahları yüzünden terslerine döndürdüğü münafıklar hakkında tartışıp iki gruba ayrılmaları, onların münafık olup olmadıkları konusunda değildir. Ayrıca bu kınama haklı-haksız ayrımı yapmadan her iki tarafa yöneltilen bir kınama da değildir. Bir sonraki cümle hem müminlerin münafıklar hususunda hangi konuda iki gruba ayrıldıklarını hem de kınananların hangi taraf olduğunu açıklamaktadır.

“Allah’ın saptırdığı kimselere kılavuzluk etmek mi istiyorsunuz?”

Bu cümleden anlaşılmaktadır ki; müminlerin bir grubu, Allah’ın saptırdığı kimselere kılavuzluk etmek istemektedir, diğer kısmı ise istememektedir. Ayrıca bu cümleden anlaşılmaktadır ki; münafıkları saptıran Allah’tır. İşte kınama da bundan dolayıdır. Buna göre Allah onları saptırmış, müminlerin bir kısmı ise onlara kılavuzluk etmek istemektedir. Bu, iki iradenin karşı karşıya gelmesidir. Allah’ın iradesi onları saptırmak yönünde; müminlerin bir kısmının iradesi ise onlara kılavuzluk etme yönündedir. Bu durumda müminlerin onlara kılavuzluk etmek istemeleri, Allah’ın iradesinin tersine irade kullanmayı arzulamaları anlamına gelmektedir ki işte kınananlar da bunlardır.

Burada şöyle bir nüansın göz ardı edilmemesi gerekir. Hiç yola gelmemiş birinin saptırılması söz konusu olmaz. Saptırmak için önce doğru yolda olmaları gerekir. Söz konusu edilenler münafıklar olduğu için, biz buradan anlıyoruz ki bunlar önce doğru yoldaymış, günahları yüzünden Allah bunları tersine çevirerek yani eski hallerine döndürerek saptırmıştır. Bu durumda bunların münafıklıkları kendilerinden değil, Allah’ın saptırmasından dolayıdır. Burada şöyle bir itiraz gelebilir. “Allah onları durup dururken saptırmamıştır. Ayette ‘bima kesebu’ (kazandıkları yüzünden) ifadesi vardır. Allah onları bundan dolayı saptırmıştır yoksa hâşâ Allah doğru yolda doğru bir şekilde gideni saptırmamıştır.” Bu itirazın geçersizliği şuradadır. Eğer zaten bunlar doğru yolda yürürken kendileri günah işlemişlerse ve bundan da vazgeçmemişlerse ‘kendiliklerinden sapmışlar’ demektir. Madem kendiliklerinden sapmışlar o halde neden “Allah’ın saptırdığı” denilmektedir?

Bu nüanstan sonra konuya dönecek olursak, söz konusu ayet, müminlerin bir kısmını, Allah’ın saptırdığı kimselere kılavuzluk etmek istedikleri için kınamaktadır hatta ayetin son cümlesi “kılavuzluk etmek isteseler bile bunu başaramayacakları”nı söylemektedir: “Ve Allah, kimi saptırırsa, artık sen onun için asla bir yol bulamazsın.”

Bu durumda henüz ölmemiş olan bu münafıklar, -eğer Allah onları tekrar doğru yola getirmez ise- resul veya müminler ne yaparlarsa yapsınlar asla doğru yola dönemeyecekler demektir çünkü onların sapmalarını irade eden Yüce Allah’tır ve O’nun iradesini bozmaya kimsenin gücü yetmez hatta bizzat o münafıkların kendisi istese bile artık doğru yola dönemezler. O halde bu kınamadan “boşuna uğraşmayın” şeklinde bir sonuç çıkmaktadır. Bu sonuca göre sapmış olanlar iki türlüdür:

  1. Allah’ın saptırdığı sapıklar. Bunlara kılavuzluk etmenin bir anlamı yoktur hatta yapılmamalıdır çünkü bu ayet böylelerine kılavuzluk edenleri kınamaktadır.
  2. Allah’ın saptırmadığı, sapmayı kendilerinin tercih ettiği sapıklar.

O halde şöyle bir soru soralım: Hangi sapığın Allah’ın saptırdığı, hangi sapığın sapıklığının kendiliğinden olduğu nasıl bilinecektir? Eğer ayetin mealinin Hakkı Yılmaz’ın verdiği şekilde olduğunu kabul edersek bu sorunun cevabı hayati öneme haiz bir soru olmaktadır. Mesela, Hakkı Yılmaz Kur’an’daki ‘es-salat’ kelimelerine “günde beş vakit namaz” anlamını verenlerin yanlış yaptığını, Yüce Allah’ın ‘eqimu’s salat’ (“topluma mali ve zihni yönden destek verin”) emrini, “günde beş vakit anlamsız ritüel”e bağlamanın ihanet olduğunu iddia etmektedir. O zaman ‘eqimu’s salat’ emrini “günde beş vakit namaz” olarak görenler yani zihni ve mali yönden topluma destek olmayı, saçma sapan ritüele çevirenler sapmış olmaktadır. İşte bu sapma Allah’ın saptırmasından dolayı mıdır yoksa kendiliğinden olan bir sapma mıdır? Eğer Allah saptırmışsa bunu nasıl bilmiştir? Yok, eğer kendileri sapmışsa bunu nasıl bilmiştir? Acaba bizzat kendisi, kullarını saptıran bir Allah’a iman etmekte midir yoksa ayete böyle meal vermesine rağmen kırk takla atarak aslında Allah’ın kimseyi saptırmadığını ispat etmeye mi kalkışmaktadır?

En başta da notunu düşmüştük: Bu durum sadece Hakkı Yılmaz’a özgü bir şey değildir. Meal namına her ne varsa hatta tefsir namına her ne varsa hepsi aynıdır. Önce ayetteki cümleye “Allah’ın saptırdığı kimseler” manasını veriyor, daha sonra sayfalar dolusu açıklama yaparak tersi bir söylemi geliştiriyorlar. Bu durum dalaleti ve hidayeti Yüce Allah’a izafe eden en uç boyuttaki Eş’ari kelâmında da tersini savunan Mutezile kelâmında da böyledir. Bunları okuyucunun insaf ve vicdanına bırakarak konumuza dönelim. Ayetteki ikinci مَنْ (men) edatının ‘şart edatı’ olduğunu söylemiştik. Bu durumda şart cümleleri ile ilgili kuralları da kısaca verelim.

ŞART ÜSLÛBU

Şart üslûbu, başta şart edatı ve bu edatın birbirine bağladığı iki cümleden meydana gelen bir üslûptur. Şart edatından sonra gelen birinci cümleye şart, ikincisine cevap denilir.

Cümle:

تَزُرْ صَدِيقَكَ . تَنَالُ صَدَاقَتَهُ  Arkadaşını ziyaret ediyorsun. Dostluğunu kazanıyorsun.

↓ ↓

Şart Cümlesi:

إِنْ تَزُرْ صَدِيقَكَ تَنَالْ صَدَاقَتَهُ  Arkadaşını ziyaret edersen dostluğunu kazanırsın.

 

مَنْ Edatı

مَنْ kim … -se, -sa, kimi, kime … – se, -sa

مَنْ  … kelimesi, akıllı kimseler için kullanılır ve cümle içindeki yeri kendisinden sonra gelen şart fiiline göre şu şekillerde belirlenir.

  1. مَنْ’in mübtedâ olması

مَنْ’den sonra gelen kelime lâzım yahut mef’ûlünü almış mute’addî bir fiil ise, مَنْ mübtedâ, ondan sonraki cümlenin tamamı haber olur.

مَنْ يَكْسَلْ(لا) يَنْدَمْ  … Tembellik eden pişman olur.

 (يَكْسَلْ lâzım fiildir, mef’ûl almaz).

وَمَن يَفْعَلْ ذَٰلِكَ يَلْقَ أَثَامًا  Kim bunları yaparsa cezasını bulur. (el-Furkân 25/68)

 (يَفْعَلْ mütte’addî fiildir, mef’ûlünü almuş.)

مَنْ تُكْرِمْهُ يُكْرِمْكَ  Kime ikramda bulunursan (o da) sana ikramda bulunur.

 (تُكْرِمْ mef’ûlünü almış müte’addî fiildir).

  1. مَنْ’in mef’ûlün bih olması.

مَنْ’den sonra gelen kelime, mef’ûlünü almamış mute’addî bir fiil ise, مَنْ mef’ûlün bih olarak mahallen mansûb olur. —

مَنْ تُكْرِمْ يُكْرِمْكَ  Kime ikramda bulunursan (o da) sana ikramda bulunur.

 (تُكْرِمْ mef’ûlünü almamış mute’addî fiildir). — mef’ûlün bih

(Yrd. Doç. Dr. R. Resul Sevinç / Arapçanın Temel Gramer Kuralları s.425-427)

 

Şart cümleleri ve مَنْ (men) edatı ile ilgili genel kurallar kısaca böyledir. Bunları hiç Arapça bilmeyenler için daha sadeleştirmeye çalışalım. Şart cümleleri yeryüzündeki tüm dillerde var olan bir üsluptur. Türkçede “Camı kırarsan döverim.”, “Kim kırmızı ışıkta geçerse ceza alır.” gibi şart cümleleri bulunmaktadır. Türkçede normal cümleleri şart cümlelerine çevirmek için cümledeki fiilin sonuna “ise -se, -sa, kimi, kime” gibi ekler getirilir.  Şart cümlelerinde bir fiil başka bir fiilin gerçekleşmesine bağlanır ve eğer şart fiili gerçekleşmez ise öteki fiil de gerçekleşmeyecek anlamı taşır.

  • Normal cümle … Akşam bana gel, sana yemek ısmarlayacağım.

Şart Cümlesi … Akşam bana gelirsen sana yemek ısmarlarım (gelmezsen ısmarlamam).

  • Normal cümle … Bu kitap muttakilerin rehberidir.

Şart Cümlesi … Her kim muttaki olursa bu kitap ona rehberlik eder (muttaki olmazsa etmez).

Önce bu kurallara göre ayetteki şart cümlesine Hakkı Yılmaz’ın verdiği meale bakalım:

وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلًا … Ve Allah, kimi saptırırsa, artık sen onun için asla bir yol bulamazsın.

Biraz önce ayette şartın cevabı olarak gelen فَلَنْ تَجِدَ ifadesine Hakkı Yılmaz’ın “bulamazsın” şeklinde verdiği geniş zaman şeklindeki mananın doğru olmadığını, fiilin başına gelen لَنْ (len) edatının ‘tekitli olumsuz gelecek zaman’ edatı olduğunu belirtmiş ve verilmesi gereken anlamın “asla bulamayacaksın” şeklinde olması gerektiğini izah etmiştik. Şimdi bu meale göre şart cümlesi ve cevap cümlesini ayrı yazalım.

  • Şart Cümlesi … Ve Allah, kimi saptırırsa

Cevap Cümlesi … artık sen onun için asla bir yol bulamazsın

Bu meale göre yol bulmak “eğer Allah saptırırsa yol bulamazsın ama yok eğer Allah değil de başkaları saptırırsa yol bulabilirsin” gibi bir şarta bağlanmaktadır. Ayetin ilk cümlesinde müminlerin münafıklar hususunda iki gruba ayrılmış olduğundan bahsedilmişti. Bir grup müminin onlara kılavuzluk etmek istediklerinden bahsetmiş ve bu davranışları kınanmıştı çünkü onları Allah saptırmıştı; müminler ise Allah’ın saptırdığına kılavuzluk etmek istemişlerdi. Şart cümlesi ise sadece Allah’ın saptırdığı ve müminlerin iki gruba ayrıldığı o münafıklara değil, Allah’ın saptırdığı hiç kimseye bir yol bulunamayacağını belirterek hükmü özelden (husus) genele (umum) yaymış olmaktadır.

Tekrar edelim ki her şart cümlesi iki fiilden oluşur. Önce bir fiil söylenir ve eğer o fiil gerçekleşirse veya gerçekleşmez ise ikinci fiilin gerçekleşeceği veya gerçekleşmeyeceği söylenir.

  • Kim zina yaparsa, celde cezası alır (yapmazsa almaz).
  • Kim taammüden birini öldürürse cezası ölümdür (taammüden değilse cezası ölüm olmaz).

Ayette hiç kimseye “yol bulamazsın” denmemektedir. Yol bulamamak “Eğer Allah’ın saptırırsa” şartına bağlıdır, yok eğer Allah saptırmaz ise yani kişinin sapıklığı Allah’ın saptırmasından dolayı değilse ona yol bulabilirsin denmektedir. O halde soralım: Sapıklıkları Allah’ın saptırmasından dolayı olanlarla, sapkınlıkları kendilerinin sapmasından veya Allah’tan başkalarının saptırmasından dolayı olanlar nasıl bilinecek? Bilinmesi lazımdır çünkü Allah kendi saptırdıklarına kılavuzluk edilmesini kınamaktadır.

Böylesi meallerin ortaya çıkardığı anlam kargaşasının peşinden giderek bir sonuç alınamayacağı ortadadır. Bu mealler ayetin karşılığı değil, Hakkı Yılmaz ve onun gibilerin kural tanımamazlığının karşılığıdır çünkü kurallara uyulması durumunda ayetten böylesi bir meal çıkarmanın imkanı yoktur. Şimdi, yukarıda verdiğimiz kuralları daha sadeleştirerek ayetteki cümleyi anlamaya çalışalım.

Ayetteki وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ cümlesine “Allah kimi saptırırsa” şeklinde bir mana verilmesi durumunda مَنْ edatı cümlenin öznesi değil, nesnesi olarak alınmış demektir yani bu manaya göre “saptırmak” fiilin faili ‘Allah’ lafzı, مَنْ edatı ise cümlenin yüklemi (nesne / mef’ulü bih) olmaktadır. Yukarıdaki alıntıda مَنْ edatının hangi durumda nesne olacağı şu şekilde belirtilmişti:

مَنْ’den sonra gelen kelime lâzım yahut mef’ûlünü almış mute’addî bir fiil ise, مَنْ mübtedâ, ondan sonraki cümlenin tamamı haber olur.

مَنْ’den sonra gelen kelime, mef’ûlünü almamış mute’addî bir fiil ise, مَنْ mef’ûlün bih olarak mahallen mansûb olur.

Bu kuralları Türkçe terimlerle sadeleştirerek daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım:

  • Eğer مَنْ edatından sonra gelen kelime geçişsiz (lazım) yahut nesnesi (yüklemi / mef’ulü bihi) olan geçişli (müte’addi) bir fiil ise مَنْ edatı “özne” ondan sonraki kelime ise yüklem olur.
  • Eğer مَنْ edatından sonra gelen kelime, nesnesini (yüklemini / mefulünü bih’ini) almamış geçişli (müte’addi) bir fiil ise مَنْ edatı özne değil nesne (yüklem / mefulü bih) olur.

Buna göre cümleye bakalım:

  • مَنْ edatı cümlede özne konumundadır çünkü يُضْلِلِ fiilinin son harekesi meczumdur.
  • مَنْ edatı cümlede özne konumundadır çünkü يُضْلِلِ fiili geçişli (müte’addi) bir fiildir.
  • مَنْ edatı cümlede özne konumundadır çünkü يُضْلِلِ fiilinden sonra nesne (yüklem / mef’ulü bih) olacak bir isim bulunmaktadır.
  • مَنْ edatı cümlede özne konumundadır çünkü مَنْ edatının cümlede nesne olabilmesi için fiilin failinden başka bir de ‘hu’ (هُ) zamirinin olması yani وَمَنْ يُضْلِلْهُ اللّٰهُ şeklinde olması gerekmektedir.

İşte, Hakkı Yılmaz ve izinden gittiği müktesebat uleması ayette geçen ifadeye “Allah kimi saptırırsa” manasını vermeleri için bu kadar çok kuralı ihlal etmeleri gerekmektedir. Bununla da kalmayıp ayete ayette olmayan bir ‘hu’ (هُ) zamiri eklemeleri gerekmektedir. Böyle yaptıktan sonra ortaya “Allah’ın saptırdığı kimselere kılavuzluk etmek mi istiyorsunuz? Ve Allah, kimi saptırırsa, artık sen onun için asla bir yol bulamazsın” çıkmasından dolayı kafalarda oluşan “Allah neden kullarını saptırsın? Saptıran bir Allah nasıl olur?” gibi sorular çıktığında ise sayfalar dolusu yorum yaparak ya Eş’ariler gibi Allah’ın ‘saptıran bir Allah’ olduğunu ispat etmeye ya da aslında burada saptırmanın hak edilen bir saptırma olduğunu yoksa Allah’ın durup dururken kimseyi saptırmadığını anlatmaya kalkışan sayfalar dolusu izahlar yapması gerekmektedir yani eğer onlar bu izahları yapmazlarsa (hâşâ) ayet ya yanlış anlaşılacak ya da hiç anlaşılmayacaktır. O zaman başka bir soru girer devreye: Eğer ayetler sizin izahınız olmadan anlaşılmayacaksa ne demeye insanları Kur’an’a tâbi olmaya çağırırsınız? Direkt olarak “Bizim izahlarımıza tâbi olun, yoksa Kur’an’ı yanlış anlarsınız.” deseniz daha iyi olmaz mı?

Peki kurallara uyulması durumunda nasıl bir meal çıkar?

(Nisâ 4/88)

فَمَا لَكُمْ فِي الْمُنَافِق۪ينَ فِئَتَيْنِ وَاللّٰهُ اَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُواۜ اَتُر۪يدُونَ اَنْ تَهْدُوا مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلًا

Allah, onların kazandıkları yüzünden iç dünyalarındakini açığa çıkardığı halde, size ne oluyor da münafıklar hakkında iki görüşe kapıldınız. Yoksa siz kendi sapıklığını Allah’a izafe edenlere rehberlik etmeyi mi arzuluyorsunuz. (Şunu bil(in) ki) Kendi sapıklığını Allah’a izafe edenin lehine asla bir yol bulamayacaksın.

Ayette geçen اَرْكَسَ fiili “bir şeyin eski haline geri döndürülmesi, başladığı noktaya geri getirilmesi” anlamına gelen bir fiildir. Türkçede bu kelimeye verilen “ters yüz etmek” manası şöyle izah edilir. ‘Münafık’ ifadesi “aslında hiç iman etmediği halde kendisini iman etmiş gibi gösteren kimseye” verilen bir isimdir. Bu durumda münafığın görünen yüzü “iman etmiş olmak”, görünmeyen ve asıl yüzü ise “iman etmemiş olmak”tır. Allah onların iç dünyalarında sakladıkları asıl durumu açığa çıkarmadığı müddetçe onların ‘münafık’ yani “aslında iman etmemiş kimseler” oldukları bilinemez. Ayette, müminlerin, onlar yüzünden ikiye ayrıldıkları münafıklar, Yüce Allah’ın iç dünyalarındaki nifaklarını açığa çıkardığı münafıklardır. Müminlerin kınanması da bu yüzdendir. Allah onların iç dünyalarındaki nifakı açığa çıkarmasına rağmen bazı müminler hâlâ onlara kılavuzluk etmek istedikleri için kınanmaktadırlar. Bunların en büyük özelliği ise kendi sapmalarını Allah’a izafe etmeleri veya Allah’ı kaybetmeleri veya Allah yokmuş gibi davranmaları veya sapma eylemini kendilerine değil de Allah’a izafe etmeleridir.

Ayetteki şart fiilinin fahval hitabına gelince: Sapkınlığını Yüce Allah’a izafe etmeyen veya Allah’ı yok saymayan veya Allah’ı bilinemez, kaybolmuş saymayan her sapmışa, doğru yola gelmesi için kılavuzluk edilir ve bu emredilendir; ama bir sapmış, Allah’ı yok sayıyorsa veya O’nu bir eşya gibi kayıp olarak görüyorsa, ona asla kılavuzluk edilmez ve asla onların lehine bir çıkış yolu bulunmaz. Ayrıca ayetteki اَنْ تَهْدُوا ifadesi “doğru istikamette rehberlik etmek” anlamındadır. Birine rehberlik etmek için her şeyden önce o kişinin istikametinin doğru olması gerekmektedir. Yönünü küfre dönmüş ve doğrunun o yönde olduğuna inanan birine o istikametten vazgeçip doğru istikamete yönelmedikçe rehberlik edilmez, edilemez.

Biz ayete verdiğimiz mealin en hakiki meal olduğunu asla iddia etmiyoruz. Zaten bu ayeti örnek olarak almamızın nedeninin ayete meal vermek olmadığını, amacımızın Kur’an’daki ‘es-salat’ kelimesine ne ıstılahta ne sözlükte ne dilde ne yazıda ne günümüzde ne de geçmişte hiç olmayan “zihni ve mali yönden destek olmak” manası verenlerin böylesine büyük bir iddiayı dillendirirken bir usule bağlı olup olmadıklarını göstermek olduğunu en başta belirtmiştik. Bunu da “cümleleri sabitlemek” derken ne kastettiğimizin anlaşılması için yapmıştık.

Cümle, kelimelerin öge değerlerine ve kelimelerin kendilerinde olan manalara sadık kalınınca cümledir, yoksa ‘her cümleden kim ne anlarsa cümlenin anlamı odur’ şeklinde bir sonuç çıkar ki bu sonuç, insanı hayra götürmez. Hele karşımızdaki cümle Yüce Allah’ın katından gelen bir cümle ise böylesi davranışlar insanı hayra götürmeyeceği gibi içine saplanıp kaldığı şerri de hayr olarak görmeye götürür.

Diller Yüce Allah’ın bir bağışıdır. Dile ait her ne varsa Yüce Allah’ın vazetmesinden dolayı vardır. Kur’an, “dillerin Yüce Allah’ın ayetleri olduğu”nu (Rum 22) ve “o ayetleri insanlara Yüce Allah’ın öğrettiği”ni (Rahman 3, 4) bildirmektedir. Diller sadece bir insanın içindekini dışarı çıkarmasının vasıtası değildir, aynı zamanda söze muhatap olanın sözü anlaması için de bir vasıtadır. İşte, zaten buna “iletişim” denmektedir yani dil tek taraflı bir vasıta değil, interaktif bir vasıtadır fakat söz söyleyen ile sözü duyan arasında bir iletişimin olabilmesi ancak ve ancak her iki tarafın sözün kurallarına uyması ile mümkündür. Sözü söyleyen hiçbir kurala yaslanmadan söz söylerse, dinleyen de onun gibi yapıp “Önemli olan senin ne dediğin değil, benim ne anladığımdır.” derse ortada ne bir iletişim kalır ne de dil.

Tüm inançlardan ve ideolojik baskılardan uzak bir şekilde dillerin insan hayatındaki yerini ifade edecek olursak, diller herhangi bir inanca mensup değildir. Diller tüm inançlardan, felsefelerden, ideolojilerden veya kabul görmüş tüm düşüncelerden bağımsız olarak kendi başlarına müstakil yapılardır yani dillerin inançları olmaz ama inançların dilleri olur. Biz kabul etmiyoruz ama müsellem bilgi olarak genel kabul görmüş bilgilere göre söz söyleyecek olursak, geleneksel anlayışlara göre Nuh Sümerce, İbrahim Hervetince, Musa İbranca, İsa Aramice konuşmuş ve onlara verilen kitaplar da bu dillerdendir. Bu bilgiyi temel alarak dillere diğerlerinden daha üstün bir konum veya kutsiyet belirlemek asla doğru değildir çünkü diller, insanlar içindir. Yüce Allah’ın, insanlar gibi, bir dile ihtiyacı yoktur. Bu müsellem bilgileri doğru kabul etsek bile resuller o diller üzerinden gönderildiler diye o diller kutsallık kazanmazlar. Hiçbir dil bir inanca ait olmaz, olamaz fakat inançlar bir dile ait olabilirler. Yüce Allah, Kur’an’ı Arapça gönderdi diye hem Arapça ‘kutsallık’ kazanmaz ve hem de İslam ‘Arap diline’ ait bir inanca dönüşmez fakat şu da inkâr edilmez, edilemez: Eğer Yüce Allah Kur’an’da kullanılan dili Arapça olarak belirlemişse, bu, o inancı anlamak için vasıta olarak Arapçanın belirlendiği anlamına gelir. Bu durumda insanlara düşen, o kitapta kullanılan dil üzerinde ilahi irade ile ittifak etmeleri, o dilin kurallarına tam olarak riayet etmeleridir çünkü Kur’an’ın o dilde olmasını irade eden herhangi bir insan değil, Yüce Allah’tır.

Söylediklerimizin insanın akıl yürütmesinde temel bir değer olması için ilk önce dillerin insan icadı olduğunun değil, Yüce Allah’ın bir bağışı olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Kur’an’da “İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti.” ve “Dillerinizin muhtelif oluşu Allah’ın ayetlerindendir.” şeklinde iki ayet dururken (ki daha fazlası da vardır), bir mümin için dillerin kökenine dair cevaplanmamış bir sorunun olması mümkün değildir. Yüce Allah Kur’an’ı Arapça olarak göndermişse bu, kelam halinde bir din gönderirken kendi ayetlerinden bir ayeti vasıta olarak kullanmıştır anlamına gelmektedir. Bu durumda insanların, üzerinde ittifak etmesi gereken dil, insanlar arasında cari olan Arapça değil, Kur’an’daki Arapça olmak zorundadır. Daha da ötesi, Arapların konuştuğu dil Kur’an’ın üzerine değil, Kur’an Arapçanın üzerine müheymin kılınmıştır demektir yani Kur’an’ın ölçüsünü belirleyen Arapça değil, Arapçanın ölçüsünü belirleyen Kur’an’dır. Böyle de olmak zorundadır çünkü Yüce Allah bir dili vasıta kılarak kelamını göndermişse (ki göndermiş) hatadan ve kusurdan münezzeh olduğu için o vasıtayı kullanırken hatasız ve kusursuz kullanır yani Yüce Allah gramer hatası veya dile ait başka hatalar yapmaz fakat hiçbir insan Arapçayı veya herhangi bir lisanı hatadan ve kusurdan uzak, eksiksiz ve mükemmel şekilde kullanmaya güç yetiremez. Kur’an’ın cümleleri, kendi içindeki dizaynı, kelime seçimleri, kelimelerin birbirine isnadı, gramer kurallarının ne şekilde kullanıldığı, kelimelerin kavramlaşma süreçleri veya dile ait başka durumları herhangi bir insana veya resule ait değildir. Kur’an Allah’ın ilmiyle indirilmiştir.

Yüce Allah’ın Arapçayı vasıta kılarak bir kitap göndermesi (hâşâ) O’nun dile muhtaç olmasından dolayı değil, insanın dil olmadan herhangi bir akli aktivitede bulunamamasından dolayıdır yani muhtaç olan insandır. Yüce Allah kendisi ile ilgili haberleri, insanın insan olması, kalması ve insanlığını sürdürmesi için gerekli olan tüm değerleri insan türünün anlayabileceği bir dil ile göndermesi, ilahi ilmin insan boyutuna indirgenmesi ve insan için erişilebilir kılınması anlamına gelmektedir. İşte, insanı o ilme ulaştıran vasıta dildir.

Yüce Allah kelam ederken vasıta olarak kullandığı dilin kurallarına uymamazlık etmez çünkü her şeyden önce o dil zaten Kendisi’nin ayetidir. İkincisi, eğer insan tarafından anlaşılmak istiyorsa (ki Kitap’ta sürekli olarak Kendisi’nden bahsetmesi ‘anlaşılmak istediği’ anlamına gelmektedir), bunun üstüne insanların Kendisi’ne inanmasını istiyorsa insandan istediği bu şeylerin insan tarafından güç yetirilebilir şeyler olması gerekmektedir. Eğer yarattığı insan bir dil olmadan düşünemiyor veya akli bir aktivitede bulunamıyorsa ve hiçbir insan hiçbir dilde gramer kurallarına uymayan bir sözü asla anlayamıyorsa, Yüce Allah da kelamını gramer kurallarına uymayan sözler halinde gönderirse, insan O’nu anlamaya ve O’na iman etmeye güç yetiremez. Elbette Allah, kendi ayetleri olsa bile hiçbir ayete mahkûm ve mecbur değildir. Lakin insanı, anlamak ve akletmek için lisanlara mecbur ve mahkûm bir varlık olarak yaratan bizzat Kendisi’dir. Böyle bir kapasite ile yarattığı insanı hiçe sayarak gramer kurallarına uymayan, anlaşılması imkansız bir kelam göndermesi, üstüne insanları ona uymaya çağırması, dahası “ona uymayana öldükten sonra çok büyük cezalar vereceğini” söyleyerek tehdit etmesi, kabul edilmesi imkansız bir çelişki olacaktır. Hiçbir insan bu çelişkiye rağmen (istese bile) Yüce Allah’a güven duyup inanmaya güç yetiremez.

Meseleye bu açıdan bakıldığında, özelde Kur’an’daki dile genelde ise herhangi bir dile ait cümlelerin beğenilere göre değişen yapıda olmasının veya böyle de olabileceğini varsaymanın doğuracağı sonuçların insan türünün altından kalkmasının veya yüklenmesinin imkansız sonuçlar olacağı kendiliğinden anlaşılmış olmaktadır.

Nitekim az önce mealini Hakkı Yılmaz’dan verdiğimiz Nisa 88. ayetin cümle yapısına riayet edilmediği için ortaya ‘kullarını saptıran bir Allah olduğu’ gibi bir mana çıkmıştır. Hiçbir insan, ‘kullarını saptıran bir Allah’a’ güvenmeye ve inanmaya güç yetiremez. Hakkı Yılmaz ve onun gibilerin güya ‘Arapça bilmeyenler de Kur’an’ı anlasın’ diye tüm kuralları hiçe sayarak ve hatta küçümseyip gereksiz görerek yazdıkları mealler Kur’an’ın anlaşılmasına değil, tam tersi anlaşılmamasına hizmet etmektedir. Zira söz olarak “Allah’ın saptırdığı kimseler” veya “Allah’ın saptırdığına bir yol bulamazsın” şeklinde cümleler yazmak kolaydır fakat bu cümleleri anlamak ve anlamlandırmak hele bir de saptırmayı ‘Allah’ ile bağdaştırmak hiç kolay değildir.

Önerilen İçerikler