بسم الله الرحمنِ الرحيم

KUR’AN NEDİR?

“Kur’an, Allah’tan bir dile ihtiyaç duymayan gizemli bir bilgi halinde mi veya sözlü halde mi yoksa yazılı halde mi çıktı?” soruları cevaplandırılması gereken sorular olsa da bu soruları cevaplamadan önce ayetlerin içeriğine başvurmak gerekmektedir çünkü biz henüz Kur’an’daki imlanın sabitliğinin ‘kesin gerçeklik’ olarak tespit edilmesi aşamasındayız. Kur’an’ın metni elimizde olduğuna göre kaynağından ne şekilde çıktığını sonraki bölümlere bırakarak elimizdeki belgenin ‘sözlü söylev’in yazıya aktarılmış hali veya buna mukabil olarak tamamen ‘yazı karakterli bir söylev’ olup olmadığı tam da bu aşamada temellendirilmesi gereken bir durumdur. Bunu hiçbir habere veya hiçbir yoruma gerek duymadan sadece 21.yy’a yazı halinde gelmiş Kur’an’ın karakteristik yapısını inceleyerek yapabiliriz.

Peki bunu tespit etmemiz ne işe yarayacaktır? Bunu tespit etmemiz, ilerleyen bölümlerde kapağını açıp ayetlerine başvuracağımız Kur’an’ı anlamak için en doğru yöntemi belirlememize yarayacaktır çünkü herkes bilmektedir ki karakteristik özelliği “sözlü bir söylevin yazıya dökülmüş hali olan bir metni anlama yöntemi” ile “en başından beri yazı karakterli olan bir metni anlama yöntemi” arasında derin farklar vardır. ‘Sözlü söylev’ ile ‘yazılı söylev’ arasındaki farklara dair filozofların çeşitli görüşleri olmuştur. Filozoflardan yapılan alıntılara baktığımızda onların tüm söylemleri, insanlar tarafından yazılmış yazılar için geçerlidir. Kabul edilsin veya edilmesin, eğer Kur’an hakkında konuşulacaksa en azından sabit bir bilgi yani referans bir bilgi olarak belgenin kaynağının ‘Allah’ olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Bu bilgiyi referans bilgi olarak almak için illa da inanmak gerekmemektedir çünkü bu, işin inanç kısmıyla değil, teknik kısmıyla alakalı bir durumdur. Referans alınan bu bilginin gerçekliği başka bir şey, doğruluğu veya yanlışlığı başka bir şey olduğu için söylemimizi “gerçeklik” çerçevesinde sınırlı tutarak devam edelim.

Geldiğimiz noktada etraflıca bakmak zorunda olduğumuz iki durum ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki; filozofların ‘yazı’ hakkındaki olumsuz eleştirilerinin arka planında başka etkenlerin olup olmadığını anlamak için “felsefe-yazı” ilişkisine biraz daha geniş bir perspektiften bakmak. İkincisi ise; “Kur’an nedir?” sorusuna cevap aramaktır. Yanlış anlamaları bertaraf etmek için hemen belirtelim ki bu aşamada cevap aramaya çabalayacağımız “Kur’an nedir?” sorusu içeriğe dair bir soru değil, biçime dair teknik bir sorudur yani Kur’an’ın biçiminin sözlü bir söylem mi, sözlü bir söylemin yazıya geçirilmiş hali mi yoksa en baştan beri yazılı bir söylem mi olduğunu tespit etmeye yönelik bir sorudur. Biraz önce de belirtiğimiz gibi, bunun gerekliliği, sözlü bir söylemi anlama yöntemi ile sözlü söylemin yazıya geçirilmiş halini anlama yönteminin birbirinden farklı olmasından ve yazılı bir söylemi anlama yönteminin de bu ikisinden çok farklı olmasından kaynaklanmaktadır.

Pek çok insan mevcut müktesebat birikiminde bu sorunun yeteri kadar cevabının olduğunu zannetmektedir oysa biz bu soruyu tam da müktesebat birikimde Kur’an’ın biçimselliğine dair anlatılan şeylerin oluşturduğu kaotik durumdan dolayı soruyoruz yani müktesebat birikiminde biçimselliğinin anlaşılması açısından sorulan “Kur’an nedir?” sorusunun net bir cevabı yoktur. Hatta biçimselliğin anlaşılması için karşılaştırılması durumunda, günümüze “yazı” olarak ulaşmış Kur’an’ın üslubu ile müktesebat birikimin verdiği bilgilerin taban tabana zıt olduğu açıkça görülecektir.

Mesela, müktesebat birikimine göre Allah, resul seçtiği Muhammed (a.s) ile iletişime geçmiştir fakat Allah ile Muhammed (a.s) arasındaki bu iletişim esnasında gerçekleşen bilgi transferinin bir biçimi yoktur yani ne işarettir ne sözdür ne yazıdır ne de sözün yazıya geçirilmiş halidir. Müktesebata göre, bu bilgi transferi herhangi bir forma sahip değildir yani manalar herhangi bir forma büründürülmeden Muhammed (a.s)’in kalbine yerleştirilmiştir. Böylesi bir bilgi transferinin insanlar açısından anlaşılması veya tanımlanması mümkün değildir. Yine müktesebat birikimine göre, formu olmayan bu bilgi transferi Muhammed (a.s)’in dilinde söze dönüşmektedir. O halde Kur’an’ın; biçimi, manaları formsuz olarak Muhammed (a.s)’e aktarılan bir bilginin Muhammed (a.s) tarafından söze dönüştürülmüş hali olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu durumda Muhammed (a.s) salt manada Allah’tan aldığı buyrukları ileten kişi değil, aynı zamanda Allah’ın formsuz olarak kendisine ilettiği manaları söz formatına getiren bir çevirmen de olmaktadır. Böyle bir şeyin kabul edilmesi durumunda Kur’an’ın Allah kelamı değil, Allah ile Muhammed (a.s)’in ortaklaşarak oluşturdukları bir kelam olduğunun da kabul edilmesi gerekir çünkü ne söze gelmemiş bir mana ne de manası olmayan söz anlamlı değildir. O halde Kur’an’ın, manası Allah’a, sözleri Muhammed (a.s)’e ait bir kelam olduğunu da kabul etmek gerekir. Böyle değil de Allah’ın Muhammed (a.s)’e, manası da sözleri de kendisine ait iletiler şeklinde gönderdiği söylenirse, bu durumda iletilerin hangi araç kullanılarak Muhammed (a.s)’e iletildiği sorusu gündeme gelir. Bu soruya, “Allah ses gibi bir araca muhtaç değildir, iletilerini sese muhtaç olmadan, mana ve kelimeler Muhammed (a.s)’in kalbinde kazılmış gibi belirecek şekilde Kur’an’ı göndermiştir.” şeklinde bir cevap verilirse, bu cevap temel alınarak Kur’an’ın üslubuna baktığımızda, Muhammed (a.s)’in bizzat kendisinin sözden nelerin kastedildiğini anlamasının imkansızlığı ortaya çıkar. Şöyle ki; mesela Bakara suresinin 6.ayetini ele alalım:

(Bakara 2/6)

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

İnne-lleżîne keferû sevâun ‘aleyhim eenżertehum em lem tunżirhum lâ yu/minûn(e)

Şimdi az önceki cevaba göre, Allah, bu ayetin kelimelerini ve kelimelerin kastettiği manaları hiçbir vasıtaya gerek duymadan Muhammed (a.s)’in kalbine ‘ilka’ etmiştir. Şimdi ayetin başındaki (الَّذ۪ينَ كَفَرُوا) (elleżîne keferû) ifadesi bir ism-i mevsul ve sıla cümlesinden meydana gelmiş kavramsal bir ifadedir. Anlamı “o kafirlik edenler” şeklindedir. Muhammed (a.s), bir Arap, konuştuğu dil de Arapça olduğuna ve bu ifadelerin de O’nun bildiği dilde kullanılan Arapça ifadeler olduğuna göre Muhammed (a.s), ism-i mevsul ve sıla cümlesi ile ilgili dildeki kurallara göre bu ifadeyi anlayacak demektir. Arap dil kurallarına göre ism-i mevsuller, kendi başlarına anlamı olmayan, anlamları kendilerinden sonraki sıla cümleleri ile tamamlanan edatlardır. Bu edatlar, isim veya fiil cümlesinin başına gelerek başına geldikleri cümleleri kavramlaştırırlar fakat bu edatlar, konuşanın ve muhatabın daha önceden bildiği konuları ifade etmek için kullanırlar:

Birinin başından bir olay geçip muhatap onu o olayıyla tanıyorsa o kişiden söz edilmek istendiği zaman (الَّذ۪ي) (elleżî) kullanılır. Bunu daha da açarak şöyle diyelim: (الَّذ۪ي) ) (elleżî) ancak muhatabın içeriğini bildiği bir cümlenin başına gelir. (Cürcani / Delâilü’l İcaz s.181)

Buna göre, eğer Bakara suresinin 6.ayeti, bu şekilde yani birdenbire Muhammed (a.s)’in kalbinde belirmişse, ism-i mevsullerin kullanım şekline göre (الَّذ۪ينَ كَفَرُوا) (elleżîne keferû) ifadesinden Muhammed (a.s)’in şunu anlaması gerekir: “Sana daha önce bahsettiğim, senin de bildiğin o kafirlik edenler”. İşte bu durumda Muhammed (a.s)’in kendisine iletilen söz dışında herhangi bir vasıtaya başvurmadan kimlerin kastedildiğini hemen anlamış olması gerekir. Eğer Muhammed (a.s) kastedilenleri bilmiyorsa bu bizzat Muhammed (a.s)’in Kur’an’ı anlama problemi olduğu anlamına gelir. Yok eğer “Bu sözler kastıyla beraber Muhammed (a.s)’in kalbinde belirmiştir.” gibi bir cevap verilirse bu durumda Muhammed (a.s)’in bu sözü insanlara iletirken kalbinde beliren o kast ile birlikte iletmesi gerekmektedir. Eğer insanlara sadece sözü iletip kastı iletmemişse (bin kere haşa), risalet görevini yapmamış veya eksik yapmış demektir çünkü söz ve sözün kastı ayrı ayrı olabilecek şeyler değildir. Bunların ayrılması durumunda ne söz ne de kast anlaşılır. Bunun gibi yüzlerce örnek getirmemiz mümkündür fakat biz bu örneği sadece Kur’an’ın karakteristik üslubunu tespit etmeye yönelik bakış açısı oluşturmak için getirdik. Örnekten de anlaşılacağı üzere, Kur’an’ın nesnel yapısı hakkında “Kur’an, Allah tarafından, herhangi bir vasıta kullanılmadan, Muhammed (a.s) kalbine, sözleri ve manası Allah’a ait olarak ‘ilka’ edilmiş Allah kelamıdır.” açıklaması bir açıklama olmadığı gibi gerçeklikle çelişen bir ifade olmaktadır.

Hepsinden daha önemli bir sorun daha vardır ki; müktesebat uleması da bu sorunu görmüş ama daima halının altına süpürerek görmezden gelmiş ve görmezden gelinmesini sağlamıştır. O mesele, “Kur’an’ın söz söyleme üslubu” meselesidir. Az önceki kurguya göre ulema, “Kur’an; sözü de manası da Allah’a ait olmak üzere, herhangi bir vasıta kullanılmadan Muhammed (a.s)’in kalbine ‘ilka’ edilen Allah kelamıdır.” temelinden hareket etmektedir. İşte bu kurgudan hareketle meseleye baktığımızda; kelam sahibinin Allah olduğu söylendiğine göre ‘mütekellim’in yani konuşanın da ‘Allah’ olması gerekmektedir oysa Kur’an’ın tamamında Allah hakkında mütekellim sığası değil, üçüncü tekil şahıs sığası yani gaip sığası kullanılmaktadır yani eğer Kur’an’ın mütekellimi Allah ise, kendisinden bahsederken “O” sığasını değil “Ben” sığasını kullanması gerekmektedir. Daha da basite indirgeyip bir örnekle açıklayacak olursak: Eğer Kur’an’ın Allah kelamı olduğu ifadesinden kastedilen şeyden “konuşanın” yani “mütekellimin” ‘Allah’ olduğu söylenmek isteniyorsa;

(Bakara 2/7)

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟

Ḣatema(A)llâhu ‘alâ kulûbihim ve’alâ sem’ihim ve’alâ ebsârihim ġişâve(tun) velehum ‘ażâbun ‘azîm(un)

DİB meali – Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.

Bu ve bunun gibi yüzlerce hatta binlerce ayetteki cümlelerin “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.” şeklinde değil, “Onların kalplerini ve kulaklarını Ben mühürledim.” şeklinde gelmesi gerekirdi.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

(İhlâs 112/1)

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ

Kul huva(A)llâhu ehad(un)

(İhlâs 112/2)

اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ

(A)llâhu-ssamed(u)

(İhlâs 112/3)

لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ

Lem yelid velem yûled(u)

(İhlâs 112/4)

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ

Velem yekun lehu kufuven ehad(un)

Veya İhlâs suresindeki konuşma üslubunun “De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.” (Diyanet Vakfı Meali) şeklinde değil, “Ben, Allah’ım, birim, ben samed’im, doğurmadım ve doğmadım, benim hiçbir dengim yoktur.” şeklinde gelmesi gerekirdi.

Kur’an’ın bu üslubunu fark eden müktesebat ulemasının “Kur’an’da geçen ‘ben, biz, o’ zamirlerin hepsinin mercisi Allah’tır.” şeklindeki açıklamaları tam tamına meseleyi halının altına süpürmek, görmezden gelmek ve görmezden gelinmesini sağlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir çünkü bu açıklama Kur’an’ın anlaşılmasının önündeki en büyük engellerden biridir hatta en büyüğüdür.

(ZORUNLU AÇIKLAMA): Bu sorgulamalarımızı kendi kötü niyetlerine malzeme yapacaklar için belirtelim ki: Biz bu sorgulamayı (sonsuz kere haşa) Kur’an’ın Allah kelamı ol-ma-dığını ispat etmek için yapmıyoruz çünkü biz, hem de bütün hücrelerimizle iman ediyoruz ki Kur’an Allah’ın kelamıdır. Kur’an’ın Allah kelamı olmadığını söyleyecek kişi şunu bilmelidir ki, böyle bir söylemi dillendiren kişinin Allah ile bütün bağları kopmuştur demektir fakat (Allah izin ve imkân verirse) ilerideki bölümlerde daha da geniş bir şekilde açıklayacağımız üzere, Kur’an’ın Allah kelamı olması, (haşa) Allah’ın iki dudak, bir dil ve ses telleri vasıtasıyla konuşan kişi olduğu anlamına gelmemektedir. Öte yandan müktesebat ulemasının, Kur’an’da geçen “ben, biz, o” zamirlerinin nesnel mercisinin ‘Allah’ olduğunu söylemeleri anlamına da gelmemektedir. Biz bu bölümde sadece Kur’an’ın nesnel manada söz mü, bir konuşmanın sonradan yazılması mı yoksa yazı mı olduğunu anlama adına yöntem belirlemeye çabalıyoruz. Bunu da 21.yy’a yazı olarak ulaşan elimizdeki metnin ilk halini kesin bir gerçeklik olarak ortaya koyup sabitlemek için yapıyoruz çünkü her akıllı ve iradeli varlık takdir eder ki kesin gerçekliği sabitlenmeyen bir şey hakkında olumlu ya da olumsuz yönde söz söylemek anlamsızdır. Bahse konu edilen herhangi bir şeyin ilk önce, şüpheye yer vermeyecek şekilde gerçek olup olmadığını tespit etmenin gerekliliğini kim reddedebilir ki? Hele bahse konu edilen şey iman edilen bir şeyse bu imanın gerçek manada geçerli bir iman olabilmesinin yolunun, iman edilen şeyin şüphenin zerresi olmayacak şekilde gerçek olduğunu temellendirmekten geçtiğini kim inkâr edebilir ki?

Bu zorunlu açıklamadan sonra konumuza dönecek olursak; İhlâs suresindeki ortaya koyduklarımız gibi ve onlar gibi ileride açıklayacağımız pek çok sebepten ötürü Kur’an’daki yazının sabitliği hakkında söz söylemeden önce ilk haliyle son hali arasındaki biçimsel değişimlerin sabitlenmesi gerekmektedir. Bu yapılmadan Kur’an’daki yazıyı sabitlemek mümkün değildir fakat bunu az önce birinci sıraya koyduğumuz felsefe-yazı ilişkisinin arka planında nelerin olduğuna bir göz attıktan sonra yapacağız.

Filozofların ‘yazı’ya olumsuz eleştiriler getirmesinin arka planında yazının nesnel açıdan donuk ve durağan olması değil, ‘felsefe’ adı verilen akıl yürütme biçiminin yazıyla uyuşması mümkün olmayan genetik bir yapıya sahip olması yatmaktadır yani sorun, yazının nesnelliğinde değil felsefenin nesnelliğindedir. O halde biz de iki nesnelliğin neden birbiriyle uyuşmadığını anlamak ve meseleyi daha kapsamlı bir şekilde temellendirmek için bizi meselenin en başına götürecek soruyu sorarak başlayalım: “Felsefe nedir?”

Soruyu sorduk ama hemen “Felsefe şudur.” şeklindeki tanımlara geçmeyelim çünkü mademki felsefeyi anlamak için bir soru sorduk, o halde ilk yapmamız gereken hemen cevaba geçmek değil, felsefi zeminde “soru sormak” ve “cevap bulmak” hususunda uyulması gereken ne gibi kuralların olduğuna bakalım çünkü sorumuzun geçerli, cevabımızın da cevap olmayı hak edecek bir nitelikte olması için her ikisinin de felsefi akıl yürütme biçiminin kabul ettiği formatlara uygun olması gerekir. Mesela, hiçbir filozof dürüstlüğünden şüphe edilen birine gidip “Sen dürüst müsün?” şeklindeki soru sorma formatını ve dürüstlüğü hakkında şüphe edilen kişinin “Evet, ben dürüstüm.” şeklindeki cevap verme formatını kabul etmez hatta saçma ve yanıltıcı bulur çünkü “Bir şey kendi kendinin şahidi olmaz.” kuralı vardır filozoflar arasında.

Pek çok filozof felsefenin amacının “soru sorma sanatı” olduğunu söylerken bir kısmı ise soru sormayı felsefenin amacından ziyade bizzat felsefenin kendisi olarak görür. Bir kısmı ise bu tanıma bir kısıtlama getirerek “Felsefe, doğru soru sorma sanatıdır.” der. Felsefi zeminden bağımsız olarak konuşacak olursak, soru sormanın kendisi aslında talep etmektir, istemektir. Dolayısıyla bir şeye karşı, içinde istek beliren herkes bu isteğini “dilbilgisel” alanda “soru” olarak tanımlanan bir konuşma üslubu ile dile getirebilir fakat soru sormak sadece içte beliren bir isteğe bağlanırsa hem her istek hem de her soru meşru hâle gelir.

Oysa hayatın doğal akışı böylesi bir duruma müsait olmayan ortamlarla doludur yani hayat, içte beliren her isteğin her istenilen zamanda her istenilen şekilde talep edilmesine müsait yapıda değildir. Bu yüzden her istek değil, ancak zamana ve mekâna uygun istekler gerçekleşir. Soru sormak, üç şeyin varlığını zorunlu hâle getirir. Soru soran, soru sorulan ve soru; fakat bunların bir arada bulunması ne her soru soranı ne her cevap vereni ne de her soruyu meşru hâle getirir. Bir de bunlara ilave olarak her üçüyle ilgili başka bazı şartların olması elzemdir. Soru soranın ne sorduğunu, cevap verenin neye cevap vereceğini bilmesi gereklidir mesela. Zamanın ve mekânın her üçüne uygunluğu da böyledir. Doğru kişinin doğru kişiye yanlış bir zamanda veya yanlış bir mekânda sorduğu soru doğru bir soru olsa bile cevaplanmayı hak etmez. Bu yüzden filozofların tanımından bağımsız olarak, doğru sorunun doğru kişi tarafından doğru kişiye doğru zamanda ve doğru mekânda sorulması “soru” olarak nitelenmeyi hak eder. Sorunun bir istek, bir talep olduğunu tekrar hatırladığımızda cümlemizin şu şekilde anlaşılması gerekir: “Doğru isteklerin doğru kişi tarafından doğru zamanda ve doğru mekânda doğru kişiden talep edilmesidir, soru.”

Formatı belirlediğimize ve “Felsefe nedir?” sorusunu da biz sorduğumuza göre, belirlediğimiz format gereği “Biz bu soruyu soran doğru kişiler miyiz?” sorusunu sormalıyız. Elbette ki eğitim durumumuzu, anlama kabiliyetimizi, bilgi birikimimizi ve akıl yürütme biçimimizi filozoflara arz ettiğimizde onların bize ne değer biçeceğini, bizi, bu soruyu soran doğru kişiler olarak görüp görmeyeceklerini bilemiyoruz çünkü pek çoğu asırlar önce ölüp gitmiş filozoflara kendimizi arz edemiyoruz fakat onların yazdıklarına ve söylediklerine baktığımızda, “Felsefe nedir?” sorusunu soracak kişilere dair aradıkları tek kriterlerinin “akıllı ve iradeli olmak” olduğunu görüyoruz. Biz de akıllı ve iradeli olduğumuzdan şüphe etmediğimize göre; böyle bir soru sorduğumuzda “doğru soru ama yanlış kişi” olmamış oluyoruz yani filozoflara göre doğru soruyu soran doğru kişileriz.

Belirlediğimiz format gereği sorunun, soru soranın ve soru sorulanın doğru olması gerekmektedir. O halde yine soralım: Filozoflara göre biz “Felsefe nedir?” sorusunu kime sorsak doğru kişiye sormuş oluruz? Akla gelen ilk cevabın “Tabi ki filozoflara.” şeklinde olduğunu tahmin ediyoruz fakat bu cevap bizzat filozofların kendine göre bile verilebilecek en yanlış cevaptır çünkü böylesi bir sorunun filozoflar tarafından cevaplanması, yine filozofların belirlediği “Bir şey kendi kendisinin şahidi olmaz.” ilkesine aykırıdır. Bu yüzden alınacak cevaplar hem meşru olmaz hem de yanıltıcı olur yani formatın ve filozofların belirlediği ilkelerin gereği olarak “Felsefe nedir?” sorusunu felsefecilere yöneltmek doğru sorunun doğru kişiler tarafından yanlış kişilere sorulması olarak nitelendirilecektir çünkü bu, dürüstlüğünden şüphe edilen birine “Sen dürüst müsün?” diye sormak gibi bir şeydir fakat tam burada şöyle bir itirazın yöneltilebileceğini ön görüyoruz: “İyi de ‘Felsefe nedir?’ sorusunu felsefe hakkında en yetkin bilgilere sahip filozoflara sormak neden yanlış kişilere yöneltilmiş bir soru olarak nitelendirilsin? Bu soruyu onlardan daha iyi kim cevaplayabilir ki? Sizin bu yaklaşım biçiminizin ‘Un nedir?’ sorusunu değirmenciye, ‘Taş nedir?’ sorusunu taş duvar ustasına, ‘Demir nedir?’ sorusunu demirciye, ‘Et nedir?’ sorusunu kasaba, ‘Süt nedir?’ sorusunu mandıracıya sormanın yanlış olduğunu söylemekten ne farkı vardır ki?”

Bu haksız bir itirazdır çünkü faaliyet alanını ve ortaya çıkardığı ürünleri göz önüne alarak konuşacak olursak; felsefenin, somut nesnelerin el becerileriyle farklı şekillere sokulduğu değirmencilik, duvarcılık, kasaplık, demircilik veya sütçülük gibi bir zanaat olmadığı ve olamayacağı anlaşılmaktadır. Felsefe ise nesnel varlıkların gerçekliklerini değil, hakikatlerini şekillendirmeyi amaçlayan soyut bir zemine konuşlandırır kendisini. Soyut zemin; ayırt edici hiçbir işaretin, yön belirlemeyi sağlayacak hiçbir alametin ve konum tespitine yarayacak hiçbir koordinatın olmadığı uçsuz bucaksız bir boşluk gibidir. Bunu nesnel bir benzetme üzerinden daha açık hâle getirmeye çalışalım. Soyut zemin tıpkı en küçükten en büyüğe kadar, tüm cisimlerin kaldırılmasından sonra bomboş kalan uzay düzlemi gibi bir şeydir. İşte her filozof kendi felsefi sistemini oluştururken bu soyut zemine gelir ve işe, kendisinden önce bu soyut zemine başkaları tarafından konulmuş tüm nesneleri (kavramları) silerek başlar. Sonra bomboş kalan o zemine kendi yarattığı nesneleri (kavramları) sistemli bir şekilde yerleştirmeye başlar. İşte filozofun bu faaliyetine “felsefe” denmiştir. Her filozofun, nesnelerin hakikatlerini kullanarak kendisine göre dizayn ettiği o soyut zemin ise insan aklıdır. Sistem kurucu her filozof kendince tespit ettiği hakikatleri kullanarak insan aklının soyut zemininde kendi varlık modelini inşa etmeyi amaçlar. Sorun şu ki, hiçbir filozof kendisinden önce oluşturulmuş varlık modellerine ilaveler yaparak inşa sürecini birbirini tamamlayan aşamalar olarak görmez, tam tersi her filozof ilk önce o soyut zeminde ne varsa her şeyi silip süpürerek bomboş hâle getirir. Kendisinden önce kurulmuş tüm yapıları yıkar ve tüm sistemleri izi kalmayacak şekilde siler. İşte ancak bundan sonra kendisinin belirlediği yöntemlerle, kendi inşa faaliyetini başlatır. Bitirdiğinde ise oluşturduğu soyut varlık modelinin tamamına “sistem” adını verir. İşte bu yüzden filozofların hiçbiri kendisi dışındaki filozofların hiçbiriyle hem de hiçbir konuda hemfikir değildir. Filozofların tamamının hem fikir oldukları tek konu, aklın hiçbir rehber olmadan işletilmesidir. Bu yüzden kendisinden önceki bir filozofu rehber edinerek felsefi söylemlerde bulunanlara bile “filozof” denilmektedir. Sadece hiçbir taklide dayanmadan kendine özgü düşünce sistemi kuranlara “filozof” denilmektedir. İşte bu yüzden “Felsefe nedir?” sorusunu filozoflara sormak asla doğru değildir. Kaldı ki sorulsa bile üzerinde ittifak edilmiş bir cevap alınamayacaktır çünkü her filozof “felsefe” denilen olguya kendisine göre cevap vermiştir.

İşe “Felsefe nedir?” sorusundaki “felsefe” kelimesinden başlayalım. Kelimenin etimolojik kökeni ve sözlük anlamı hakkındaki şu tanım hemen yerde kolaylıkla bulunabilir: Felsefe veya düşünbilim, sözcük köken olarak Yunanca ‘φιλοσοφία’ “seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum” anlamına gelen ‘phileo’ ve ‘bilgi, bilgelik’ anlamına gelen ‘sophia’ sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplin. ‘Phileo’ (sevgi) ve ‘sophia’ (bilgi veya bilmek) kelimelerinden türemiştir. ‘Philosophia’; “bilgelik arayışı, bilgiyi sevmek, bilgi severlik, araştırmak ve peşinde koşmak” anlamlarına gelmektedir. Buna göre, ‘felsefe’ Yunanlılar için, ‘bilgelik sevgisi’ ya da ‘hikmet arayışı’ anlamına gelmiştir. ‘Filozof’ sözcüğü ‘philos’ (sevgi) ve ‘sophia’ (bilgelik) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiştir yani “bilgeliği seven kişi” anlamındadır. (Portal / Felsefe)

Aslına bakılırsa sadece ‘felsefe’ kelimesine dair bu etimolojik köken temel alınsa bile “Felsefe nedir?” sorusunun neden filozoflara sorulamayacağı rahatlıkla anlaşılır. Şöyle ki; yukarıdaki açıklamaya göre kelimenin iki anlamından birisi “bilgelik arayışı” şeklindedir. Buna göre ‘felsefe’ olarak adlandırılan şey “bilgelik” değil, “bilgeliği aramak”tır yani ‘felsefe’ bir olgunun adı değil, yönlendirilmiş ve daraltılmış bir eylemin adıdır. Eylem, aramak eylemedir fakat her arayış değil, sadece bilgeliği arayış. Bu anlamda arama eylemi “bilgeliğe” doğru yöneltilmiş bir eylemdir fakat “bilgelik” denen şey bir nesne değildir ve kastedilen arayış da nesnel bir eşyayı arama eylemi değildir. Bilgelik, insanın duygu, düşünce ve eylemleriyle içine girdiği bir durum ve eriştiği bir haldir. ‘Bilgelik’ kelimesi ‘bilgi’ kelimesi ile akraba olduğundan ‘bilgelik’ denilen şey insanların eylemlerinde değil, eylemlerinin arka planındaki bilgide kendisini gösterir. Bilgeliğe dair pek çok tanım vardır fakat bu tanımların hemen hepsi şu kısa tanımla özetlenebilir: “Bir insanın duygularını, düşüncelerini, eylemlerini sahih ve doğru bilgilere yaslamasına ‘bilgelik’ denmektedir”. Daha da kısacası: “Bir insanın dosdoğru bilgilere göre yaşamasıdır bilgelik.”

Buna göre ‘felsefe’ yani “bilgelik arayışı” ifadesi, arama eyleminin kapsamını daraltarak her arayışı değil, sadece “dosdoğru bilgiye göre yaşama arayışını” kasteden bir ifade olmaktadır. Bu durumda karşımıza başka sorular çıkmaktadır. Doğru bilgi nedir, nasıl anlaşılır, buna dair filozofların tamamının üzerinde uzlaştığı, sahihliği ispatlanmış, hiçbir aklın reddedemeyeceği doğru bilgiyi tespit etme kriterleri veya yöntemi var mıdır? Şundan eminiz ki bu soruları cevaplamaya kalkışsak daha cevap bulamadan onlarca başka soru çıkacaktır karşımıza. Onların üzerine gitmemiz durumunda yine cevap bulamadan başka sorular çıkacaktır ve kısır döngü bir yerde durmamak üzere devam edecektir.

İşte zaten tam da bundan dolayı “‘Felsefe’ ve ‘yazı’, genetikleri farklı iki ayrı şeydir ve asla uyuşamazlar.” demiştik çünkü yazı hem nesnel manada hem de içerik açısından sabittir. Felsefe ise sabit olması imkânsız bir eylemdir oysa ‘felsefe’ kelimesi “bilgelik arayışı” ise, bilgelikten kastedilen de “doğru bilgiye göre yaşamak” ise, doğru bilginin sabit ve değişmez olması gerekmektedir çünkü hem doğrular hiç değişmez hem de daima değişen bilgilerle bilgelik elde edilmez.

Doğru bilgiler zamana ve mekâna göre değişmediklerine ve değişmeyeceklerine göre, bu bilgilerin yazı ile kayıt altına alınarak sabitlenmesi, donukluk ve durağanlık olarak adlandırılamaz. İçeriğinde yalan, yanlış, hata, acizlik, çelişki ve daha başka kusurların olmadığı bir yazının elden ele dolaşması, bilenin de bilmeyenin de ona erişmede hiçbir engelinin bulunmaması ne savunmasızlık ne de acizliktir, tam tersi bir gereklilik hatta bir zorunluluktur çünkü ancak doğru bilgilere göre yaşanan hayata “bilgelik” denir, çünkü ancak doğruluğu hiçbir zaman değişmeyen sabit bilgilere yaslanarak üretilen bilgilere “bilgi” denilir.

Filozofların yazıya karşı duydukları bu güvensizliğin arka planında yazının nesnel manada bir şeyi sabit ve durağan hâle getirmesi değil, filozofların bizzat kendi düşüncelerinin değişkenliği yatmaktadır. Doğru bilgi hiçbir zaman sabitlikten korkmaz. Bir bilginin sabitlikten veya kendisini sabit hâle getirecek araçlardan korkması, o bilginin kendi doğruluğuna yine bizzat kendisinin güvenmediğinin en açık göstergesidir.

Yazı, yazarının şüphe edilemeyecek şekilde doğru bir kişi ve yazdıklarının da dosdoğru bilgiler olması durumunda asla aklın, düşüncenin, eylemlerin ve bilginin gelişimini durağanlaştırmaz ve dondurmaz, tam tersi hepsinin gelişimini çok canlı hâle getiren bir zemin olur çünkü doğru bilgi aklın, düşüncenin, eylemlerin ve bilginin kendisinden hareketle gelişebileceği tek ve biricik asıldır. Yazı ise; bu aslın sabit bir şekilde, hiçbir ayrım yapmadan, uzak yakın herkese ulaştırılarak, her aklı ve iradesi olanın aklını, düşüncesini, eylemlerini ve bilgisini dosdoğru bilgiye göre geliştirmesi (bilge olması) için tek ve biricik araçtır.

Yaratılmış her akıllı ve iradeli varlık eksik ve kusurlara müptelâdır. Yaratılmışın eksik ve kusurlardan kurtulup eksiksiz ve kusursuz bir konuma gelmesi imkânsız da olsa hiçbir yaratılmış kusurlu ve eksik olmayı hayatının temel zemini olarak almaz. Bu yüzden mümkün olduğu kadar kusurlardan ve eksikliklerden kaçınmaya, yaşamını “doğrular” zemininde sürdürmeye çalışır. Yaratılmış hiçbir akıllı ve iradeli varlık kusurlarını, hatalarını, yanlışlarını çoğaltmak için çabalamaz, tam tersi daima bunları azaltmak hatta mümkünse yok etmek için çabalar. Ayrıca yanlış yaptığı için mutlu olan, hata yaptığı için sevinip huzur bulan yaratılmış hiçbir akıllı ve iradeli varlık bulunmaz. Bu yüzden “bilgelik” yani “doğru bilgilere göre yaşama arzusu” sadece filozofların tekelinde olan bir arzu değil, her insanın arzusudur ve bu gayet doğaldır fakat kusur ve eksiklerden uzak doğru bilgileri sistemli bir şekilde ve fire vermeden oluşturmak özü itibariyle kusurlara müptelâ, zamana ve mekâna bağımlı yaratılmışların güç yetirebileceği bir şey değildir çünkü böylesi bilgileri oluşturmak için zamana ve mekâna bağımlı olmamak, mutlak ilim sahibi olmak, her nesneyi içten ve dıştan kuşatmış olmak, gerçekliklerin kendisine ve özündeki hakikatlere latif bir şekilde erişebiliyor olmak, unutmaktan, şaşırmaktan, yanılmaktan, hatadan, kusurdan, yanlıştan beri olmak gerekmektedir. İşte böyle birisi sadece ve sadece Yüce Allah’tır. Zatının ve ilminin doğruluğuna şüphenin zerresi olmayacak şekilde inanılmayı hak eden tek kişi O’dur. Bu yüzden O’nun verdiği bilgilerin yanlış olma veya hata ve kusurlara müptelâ olma gibi bir durumlarının olması söz konusu bile değildir. İşte bu bilgi, kendisine ulaşan her insanı, uyması durumunda “bilge” yapacak tek ve biricik bilgidir.

Şimdilik kesin bir şekilde “budur” demiyoruz ama eğer Kur’an, “bilge” olma imkânını kalıcı bir şekilde herkese vermek için gönderilmiş bir kelam ise bu kelamın ilk kaynağından itibaren yazı karakterli olması, hedefini gerçekleştirmesinin tek ve biricik yöntemdir.

Filozofların ‘yazı’ karşıtlığının arka planında nelerin bulunduğunu elimizden geldiği kadarıyla ortaya koyduk. Doğru bilginin, kendisine erişen ve uyan her insana, hiçbir ayrım yapmadan “bilge olmak” imkanını vermesi için en güvenilir yöntemin ‘yazı’ olması gerektiğini de elimizden geldiği kadar temellendirmeye çabaladık. Şimdi sıra bu kadar sözü kendisi için ettiğimiz asıl konuya geldi. Konuya giriş için daha önceki satırlarda sorduğumuz soruyu ve bu sorudan neyi kastettiğimizi tekrar yazalım.

“Kur’an nedir?” Bu soru Kur’an’ın içeriğiyle alakalı değil tamamen nesnelliği ile alakalı bir sorudur yani “Kur’an sözlü bir söylev midir, sözlü söylevin yazıya geçirilmiş hali midir yoksa en başından beri yazılı bir söylev midir?” sorularına cevap aramak için sorulmuş bir sorudur. Böylesi bir soruyu sormamızın nedeni, ondaki yazıyı kesin bir gerçeklik olarak sabitlemek içindir. Nihayetinde Kur’an, 1500 yıl öncesinden bize ‘yazı’ olarak gelen bir belgedir. Bu belgedeki yazının ilk aslında ne şekilde olduğu onu anlama yöntemlerinin başlangıç noktası, zemini ve temelidir. İşte “Kur’an nedir?” sorusu bunlar için sorulmuş bir sorudur.

 

Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.

الحمد لله رب العلمين

Önerilen İçerikler