بسم الله الرحمنِ الرحيم

ÖĞRETİ vs. FELSEFE

Her söz gibi Kur’an da insan türünün bildiği ve kullandığı kelimelerden ve cümlelerden oluşmuştur. Bu onu insanların konuştuğu dillerden herhangi bir dil seviyesine çeker.

Kur’an’ın konuları ile insanların düşündükleri, tasarladıkları şeylerin mesela felsefenin konusu aynıdır. Bu onu insanların düşündüğü düşüncelerden herhangi bir düşünce seviyesine çeker.

Peki o halde neden Kur’an tercih sebebi olsun ki? Neden onun diğerlerine göre üstünlüğü olsun ki? Madem sözlerden bir söz, düşüncelerden bir düşüncedir o halde neden “inanç” gereksin ki?

En son demek istediğimizi en önce söyleyelim: Bu sorunun pek çok cevabı olabilir ama kanaatimce o cevaplar içindeki en önemli cevap: “Kur’an kadar düşünceyi özgür bırakan, insan zihnine tahakküm kurmayan ikinci bir şey olmadığı için yani insan aklına hürmet ettiği için.” cevabı olsa gerektir.

Herhangi bir felsefeyi öğrenmeye kalkıştığınızda daha işe başlamadan o felsefeyi ortaya atan kişi zihninize bir tahakküm kurar. Her satırında “ben, ben” demese bile her cümle onun onayından geçtikten sonra zihninize yerleşir.

Mesela, KANT felsefesini ele alalım: Saf Aklın Eleştirisi’nden, Yargı Eleştirisi’ne kadar tüm kitaplarını okuyalım. Şundan eminim ki satırlar arasında “Ben Kant, Ben Kant, Ben Kant” şeklinde cümleleri asla bulamayacağız fakat böyle olmasına rağmen her cümle Kant’ın söylemediğini söylemektedir ve o cümlenin anlaşılması önce Kant’ın ne anladığını anlamaktan geçmektedir yani “Kant ne anladı?” demeden Kant’a ait bir cümleyi anlayamazsınız.

Daha açık bir ifadeyle bir insanın söylediklerini anlamanın üç aşaması vardır:

  1. NE ANLADI?
  2. NEDEN ANLADI?
  3. NE SÖYLEDİ?

(4.) NE’LER İLE NEDEN’LERİN UYUMU

En sondaki dördüncüsü “bizim anladığımızdır” fakat Kur’an’da “ALLAH NE ANLADI?” şeklinde bir durum ve hatta bir cümle asla yoktur yani “Allah’ı anlamak” gibi bir durum yoktur. İşte bu durum Kur’an’ın her satırında “ALLAH” denmiş olsa bile “düşünceye tahakküm kurmamaktadır.”

Felsefe öğrenimi felsefenin kendisini öğrenmekten ziyade o felsefeyi ortaya atanları anlamak temeline kuruludur. Bu yüzden Felsefe, “Sokrat’ı anlamak, Platon’u anlamak, Hegel’i anlamak, Kant’ı anlamak, Spinoza’yı anlamak” temeline oturmuştur yani ilk önce düşüncenin düşünce sahibindeki etkisini anlama temellidir.

Kur’an bir felsefe değil bir öğretidir. “Felsefe” ile “Öğreti” arasındaki temel fark şudur:

Felsefenin temelinde ve başlangıcında sabit değişmez değerler yoktur. Zaten felsefe o sabit değerleri aramak için vardır yani felsefe “ilim” temeline değil “ilmi arama” temeline yaslanmaktadır.

Öğreti ise sadece “ilim” temeline yaslanır ve tümelin içindeki her tümel için mutlaka BİR İLİM BAŞLANGIÇTIR.

Bu yüzden felsefe yapılarak gelinen ara duraklar veya sonuçlar daima hem zannidir hem de öğretiden ziyade öğretmenin bir tahakkümü vardır.

Kur’an ile felsefeyi basit bir benzetmeyle daha anlaşılır hâle getirmeye çalışalım: Felsefe, sadece bir insanın vücudunun sığabileceği kadar dar ve kapalı bir kutu gibidir. Herhangi bir felsefeyi öğrenmek isteyen kişi önce o dar ve kapalı kutuya girmelidir. Kutuya giren insanın adım atması, elini, kolunu hareket ettirmesi, gökyüzüne veya etrafına bakması felsefecinin gelip o kutuyu açmasına ve tekrar kapatmasına bağlıdır. Felsefeci kutunun tepesinde bir delik açar ve “Gökyüzüne buradan bak, bu delikten ne görüyorsan ‘fıtri’ olarak varlığına kânî getirdiğin gökyüzü işte bu delikten göründüğü kadardır.” der.

Kutunun içindeki kapkaranlık ortamda tam gözlerinizin hizasında sadece felsefeci tarafından açılmış bir delik vardır. Size der ki “İşte, etrafına bu delikten bak. Dış dünya bu delikten göründüğü kadardır.” Oysa o bize o delik kadar olsa bile dış dünyayı açmamıştır. O kendi gördüğü dış dünyasını bir kâğıda çizerek o deliğin önüne koymuştur. Biz o deliklerden gökyüzüne ve yer yüzüne baktığımızı sadece zannederiz çünkü o delikler dış dünyayı değil felsefecinin çizip deliklerin önüne dış dünya algısı yaratacak şekilde yerleştirdiği resimleri göstermektedir. Kutunun içindeki vücudunuz ayrı bir mekanizma ile çepeçevre sarılmıştır. O mekanizma elinizi, kolunuzu hareket ettirince siz kendi hareketiniz olarak algılarsınız çünkü kendi kendine hareket etme kabiliyetinizin ne olduğunu siz bilmiyorsunuzdur. O mekanizma ayaklarınızı koşar gibi hareket ettirince siz kendiniz koşuyor zannedersiniz çünkü kendi kendine koşmak denen şeyi hiç bilmiyorsunuzdur.

Hani Platon’un Mağara Alegorisi var ya aslında tam da o. Platon dış dünyanın böyle olduğunu söylemektedir ama bu yanlıştır. Bizzat Platon’un ve onun şahsında tüm felsefecilerin felsefeleri işte o mağaradır.

Felsefeciler önce kavram üretirler. Onların ürettikleri bu kavramlar ‘İLLA’ temelli değildir yani onların kavramları tüm arazlarından arındırılmış bir tümel değildir, tam tersi bir zorlama, bir cebir, bir şartlandırma, bir mecbur bırakmadır.

Biraz daha basit ve bilinen bir benzetme daha yapalım. Hepimiz bir şekilde bisiklet sürmeyi öğrenmişizdir. İlk bisiklet sürüşümüz aşağı yukarı şöyle başlamıştır. Bisikletin üzerine oturduğunuzda bisikletin arkasından tutup dengeyi sağlayan biri vardır. Sağa düşmenizi, sola düşmenizi, hızlı ve yavaş gitmenizi engeller o bisikleti tutan kişi. Bisikletin direksiyonu sizin elinizdedir, pedallarda sizin ayağınız vardır, ileri bakan gözler sizindir, oturakta oturan sizsinizdir ama her şeyinizin kontrolü onun elindedir. Dahası, oturduğunuz bisikleti icat eden de odur. Bisiklet onun dediğidir ve yaptığıdır. Hakikaten bisiklet mi yoksa başka bir şey mi, onu anlamanıza asla izin vermez. “Bu benim kavramım.” der, keser atar. “Ee, ne var bunda, bir gün gelip o bisikleti kendimiz de süreriz.” diyebilirsiniz ama siz en iyisi demeyin çünkü o, bisikletin kontrolünü asla bırakmaz. Bir tek şeyi bile onun kuralı ile yapmadığınızda bisikletin üzerinden atıverir sizi.

İşte bu felsefedir.

Kur’an da aşağı yukarı aynı şeyi yapar; tek şu farkla: Önce size bisikleti anlatır ama sizi kendi bisikletine binmeye mecbur bırakmaz. Size “Bisikleti anlamak istiyorsan önce kafandaki tüm ‘bisiklet’ tanımlarını bununla kıyaslayarak iyice bir kontrol et.” der.

Kendi “bisiklet” tanımının mükemmelliğine güvenen Kur’an hiçbir zaman bu mükemmelliği kör gözüne parmak şeklinde insanın gözüne sokmaz, tam tersi “Gözünü aç ve tüm bisikletlere bak.” der. Ondan sonra eğer “Sadece bu bisiklet ‘bisiklet’ tanımına uyuyor.” dersen “Buna bin.” der yani “‘İLLA’ dersen buyur gel.” diyor.

Bisiklete bindikten sonra asla bisikleti tutmaz Kur’an. Düşersen kendin kalkacaksın, yanlış yöne gidersen kendin döneceksin, ne kadar uzun sürse de kendin dengede olmayı öğreneceksin çünkü ÖĞRENMEYİ bilmek de öğretinin bir parçasıdır hatta en önemli parçasıdır.

O, bisikleti tutmadığı için hiçbir yöne yönlendirmez, sadece yön olan tüm yönleri tarif eder ve “Hangi yöne gideceğine sen karar ver.” der.

“Benim tavsiye ettiğim yön şudur.” der ama asla o yöne CEBRETMEZ.

Pedallar sizin çevirdiğiniz kadar hızlı döner, “Dengeli hızı da sen kendin öğreneceksin.” der hatta “Hız görecelidir, kişinin ayağına, kuvvetine, durumuna bağlıdır, ben hızı bu durumlara göre taksim ederim.” der.

O, bisikletin üzerinde duranı terk edip gitmez, daima hemen yanı başında onunla birlikte koşar ama asla bisiklete elini sürmez.  O der ki “BİNDİĞİN O BİSİKLET SENİN HAYATINDIR, ONUN SENDEN BAŞKA SAHİBİ YOK Kİ BEN O BİSİKLETİ TUTAYIM.”

İşte bu “öğreti”dir.

Her ilmi o verir ama verilen ilimle o bisiklet düzgün sürüldüğünde “ben” demez, “AFERİN ASLANIMA, NE GÜZEL YAPTIN!” der, “Mükafatı hak ettin.” der, kendisi zerre kadar başarıyı paylaşmaz.

Hata yapıldığında ise “Tüh sana, Allah belanı versin, ne kalın kafalıymışsın bir türlü öğrenemedin, bıktım sana aynı şeyleri anlatmaktan.” demez.

“Kalk aslanım, kalk kınalı kuzum, üzülme, ağlama bir daha dene, sen yaparsın, sen başarırsın.” diyerek yüreklendirir, yaraları sarar.

İşte bu “öğreti”dir.

İşte bu yüzden bu öğretinin RABBİ vardır çünkü rab “eğiten, öğreten” değildir, BİR İLME GÖRE ÖĞRETENDİR.

Felsefenin filozofları öğretinin (‘el-Kur’an’) rabbi olur.

Biri hikmeti küçültür ve filozofun eteklerine uzanmış mırıldanan bir kediyi sever gibi sever, diğeri hikmet ile insanı aynı göz hizasına koyarak öğrenci-öğretmen ilişkisi kurdurur.

Bu yüzden biri filozof olur, diğeri RAB çünkü biri “öğreti” diğeri ise “felsefe”dir.

Biri özgürleştirir, diğeri hapseder.

Biri kullaştırır, diğeri köleleştirir.

Biri zincirleri kırar, diğeri zincir takar.

Biri gözleri görür hâle getirir, diğeri gözlerin önüne resim koyar.

Biri “Kendin gör.” der, diğeri “Göreceğin benim gördüğümden başkası olmayacaktır, bakmana gerek yok.” der.

Biri göz verir, diğeri gözleri çıkarır.

 

Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.

الحمد لله رب العلمين

Önerilen İçerikler