بسم الله الرحمنِ الرحيم

RİYAZET VE TATİL

Kur’an’daki resul kıssalarına biraz detaylıca baktığımızda, resullerin hayatının tek düze geçmediğini, onların da hayatlarında inişler, çıkışlar, mücadeleler, kaçışlar, aile kavgaları, gündelik veya global sorunları yaşadıkları dönemlerin olduğunu görmekteyiz. Mesela, hemen hemen resullerin tamamının aileleriyle veya yakın akrabaları ile problemler yaşadığını görmekteyiz. Nuh ve Lut’un eşleriyle yaşadıkları problemler tam bir aile içi kavga dönemleridir, aynı şekilde İbrahim’in babasıyla yaşadıkları da böyledir. Yusuf’un yaşadıkları yakın akraba sorunlarıdır. Meryem’e iftira atanlar da aynı şekilde Meryem’in yakın akrabalarıdır. Öte yandan resullerin karşısına dikilenlerin hemen hepsinin yine beşer soyu olmasını göz önüne aldığımızda kavmi veya uzak ve yakın akrabaları ile problem yaşayan kişiler olduğunu görmekteyiz. Yine resullerin hemen hepsinin yaşadıkları toplumun mele ve mütrefleri ile problem yaşadıklarını görmekteyiz. Aslında resul kıssalarına kuşbakışı baktığımızda hiçbir resulün kendi akrabaları veya toplumu tarafından kolayca kabul görmedikleri sonucuna ulaşabiliriz.

Tüm bu dönemlerin yanında resullerin hayatında bir de ‘RİYAZET dönemi’ diyebileceğimiz bir dönem vardır. Bu dönem kimi resulde bir yolculuk dönemi, kimisinde çıktığı yer ile varacağı yer arasında bir arayış dönemi, kimi resulde ise tamamen soyutlanmış bir şekilde her şeyden uzaklaşma dönemi olarak kendini göstermekte.

Asıl itibariyle sulasi kökünde “terbiye etmek, alıştırmak, bir şeyi bir amaç için şekillendirmek, çoğaltmak” gibi anlamlara gelen ‘riyazet’ kelimesi “kaçış veya her şeyden el etek çekmek” gibi bir şey değildir. Daha sonraları bir tasavvuf terimine dönüşen ‘riyazet’ kelimesi, insanın bir amaç uğruna kendisini normal ve meşru isteklerinden alıkoyarak eğitmesi gibi bir anlama büründürülmüştür.

Kur’an’dan olduğu söylenen (fakat bize göre çok yanlış anlam verilen) ‘İ’TİKAF’ ifadesi ile ‘riyazet’ arasında şöyle bir fark vardır. ‘İ’tikaf’ süre temelli bir davranış ‘RİYAZET’ ise hedef temelli bir davranıştır yani girilen ‘i’tikaf’tan süre bitince çıkılır. ‘İ’tikaf’ süresi boyunca hedefinize ulaşıp ulaşmadığınızın bir önemi yoktur. ‘Riyazet’ ise herhangi bir zaman kısıtlaması olmadan yapılan bir şeydir ve amaç, hedeflenen şeyi tam manasıyla gerçekleştirmektir.

Mesela, Zekeriyya’nın üç gün konuşmamasını bir ‘i’tikaf’ olarak ama Musa’nın ihtiyar adamın hizmetinde geçirdiği 8-10 yılı bir ‘riyazet’ dönemi olarak alabiliriz.

Buna benzer bir ‘riyazet’ dönemini bir istidlal yöntemi ile İbrahim’in hayatında da bulabiliriz. O dönem, kendisini ateşe atan kavminden uzaklaşıp Yüce Allah’ın razı olacağı bir yeri vatan edinmek için geçirilen bir arayış dönemi olarak görebiliriz.

Nuh’un gemide geçirdiği dönem, Yusuf’un ‘zindan’ diye tanımlanan dönemi (ki o ‘zindan’ değil), Hud, Salih ve Şuayb’ın kavimlerinin yok edildikten sonraki dönemleri, Davud’un Calut’u öldürdükten resul olana kadar geçirdiği dönem, Esbat’ın ‘Kehf’ dönemi, Meryem ve İsa’nın herkesten uzak bir tepede geçirdikleri dönemleri de bir ‘riyazet’ dönemi olarak görebiliriz.

Aslına bakılırsa her insanın doğasında, hayatında açılan yeni bir dönemi kanıksamak, ona alışmak, zihin dünyasında ona yer vermek, o dönemin getirilerini ve götürülerini düşünmek ve anlamak için hayatın yoğunluğundan uzaklaşmak gibi bir ihtiyaç vardır. Resullerin yaşadıkları bu ‘riyazet’ dönemleri “taktiksel” bir hamle değil, işin doğası gereğidir.

Aynı şekilde hayatın yoğun temposu devam ederken düşünemediği, göremediği birçok şeyi daha sakin bir kafayla değerlendirmek, adeta bir geçmiş hesaplaşması yapmak, ortaya çıkan yeni eksik ve kusurları hatta yeni artıları değerlendirmek için bir ara vermek gibi bir durum hayatın doğal akışına uygun bir şeydir. Bu bir kaçış değildir. Bu daha ileri sıçramak için bir geri çekilmedir.

İnsanın içindeki “kıskançlık, haset, kibir, arzuların peşine takılma, kendini düşünme” gibi kötü; “fedakârlık, merhamet, şefkat, iyilik yapmak” gibi iyi duygular hiç değişmez fakat insan hayatı boyunca bunlarla alâkalı çok farklı olaylar yaşar ve yaşadığı olaylar hem iyi hem de kötü duyguların farklı yönlerini gösterir.

Kötü ve iyi duygular hiçbir zaman tekdüze gerçekleşmez. Ne kötü ne de iyi duygular sonunu bulabileceğimiz şeylerdir. Kötü duygular sürekli bir mücadele, iyi duygular ise sürekli bir çaba gerektirir. Şu kesin ki bu dünya hayatında hiçbir insan “Artık bende hiç kötü duygu kalmadı, hepsini yendim.” diyeceği bir noktaya hiç gelemeyecek, aynı şekilde “Artık iyi duyguların zirvesindeyim, ötesi kalmadı.” diyeceği bir noktaya da gelemeyecek.

Mesela, bir olayda bir yanını gördüğümüz kibir, birkaç zaman sonra başka bir olayda başka bir yanını gösterecek, o bitince bir başkası, o bitince bir başkası; hayat hep böyle devam edecek.

İnsan, bilgisi ve yaşadığı olaylar arttıkça (eğer bu yolda yürüyorsa) kibrin kılık değiştirmiş her haline karşı daha bir ince görüş sahibi olacak; aynı şey hem iyi hem de kötü duyguların hepsi için geçerlidir.

İnsan için “iyiliğin ve kötülüğün son haddi” diye bir şey yoktur ve olması da mümkün değildir çünkü Yüce Allah sonsuz iyidir. Yüce Allah sonsuz iyiyse sonsuz kötü var demektir çünkü iyi zıddına imkân verir, kötü ise vermez.

Yaşadığımız âlemde sonsuz kötünün olmaması, kötülüğün tezahür etmek için sonsuz imkân bulamamasından dolayıdır yani kötü bir kadir-i mutlak olamayacağı için sonsuz şekilde kendisini gerçekleştirememektedir.

Şu hâlde kötülük, sonsuz bir iyi olduğu müddetçe potansiyel olarak kendisini sonsuz bir şekilde gerçekleştirebilir fakat bunun şartı, kötülüğün de sonsuz iyi gibi kadir-i mutlak olmasıdır.

İşte bu yüzden kötülük sadece yaratılmış şeylerin miktarı kadar kendisini gerçekleştirebilir. Bu yaratılmış şeylerin kötülüğünün kendisini gerçekleştirme sayısı ise bir insanın kısa ömründe hepsini görebileceği bir şey değildir.

Aslına bakılırsa “kötü” ve “iyi”, bilginler tarafından tanımlanmamış iki kavramdır. İnsan türü hemen her gün bu kavramları kullanır ama “‘Kötü’ ve ‘iyi’ nedir?” diye bir soru sorulduğunda hiç kimse bu kavramlara bir tanım getiremez. Filozoflar bu iki basit kavramın tanımını yapmada tam bir acziyet içindedirler çünkü Tanrı’yı bir kavrama indirgedikleri ve “hareketsiz” bir tanrıya inandıkları için bu tanımı yapamadılar ve yapmaları da imkânsızdır.

‘Kötü’ denilen şeyin tanımlanması ancak ve ancak “Mutlak ve Kadir” olan bir iyinin varlığını zorunlu kılar fakat bu da yetmez, aynı zamanda O’nun ‘HAYY’ olması gerekmektedir fakat bu da yetmez, aynı zamanda O’nun ‘BASİR’ olması gerekmektedir fakat bu da yetmez, aynı zamanda O’nun ‘SEMİ’ olması gerekmektedir fakat bu da yetmez, aynı zamanda O’nun ‘ÂLİM’ olması gerekmektedir. Sonuçta O’nun Kur’an’da anlatılan ‘ALLAH’ olması gerekmektedir; yoksa “iyi” de “kötü” de TA-NIM-LA-NA-MAZ.

“Bir mümin için kötü nedir?” diye bir soru sorulduğunda en derin filozofların bile aciz kalıp ulaşamadığı muhteşem bir cümle dökülür dilinden: “KÖTÜ; ALLAH’IN RAZI OLMADIĞIDIR.”

Müslümanlar nezdinde artık küçümsenir hâle gelmiş olan “ALLAH RIZASI” hiçbir felsefi doktrinin bırakın erişmeyi hayal bile edemeyeceği derinliğe sahip bir TANIMDIR.

İşte ‘riyazet’; günlük hayatımızda durmadan kılık değiştiren ve sürekli olarak kendisini farklı şekillerde gerçekleştiren ‘iyi’ ve ‘kötü’nün görülmesi için hayata biraz üstten bakmaktır.  Günlük hayatın temposu içinde göremediğimiz şeyleri görmek için bir laboratuvar çalışması gibidir. Bu, nostaljik bir takılma değil, insan doğasının bir gereğidir.

Yahudilerin ‘SEBT’ anlayışının temelinde de günümüz kapitalist sistemlerinin ‘TATİL’ anlayışının temelinde de bu vardır fakat şu da var ki hem ‘sebt’ hem de ‘tatil’ ŞEHVETLERİ merkeze alan bir anlayışın sonucu, ‘riyazet’ ise “Allah rızasını” temel alan bir anlayışın sonucudur.

‘Kötülük’ ve ‘iyilik’ kendisini gerçekleştirmeye ara vermedi ki insanlar da hayatlarına ara (‘sebt’ –‘şabat’) versinler. Hıristiyanların elindeki kitapta ‘ŞABAT’a uymayan İsa’ya “Neden Şabat’a uymuyorsun?” denildiğinde o, “TANRI ÇALIŞIYOR.” diye cevap vermişti. Onun bu cevabı alıp biraz farklılaştırarak verelim: “MUTLAK İYİ HAYY’DIR VE AKTİFTİR.”

‘İyi’ aktif ise ‘kötü’ de her zaman aktiftir çünkü ‘kötü’ doğal değildir, İYİLİĞİN YAPILMAMA HÂLİDİR ve o tıpkı ‘kafirlik, müfsidlik, şirk’ gibi bir eylem değil, bir EYLEMSİZLİKTİR.

Filozoflar “‘eylemsiz’ (hareketsiz) bir tanrı” anlayışını kabul etmekle aslında kötülüğün bir eylem, iyiliğin ise bir eylemsizlik olduğunu kabul etmiş oldular. Kötülüğün mutlak, iyiliğin araz olduğunu da kabul etmiş oldular.

İsa, “TANRI ÇALIŞIYOR.” derken tam da bunu söylüyor. “TANRI AKTİF BİR TANRIDIR.”

Kapitalist sistemlerin iğdiş ettikleri akıllarla varlığa bakan ama görmeyen gözler ‘TATİL’ kavramını ürettiler ‘riyazet’in yerine, bu yüzden Kur’an’daki ‘FE İZE FERAĞTE FENSAB’ ifadesini anlamadılar. Onun basitçe, “Bir işten yorulunca başka bir işe yönel.” gibi bir emir olduğunu zannettiler… Ve bu yüzden her şey tersine döndü: iş, “Boş kalınca çalış”tan, “ÇALIŞINCA BOŞKAL” tekerlemesine döndü. Aslına bakılırsa ‘FE İZE FERAĞTE FENSAB’ ifadesi “Boş kalınca çalış” anlamından ziyade “BOŞ KALMA!” demek istemektedir.

İşte bu yüzden ‘tatil’ anlayışı yerleşti. Normal zamanlarda giyilmesi utanılan şeylerin tatil zamanlarında giyilmesi gayet normal oldu. Göreceli bir ahlak, insan hayatının temeli haline geldi. Normal hayatlarında herkesin giymekten utanacağı mayo-bikini plajlarda normal kıyafet haline geldi. Bu sadece mayo-bikini için geçerli değil, normal zamanlarda yapılması kınanan her hareket ‘tatil’ zamanlarında normal oldu çünkü hayatın yoğun temposundan uzaklaşıp yaşananlara daha yakından bakmak, kendisini yeni olaylara ve yeni duygulara karşı eğitmek anlamına gelen ‘riyazet’, yerini “boş kalmak, âtıl kalmak” anlamına gelen -ki bu tam tamına ‘şabat’ demektir, ‘TATİL’ kelimesine bıraktı.

Bu anlayış salgın bir hastalık gibi tüm dünyayı sarmış durumda. Bu yüzden etraflarında olup bitene “boş zamanların eğlencesi” gözüyle bakıyorlar çünkü insanlık ‘TATİL’ derken sadece hayatın yoğun temposuna ara vermedi, İNSAN OLMAYA, İNSAN KALMAYA VE İNSANLIĞINI SÜRDÜRMEYE ara verdi. İşte kötülüğün, ahlaksızlığın, namussuzluğun, şirretliğin, şımarıklığın, utanmazlığın, duyarsızlığın karabulut gibi her tarafı kapladığı günümüz dünyası bunun en açık ispatıdır. Çocuklar, zavallılar, garipler ölüyorken ‘tatil’ler devam ediyor.

Allah’a sığınarak insanlığa şu cümleyi bırakıyoruz: Cehennem’in acı verici hatırlatmasıyla karşılaşana kadar İYİ TATİLLER İNSAN TÜRÜ!

 

Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.

الحمد لله رب العلمين

Önerilen İçerikler