“TUVA VADİSİ” MAKALELERİ

2017-2021

Ramazan Demir

Hasan Mustafa Arslan

 

İçindekiler

1) Tuva Vadisi ve Tevhid!………………………………………………………………………………………………. 4

2) Metod Anlayışı üzerine…………………………………………………………………………………………….. 13

3) Öncüler…………………………………………………………………………………………………………………….. 16

4) Kur’an’da Sebt (Şabat) Meselesi……………………………………………………………………………….. 17

5) Mukaddes Tuva Vadisi……………………………………………………………………………………………… 45

6) Millet-e İbrahim………………………………………………………………………………………………………… 74

7) Kur’an’da geçen “Sebt” Ayetleri Hakkında Tespitler………………………………………………… 89

8) Firavun ve İsrailoğulları’ndan Mele’si………………………………………………………………………. 99

9) Kur’an Kıssaları ve Metod………………………………………………………………………………………. 111

10) Arz-ı Mev’ud (Vad edilmiş Topraklar) – 1……………………………………………………………. 114

11) Sadakat mı dediniz!……………………………………………………………………………………………….. 127

12) İnsan Klonlamanın İlk Yaratma ve Ahiretteki Yeniden Yaratılma ile İlgili Düşündürdükleri   135

13) Kıble, Namaz ve Kâbe’nin Bilinirliği Üzerine……………………………………………………… 142

14) Bekke, Kudüs ve Tuva Vadisi………………………………………………………………………………. 147

15) “İsrail Oğulları” İsminin Kökeni……………………………………………………………………………. 161

16) Mümin’in Yahudi Kıblesi ile İmtihanı?…………………………………………………………………. 178

17) Kur’an Kelimelerinin Anlamları, Kur’an’dan Çıkarılmalıdır…………………………………. 186

18) Kur’an Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik! (1)…………………………………………………… 189

19) Kur’an’ın Çözümsel Yapısı Hakkında Temel Kabuller………………………………………….. 245

20) Yusuf Suresi (12. Sure) – Ayet Mealleri………………………………………………………………… 248

21) Kurban Bayramı Mesajı – 2018…………………………………………………………………………….. 269

22) Kur’an’la yürü(yeme)mek!……………………………………………………………………………………. 270

23) “Mukaddes Tuva Vadisi neresidir?” Bağlamında İsrâiliyatın Müslümanlar Üzerindeki Belirleyiciliği…       273

24) Neml Suresi / 15-44 Ayet Mealleri………………………………………………………………………… 289

25) Kuran Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik – 2……………………………………………………… 295

26) Kuran Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik – 3……………………………………………………… 306

27) Kuran Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik – 4 (İbrahim as ve Kıble)……………………. 333

28) Asr Suresi……………………………………………………………………………………………………………… 340

29) Kur’an’ı Kur’an ile Anlama Metodu – Gramer………………………………………………………. 357

30) Bayram Mesajı………………………………………………………………………………………………………. 358

 

1) Tuva Vadisi ve Tevhid!

Yayınlanma Tarihi: 24 Mart 2017

Allah Kâbe’yi; o saygıdeğer binayı, insanların dirliğine sebep kıldı. (Maide 5/97)

İbrahim, İsmail ile beraber Kâbe’nin temellerini yükselttiği sırada şöyle yalvardı: “Rabbimiz, bunu bizden kabul et, dinleyen de bilen de Sen’sin!” / “Rabbimiz! İkimizi sana teslim olmuş kişiler yap, soyumuzdan gelenlerden de sana teslim olmuş bir toplum oluştur! (Bakara 2/127-128)

İnsanların içinde o haccı ilan et ki yürüyerek ve bitkin binekler üzerinde bütün derin vadilerden geçerek sana gelsinler. (Hacc 22/27)

Geleneğimiz her nedense; teslim olduğumuz ve inandığımız Kur’an’da İbrahim soyundan olan Resul ve Nebîlerden İsmail ve Muhammed (as) hariç diğer hiçbirisini Hac yükümlülüğü ile ilişkilendirmemiştir!..

Allah dostu[1] İbrahim’in Nebî torunları, onun İnsanlığa yaptığı Hac çağrısını sanki hiç duymadılar!..

İshak soyundan, kendisine kitap ve hikmet verilmiş, Kur’an’da haberleri bizlere aktarılan onca Nebî’nin bu bilgiden mahrum edilmiş olmasını düşünmek mümkün müdür?

Yakup (as) Oğullarına; “Benden sonra neye kul olacaksınız?” diye sormuştu. Onlarda, “Senin İlahına; ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın İlahına, o bir tek İlaha kul olacağız. Biz, zaten ona teslim olmuş kimseleriz!”[2] demişlerdi. Dolayısıyla İsrailoğulları’nın, sadece kendi soylarından değil İsmail’den de haberlerinin olmaması söz konusu edilemez!..

Onların torunlarından olan ve birisini öldürdüğü için[3] memleketinden kaçan[4] Musa, sekiz hac dönemi[5] Medyen’de kaldıktan sonra[6] başka bir yere yerleşmek için göç etmeye karar verir.

Musa’nın, Mısır’a geri dönmeyi düşünmesi mümkün değildir. Zira o, Mısır’a dönerse öldürüleceğine o kadar emindir ki; kendisine Elçilik görevi yükleyip Mısır’a gitmesini söyleyince, Allah’a; şu gerekçesini ileri sürecektir… “Rabbim! Ben onlardan bir kişiyi öldürdüm; korkarım onlar da beni öldürür.”[7] Bu durumda; Medyen’de salih bir kul ile anlaşmasını tamamlayan Musa (as)’nın ailesi ile beraber[8] varmak istediği bir başka yer olmalıdır!

Musa yolu üzerinde; “Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, Kutsal vadi Tuva’dasın”[9] uyarısını alacaktır. Bu yer, öldürülme korkusu yaşadığı için üstelik ailesi ile beraber gitmeyi asla düşünmeyeceği Mısır olamayacaksa, neresidir?

Al-i İmran 3/96-97

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ

(96) İnsanlar için kurulan ilk ev, Bekke’de olandır. Bereketli ve herkese doğru yönü (kıbleyi) göstersin diye kurulmuştur.

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ إِبْرَاهِيمَ ۖ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا ۗ وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ

(97) Orada apaçık göstergeler (ayetler), İbrahim’in (ibadet için) durduğu yerler vardır. Oraya kim girerse güvende olur. Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te (Ka’be’de) hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim bunu görmezlikten gelirse bilsin ki Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur.

Allah, İbrahim (as)’e Musa (as)’dan yaklaşık 400 yıl önce vahy ile Kabe’nin yerini göstermiş ve İsmail ile birlikte temellerini yükseltmişlerdir. Musa (as)’nın yaşadığı dönemde şimdiki Kudüs’ün insanlığın merkezi olduğu ve insanların akın akın oraya aktığına dair tek bir işaret söz konusu dahi değildir…

İki kez kutsal kılınmış O yerin (Tuva vadisi) İbrahim’in tüm insanlığı çağırdığı Mescidi Haram bölgesi olmadığını düşündürecek bir karine bulmak da mümkün değildir. O dönemde şimdiki Jerusalem (Kudüs) şehrinin varlığı ve ona atfedilmiş bir kutsallığı söz konusu bile değilse; Müslümanların, Yahudiler tarafından anlatılan İsrail Oğulları serüvenini Kur’an perspektifinde yeniden ele alması mecburiyeti vardır.[10]

Allah, bu yerde Musa’ya, “Hemen gidin de ona deyin ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrail oğullarını serbest bırak da bizimle gelsinler. Onlara eziyet edip durma.”[11] emrini verdi.

Bu ayet karşısında hemen; “Musa ve Harun, İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkardıktan sonra nereye getirecekti?” sorusu akla gelecektir. Mısır’dan çıkış sonrasında serüvenin yine Tuva’dan devam ettiği hususu da akıldan çıkarılmamalıdır…

Kutsal topraklar olarak Allah’ın (cc) Kutsal kıldığı, hem Âdem (as) hem de İbrahim (as) ile insanların davet edildiği yerin Mekke olduğunu biliyoruz. Müslümanların hem Kur’an hem de tarihi bilgiler doğrultusunda bu bilgiden en ufak bir şüpheleri dahi söz konusu değildir…

Hal böyleyken ayetlerde geçen Tuva vadisi eğer Mekke değilse neresidir!

Ardından da şu sorular gelecektir…

Tuva olarak anılan yer eğer başka bir yerse ve kutsallığı da kaldırılmamışsa, bu ikinci yerin Kur’an da açıkça belirtilmesi ve bugün de o yerin kutsallığının devam ediyor olması gerekmez miydi? Bu durumda da İbrahim’in (as) davetinin ne anlamı kalırdı?

O kutsal yer (Tuva Vadisi) Mekke ise[12] Musa; Mısır’da Firavunun baskısından kurtaracağı İsrailoğulları ile birlikte, emri aldığı o kutsal vadiye geldiklerinde putperestliğe dalmış İsmail’in soyunu karşı karşıya getirerek, onları da vahye tabi kılıp insanlığın istikametini vahiy doğrultusunda belirlemiş olacaktı.

Kâbe insanlığın bilgisinde olan bir yer olduğundan zaten bir çekim merkezidir. Nebîlerin önderliğinde bu yerin insanlığın başkenti olması insanlığın çehresini değiştirebilirdi!..

Ne var ki, İsmail’in soyunun daldığı putperestlik ve Allah’ın dinini kendi heveslerine uydurmak için didinen İsrailoğulları’nın fesatcılığı; Allah’ın “insanların dirliğine sebep kıldığı” o mübarek beldeyi ve İbrahim’in insanlığa yaptığı daveti, binlerce yıl amacından uzaklaştırdı.

İnsanlar bilinçsizce de olsa[13] Allah’ın ilk kez Âdem ile birlikte kutsallığını ilan ettiği o bölgeye yine de akın akın geliyordu…

Ancak en son müjde(ci)yi, kendi kafalarından uydurdukları beklentiler ile tayin etmeye çalışan, bu uğurda maymunlaşan Yahudiler; ataları söz verdiği halde[14] tüm insanlıkla beraber “Millet-e İbrahim’e Hanifen’e”yönelemediler.[15] İbrahim’in sağlam temellere sahip yolunu Yahudi’leştirerek kendilerine tabi duruma getirdiler.[16] İbrahim’in soyu, o büyük fethi bir türlü gerçekleştiremedi.

Yakub’un soyundan olan Yusuf ve Bünyamin dışında, anneleri farklı kardeşlerin hırsları ilk zamanlardan itibaren hep engeller çıkardı. Onların gözlerini bu derece döndüren hırs, sanıldığı gibi kardeşler arası olabilecek basit bir kıskançlık değildi. Nebî’liğin kendi soylarından devamını arzuluyorlardı?[17]

Bu konuda Yakup, oğlu Yusuf’u “Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma; sana bir oyun oynarlar. Çünkü Şeytan insanın açık düşmanıdır”[18] diyerek uyarmıştı…

Mısır’a yerleştikten sonra; Yusuf’un ardından babaları Yakup’a, kardeşleri Yusuf’a ve Bünyamin’e indirilmiş olan bilgilerle gelişen İsrailoğulları Mısır’da yönetimi de ellerine geçirip Allah ile güreşlerini sürdürdüler.[19] Musa zamanında hem din hem de zenginlikte firavunun etrafındakiler hep İsrailoğullarıydı.[20] Firavun önderliğinde Allah’ın ilan ettiği Anakenti unutturup ona alternatif oluşumu hayata geçirerek ilk fesatlarını[21] burada gerçekleştirdiler.[22]

Nebî’lerin geleceğini ve Allah’ın dininin yerine oluşturdukları dinin sahibi olan İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkaracağını da bekliyor olmalılardı. Onlarsa beklenen Nebî’nin kendi soylarından olmasını arzu ediyor ve Mısır’da kalarak oluşturdukları dini ve tüm ritüellerini sürdürmek istiyorlardı.[23] Nitekim Allah, Musa’ya; “Firavuna varın da deyin ki: Biz, varlıkların sahibinin elçisiyiz, İsrailoğulları’nı bırak da bizimle gelsinler.”[24] dedi.

Firavun da bir İsrailoğluydu!..

Mümin 40/28-29

وَقَالَ رَجُلٌ مُؤْمِنٌ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَكْتُمُ إِيمَانَهُ أَتَقْتُلُونَ رَجُلًا أَنْ يَقُولَ رَبِّيَ اللَّهُ وَقَدْ جَاءَكُمْ بِالْبَيِّنَاتِ مِنْ رَبِّكُمْ ۖ وَإِنْ يَكُ كَاذِبًا فَعَلَيْهِ كَذِبُهُ ۖ وَإِنْ يَكُ صَادِقًا يُصِبْكُمْ بَعْضُ الَّذِي يَعِدُكُمْ ۖ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ

Firavun ailesinden, imanını gizleyen bir mümin kalkıp dedi ki: “Bir adamı, Sahibim Allah’tır, dediği için mi öldürüyorsunuz? Halbuki size, Sahibinizden o açık belgelerle gelmiştir. Eğer yalancıysa, yalanının cezasını çeker. Dürüstse, yaptığı tehditlerin bir kısmı başınıza gelebilir. Allah, aşırılık eden yalancı birini yola getirmez.

يَا قَوْمِ لَكُمُ الْمُلْكُ الْيَوْمَ ظَاهِرِينَ فِي الْأَرْضِ فَمَنْ يَنْصُرُنَا مِنْ بَأْسِ اللَّهِ إِنْ جَاءَنَا ۚ قَالَ فِرْعَوْنُ مَا أُرِيكُمْ إِلَّا مَا أَرَىٰ وَمَا أَهْدِيكُمْ إِلَّا سَبِيلَ الرَّشَادِ

Ey halkım, bugün yetki sizdedir, bu toprak sizin hâkimiyetiniz altındadır. Başımıza Allah’tan bir bela gelirse bize kim yardım eder?” Firavun dedi ki “Size sadece kendi gördüğümü gösteriyorum. Size sadece doğru yolu gösteriyorum.”

Firavun’un İsrailoğlu olduğunu açıkça gösteren bu ayet dışında Kur’an’da geçen ilgili ayetlerde garip bir şekilde, Musa’nın; “İsrailoğullarını bırak da bizimle gelsinler!” sözünü, Firavun ve ileri gelenlerinin (meleler) hep üzerlerine aldıkları görülür.[25] Aynı zamanda bu Firavun ve Melelerin, Yakub soyundan gelen bir grubun erkek çocuklarını öldürüp kadınlarını hayatta bırakanlar olması ilginçtir.

“Firavun o ülkede baskıcı bir yönetim kurmuş ve halkını farklı kişilerin taraftarları şeklinde bölmüştü. Onlardan bir bölüğünü güçsüzleştirmeye çalışıyor, oğullarını boğazlatıp kızlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o fesat çıkaran bir kişilikti.” (Kasas 28/4)

Böylelikle bir iki nesil sonra Yusuf ve Bünyamin’in soyundan gelmesi beklenen Nebî’ye babalık edebilecek erkek kalmayacak ve Nebî’lik soyunun diğer kardeşler arasından sözü dinlenir[26] olanın soyuna geçmesi sağlanacaktı. Kendisi de (Yusuf’un rüyasından önce) resul adayı bir Nebî olan sözü dinlenir kardeş ile onun etkisine giren diğer kardeşler (Yakub’un Yusuf ve Bünyamin dışındaki diğer erkek çocukları); Yusuf’un ardından, onun vahiy çerçevesinde Mısır’da kurduğu yönetimi ele geçirdiler. O güne kadar ellerindeki İbrahim, İshak, Yakub, Yusuf ve Esbat’a gelen vahiyleri[27] tahrif ettiler. Hac konusu bu tahrifin en görünür örneğidir. Kendi kurdukları düzeni hakim kıldılar ve üstünlük kurdular.[28] Firavun da düzenini, kendince doğru yol (سَبِيلَ الرَّشَادِ) iddiasıyla[29] ayakta tutmaya çalışmaktadır.[30] Firavunun doğru dediği yolda Allah’ın belirlediği kutsallar ya unutturulmalı ya da bozulmalıdır! Bu yüzden İnsanlığın istikameti olan Kâbe’nin görmezlikten gelinmesi ve mutlaka hafızalardan kazınması için ellerinden geleni yaptılar.[31] Nesî uygulaması da bu fesatlarının bir parçasıdır.[32]

Allah Musa ile bu oyunu bozdu…[33]

Musa’nın ana bir kardeşi Harun’un[34] sağ bırakılması hem bebeklerin öldürme işinin tüm İsrailoğulları’nı kapsamadığını hem de Yusuf’a tuzak kuran kardeşlerin, ileride Mısır’da hakimiyeti ele geçirip amaçlarına uygun olan ortamı oluşturmaya çalıştıklarının açık bir göstergesidir. Ayetlerden anlaşılacağı üzere; Firavun biryandan Nebî gelmesi endişesi taşımakta[35] bir yandan da hem İsrailoğulları’nın işgücü ve bilgeliklerinden yoksun kalmaktan hem de toplumda oluşmuş dengelerin bozulmasından endişe etmektedir. Bu süreçte Mısır’da kök salan İsrailoğulları’nın da Mısır’dan çıkmaya gönüllü olmadıkları anlaşılıyor.

Nebîlik soyunun babadan geldiğini iyi bilen Firavun ve a’li, bir Nebînin gelmesini ancak erkek soyunu keserek engelleyebileceklerini düşünmüşlerdir. Bunu anlamak için, Harun’un Musa’ya Araf 7/150 ayetinde anamın oğlu diye hitap etmesinin altı çizilmelidir.[36]

Firavun’un; “Çünkü sizin dininizi kendininki ile değiştireceğinden veya kurulu düzeni bozmasından korkuyorum”[37] deyip Musa’nın “İsrailoğulları’nı benimle gönder” talebine karşı ısrarla direnmesi, diğer taraftan da Allah’ın planının[38] işliyor olması dikkat çekicidir.

“Ey Halkım, Allah’ın size yazgısı (emri) olan şu kutsal toprağa girin; gerisin geri dönmeyin; yoksa elinizde ve avucunuzda olanı kaybedersiniz.” (Maide 5/21)

Uzun bir serüvenin ardından Musa İsrailoğulları ile ilk emri aldığı yere, Tuva’ya gelip onlara “şu kapıdan girin” dediğinde,[39] İsrailoğulları sebti bahane edip o vadiye girmediler ve döneklik yaptılar. Halbuki sebt Mısır’dayken Firavunun onlara dikte ettiğiydi… O gün hem dinleniyor hem de ibadet ile daha fazla meşgul olabiliyorlardı.

Ancak hırsları onlara “Sen git rabbin ile savaş, biz burada oturacağız”[40] dedirtti. Böylelikle Başlarında Musa ve Harun varken, saf vahiy ile doğruya yönelmiş ve kurtuluşun kapısına gelmişlerken, yeniden eski karanlıklarına[41] geri dönüp döneklik ettiler. Musa’ya ihanet ettiler. O’da kendisinin toplumu ile arasını ayırması için Allah’a dua etti.[42] Kıskançlıkları İsrailoğulları’na Mukaddes toprakları terk ettirdi. Girmedikleri Allah’ın O Kutsal Toprakları onlara kırk yıl haram kılındı.[43] Nitekim Allah’ın lanetine maruz kalan İsrailoğullarının bir kısmı maymunlaştı, bir kısmı domuzlaştı, bir kısmı da azgınlara kul oldu.[44] Döneklik yapıp azgınlara kul olanların bir kısmı kuzeye yönelip Lübnan bölgesini yurt edindiler ve çok sonra da Yahudi krallığını kurdular.

Allah’ın Kuddüs kıldığı, insanların da -Allah’ın Kuddüs kıldığı O yeri tanıyıp akın akın gelerek- Mukaddes bellediği Mescid-i Haram, tek ve ortadayken İsrailoğulları hırslarına yenik düştü. Allah hiçbir şekilde kutsal kılmadığı halde, kendi Kudüs’lerini ilan ederek yeni Mukaddes topraklar oluşturdular. Bu da onların yeryüzünde çıkardıkları ikinci büyük fesatları oldu. Kendilerine verilen ve insanlığa Tevhidi emreden ilahi vahyi tahrif ettiler. O mübarek vahiyleri şirki ve insanlar arasında ayrılığı emreden bir din haline dönüştürdüler. İşte o Yahudiler insanlığın tekamülü için elzem ve kaybolduktan sonra İbrahim ile insanlığa yeniden dikte ettirilen Hac görevini[45] engellemeyi Kutsal bir görev olarak algıladılar ve bunu halen sürdürmekteler. Bu kalpleri parçalanıncaya kadar da sürecektir…[46]

Kendilerine verilmiş onca ayrıcalık[47] ve fırsatları geri tepmiş olan Yahudilerin bugün tek çıkışları inanmış insanlara tabi olmaktır.

“Allah’ın desteğini ve insanların desteğini almamış olanlar, her yerde alçaklık damgası yer, Allah’ın gazabına gelirler. Üzerlerinde çaresizlik damgası da olur. Çünkü Allah’ın âyetlerini görmezlikten gelmiş ve nebîlerini haksız yere öldürmüşlerdir. Bu ceza, yaptıkları isyana ve aşırı davranışlarına karşılıktır.” (Ali İmran 3/112)

Kendilerinden olan İsa Mesih’in getirdiği açık delilleri de inkâr ettiler. Ortadan kaldırmak için başaramasalar da onu öldürmeye kalkıştılar. Beklenen son Nebî[48] İsmail’in soyunda çıkınca da tamamen yoldan çıktılar.

Yeryüzünde birlik (Tevhid) İsrailoğulları’nın inatları sebebiyle bir türlü gerçekleşemedi. Sonunda insanlık Allah’ın tek dininden üç ayrı din çıkardı. İşte gerçek ayrılık budur.[49]

İsrailoğulları’nın Mısır’dan Kutsal Vadi Tuva’ya getirilmesi; İbrahim’in iki soyunun içine düştüğü, putperestliği ve azgınlığı ortadan kaldıracaktı. Bu İsrailoğulları’nın her şeylerine denk büyük bir fırsattı.

Maide 5/21

يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْأَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلَىٰ أَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ

Ey Halkım! Allah’ın size verdiği şu tertemiz yere girin; arkanızı dönmeyin, yoksa her şeyinizi kaybedersiniz.”

İsrailoğulları, çağdaşlarına üstün kılınan vasıflarını[50] ortaya koyarak yürüyüşlerini, içlerindeki o resule tam güvenerek tamamlayabilseydi, bugün yeryüzünde Barış hakim olur, insanlık İslam’ın tüm güzelliklerini binlerce yıl öncesinden buyana yaşayabilirdi. Ama onlar; “her şeylerini kaybetme bahasına Allah ile güreşen dedeleri Yahuda’nın izinden gitmeyi tercih ettiler. Mısır’da kurup temellerini attıkları dinlerinin en temel uygulaması sebt uygulamasını Allah’ın vahiylerine tercih ettiler.

İsrailoğulları; Musa içlerindeyken çok az bir kısmı hariç kaybettikleri o büyük imtihanın ardından, Meryem oğlu İsa’ya verilen açık belgeleri de görmezlikten geldiler. İçlerinden biri olmasına rağmen O’nu öldürmeye azmettiler. Bu ihtirasın karşılığında insanlığın nasıl bir duruma düştüğünü, Allah (cc) Kur’an’da şöyle açıklıyor.

Allah, bu elçilerden kimini kimine üstün kıldı. Kimiyle konuştu, kimini birkaç basamak yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya da açık belgeler verdi ve onu Kutsal Ruh ile destekledi. Allah, tercihi (insanlara bırakmayıp) kendi yapsaydı, sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inanıp güvendi, kimi âyetleri görmezlikten geldi (kâfir oldu). Tercihi Allah yapsaydı, birbirleriyle savaşamazlardı. Ama Allah dilediğini yapar. (Bakara 2/253)

Demek ki geçmişte bu iki imtihandan biri kazanılabilseydi son Nebî[51] Mekke’nin fethi ve onca savaş ile baş etmek zorunda kalmayacak; İnsanlık, “Seçilmiş Elçi Mekkeli Muhammed” (as) ile tevhide kavuşabilecek ve ihtimaldir ki Adem’in kovulduğu o cennet ortamını bu dünyada insanlığa vahyin aydınlığında yaşanabileceğine örneklik yapacaktı…

İbrahim (as) ve Muhammed (as) ile arasında gelen tüm resullerin başarıyla geçtiği o büyük imtihanlar, sonradan gelenler için vahyi her seferinde anlaşılır kıldığı halde, maalesef insanlık kendini ateşe sürüklemeye ısrarla devam ediyor.

Hasan Mustafa Arslan

[1]Bkz. Nisa 4/24

[2]Bkz. Bakara 2/133

[3]Bkz. Kasas 28/15

[4]Bkz. Kasas 28/21

[5]Bkz. Kasas 28/27

[6]Bkz. Kasas 28/28

[7]Bkz. Kasas 28/33

[8]Bkz. Kasas 28/29

[9]Bkz. Taha 20/12

[10]Kendinden önceki kitapları tasdik eden Kur’an’ın; o kitapların şu an elimizde olan halini olduğu gibi referans alması, Tasdik’in “yalanı ortaya çıkarma doğrusuna onay verme” ilkesine terstir.

[11]Bkz. Taha 20/47

[12]Tuva vadisi’nin Mekke’den başka bir yer olması mümkün görülmemektedir. Daha geniş bilgi için Bkz.; “Mukaddes Tuva Vadisi Mekke” makalesi. http://www.tuvavadisi.org/mukaddes-tuva-vadisi/

[13]Bkz. Enfal 8/35

[14]Bkz. Bakara 2/133

[15]Bkz. Nahl 13/123-124

[16]Bkz. Bakara 2/140

[17]Bkz. Yusuf 12/8-20 Kardeşlerinin Yusuf (as)’a olan düşmanlığı genelde basit bir kardeşler arası kıskançlık üzerine bina edilir. Oysa hepsi de Yusuf’tan büyük olan ağabeylerin henüz bir gulam olan çocuğu önce öldürmeye sonra da köleleştirip satmaya vardıracak bir davranışı basit bir kıskançlık ile açıklamak tuhaftır. Bu kardeşlerin tamamının Nebî’lik soyunun kendisinden devam etmesi beklentisinde olması kadar normal bir durum olamaz. Nebî’lik konusunda emareler gösteren bir kardeşin ise normal koşullarda diğer kardeşler tarafından da desteklenmesi beklenir. Yusuf suresi her nedense(!) tamamen İsrailiyat algılarıyla kurgulanmış olarak anlamlandırılmaktadır. Daha da tuhaf olan İslam ulamasının bu kadar aleni bir durumu sığ bir yaklaşımla “kardeşlerin babalarının sevgisini kıskanması” şeklinde açıklamasıdır. Böylelikle sure diğer ayetlerle bağı koparılmış ve bir masala dönüştürülmüştür. Yusuf suresinde olayların başladığı ilk ayetlerden itibaren çok sayıda Dilbilgisi kuralları ihlalleriyle sure ve olaylar tanınamaz hale gelmiştir. Yakub (as) insanlığa önder bir resul olarak değil de gözü yaşlı dirayetsiz bir ihtiyar konumuna indirgenmiştir. Oysa kardeşlerin 12/91’deki “Tallahi Allah seni bize tercih etmiş, kesinlikle biz hatalıyız” demeleri, gerçek amaçlarını ortaya koyan bir itiraftır. Konuyla ilgili yürütülen “Yusuf Kıssası” çalışması ile bu konular inşallah detaylandırılacaktır.

[18]Bkz. Yusuf 12/5

[19]Bkz. Mümin 40/28-29; Araf 7/109-110, 127; TaHa 20/56-57, 63; Yunus 10/83; Şuara 26/34-35; Ayrıca Bkz. Yorgun Maymunlar Günü Sebt-Şabat 2017; a.g.e s. 212-217

[20]“Karun Musa’nın kavmindendi; zamanla onları ezmeye başladı.” Kasas 28/76

[21]Bkz. İsra 17/4

[22]Bu bir iddia olup Kıble konusundaki çalışma tamamlandığında konu ile ilgili çok sayıda bağlantı Allah’ın izniyle ortaya konulmuş olacaktır. Sadece Yunus 10/87 ayetinde geçen Musa’nın Mısır’da evlerde kıble belirlenmesi konusu, bilinmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir detaydır.

[23]Bkz. Mümin 40/34 – (Firvunun Yusuf’tan sonra bir Nebî gelmesinden şüphe etmesi böyle bir bilginin olduğuna işaret etmektedir)

[24]Bkz. Şuara 26/16-17

[25]Bkz. Mümin 40/28-29; Araf 7/109-110, 127; TaHa 20/56-57, 63; Yunus 10/83; Şuara 26/34-35; Ayrıca Bkz. Yorgun Maymunlar Günü Sebt-Şabat 2017; a.g.e s. 212-217

[26]Bu kardeş ileriki tarihlerde adına Krallık kurulacak olan Yahuda’dır. Allah ile güreşende aslında bu kardeştir. Kur’an’da bu kardeş ismi verilmeden içlerinden sözü dinlenir olan şeklinde Yusuf 12/10 da belirgindir. Aynı kardeş Bünyamin’in alıkonmasından sonra da (Yusuf 12/80-81) öne çıkar.

[27]Bkz. Ali İmran 3/84 (Bütün Nebî ve Resullere kitap verilmiş olduğu ile ilgili olarak)

[28]Bkz. Casiye 45/16 (İsrailoğullarına Kitap Hikmet ve Nebîlik verilmesi Harun (as) ve sonrasındadır.)

[29]Bkz. Mümin 40/29

[30]Bkz. Zuhruf 41/53

[31]Bu iddianın sebebi Bakara 2/132 ayetidir. Kur’an’da; “İbrahim, bu dine uymayı oğullarına vasiyet etmişti. Yakup da öyle yaptı…” cümlesi dururken aksini iddia etmek Kur’an ile ters düşmektir…

[32]Bkz. Tevbe 9/37

[33]Bkz. Kasas 28/7-17

[34]Bkz. Araf 7/150

[35]Bkz. Mümin 40/34

[36]Soyun baba üzerinden tanımlanması esastır. Ancak Yusuf döneminde Orta Krallık (M.Ö. 2500’ler) olarak bilinen Mısır’da var olan kadın hakimiyeti ve soyun bugünkü Yahudiler’de olduğu gibi kadın üzerinden belirlenmesi ilkesi, Yahudiliğin temellerini buralarda aramayı gerektirmektedir.

[37]Bkz. Mümin 40/26

[38]“… Sonra bir plan dâhilinde buraya geldin, ey Musa.” – Taha 20/40

[39]Bkz. Nisa 4/154

[40]Bkz. Maide 5/24

[41]Bkz. İbrahim 14/5

[42]Bkz. Maide 5/25

[43]Bkz. Maide 5/26

[44]Bkz. Maide 5/60

[45]Bkz. Bakara 2/128

[46]Bkz. Tevbe 9/110

[47]Bkz. Bakara 2/122; Casiye 45/16

[48]Bkz. Ahzap 33/40

[49]Bkz. Bakara 2/91

[50]Bkz. Bakara 2/122; Casiye 45/16

[51]Bkz. Bakara 2/129 – 151

 

 

2) Metod Anlayışı üzerine

Yayınlanma Tarihi: 30 Mart 2017

Kur’an ayetlerini anlama metodlarıyla alakalı olarak literatürümüzde yazılmış bir hayli eser mevcuttur. Yazılan bu metod (usûl) eserleri müellifin mensup olduğu mezhep, meşrep, tarikat, zihniyete göre farklılıklar arz eder. Usûller her ne kadar ilmi bir standart olarak lanse ediliyor olsa da uygulamada kuralları belirleyen en önemli unsur, uygulamacının sahip olduğu bakış açısı olmaktadır. Bu yüzden dünyada ne kadar İslamî anlayış varsa bir o kadar farklı usûl anlayışı da söz konusu edilebilir.

Anlama, insan zihninin soyut bir eylemidir. Bir insanda anlamanın gerçekleşmesi, anlamaya çalıştığı o şey hakkında zihninde bir tasavvurun belirmesiyle oluşur. En nihayetinde o tahayyülü oluşturan şey kişinin zihniyetidir. Böyle olunca o zihniyete hakîm olan anlayış, anlamak için izlenilen yöntemi de belirlemektedir.

Usûl, uygulayıcısının elinde bir algı yönetim malzemesine de dönüşebilir. Çünkü “Kur’an’ı anlama metodu” diye başlayan prensipler manzumesi aynı zamanda; okuyup anlamaya çalışanın anlayışının ne yönde olması gerektiğini de belirleyen yönlendirme mekanizmasıdır. Bu mekanizmalar batınî, zahirî, bilimsel, tarihsel, hadislere göre, rivayet, dirayet vb. şeklinde tezahürlere büründüğü gibi “Kur’an’ı Kur’an’la anlama” şeklinde de ifade olunur.

Bu durumda, temelde iki tip Kur’an’ı anlama metodundan bahsetmek mümkündür. Birincisi “Kur’an’ın Kur’an’la anlaşılması Metodu” ikincisi ise “Tarihselci Metod”dur. Diğer metod olarak ortaya konulan yöntemlerin tümünü siyah ve beyazın gri tonları olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Bu sitede yer alan çalışmalarda “Kur’an’ın Kur’an ile anlaşılması Metodu” benimsenmiştir.

Kur’an ancak Kur’an ile anlaşılır;

Bahsi geçen bir konunun Kur’an’da en doğru şekilde anlatılmamış olması düşünülemez. Hud suresinin ilk ayetleri bunun kanıtıdır.

Hud 11/1-2

الر ۚ كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ

ELİF! LÂM! RÂ! Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri hem muhkem kılınmış hem de doğru kararlar veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır.

أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ ۚ إِنَّنِي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ

Böyle olması, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir. Ben de o kitapla sizi uyaran ve müjdeleyen kişiyim.

Kur’an’ı anlama çalışmalarında Kur’an’dan başka bir şeye başvurulması gerekmez. Yani Kur’an açıktır, anlaşılması kolaydır, Kur’an Allah’tan başkası tarafından açıklanamaz…

Öyleyse insanlara düşen onu keşfetmek ve anlamaktır. Bu söylem belirlenmiş disiplinli bir uygulamayı gerektirir.

Yüce Kur’an’ın taşıdığı anlamlar; kimsenin kendi anlayışına göre bir o yana bir bu yana bükülemeyecek şekilde indirildiği Arapça dilinin ölçü ve kurallarıyla, şaşmayan ve şaşırtmayan bir yapıdadır.

Yüce Kur’an önceki kitapların (Maide 5/48) ve yeryüzündeki her bilginin üzerinde denetleyicidir (Allah müheymindir. Haşr 59/23). Kur’an’ı başka bir söze ve bilgiye onaylatmak söz konusu edilemez. Dolayısıyla Kur’an’ı Anlama metodunun çerçevesi ve ana ilkesi de bu şekilde belirlenmelidir.

Bir konu ele alındığında; belirlenen anahtar kelime ilk önce geçtiği ayetin içinde, daha sonra kelimenin geçtiği ayetin pasajının içerisinde, pasajı da surenin bütünü içerisinde değerlendirmek gerekir. Ardından ele alınan kelimenin geçtiği diğer ayet, pasaj ve sûrelere geçilip aralarındaki tüm bağlantıların kurulmaya çalışılması gerekmektedir. Bu sayede bir konuyu anlamak ve derinleştirmek için sadece kelime veya ayet benzeşmeleri yeterli sayılmayıp, yanlış bir yönlendirmeye maruz kalınmadan konunun kitaptaki tüm bağlantılarının ortaya serilmesi sağlanmış olacaktır.

Eğer tarihi bir olay Kur’an’a konu olup olayın geçtiği yer ve zaman, konunun anlaşılmasında rol oynuyorsa; mutlaka bunun da Kur’an’da belirtilmiş olduğuna inanılarak çalışmanın derinleştirilmesi, rivayetlere bağımlı kalınmadan yer ve zamanın tespitinin Kur’an’dan yapılması gerekmektedir.

Kur’an’da bahsedilen hiçbir konu ve kavramla ilgili bir belirsizliğin olması söz konusu değildir.

Enam 6/97-98

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُوا بِهَا فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ ۗ قَدْ فَصَّلْنَا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

Karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için o yapılandırmıştır. Ayetlerimizi, bilen bir topluluk için tek tek açıklamışızdır.

وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ ۗ قَدْ فَصَّلْنَا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ

Sizi bir tek nefsten oluşturan O’dur. Ardından bir kalma yeri (olan dünya) ve bir durak (olan kabir) gelir. Ayetlerimizi, anlayan bir topluluk için tek tek açıklamışızdır.

Enam 6/114

أَفَغَيْرَ اللَّهِ أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنْزَلَ إِلَيْكُمُ الْكِتَابَ مُفَصَّلًا ۚ وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ أَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ ۖ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ

(De ki) “Allah’tan başka bir hakem mi ararım?” Kitap’ı size açıklanmış olarak indiren O’dur. Kendilerine Kitap verdiklerimiz bilirler ki bu Kitap, Rabbin tarafından tümüyle gerçekleri gösterecek şekilde indirilmiştir. Sakın şüpheye kapılanlardan olma.

Yüce Allah kendi kelamını “mufassal” yani açıklanmış olarak tanıtıyorsa, bu kelamın kapalı, açıklanmamış, karanlıkta kalan bir yanının olmaması gerekir.

Kehf 18/54

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَٰذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ ۚ وَكَانَ الْإِنْسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا

Biz bu Kur’ân’da insanlar için her örneği, değişik biçimlerde verdik. İnsan ne kadar çok tartışan bir varlıktır!

Her türlü örneği değişik biçimde anlatan bir kitabın kapalı, anlaşılamaz, bahsettiği konuları gizemli, zamanla değerini yitiren bir bilgi kaynağı olması mümkün değildir.

Ayetlerin anlaşılmaya çalışılması sürecinde, lügatlere başvurulmasına rağmen ele alınan kavramlarla ilgili anlamın çerçevesinin yine ayetlerle belirlenmesi temel bir esas olarak kabul edilmelidir.

Buna rağmen doğabilecek hataların kaynağı elbette ki ayetler değil ayetleri eksik ve yanlış anlıyor olmaktır. Yüce Allah’ın ayetleri her türlü hata, eksiklik, eğrilik, kapalılık ve yanlıştan beridir.

Yüce Allah’ın bu yöndeki tüm samimi çabaların önünü açmasını niyaz ediyoruz.

 

3) Öncüler

Herkes Allah’ın kendisinden razı olmasını ve cennet ile taltif edilmeyi ister. Allah, Kur’an’ı Kerim’inde ahirette insanları ayıracağı üç sınıftan bahseder. Uğurlular, Uğursuzlar, Öncüler. Bunların da kendi içinde kategorileri vardır…

(Vakıa 56/7)

وَكُنْتُمْ أَزْوَاجًا ثَلَاثَةً

(O zaman) Siz, üç sınıf olursunuz:

(Vakıa 56/8)

فَأَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ

(Birincisi) uğurlular sınıfıdır. Ne mutlu o uğurlu olanlara!

(Vakıa 56/9)

وَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ

(İkinci sınıf) uğursuzlardır. Ne yazık o uğursuzlara!

(Vakıa 56/10)

وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَ

Bir de önde gidenler (sınıfı) var; hep önde gidenler!

(Vakıa 56/11)

أُولَٰئِكَ الْمُقَرَّبُونَ

Onlar, her türlü ikramın yakınına alınırlar. 

Bu durum karşısında insanlar Allah’tan nitelikli şeyler istemeli ve bunun için mücadele etmelidir.

(Nisa 4/32)

وَلَا تَتَمَنَّوْا مَا فَضَّلَ اللَّهُ بِهِ بَعْضَكُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ ۚ لِلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِمَّا اكْتَسَبُوا ۖ وَلِلنِّسَاءِ نَصِيبٌ مِمَّا اكْتَسَبْنَ ۚ وَاسْأَلُوا اللَّهَ مِنْ فَضْلِهِ ۗ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا

Allah’ın birinize diğerinden fazla olarak verdiği şeylere imrenmeyin. Erkeklere, kendi kazandıklarından bir pay, kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. Siz, Allah katında üstün olanı isteyin. Allah her şeyi bilir. 

4) Kur’an’da Sebt (Şabat) Meselesi

İSLAM GELENEĞİNDE “SEBT”

Yüce Kur’an’da 9 defa geçen bu kelime sözlükte fiil olarak; istirahat etmek, kesmek, başını tıraş etmek, kazımak, boynunu vurmak, dinlenmek, hayret etmek, sarkıtmak, boynuna vurmak, saçı salıvermek, uyumak, komaya girmek, yayılmak, cumartesiye girmek manalarına gelmektedir.

İsim olarak ise; gece, uyku, koma, ölüm, arazinin nadasa bırakılması, cumartesi günü, hafta, bir müddet, deriyi debbağlamak, sepet, dereotu, bir tür bitki, bir balık türü, ağaçsız ve bitkisiz arazi olarak geçmektedir.

Türkçede Cumartesi dediğimiz güne Arapça ‘sebt’ denmesi İslam alimleri arasında tartışma konusu olmuştur. İslam alimlerinin bugüne verilen ismi tartışma konusu yapmalarının sebebi, aynı kelimenin Kur’an’da beş ayetle anılmasından dolayıdır. Ne var ki bu tartışmalar ‘sebt’ kavramının ne olduğuyla alakalı değildir. Daha çok içerikle alakalı olan tartışmaların tamamında ‘sebt’ Yahudilere Allah tarafından konulan ve uyulması kesin olan birtakım yasakların olduğu gün olarak kabul edilir. Kelimenin kökeniyle alakalı bir takım cılız söylemler olmasına rağmen, ‘sebt’in Yahudilere has bir gün olduğu ve bunu Allah’ın emrettiği ile alakalı tam bir icma vardır.

Cumartesi gününe Arapça ‘sebt’ denmesin kökeniyle alakalı TDV ansiklopedisinin ilgili maddesinde şunlar geçer.

“Anılan günün ‘sebt’ olarak adlandırılması, Allah’ın bu günde yaratma işine başlayıp yine bu günde yaratmaya son verdiği ve İsrailoğulları’na bu günde işe ara vermelerini emrettiği şeklinde açıklanmıştır[1].”

Yukarıdaki ifadelerin bir benzeri El-Müfredat’ta da geçmektedir[2]. Anılan güne ‘sebt’ denmesinin İsrailliyat kaynaklı olduğunu ifade eden bu alıntının arkasına Müslim kaynaklı bir hadis de eklenmiştir.

“Allah toprağı cumartesi, dağları pazar, ağaçları pazartesi, mekruh şeyleri salı, nuru çarşamba günü yaratmış, binek hayvanlarını perşembe günü yaymış ve Âdem’i cuma günü ikindi vaktinden sonra gündüzün en son saatinde en son mahlûk olarak yaratmıştır” (Müslim, “Śıfâtü’l-münâfiķīn”, 27). Farklı bir rivayete göre yaratma işi haftanın ilk günü olan pazar günü başlayıp cuma gününe kadar sürmüş, Allah yeri pazar ve pazartesi, gökleri salı ve çarşamba, ikisi arasında bulunanları perşembe ve cuma günleri yaratmış, yedinci güne denk gelen cumartesi günü yaratma olmayıp bugünde yaratılışın tamamlanmasıyla yaratma işine son verilmiştir. Bir görüşe göre bugüne sebt denilmesinin sebebi onun haftanın yedinci ve son günü olmasıdır. Sebtin günlerin ilki olduğunu söyleyenler de vardır (Tâcü’l-arûs, “sbt” md.)

Yine TDV Ansiklopedisi’ne göre ‘sebt’ kelimesinin ne olduğuyla ilgili çeşitli tartışmalar yapılmıştır.

Tevrat’ta yer alan, Allah’ın yeri ve gökleri -pazar ile cuma arasına denk gelen- altı günde yarattığı, sonra işi bırakıp istirahate çekildiği (Tekvîn, 2/1-2), İsrâiloğulları’na da bugünde işe ara verip dinlenmelerini emrettiği (Çıkış, 20/8-11), bu sebeple yedinci günün sebt olarak isimlendirildiği yolundaki kayıt İslâm âlimlerince kabul görmemiştir. Zira yorulmaktan münezzeh olan Allah’ın istirahate ihtiyacı bulunmayacağı açıktır (Lisânü’l-ǾArab, “sbt” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “sbt” md.). Nitekim, “Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık; bize hiçbir yorgunluk değmedi” meâlindeki âyette (Kāf 50/38) bu husus açıkça ifade edilmektedir. Geç dönemlere ait sözlüklerde sebt kelimesine “istirahat” anlamı verilmekle birlikte Râgıb el-İsfahânî “sebete” fiilinin mânasını “durdurmak, işe ara vermek” şeklinde açıklamış ve sebt gününde Allah’ın yaratma işini bitirmesinden bahsetmiştir (el-Müfredât, “sbt” md.). Aynı şekilde Mâtürîdî ve Zemahşerî de sebti “İsrâiloğulları’nın işi terkedip ibadetle meşgul olmaları gereken gün” diye açıklamış, böylece dinlenmeden ziyade işi durdurma mânasına vurgu yapmıştır (Teǿvîlât, I, 150-151; el-Keşşâf, II, 164). Kur’an’da yaratılışla bağlantılı olarak geçen “altı gün” ifadesi (el-A‘râf 7/54; Yûnus 10/3; Hûd 11/ 7; Kāf 50/38) İslâm âlimleri tarafından farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Bazı âlimler bunu pazarla cuma arasındaki günler biçiminde anlarken diğer bir kısım âlimler gün kelimesinin gerek Arapça’da gerekse Kur’an ve hadislerde farklı anlamlarda kullanımından hareketle (el-Hac 22/47; es-Secde 32/5; er-Rahmân 55/29; el-Meâric 70/4) buradaki günü âhiret ölçeğinde bin veya elli bin yıla denk gelen gün ya da süresi belli olmayıp yeryüzü ölçeğindeki güne eşit, daha kısa veya daha uzun zaman dilimi, devir ya da aşama olarak kabul etmiştir (Fahreddin er-Râzî, XIV, 100; Kurtubî, IV, 219; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, II, 229; Elmalılı, III, 2172-2173).

Görüldüğü gibi yapılan tartışmalar ‘sebt’ kelimesinin Arapça karşılığının ne olması gerektiği etrafında olmuştur. Aynı kaynak ‘sebt’ kelimesinin kökeniyle alakalı şu alıntıyı da yapar.

Sebt kelimesinin İbrânîce’deki karşılığı şabattır (şabbat). Şabat, yahudilerin cuma gün batımından cumartesi gün batımına kadar süren haftalık dinlenme gününü ifade eder. Kelimenin fiil biçimi olan şavat “ara vermek, durdurmak; sona ermek, dinlenmek; kutlamak” gibi mânalara gelir. Şabat kalıbının kökeni açık değildir. Arapça “sebete” fiilinin şavata dayandığı kabul edilirken fiilin kökeninin Arapça’daki “bette” (kesmek) fiilinin karşılığı olan İbrânîce batattan geldiği de ileri sürülmüştür (Koehler – Baumgartner, IV, 1407). Şabatın kökeniyle ilgili ortaya atılan teoriler içinde en güçlü olanı bunun Bâbil geleneğindeki dolunay kültüyle bağlantılı olduğu görüşüdür. Buna göre İbrânî şabatı, Bâbil dilinde ayın on beşinci günü için kullanılan ve köken olarak “tamamlama” anlamına gelen şapattu(m) veya şabattu(m)dan gelmiştir. Ayın tamamlanıp dinlendiği dolunay gününü ifade eden şapattu(m)un kökeninin de “kalp dinlenmesi” veya “ara dinlenme” mânasındaki Sumerce şa-bata dayandığı kabul edilir. Yedinci günle ve işe ara vermeyle ilgisi bulunmayan Bâbil şabatı daha ziyade tanrıların yatıştırılması ve kefâret vurgusuna sahip bir gün olarak bilinir. Buna karşılık Bâbil geleneğinde ayın yedinci gününün (aynı zamanda 14, 21, 28 ve 19. günlerin) uğursuz kabul edildiği ve bugünde yönetici konumundaki kişilerin belli işleri yapmaktan uzak durduğu kaydedilmiştir (Clay, s. 55-57; ERE, X, 890).

Kelimenin Arapça karşılığı ve kökeniyle alakalı bu tartışmalar olmasına rağmen iş ‘sebt’in ya da İbranice ‘Şabat’ın ilahi bir emir sonucu olup olmadığına gelince, tartışmalar bıçak gibi kesilir. Hiçbir İslam alimi, tefsir yazarı ve hatta son dönem meal yazarları da dahil olmak kaydıyla, ‘sebt’in (‘Şabat’) Allah tarafından Yahudilere emredilmiş ilahi bir buyruk olduğu hususunda şüphe duymaz.

Kur’an’da İsrailoğulları bağlamında beş ayete konu olan ‘sebt’ daha çok A’raf 163-165 ayetleri bağlamında anlatılan tarihi bir rivayet üzerinden anlaşılmaya çalışılır.

Sebt kelimesi Kur’an’da İsrâiloğulları’na atıfla beş âyette geçer. Bunlardan dördünde “es-sebt” (el-Bakara 2/65; en-Nisâ 4/154; el-A‘râf 7/163; en-Nahl 16/124), birinde “ashâbü’s-sebt” (en-Nisâ 4/47) ibareleri yer alır. Ayrıca bir âyette (el-A‘râf 7/163) fiil şekliyle (yevme lâ yesbitûn) kullanılmıştır. Bu âyetlerde daha ziyade iş yapma ve bilhassa avlanma yasağıyla bağlantılı olarak zikredilen sebt gününe saygı Hz. Mûsâ döneminden itibaren İsrâiloğulları’na farz kılınmış bir emir diye gösterilir. Deniz kıyısında yaşayan kavme mensup bir grubun yasağa karşı gelerek bugünde balık avlamaları sebebiyle lânetlendikleri ve maymuna çevrildikleri (mesh) zikredilir.

Tefsirlerde yer alan açıklamalara göre Allah, Mûsâ aracılığıyla İsrâiloğulları’na kendilerinden önceki kavimlere olduğu gibi sırf ibadete adanmış bir günü farz kılmayı murat etti; bu gün de cuma günü idi. Fakat İsrâiloğulları, Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratıp yedinci günde (‘sebt’) yaratmaya son verdiğini, bugünde her yaratılmışın O’na boyun eğdiğini ileri sürerek içlerinden az bir kısmı hariç cuma yerine ‘sebt’ gününü ibadet günü olarak belirlemek istedi. Bunun üzerine Allah, İsrâiloğulları’nın ‘sebt’ gününü benimsemelerine izin vermiş, ancak imtihan maksadıyla bu günde avlanmayı ve iş yapmayı yasaklayarak bu günü onlara zorlaştırmıştır (Taberî, I, 330; Zemahşerî, II, 618-619; Fahreddin er-Râzî, XV, 37; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, I, 110). Fahreddin er-Râzî’ye göre Kur’an’da geçen, “‘sebt’i aşmayın” (en-Nisâ 4/154) emrinden maksat bugünde çalışma ve kazancın haram kılınmasıdır. Böylece onlara âdeta, “Bu günde işten uzak durun, yerlerinizde oturun, muhakkak Allah çok rızık verendir” denilmiştir (Mefâtîĥu’l-ġayb, XI, 96).

Yasağa uymadıklarından içlerinden bir grubun maymuna (ve domuza) dönüştürüldüğü belirtilen kavmin (el-A‘râf 7/163-166; ayrıca bk. el-Mâide 5/60) yaşadığı yer konusunda tefsirlerde Eyle, Medyen, Taberiye ve Şam bölgesinin sahil kesimi gibi yerler zikredilmekle birlikte çoğunluk, bunların Eyle ile Tûr (Mısır) arasındaki Medyen’de muhtemelen Hz. Dâvûd zamanında yaşamış bir topluluk olduğunu ileri sürmüştür (Taberî, I, 330; VI, 90-91; Fahreddin er-Râzî, III, 109; XV, 36; Kurtubî, IV, 305; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, I, 110). Allah’ın deniz kıyısında yaşayan bu kavme takdir ettiği bir imtihan olarak balıklar sebt günü denizde görünürken diğer günlerde kayboluyordu. Bu durum karşısında kavim iki gruba ayrılmış, bir grup sebte hürmet için avlanmaktan uzak dururken diğer grup deniz kenarına havuzlar açıp bunları kanallarla denize bağlamış, balıklar cumartesi günü havuzlara girince pazar günü onları avlamıştır. Yasağa riayet edenlere gelince, onların bir kısmı yasağa uymayanları uyarırken bir kısmı da yasağı ihlâl edenleri uyarmadığı gibi onlarla görüşmeye devam etmiştir. Bunun üzerine Allah yasağa uymayanları ve bir yoruma göre onlarla birlikte uyarıda bulunmayanları maymuna çevirmek suretiyle helâk etmiştir (Şevkânî, I, 79-80).

İslâm âlimlerinin bir kısmı, meshin söz konusu kişilerin tabiat ve huy bakımından maymuna benzer hale getirilmeleri biçiminde mânen vuku bulduğunu söylerken âlimlerin çoğu, bunun gerçek bir değişim olup bu insanların sûret ve görünüş itibariyle maymuna çevrildiğini ileri sürmüştür (Fahreddin er-Râzî, III, 111-112; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, I, 109; krş. Mâtürîdî, I, 151; Elmalılı, I, 378-379). Şeklen meshi savunanlara göre aksi takdirde bu cezanın ibret olma vasfından bahsetmek imkânsız olurdu (Taberî, I, 332-333). Maymuna çevrilen topluluğun üç gün bu şekilde yaşadıktan sonra helâk olduğu ve bu süre zarfında bir şey yiyip içmediği rivayet edilmiştir. Mesihle bağlantılı bir hadiste, “Allah’ın azaba uğratıp helâk ettiği her topluluk yok olup gitti, soyları kalmadı” denilmiştir (Müslim, “Ķader”, 33; Taberî, I, 330-331; ayrıca bk. MESH).

Kelimenin kökeniyle alakalı tartışmalar yerini deniz kenarında balık avladıkları için maymuna dönüştürülen eyle kasabası halkının gerçekten mi yoksa manen mi maymuna dönüştükleri tartışmasına bırakmıştır. Hatta bu tartışmaya bazı rivayetler eklenmiş maymunlara dönüşen eyle halkının kendi aralarında zina yapan bazı maymunları taşlayarak recm ettikleri bile aktarılmıştır.

‘Sebt’in ilahi bir buyruk olduğu konusunda bir şüphe olmamasına rağmen şu şekilde kayıt düşenlerde olmuştur.

Nahl sûresinde sebt gününün kısıtlama ve yükümlülüklerinin ancak bu konuda ihtilâf edenlere farz kılındığı şeklinde bir ifade yer alır (16/124). İhtilâftan maksat, Allah’ın İsrâiloğulları’na avlanmaktan uzak durup bugüne saygı göstermelerini bildirmesinden sonra onların bu konuda ittifak etmeleri gerekirken bugünde avlanmayı bazan helâl, bazan haram saymalarıdır (Zemahşerî, II, 618). Diğer bir yoruma göre söz konusu ihtilâf İsrâiloğulları’nın cuma gününe itirazda bulunması, bir kısmı cumayı kabul ederken diğer bir kısmının sebtte ısrar etmesi ve daha sonra ona da uymamasıdır (Mâtürîdî, I, 151). Fahreddin er-Râzî tarafından da benimsenen görüş ise bu ihtilâfın gerek yahudilerin gerekse daha sonra hıristiyanların kutsal gün konusunda peygamberlerine muhalefet etmelerinden ibaret olduğu şeklindedir. Buna göre İsrâiloğulları’nın cuma gününe yönelik itirazları ve sebti kutsal gün kılmak istemeleri neticesinde sebt onlara farz kılınmış ve Hz. Îsâ dönemine kadar yahudiler bunu kutsal gün olarak benimsemiştir. Îsâ geldiğinde o da cumayı emretmiş, fakat bu defa hıristiyanlar, “Biz yahudilerin bayramının bizimkinden sonra olmasını istemiyoruz, yaratılışın başladığı gün pazardır” diyerek pazarı seçmiştir (Fahreddin er-Râzî, XX, 137). Öte yandan ilgili âyette geçen ihtilâfı kutsal gün konusunda yahudilerle hıristiyanlar arasındaki anlaşmazlık biçiminde yorumlayanlar da vardır (Elmalılı, V, 3138). Konuyla ilgili olarak nakledilen bir hadisin meâli şöyledir: “Sonuncu ümmet olan bizler kıyamet gününde öncü olacağız. Halbuki diğer ümmetlere bizden önce kitap verilmiştir. Bir de cuma günü aslında onlara aitti. Fakat onlar bu konuda ihtilâfa düşmüştür. Allah artık bugünü bize vermiş, diğer ümmetler de bize tâbi olmuştur. Yahudilerin günü yarın (cumartesi), hıristiyanlarınki bir sonraki gündür” (Buhârî, “Cum’a”, l; Müslim, “Cum’a”, 21).

İslâm âlimleri, her dinde inananların ibadet maksadıyla bir araya gelmeleri için belli bir günün tahsis edildiği, bunun da aslen cuma olduğu noktasında birleşmiştir. Cuma gününün fazileti hususunda Allah’ın bugünde yaratılışı kemale erdirmesine ve kulları üzerindeki nimetini tamamlamasına atıf yapılmıştır. Bu doğrultuda sebtin Hz. İbrâhim dininin bir parçası olmadığı, bu konuda peygamberlerine muhalefet eden İsrâiloğulları’na farz kılındığı, daha sonra gelen hıristiyanların da cumayı benimsemedikleri gibi kendilerini yahudilerden ayırmak için Bizans döneminde sebt yerine pazar gününü kutsal gün edindikleri ileri sürülmüştür (Fahreddin er-Râzî, XX, 137-138; Kurtubî, V, 199; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, II, 613).

İslam alimlerinin ‘sebt’i bizdeki Cuma günü ile kıyaslamaları ve tıpkı Yahudilerin söylediği gibi “Allah yaratmayı Cuma günü tamamladı” demeleri aslında tefsircilerimizin ‘sebt’e nasıl bir çarpıklıkla baktıklarının açık göstergesidir. Zira gün, hafta, ay, yıl kavramları insanlar içindir. Yüce Allah’ın varlığı yaratırken kullandığı “altı gün” kavramının haftanın günleri olarak algılanması, Yahudilerin yaptığı gibi varlığı yaratmayı Cuma günü bitirdi denmesi, dolayısıyla kutsal olan günün cumartesi değil, Cuma günü olması gerektiğinin söylenmesi tefsircilerimizin meseleyi anlamaktan ne kadar uzak olduklarına işaret eder.

‘Sebt’, tüm İslam alimleri tarafından Yahudilerin ‘Şabat’ dedikleri şey olarak kabul edilmektedir. Buna göre cumartesi günü Yahudilerin mutlaka uymaları gereken yasakların bulunduğu emirler manzumesidir. Tevrat’ta; uymayanın öldürülmesi gerektiği emri birkaç yerde tekrarlanan bu yasakların neler olduğunu tefsircilerimizden hiçbiri bildirme gereği duymamışlardır. İşin daha da ilginci uymayanı öldürmeyi açık bir şekilde emreden kitabı mukaddes bile bu yasakların ne olduğunu bildirmez.

Tevrat’ta sebt günü ilk defa Mûsâ peygambere Sînâ’da verilen on emir içerisinde zikredilir. Bugünün kutsallığı noktasında iki farklı gerekçeden bahsedilmiştir. Birincisi Allah’ın dünyayı altı günde yaratıp yedinci günde dinlenmesi (Çıkış, 20/8-11), ikincisi İsrâiloğulları’nı Mısır’daki kölelik evinden kurtarmasıdır (Tesniye, 5/12-15). Tevrat’ta sebt günü yasakları olarak pişirme, men toplama, seyahat etme, ekip biçme, ateş yakma (Çıkış, 16/23, 26, 29; 34/21; 35/2-3) ve odun toplama (Sayılar, 15/32-36) fiilleri zikredilmiş, yasağın ihlâli durumunda ölüm cezası öngörülmüştür. Eski Ahid’de ayrıca yük taşıma (Yeremya, 17/ 21-22), üzüm sıkma, yükleme ve ticaret yapmaktan (Nehemya, 13/15) bahsedilmiştir. Rabbânî otoriteler, söz konusu yasakları genişleterek -çoğunlukla “toplanma çadırı” yapımında kullanılan- otuz dokuz sınıf işi sebt günü yapılması yasaklanan işler olarak göstermiş (Shabbath, 7/1), sebtin ihlâli durumunda ise genellikle para ve kırbaç cezası uygulanmıştır. Başlangıçta daha ziyade takdime ve adakların sunulduğu, iş yasağı vurgusuna sahip toplu ibadet günlerinden biri olan sebt Eski Ahid’de sıkça, benzer özellikler taşıyan yeni ay ve kefâret günleriyle birlikte zikredilmiştir (Levililer, 16/29-31; Sayılar, 28/9-11; İşaya, 66/23; Hezekiel, 46/4-6). Zamanla bu günün muhtevasına kutlama ve neşe unsurları ile (bk. İşaya, 58/13) mânevî yenilenme vurgusu ilâve edilmiş, ayrıca mistik ve eskatolojik bir boyut kazandırılmıştır. Günümüzde uygulandığı şekliyle sebt sinagog ibadeti ve evde sofra etrafında kutlama ve kutsama şeklinde gerçekleştirilir. İş yasağının muhtevası ve sınırları yahudi mezhepleri tarafından değişik biçimlerde yorumlanmıştır.

‘Sebt’ ve bu konuda yapılan tartışmaları toplu bir şekilde yansıtan TDV ansiklopedisinden yapılan bu uzun alıntılardan dolayı “sbt” maddesinin yazarı Salime Leyla Gürkan’a aittir.

Sonuç olarak İslam geleneğinde şu şekilde icma edilmiştir: “‘Sebt’, İslam alimleri tarafından farklı kelime anlamlarıyla karşılansa da Yüce Allah’ın Yahudilere farz kıldığı ‘Şabat’ ile aynı şeydir. Arapça ‘sebt’ kelimesi anlamını ‘Şabat’tan almıştır. Haftanın anılan gününün ‘sebt’ diye adlandırılması, Kur’an’ın vahyinden çok önce, Yahudilere emredilen ve uyulması zorunlu olan bu yasaklardan dolayıdır.”

İslam alimlerine göre ‘Şabat’ ve ‘sebt’ aynı şeyi ifade eden iki kelimedir. Aralarındaki tek fark birinin İbranice diğerinin Arapça olmasıdır. ‘Sebt’ Arapçada kısaca cumartesi şeklinde bir güne isim olurken ‘Şabat’ Yahudiler için bir gün tanımından çok daha fazla anlam taşımaktadır. Tefsircilerimiz ‘sebt’ ayetlerini açıklarken, Yahudiler için bir gün olmaktan daha fazla anlam taşıyan ‘Şabat’ı kast etmişlerdir. Bu durum; ‘Şabat’ın Yahudiler için neden bir gün olmaktan daha farklı anlamlar taşıdığını araştırmayı gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla Tevrat başta olmak üzere Yahudi kaynaklarına başvurması gerekmektedir.

 

TEVRAT’TA ŞABAT

Kitabı Mukaddes varlığın yaratılmasından bahsederken her şeyin altı gün (evre)’de yaratıldığını söyler. (Kutsal kitap; Yaratılış 1/1-31) Tanrı’nın yedinci gün bütün işini bitirdiğini ve işini bitirdiği o günü kutsal kıldığını söyler.

“Gök ile yer bütün ögeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işini bitirdi. Yaptığı günden o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi” (Yaratılış 2/1-3)

Kitabı Mukaddes’in tefsiri niteliğinde olan TORA yukarıda geçen yedinci gün ile alakalı şu açıklamayı yapar.

“Yedinci gün / Şabat. Gökler ve yeryüzü ile ilgili iş tamamlanmıştır ve bunlar kapsadıkları her şey ile birlikte en mükemmel ve en uyumlu şekillerini almıştır. Tanrı, işte bu durumu ilan ederek yedinci günü Şabat olarak sabitlemektedir…Tanrı tüm evreni altı günde yarattığını ve yedinci günde bu işi durdurduğunu açıklamaktadır. Bene-Yisrael’in Şabat ile ilgili kuralları yerine getirmeleri, işte bu temel gerçeğe yönelik, sadık bir tanıklık ifadesidir.” (Tora, Bereşit, 7.Şabat sayfa 13. Perek 2  Pasuk 1-3 açıklamaları )

İslam alimlerinin Yahudilerin “Tanrı işini altı günde bitirdi yedinci gün dinlendi” şeklinde ‘Şabat’ı tanımlayan ifadelerine “Allah yorulmaz” diyerek itirazda bulunmaları aslında yerinde olmayan bir itirazdır. Çünkü Yahudiler “işi bitirip dinlendi” ifadesinden Yüce Allah’a bir yorgunluk atfetmemektedirler. Onlara göre dinlenmek, tamamlamak, bitirmek, ikmal etmek manasınadır. Yoksa Allah’ın asla yorulmayacağına onlarda iman etmekteler. ‘Şabat’ günü çalışmamak bir dinlenme ihtiyacı olduğu için değil, Yüce Allah’ın yaratmasına şahitler olmalarından dolayıdır.

“Öncelikle; altı gün iş yapılabilir; ancak yedinci gün işten tamamen el çektirmeyi gerektiren bir Şabat’tır, kutsal bir bayramdır; hiçbir melaha yapamazsınız. O gün tanrı adına yaşadığınız her yerde Şabat’tır. (Levililer 23 / 3 Şabat günü)

Yukarıdaki Pasuk’un (Tevrat ayetlerine verilen ad) açıklaması Tora; Vayikra’da şöyle geçer.

‘Şabat’ ve bayramların Yahudiler’e verilmesinin temel amacı, diğer günlerde işleriyle meşgul oldukları için çok sınırlı bir şekilde ilgilenebildikleri Tora’yı rahatça ve başka hiçbir düşünce olmadan inceleyip öğrenebilmelerine olanak sağlamaktır.

“Şabat gününü, onu kutsal ilan etmek için hatırla. Altı gün boyunca çalış ve tüm işlerini yap. Fakat cumartesi günü Şabat’tır . Tanrı’n Aşem’indir. Hiçbir melaha yapmamalısın. Sen, oğlun, kızın, kölen ve cariyen, hayvanın ve şehirlerindeki hiçbiriniz.” (Şemot 20; 8-10)

Tevrat’ta anlatılan olayların kronolojisine bakıldığında mutlaka uyulması gereken bir emir olarak ‘Şabat’ın Yahudilerin hayatında yerini alması, 430 yıllık esaret döneminin ardından denizin yarılması ile mucizevi bir şekilde çıktıkları Mısır’dan hemen sonrasına rastlar.

Her sabah herkes yiyeceği kadar topluyordu. Güneş ortalığı ısıtınca, yerde kalanlar eriyordu. Altıncı gün kişi başına iki omer, yani iki kat topladılar. Topluluğun önderleri gelip durumu Musa’ya bildirdiler. Musa, “RAB’bin buyruğu şudur” dedi, “Yarın dinlenme günü, RAB için kutsal Şabat Günü’dür”. Pişireceğinizi pişirin, haşlayacağınızı haşlayın. Artakalanı bir kenara koyun, sabaha kalsın.”

Musa’nın buyurduğu gibi artakalanı sabaha bıraktılar. Ne koktu ne kurtlandı. Musa, “Artakalanı bugün yeyin” dedi. “Çünkü bugün RAB için Şabat Günü’dür. Bugün dışarda ekmek bulamayacaksınız. Altı gün ekmek toplayacaksınız, ama yedinci gün olan Şabat Günü ekmek bulunmayacak.”

Yedinci gün bazıları ekmek toplamak için dışarı çıktı, ama hiçbir şey bulamadılar. RAB Musa’ya ne zamana dek buyruklarıma ve yasalarıma uymayı reddedeceksiniz?” dedi. “Size Şabat Günü’nü verdim. Bunun için size iki günlük ekmek veriyorum. Yedinci gün herkes neredeyse orada kalsın, dışarı çıkmasın.” Böylece halk yedinci gün dinlendi. (Çıkış 16/21-30)

İlk defa burada kesin emir olarak geçmesine rağmen o gün orada bulunanlar bu emri anlamamış ve uymamışlardır. Tanrı kızmasına rağmen onlara bu yaptıklarından dolayı bir ceza vermemiştir. Olayın bağlamında da uygulanması gereken bir cezadan da bahsedilmemektedir. Aynı emrin bu sefer cezasını da belirterek Musa’nın Tanrı ile konuşmaya gittiği ve on emri aldığı buluşmada tekrarlandığını görülür.

“Rab Musa’ya şöyle buyurdu; “İsrailliler’e deki, “Şabat” günlerimi kesinlikle tutmalısınız. Çünkü o sizinle benim aramda kuşaklar boyu sürecek bir belirtidir. Böylece anlayacaksınız ki, sizi kutsal kılan RAB benim.”

“Şabat Günü’nü tutmalısınız, çünkü sizin için kutsaldır. Kim Onun kutsallığını bozarsa, kesinlikle öldürülmelidir. O gün çalışan herkes halkının arasından atılmalı. Altı gün çalışacak; ama yedinci gün RAB’be adanmış Şabat’tır, dinlenme günüdür. Şabat günü çalışan herkes kesinlikle öldürülmelidir. İsrailliler, sonsuza dek sürecek bir anlaşma gereği olarak, Şabat Günü’nü kuşaklar boyu kutlamaya özen gösterecekler.

 “Bu, İsrailliler’le benim aramda sürekli bir belirti olacaktır. Çünkü ben, Rab yeri göğü altu günde yarattım, yedinci gün işe son verip dinlendim.”

Tanrı Sina Dağı’nda Musa’yla konuşmasını bitirince üzerine anlaşma koşullarının yazdığı iki taş levhayı ona verdi. (Mısır’dan Çıkış; 31/12-18)

Yahudiler için uyulmadığında ölümle cezalandırılmaları gereken bu yasakların neler olduğu Tevrat’ta birkaçı hariç yer bulmamıştır. Bunun sebebi Tora’nın tefsirinde şu şekilde açıklanır.

“Tanrı tüm emirleri herkesin göreceği şekilde vermiş; Şabat emrini ise Bene Yisrael’e başkalarının görmeyeceği şekilde aktarır. Bir kral, oğluna ya da sadık bir kuluna emir verdiğinde bunu herkesin gözü önünde değil, kulağına eğilerek yapar. Bu emir, ikisi arasında bir sırdır ve kayda geçmez. Şabat emri de, diğer emirler gibi Sinay’da büyük bir ses ve ışık gösterisi eşliğinde verilmiş olmasına karşın, hangi işlerin yapılmaması gerektiği Tora (Kitabı Mukaddesin ilk 5 kitabı)’da açık şekilde yazılı değildir. Bu açıdan Şabat sadece Yahudiler’e özel bir emirdir ve Yahudi olmayanın Şabat kurallarını gözetmeye hakkı yoktur. (Tora tefsiri. İkinci kitap Şemot.  S. 415/ 17 nolu dipnot)

Tevrat’ın Musa’nın Tanrı ile buluşmasını anlattığı olay birkaç farklılıkla Kur’an’da da hem Bakara hem A’raf suresinde anlatılır. Kur’an’a göre bu buluşmada Musa’ya levhalara yazılı emirler verilmiştir. Sayısı belirtilmeyen bu emirler meşhur on emir olarak bilinir. Kur’an’da bu emirlerin sayısından bahsedilmemekle birlikte, ‘Şabat’ın o emirler içinde olduğundan da bahsetmez. Ama Tevrat açıkça bu on emirin içinde ‘Şabat’ın olduğundan bahseder (Çıkış 20/8-11).

Fakat Tevrat bu kesinlikle ‘Şabat’tan bahsetmesine rağmen yasaklarının tamamının ne olduğuyla alakalı bir sayımdan hiç bahsetmez. Bunun sebebi Yahudilere göre Musa Tanrı ile konuşmak için Seyna dağına gittiğinde O’na iki şey verildi. Birincisi yazılı halde Tora. İkincisi ise yazılı olmayan ve olmaması gereken yazılı Tora’yı açıklayan sözlü Tora.

Her şeyin açıklayıcısı olan bu sözlü Tora bizim literatürümüzde “Vahyi Ğayri Metluv” olarak bilinen şeyle aynıdır. Yahudilere göre dinde asıl olan yazılı olan Tora değil, tam tersi sözlü olan Tora’dır. Sözlü olan bu Tora Yahudilerin önde gelenlerine emanet edilmiştir ve Yahudi literatüründe “Mişna” olarak adlandırılmıştır. Tevrat’ta olmayan ‘Şabat’ yasakları zamana göre güncellenmesine rağmen toplu halde Vahyi Ğayri Metluv olan bu Mişna’da vardır. İşte tamamı 39 tane olan yasaklar.

Ana melaha kuralları kırktan bir eksiktir.”

  1. Ekmek, dikmek.
  2. Toprağı sürmek.
  3. Ekin biçmek (hasat).
  4. Demet (balya) yapmak.
  5. Dövmek (harman).
  6. Buğdayı savurup taneleri ayırmak.
  7. Ayıklamak.
  8. Öğütmek.
  9. Elekten geçirmek.
  10. Hamur yapmak
  11. Fırında pişirmek.
  12. (Yün) Kırkmak.
  13. (Yünü yıkayıp) Beyazlatmak.
  14. (Yünü liflerine ayırmak üzere) Taramak.
  15. (Yünü) Boyamak.
  16. (Yünü) Eğirip iplik haline getrmek.
  17. Çözgü iplikleri dokuma tezgahına germek.
  18. Dokuma tezgahının kenar halkalarından iki atkı iplik geçirmek.
  19. İki ipliği birbirine dokumak.
  20. (Dokunmuş) İki ipliği birbirinden ayırmak.
  21. Düğüm atmak.
  22. Düğüm çözmek.
  23. İki dikiş atmak
  24. (Yeni) İki dikiş atmak amacıyla yırtmak.
  25. Tuzak kurmak ya da avlanmak.
  26. Hayvan kesmek.
  27. Deri yüzmek.
  28. Deriyi tuzlamak.
  29. Deriyi tabaklamak.
  30. Deriyi (üzerindeki kılları kazıyarak) düzleştirmek.
  31. Kesmek
  32. İki harf yazmak.
  33. Yeniden yazmak amacıyla iki harf silmek.
  34. İnşa etmek.
  35. Yıkmak.
  36. Ateş yakmak.
  37. Ateş söndürmek.
  38. Son çekiç darbesini vurmak (Yeni üretilmiş bir ürünü tamamlayıcı hareketi yapmak)
  39. (A) genel bir yerde. B) Genelden özele. C) Özelden genele) Taşmak.

İşte bunlar kırktan bir eksik ana melaha kurallarıdır. (Mişna- Şabat 7;2) (Tora tefsiri 2. Kitap Şemot. S.229/ 39 melaha

Yukarıda sayılanlar geçmişten gelenlerdir. Bu yasaklar zamana göre yeniden yorumlanarak kapsamı genişletilmiştir. Bugün İsrail’de yeni yapılan çok katlı binalarda her katta otomatik olarak duran asansörler koymak zorunlu bir imar kuralıdır. Bunun sebebi asansör düğmesine bile basmak yasakları ihlal etme kapsamına girdiği içindir.

Hakkında tüm tefsircilerimizin ve meal yazarlarımızın icma ettiği ‘sebt’ işte budur. Genel kabule ve ilgili rivayete uydurulmaya çalışılarak Kur’an ayetleriyle de meşru hale getirilmiş olan bu Yahudi uygulaması her yönden sorgulanmaya muhtaçtır. Fıtrat açısından sadece şu soru dahi söz konusu sorgulamanın yapılması için yeterli sayılmalıdır. Hayatın durduğu, iyilik yapmanın bile yasaklandığı bir uygulamayı Yüce Allah emreder mi?

Eski Ahit’de sıklıkla ve kesin kural olarak anlatılarak Yahudiliğin alameti farikası sayılan ‘Şabat’, yeni Ahit’te bizzat İsa tarafından yanlış bir uygulanma olarak anlatılır.

O sıralarda, bir Şabat Günü İsa ekinler arasından geçiyordu. Öğrencileri acıkınca başakları koparıp yemeye başladılar. 2 Bunu gören Ferisiler İsa’ya, “Bak, öğrencilerin Şabat Günü yasak olanı yapıyor” dediler.
3 İsa onlara, “Davut’la yanındakiler acıkınca Davut’un ne yaptığını okumadınız mı?” diye sordu. 4 “Tanrı’nın evine girdi, kendisinin ve yanındakilerin yemesi yasak olan, ancak kâhinlerin yiyebileceği adak ekmeklerini yedi. 5 Ayrıca kâhinlerin her hafta tapınakta Şabat Günü’yle ilgili buyruğu çiğnedikleri halde suçlu sayılmadıklarını Kutsal Yasa’da okumadınız mı? 6 Size şunu söyleyeyim, burada tapınaktan daha üstün bir şey var. 7 Eğer siz, ‘Ben kurban değil, merhamet isterim’ sözünün anlamını bilseydiniz, suçsuzları yargılamazdınız. 8 Çünkü İnsanoğlu Şabat Günü’nün de Rabbi’dir.” 9 İsa oradan ayrılıp onların havrasına gitti. 10 Orada eli sakat bir adam vardı. İsa’yı suçlamak amacıyla kendisine, “Şabat Günü bir hastayı iyileştirmek Kutsal Yasa’ya uygun mudur?” diye sordular. 11 İsa onlara şu karşılığı verdi: “Hanginizin bir koyunu olur da Şabat Günü çukura düşerse onu tutup çıkarmaz? 12 İnsan koyundan çok daha değerlidir! Demek ki, Şabat Günü iyilik yapmak Yasa’ya uygundur.” 13 Sonra adama, “Elini uzat” dedi. Adam elini uzattı. Eli öteki gibi yine sapasağlam oluverdi. 14 Bunun üzerine Ferisiler dışarı çıktılar, İsa’yı yok etmek için anlaştılar. (Matta 12/1-14. Markos 2/23-28. 3/2-6. Luka 6/1-11. Luka 14/1-5)

10  Bir Şabat Günü İsa, havralardan birinde öğretiyordu. 11 On sekiz yıldır içinde hastalık ruhu bulunan bir kadın da oradaydı. İki büklüm olmuş, belini hiç doğrultamıyordu. 12 İsa onu görünce yanına çağırdı. “Kadın” dedi, “Hastalığından kurtuldun.” 13 Ellerini kadının üzerine koydu. Kadın hemen doğruldu ve Tanrı’yı yüceltmeye başladı. 14 İsa’nın hastayı Şabat Günü iyileştirmesine kızan havra yöneticisi kalabalığa seslenerek, “Çalışmak için altı gün vardır” dedi. “O günler gelip iyileşin, Şabat Günü değil.” 15 Rab ona şu karşılığı verdi: “Sizi ikiyüzlüler! Her biriniz Şabat Günü kendi öküzünü ya da eşeğini yemlikten çözüp suya götürmez mi? 16 Buna göre, Şeytan’ın on sekiz yıldır bağlı tuttuğu, İbrahim’in bir kızı olan bu kadının da Şabat Günü bu bağdan çözülmesi gerekmez miydi?” 17 İsa’nın bu sözleri, kendisine karşı gelenlerin hepsini utandırdı. Bütün kalabalık ise O’nun yaptığı görkemli işlerin tümünü sevinçle karşıladı. (Luka 13/10-17)

Yeni Ahit’in tüm bölümlerinde geçen Şabat sorunu Yuhanna’da İsa’nın öldürülmeye çalışılmasının sebebi olarak gösterilir.

İsa bundan sonra Yahudiler’in bir bayramı nedeniyle Yeruşalim’e gitti. 2 Yeruşalim’de Koyun Kapısı yanında, İbranice’de Beytesta denilen beş eyvanlı bir havuz vardır. 3-4 Bu eyvanların altında kör, kötürüm, felçli hastalardan bir kalabalık yatardı. 5 Orada otuz sekiz yıldır hasta olan bir adam vardı. 6 İsa hasta yatan bu adamı görünce ve uzun zamandır bu durumda olduğunu anlayınca, “İyi olmak ister misin?” diye sordu. 7 Hasta şöyle yanıt verdi: “Efendim, su çalkandığı zaman beni havuza indirecek kimsem yok, tam gireceğim an benden önce başkası giriyor.” 8 İsa ona, “Kalk, şilteni topla ve yürü” dedi. 9 Adam o anda iyileşti. Şiltesini toplayıp yürümeye başladı. O gün Şabat Günü’ydü. 10 Bu yüzden Yahudi yetkililer iyileşen adama, “Bugün Şabat Günü” dediler, “Şilteni toplaman yasaktır.” 11 Ama adam onlara şöyle yanıt verdi: “Beni iyileştiren kişi bana, ‘Şilteni topla ve yürü’ dedi.” 12 “Sana, ‘Şilteni topla ve yürü’ diyen adam kim?” diye sordular. 13 İyileşen adam ise O’nun kim olduğunu bilmiyordu. Orası kalabalıktı, İsa da çekilip gitmişti. 14 İsa daha sonra adamı tapınakta buldu. “Bak, iyi oldun. Artık günah işleme de başına daha kötü bir şey gelmesin” dedi. 15 Adam gidip Yahudi yetkililere kendisini iyileştirenin İsa olduğunu bildirdi. 16 Şabat Günü böyle şeyler yaptığı için İsa’ya zulmetmeye başladılar. 17 Ama İsa onlara şu karşılığı verdi: “Babam hâlâ çalışmaktadır, ben de çalışıyorum.” 18 İşte bu nedenle Yahudi yetkililer O’nu öldürmek için daha çok gayret ettiler. Çünkü yalnız Şabat Günü düzenini bozmakla kalmamış, Tanrı’nın kendi Babası olduğunu söyleyerek kendisini Tanrı’ya eşit kılmıştı. (Yuhanna 5/1-18)

Tefsir ve meallerde Allah’ın emrettiği ve uymayanları “aşağılık maymunlara” çevirdiği söylenen ‘sebt’ (yani ‘şabat’), kendisi de bir İsrailoğlu olan İsa tarafından çiğneniyor. Eski ve Yeni Ahit arasındaki bu korkunç tezata rağmen tefsir ve meal yazarları ‘sebt’in Allah’ın emri olduğu hakkında asla bir şüpheye düşmemişlerdir.

Acaba bu durum müelliflerimizin Kur’an’a olan sarsılmaz bağlılıklarından mı yoksa rivayetleri baş tacı ederek Kur’an ayetlerini o rivayetlere uydurma gayretinden mi gelmektedir?

Konuyu anlamak için yapılacak bir meal ve tefsir taramasında aksi görüş bildiren bir müellife rastlanması olanaksızdır.  Eski ve yeni tüm müelliflere göre ‘sebt’ (yani ‘Şabat’) Yüce Allah’ın Yahudilere has emridir ve uymayanlar lanetlenip maymunlara çevrilmiştir. Geleneğin çok farklı mezhep ve fırkalara bölünmüş olmasına, hemen hemen her konuda birbirlerine aksi görüş bildirmelerine rağmen, ‘sebt’ konusunda tam bir icma vardır. Günümüzde de tarikatçılardan mezhepçilere, tarihselcilerden hadisçilere, hadisleri reddedenlerden Kur’an yeter diyenlere, Kur’an yetmez diyenlerden Şii, Sünni tüm fırkalar aynı fikirdedir. Yani “‘Şabat’ Allah’ın emridir.”

Tabi ki bu grupların hepsi kendilerini Kur’an ayetlerine dayandırmaktadırlar. Bu çalışmanın konusu herkesin icma ettiği ‘sebt’in (yani ‘Şabat’ın) Yüce Allah’ın emri olup olmadığını irdeleyerek anlamaya çalışmaktır.

‘Sebt’, Müslümanların gündemini ilgilendirmeyen bir konu olarak düşünülebilir. Sonuçta Cumartesi yasaklarını çiğneyen deniz kenarındaki eyle kasabasının halkı maymuna çevrilmiş, böylelikle tarihin mezarlığına ilahi bir cezayla gömülmüşlerdir. Bunun Müslümanları ilgilendirmediği düşünülebilir.

Oysa irdelendikçe büyüyen ve farklı soruları ardı sıra getiren ‘sebt’ konusunun, insanlığın içinde boğulduğu temel sorunları anlayıp köklerine inmede çok önemli bir kapının anahtarı olduğu görülecektir. Yahudiliğin alameti farikası olan ‘sebt’ konusunun ortaya çıkarılması ile Müslüman ümmeti de yakından ilgilendiren kutsal mekanlar ve tevhid konuları başta olmak üzere birçok konunun nasıl karartıldığı ve içinden çıkılamaz hale getirildiği fark edilecektir. Sonuçta Müslümanlar tarafından; Kur’an ayetleri ile sabit olan Yahudi toplum nezdindeki lanet ve maymunlaşma süreçlerine ait sebeplerin mevcut kabulünün, nasıl derin bir paradoksu (çelişkiyi) içerdiği de gözlerden kaçamayacaktır.

KUR’AN’DA ‘SEBT’

‘Sebt’ kelimesi yüce Kur’an’da iki ayette dinlenme, işe ara verme, sükûnet bulma şeklinde uykunun bir özelliği (sıfatı) olarak geçmektedir.

Furkan 25/47

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِبَاسًا وَالنَّوْمَ سُبَاتًا وَجَعَلَ النَّهَارَ نُشُورًا

Geceyi size örtü, uykuyu dinlenme (sebt), gündüzü de yeniden başlama vakti yapan odur. 

Nebe 78/9

وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا

Uykunuzu, dinlendirici (sebt) yaptık. 

Uykuda insanın ister istemez çalışmaya ara verdiği düşünülerek ‘sebt’ kelimesine bu iki ayette de dinlenme manası verilmiştir. Bu mana, bilinen yönleriyle ‘sebt’ kavramının kapsadığı anlamı tam olarak yansıtmamaktadır. Zira uyku, Yüce Kur’an’da bir nevi ölüm olarak anlatılmaktadır.

Zümer 39/42

اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنْفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا ۖ فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَىٰ عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَىٰ إِلَىٰ أَجَلٍ مُسَمًّى ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekini o belirlenmiş eceline belli bir vakte kadar salıverir. Bunda, düşünen bir topluluk için göstergeler (ayetler) vardır. 

Ayet açıkça göstermektedir ki; uyku, ölüme eşdeğerdir. Uyku ile ölüm arasındaki terk fark, ölüm insanda canlılığa son verirken, uyku bedensel canlılığın insanı terk etmediği bir haldir.

[1] TDV ansiklopedisi. C.36.s. 256

[2] Rağıb El İsfahani; El Müfredat sbt maddesi.

NİSA SÜRESİNDEKİ ‘SEBT’ AYETLERİ

Nisa 4/47

يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ أُوتُوا۟ ٱلْكِتَٰبَ ءَامِنُوا۟ بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِّمَا مَعَكُم مِّن قَبْلِ أَن نَّطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلَىٰٓ أَدْبَارِهَآ أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّآ أَصْحَٰبَ ٱلسَّبْتِ ۚ وَكَانَ أَمْرُ ٱللَّهِ مَفْعُولًا

Ey kendilerine Kitap verilenler! Sizin yanınızda olan Kitabı tasdik eden bu Kitaba inanıp güvenin. Yoksa itibarınızı yok eder, sizi yüzsüz hale getiririz. Yahut cumartesi yasağını çiğneyen ahaliyi dışladığımız (lanetlediğimiz) gibi siz de dışlarız. Allah’ın emri yerine gelir. 

Nisa 4/154

وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمُ ٱلطُّورَ بِمِيثَٰقِهِمْ وَقُلْنَا لَهُمُ ٱدْخُلُوا۟ ٱلْبَابَ سُجَّدًا وَقُلْنَا لَهُمْ لَا تَعْدُوا۟ فِى ٱلسَّبْتِ وَأَخَذْنَا مِنْهُم مِّيثَٰقًا غَلِيظًا

Onlardan söz almak için Tur dağını üzerlerine kaldırmıştık. Bir de onlara: “O kapıdan secde ederek girin” demiştik. Onlara “Cumartesi günleri aşırı gitmeyin” demiştik, onlardan bu konularda sağlam söz almıştık. 

‘Sebt’ kelimesi Nisa suresinde iki ayrı pasajda işte bu ayetlerde geçer. Baktığımız tüm meal ve tefsirler çok az farklarla yukarıdaki mealin aynısını vermişlerdir. Tüm ‘sebt’ ayetlerinde olduğu gibi bu ayetlerde de metinde olmayan kelimeler varmış gibi çevrilmiştir. Nisa 47. Ayette Arapça metinde ‘sebt’ kelimesi “ashabe-s sebti” (‘sebt’ ashabı) şeklinde geçerken mealler bu terkibi yukarıdaki mealde olduğu gibi “cumartesi yasağını çiğneyen ahaliyi” şeklinde çevrilmiştir.

Keyfilik olduğu ve rivayete uydurulmaya çalışıldığı her halinden belli olan bu mealler şöyle bir anlayışın önünü açmaktadır.

Arapça metine sadık kalınarak meal verilseydi şöyle olurdu.

…Yahut ‘sebt’ ashabını lanetlediğimiz gibi sizi de lanetleriz. Allah’ın emri yerine gelir. 

Arapça metine sadık kalınarak meal verilse lanetlenen bizzat ‘sebt’ ashabının kendisi olmaktadır. Yani yerilenler ‘sebt’ (‘şabat’) yapanların bizzat kendisidir.

…Yahut cumartesi yasağını çiğneyen ahaliyi dışladığımız (lanetlediğimiz) gibi siz de dışlarız. Allah’ın emri yerine gelir. 

Oysa bu mealde olduğu gibi çevrildiğinde ise lanetlenen ‘sebt’i (‘Şabat’ı) yapanlar değil yapmayanlardır. Bunun böyle anlaşılması Arapça metinde olmayan “yasağı çiğneyen” ibaresinin ayete eklenmesi sonucunda olmuştur. İşte bu yaklaşım biçimi ve keyfilik sonucunda Yüce Allah’ın emretmediği Yahudilerin ‘Şabat’ı Kur’an’a onaylatılmış olmaktadır. Hatta buna uymayanlar lanetlenmiş, dışlanmış olmaktadır. Oysa buna uymayanların başında Hz. İsa gelmektedir. Yazının başlarında incilden alıntılarla bunu belirtmiştik.

Yine aynı keyfilik 154. Ayette de vardır. Ayetin Arapça metnine dikkat edildiğinde görülecektir ki ‘sebt’ kelimesinin önünde “yevm” yani “gün” kelimesi yoktur. Ama meallerin tamamında orada gün kelimesi varmış gibi çevrilmiştir. Arapça metinde “‘sebt’te aşırı gitmeyin” denirken mealler yine tıpkı yukarıdaki mealde olduğu gibi “cumartesi günleri aşırı gitmeyin” şeklinde çevirmişlerdir.

Arapça metinde olmayan “gün” kelimesinin eklenmesi şu değişik anlama sebep olmaktadır. Yahudiler ‘Şabat’a Cuma günü akşam güneş battığında başlar, cumartesi günü akşam güneş batana kadar devam ettirirler. Yahudiler için “gün” güneş batımından diğer güneş batımına kadar olan süredir. Onlar için gün başlangıcı akşamdır.

Bu şekildeki gün anlayışına göre güneşin doğması gün başlangıcı değil gün ortasıdır. Bu anlayışa göre akşam güneşinin batmasıyla başlayan yeni günde yapılacak ilk şey uyumaktır. Yani yeni güne uyanarak değil uyuyarak başlanılmış olunmaktadır. Eğer cumartesi denildiğinde Yahudilerin ‘Şabat’ı anlaşılıyorsa ve Bu Yüce Allah’ın emrettiği ise bizim akşam namazı dediğimiz yeni günün sabah namazı, yatsı namazı dediğimiz yeni günün öğle namazı, sabah namazı dediğimiz yeni günün öğle namazı, öğle namazı dediğimiz yeni günün akşam namazı, ikindi namazı ise yeni günün yatsı namazı olmaktadır.

Şimdi bizim bu söylediklerimize ilk itiraz edecek olanlar ayetin Arapça metninde olmayan “gün” kelimesini ekleyenler olacaktır. Oysa bu anlayışa bizzat kendileri yol açmışlardır. ‘Sebt’ kelimesinin önüne olmayan gün kelimesini koymanız Yahudilerin gün anlayışını kabul etmeniz demektir.

Sadece bu da değil. ‘Sebt’ kelimesinin önüne olmayan “gün” kelimesini koymak Yahudilerin takvim anlayışını da kabul etmek demektir. Öteden beri Yahudiler ay ve güneş takvimi karışımı hesaplaması son derece karışık bir takvime uyarlar. Onların bu takvimine göre yaklaşık her üç senede bir takvime olmayan on üçüncü bir ay eklerler. Yüce Kur’an’ın kafirlikte aşırı gitmek dediği [Tevbe 9/36-37 / Haram aylar ve Nesî uygulaması] bu uygulamayı yaklaşık 3000 yıldır yaparlar. Her 19 yılda toplam 7 kere yıla bir ay eklerler. Gün sıralamasında da bir değişme olmaktadır.

İşte Arapça metinde olmayan “gün” kelimesini varmış gibi meal vermek aynı zamanda bu çarpık Yahudi takvim anlayışını da kabul etmek demektir.

Tüm ‘sebt’ ayetlerine İsrailiyat verileri ile yaklaşılması ve Yahudilerin kendi kitaplarında gerçekleştirdikleri anlam kaydırmalarının Müslüman meal ve tefsir yazarlarınca ayırt edilememesi sebebiyle; metinde olmayan kelimeler varmış, olan kelimeler ise yokmuş gibi zihinlere yerleştirilerek ‘Şabat’ meşrulaştırılmıştır. Arkadan gelenler de ya konuyu yeterince incelemedikleri ya üzerinde düşünmedikleri ya da kendilerini ilgilendirmediğini düşündükleri için mevcut algıyı kabullenerek ayetlerin anlamlarının tahrifi sürecine farkına varmadan da olsa bir şekilde destek olmuşlardır.

Aslında ayetlerde geçen diğer kelimelerin üzerinde de uzun uzun durarak ‘Şabat’ı, Yüce Allah’ın asla emretmediğini farklı yönlerden de göstermek isterdik. Ama ayetler o kadar açık ki ekleyecek, açıklayacak bir kanıta gerek dahi görmüyoruz. Ayette lanetlenen grup bellidir. SEBT ASHABI. Onlar da bizzat ‘Şabat’ denilen uygulamayı devam ettirenlerdir!

Nisa 154. Ayet, Bakara Suresi 63-64-65-66 ayetleriyle aynı ortamda geçmektedir. Yani Tur dağında! Daha öncede belirtildiği gibi bu durum ‘sebt’ denilen olgunun İsrailoğulları tarafından Mısır’da edinilmiş olduğunun net bir göstergesidir.

A’RAF SÜRESİ ‘SEBT’ AYETLERİ

Kur’an’da geçen tüm ‘sebt’ ayetlerinin yanlış çevrilmesine ve yanlış anlaşılmasına ve bize göre birçok şeyinde açığa çıkmamasına sebep olana ayetler A’raf suresinde geçen ayetlerdir. Bu ayetlerin kolaylıkla rivayetlere mahkûm edilmesi beraberinde birçok Kur’anî gerçeğin de rivayetler tarafından örtüldüğünü tespit ettik. Tuva vadisi, Mukaddes topraklar, Kudüs, Tur dağı, Misak, Ahd, Va’d bunlardan sadece bir kaçıdır. Bunların açıklanmasını başka çalışmalarda yapacağız İnşallah.

Metot olarak ayetleri geçtiği pasajla birlikte yani siyak ve sibakıyla birlikte ele alacağımızı belirtmiştik. Şimdi A’raf suresindeki ‘sebt’ ayetini bağlamlarıyla birlikte verelim.

Araf 7/161-169

وَإِذْ قِيلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هَٰذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا نَغْفِرْ لَكُمْ خَطِيئَاتِكُمْ ۚ سَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ

(161) Bir gün onlara şöyle denmişti: “Bu kente yerleşin. Orada beğendiğiniz yerden yiyin. “Bağışla bizi” deyin. Kapısından baş eğerek girin ki hatalarınızı örtelim. Güzel davrananlara (karşılığını) fazlasıyla vereceğiz.

فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ

(162) İçlerinden yanlış davranış gösterenler, söylenenin tersini yaptılar. Yanlış davranmalarına karşılık biz de onlara, üstlerinden bir sıkıntı verdik.

وَاسْأَلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِ إِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ إِذْ تَأْتِيهِمْ حِيتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعًا وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَ ۙ لَا تَأْتِيهِمْ ۚ كَذَٰلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

(163) Onlara deniz kıyısındaki kenti sor; hani Cumartesi günü aşırılık ediyorlardı. Cumartesi günleri balıklar sürülerle geliyor, diğer günlerde gelmiyorlardı. Yoldan çıktıkları için böylece onları, yıpratıcı bir imtihandan geçiriyorduk.

وَإِذْ قَالَتْ أُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًا ۙ اللَّهُ مُهْلِكُهُمْ أَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا ۖ قَالُوا مَعْذِرَةً إِلَىٰ رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

(164) İçlerinden bir toplum (ümmet) şöyle demişti: “Allah’ın etkisizleştireceği ya da ağır azaba uğratacağı bir topluluğa (kavime) ne diye öğüt veriyorsunuz?” Dediler ki “Rabbinize karşı mazeretimiz olsun diye. Belki de (bu uyarılarımız sayesinde) çekinip kendilerini korurlar” 

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ أَنْجَيْنَا الَّذِينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّوءِ وَأَخَذْنَا الَّذِينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَئِيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

(165) Ne zaman ki kendilerine verilen öğüdü dikkate almadılar, kötülüğe karşı mücadele verenleri kurtardık. O yanlışı yapanları da yoldan çıkmalarına karşılık kötü bir azaba çarptırdık.

فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ

(166) Yapılan engellemelere baş kaldırıp direnince onlara: “Aşağılık maymunlar olun!” dedik.

وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ إِلَىٰ يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ ۗ إِنَّ رَبَّكَ لَسَرِيعُ الْعِقَابِ ۖ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ

(167) Rabbin, (mezardan) kalkış gününe kadar onlara, en kötü cezayı vermeye çalışanları üzerlerine salacağını, o gün ilan etti. Senin Rabbin, suçun karşılığını elbette çabuk verir. Bir de o, elbette bağışlayıcıdır, ikramı boldur.

وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْأَرْضِ أُمَمًا ۖ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذَٰلِكَ ۖ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

(168) Onları yeryüzünde her biri ayrı bir toplum (ümmet) olacak şekilde böldük. İçlerinde iyi olanlar olduğu gibi bu durumdan daha aşağıda kalanlar da vardır. Belki dönerler diye onları hem o iyilikler hem o sıkıntılarla imtihanlardan geçirdik.

فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هَٰذَا الْأَدْنَىٰ وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَا وَإِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُ ۚ أَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ مِيثَاقُ الْكِتَابِ أَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا فِيهِ ۗ وَالدَّارُ الْآخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ ۗ أَفَلَا تَعْقِلُونَ

(169) Arkalarından o Kitab’a mirasçı olan yeni bir nesil geldi. Şu en düşük olanın geçici menfaatine (dünya menfaatine) yapışır, “Allah bizi bağışlayacaktır” derlerdi. Öyle bir şey daha gelse (ellerindekine benzer uydurulmuş bir din daha gelse) onu da alırlardı. Allah’a karşı yalnızca gerçeği söyleyeceklerine dair o Kitapta onlardan alınmış bir sözün sorumluluğu altında değiller miydi? Üstelik onda olan bilgiye de sahiplerdi. Allah’tan çekinerek kendini koruyanlar için hayırlısı Ahiret yurdudur. Aklınızı kullanmaz mısınız? 

Aslında bağlamlarıyla beraber okunduğunda ‘sebt’in ne olduğunu ve hatta ne zaman başladığını anlatan bu ayetler kümesi rivayetler üzerinden açıklanmaya çalışılınca, açık olan kapalı hale getirilmiş, beraberinde birçok konunun da yanlış anlaşılmasına yol açmıştır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi ‘sebt’ ayetleri içinde en çok saptırılan ayetler bunlardır. Meal ve tefsirlerimizde deniz kenarındaki hayali Eyle kasabası üzerinden açıklanmaya çalışılan bu ayetler aslında bambaşka şeylerden bahsetmektedir.

Bu kasabanın hikayesinden daha önce bahsetmiştik. Meal ve tefsirlerimize göre ayetlerin bahsettiği olayın geçiş zamanı Musa’dan çok sonralarıdır. Oysa ayetlere dikkatli bakıldığında hemen 161 ayette olayın geçtiği yerin diğer ayetlerde geçen zamanda ve yerde olduğu hemen anlaşılacaktır. Yani onlardan söz alınan Tur’da ve denizin yarılması ve firavunun boğulması olayından hemen sonra.

Araf 7/161-162

وَإِذْ قِيلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هَٰذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا نَغْفِرْ لَكُمْ خَطِيئَاتِكُمْ ۚ سَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ

Bir gün onlara şöyle denmişti: “Bu kente yerleşin. Orada beğendiğiniz yerden yiyin. “Bağışla bizi” deyin. Kapısından baş eğerek girin ki hatalarınızı örtelim. Güzel davrananlara (karşılığını) fazlasıyla vereceğiz.

فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ

İçlerinden yanlış davranış gösterenler, söylenenin tersini yaptılar. Yanlış davranmalarına karşılık biz de onlara, üstlerinden bir sıkıntı verdik. 

  1. ayette geçen olay başka ayette de anlatılır.

Bakara 2/57-58

وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَىٰ ۖ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ ۖ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَٰكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

Bir de bulutları üzerinize gölgelik yapmış, kudret helvası ve bıldırcın indirmiş, “Verdiğimiz rızıkların temiz ve lezzetli olanlarından yiyin.” demiştik. Onlar bize yanlış yapmadılar; yanlışı kendilerine yapıyorlardı.

وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُوا هَٰذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَدًا وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا وَقُولُوا حِطَّةٌ نَغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ ۚ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ

Bir gün şöyle demiştik: “Şu şehre girin de beğendiğiniz yerden, çekinmeden yiyin. Secde edip kapıdan girin ve ‘hıtta!’ (günah yükümüzü kaldır!) deyin ki hatalarınızı bağışlayalım. Güzel davrananlara ikramımız olacaktır.” 

Bu olay başka ayetlerde de böyle anlatılırken meal ve tefsirlerimizde her nedense A’raf 163. Ayet hemen önceki ayetlerden koparılarak sanki bambaşka bir yerdeki bambaşka bir olaydan yani Eyle kasabasından bahseder hale gelmiştir. A’raf süresinde 103. Ayetten başlayıp 169. Ayete kadar İsrailoğulları kıssası Musa üzerinden anlatılırken, 163-166 ayetler bağlamından koparılmıştır. Buna sebep olan şey ise 163. Ayetin başında geçen “Onlara deniz kenarındaki kasabayı sor” olsa gerektir.

Ayetin başında geçen “sor” emrinin muhatabı olarak kendisine Kur’an vahyedilen Hz. Resul olarak anlaşılmıştır. Gerçekten de Kur’an’ın bu tür uygulamaları vardır. Sor diye bildirdiği birçok emir vardır. Mesela;

Bakara 2/211

سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَمْ آتَيْنَاهُمْ مِنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ ۗ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

İsrailoğullarına bir sor, onlara açık âyetlerden (mucizelerden) ne kadar çok vermişizdir! Kim Allah’ın nimetini, kendisine geldikten sonra başka bir şeyle değiştirirse bilsin ki Allah, vereceği ceza ile suç arasında sıkı bir bağ kurar.

Evet “sor” emri burada da geçmektedir ama ayetin öncesi ve sonrasında ne olayda bir değişiklik vardır ne de muhataplarda. Yani başından beri olayın üzerinden anlatıldığı kişi Hz. Resul, muhataplar ise İsrailoğullarıdır. Biz pasajın tamamını burada vermeyi gerekli görmedik isteyen herhangi bir mealden baktığında görecektir. Olayda muhatapta başından beri aynıdır.

Yunus 10/94

فَإِنْ كُنْتَ فِي شَكٍّ مِمَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ فَاسْأَلِ الَّذِينَ يَقْرَءُونَ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكَ ۚ لَقَدْ جَاءَكَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ

Sana indirdiğimiz şeyden dolayı şüphen varsa senden önce indirilmiş kitabı okuyanlara sor. Doğrusu Rabbinden sana da aynı gerçek gelmiştir. Sakın şüpheye kapılanlardan olma. 

Bu ayette Yunus 75’ten beri anlatılan olayın anlatımı bittikten sonradır “sor” ibaresi. Yani olayın ortasında değil en sonundadır. Muhataptan muhataba atlama yoktur. Üstelik sor denilirken bambaşka bir olay değil önceden beri anlatılan olayla alakalıdır. (Bu ayetin kendi içeriği de meal ve tefsirlerimizde çok yanlış çevrilmiştir. Özellikle bu ayetle ilgili bir çalışmamız vardır. Orada bunu açıkladık).

Nahl 16/43

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ ۚ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

Senden önce elçi gönderdiklerimiz, sadece kendilerine vahyettiğimiz erkeklerdi. Bilmiyorsanız o Zikri bilenlere sorun. 

Bu ayette geçen “sorun” ibaresi öncesinde ve sonrasında anlatılan konuyla alakalıdır.

 

İsra 17/101

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَىٰ تِسْعَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ ۖ فَاسْأَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ إِذْ جَاءَهُمْ فَقَالَ لَهُ فِرْعَوْنُ إِنِّي لَأَظُنُّكَ يَا مُوسَىٰ مَسْحُورًا

Musa’ya elçiliğini ispatlayan dokuz belge(mucize) verdik. Sor İsrailoğullarına; o belgeler geldiğinde Firavun ona demişti ki “Ben senin büyülenmiş biri olduğuna kanaat getirdim.” 

Bu ayette “sor” denmesine rağmen olay bizzat Yüce Allah tarafından anlatılmıştır. Sor kelimesinden sonra anlatılan olayda bir değişiklik yoktur.

Enbiya 21/7

وَمَا أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ ۖ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

Senden önce gönderdiğimiz elçiler sadece vahyettiğimiz erkeklerdi. Bilmiyorsanız o Zikri bilenlere sorun. 

Bu ayete bakıldığında da görülecektir ki ne konuda bir değişiklik vardır ne de muhatapta. Sorun emrinden önce de sonra da elçilerden bahsetmektedir.

Furkan 25/59

الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَىٰ عَلَى الْعَرْشِ ۚ الرَّحْمَٰنُ فَاسْأَلْ بِهِ خَبِيرًا

Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan Rahman odur. Sonra arşa kurulmuştur (yönetime geçmiştir). Sen O’ndan, her şeyin iç yüzünü bilenden iste. 

 Her ne kadar alıntı yaptığımız Süleymaniye vakfı meali “fes’el” ibaresini iste olarak çevirmiş olsa da ister “iste” ister “sor” manası verilsin ne muhatapta ne olayda bir değişme yoktur.

Zuhruf 43/45

وَاسْأَلْ مَنْ أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رُسُلِنَا أَجَعَلْنَا مِنْ دُونِ الرَّحْمَٰنِ آلِهَةً يُعْبَدُونَ

Senden önce elçi gönderdiğimiz kişilerle ilgili bir araştırma yap da bak; Rahman ile aranıza ilahlar koymuş muyuz? 

Kalem 68/40

سَلْهُمْ أَيُّهُمْ بِذَٰلِكَ زَعِيمٌ

Onlara sor bakalım: Hangisi buna kefildir? 

Bu ayetlerde de ne muhatapta ne olayda bir değişme yoktur. Kur’an’da 129 defa geçen “seele” fiilin kullanıldığı tüm yerlerde “sor” şeklinde geçen yerlerde ne olaydan bir kopma vardır ne de muhatapta bir değişme. Hele A’raf süresini meallendirenlerin yaptığı gibi olayın içinde muhatabı ve olayı değiştirip tekrar eski muhatap ve olaya dönme hiç yoktur.

Eğer meallerde yapılanın doğru olduğunu kabul edersek durum şöyle olmaktadır. Araf 103 ten başlayarak Kıssaya konu olan Resul Musa’dır. Musa’nın muhatapları ise O’nun zamanındaki İsrailoğullarıdır. Olay bu şekilde sürüp gelirken birden 163 ayette “sor” ibaresinden yola çıkılarak muhatap son Elçi Hz. Muhammed’e, muhataplar ise Medine’de yaşayan Yahudilere dönmektedir. Olay ise ne öncesi ne sonrasıyla bağlantısı olmayan Eyle kasabasına dönüşmüştür.

Oysa orada “sor” kelimesinin muhatabı Hz. Muhammed değil, kıssası anlatılan Musa’dır. Kur’an’da “seele” sormak fiili bazen bilmeyen birinin öğrenmesi için yapılan bir eylem olarak anlatılır. Bunun örnekliği için yukarıda verdiğimiz çok sayıda ayet yeterlidir. Ama bazen de “sor” denilerek muhatabına bir şeyi öğretme amacı da gütmektedir. Yani bilenin soru soran, bilmeyenin soru sorulan olduğu şeklinde de kullanılmıştır. Bunun örneği Kur’an’da pek çoktur. Biz birkaç tanesini verelim.

Ankebut 29/61

وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضَ وَسَخَّرَ ٱلشَّمْسَ وَٱلْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ ٱللَّهُ ۖ فَأَنَّىٰ يُؤْفَكُونَ

“Bunlara, “Gökleri ve yeri ya­ratan, Güneş’i ve Ay’ı hizmete sokan kimdir?” diye sorsan kesinlikle “Allah’tır.” derler. Öyleyse nereden o yalana sarılıyorlar? 

Zuhruf 43/9

وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ ٱلْعَزِيزُ ٱلْعَلِيمُ

Onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorarsan, tereddüt etmeden, “Üstün ve bilgili olan Allah yarattı” derler. 

 Zümer 39/38

وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ ٱللَّهُ

Onlara: “Gökleri ve yeri, kim yarattı?” diye sorsan kesin olarak “Allah” derler.

Ankebut 29/63

وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّن نَّزَّلَ مِنَ ٱلسَّمَآءِ مَآءً فَأَحْيَا بِهِ ٱلْأَرْضَ مِنۢ بَعْدِ مَوْتِهَا لَيَقُولُنَّ ٱللَّهُ ۚ قُلِ ٱلْحَمْدُ لِلَّهِ ۚ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ

Onlara; “Gökten su indirip ölü toprağı canlandıran kimdir?” diye sorsan “Allah’tır.” derler. De ki; “Her şeyi güzel yapmak Allah’a mahsustur.” Ama onların çoğu bunu düşünmezler.”

Bu ayetlerin tamamında geçen “onlara sor” emri soru sorulan konuda Haşa Allah’ın bilgisiz olduğunu göstermez. Tam tersi burada amaç soru sorulan muhatapların inançlarını sorgulamalarıdır. Yani soru soran, sorduğu konuyu soruyu sorduğundan daha iyi bilmektedir.

Tekerlemeye benzeyen son cümlemizden sonra meramımızı anlattığımızı umuyorum. Yani sor denilmesinden kasıt sadece o konuda bilgisizlik değildir.

A’raf suresinde de olan olay bundan farklı değildir. Soruyu soran Musa’dır ve sor denilen konu hakkında muhataplarından daha bilgilidir. Muhataplar ise soru sorulan konuda yanlış yapmışlardır ve onlara deniz kenarındaki kasabanın sorulması bu yanlışlarından vazgeçmeleri için bir hatırlatmadır.

Musa onlara “şu şehre girin” demektedir. Ama onlar kendilerine söyleneni kulak ardı etmektedirler. Hitap işte bunlaradır.

Tefsirlerde anlatılan Eyle kasabasına gelince, ne böyle bir kasaba vardır ne de bu kasaba birileri tarafından gösterilebilmektedir. Mesela; bugün herhangi biri ibret almak için Eyle kasabasına gitmeye kalkışsa bulamayacaktır. Meallerimize göre Yüce Allah sor diyerek hayali bir kasabanın haberini istemiştir. Madem muhatap Medine’de yaşayan Yahudilerdir acaba Resul Allah’ın sor emri gereği gidip sormuş mudur? Sormuş ise ne cevap almıştır?

Bir an böyle bir olayın gerçekleştiğini farzetsek bile, gerçekten Resulun gidip Yahudilere sorduğunu ve farzı misal onlarında bu kasabanın yerini söylediklerini düşünelim. Ve bu kasabanın haberinin bize kadar çok sağlam senetlerle ulaştığını düşünelim. Bu durum Kur’an’ın tek başına anlaşılamayacağına delil olmaz mı? Ayetlerin ayetlerle anlamanın yetersiz olduğunu, mutlaka hadise başvurmak gerektiğini savunanlar haklı çıkmış olmaz mı? Zira sor emri sadece Hz. Muhammed’le sınırlı değildir. Bizler içinde geçerlidir. Bu kasaba nerededir diye sorduğumuzda bize ayet değil hadis yol gösterecektir. Sırf bu itiraz bile ayetlere konu olan Kasabanın eyle diye bir yer olmadığına ve başka bir yer olduğuna delil olarak yeterlidir. Ama devam edelim.

Meal ve tefsirlerimize göre A’raf 163’te; “Onlara deniz kıyısındaki kenti sor; hani Cumartesi günü aşırılık ediyorlardı.” Şeklinde bahsedilen kasabanın aşırılığı cumartesi günü konulan 39 yasağa (bunları daha önce yazmıştık) uymamaktır. Bu yasağa uymamayı da şu şekilde yapmaktadırlar. Yahudilerin Mişna’sına göre cumartesi yasakları, Cuma günü akşam güneş battıktan sonra başlayıp, cumartesi akşam güneş batana kadar devam etmektedir. Yüce Allah’ın takdirine bakın ki bu satırları yazdığımız şu gün cumartesidir. Mesela bugünün yasakları İzmir’e göre dün yani 24 Şubat Cuma günü saat 18.38 de başlamıştır. Bugün yani, 25 Şubat cumartesi saat 19.29 bitmektedir. İşte ‘sebt’ günü denilen günün tarifi budur. Bu tarife göre yasaklar 24 saat 51 dakika sürmektedir. Fakat bu 24 saatin 5 saat 22 dakikası Cuma gününe 19 saat 29 dakikası cumartesi gününe aittir. İşte cumartesi günü demek bu saatler arasında kalan zaman ise bir günden bahsetmek mümkün değildir. İki günün belli kısımlarını kapsayan bir yasaktan bahsediliyorsa Kur’an ‘sebt’e cumartesi diyorsa hangisini kastediyor.

Bunun yanında Yahudiler’in kullandığı takvimle hem o günkü Arapların hem diğer ulusların kullandığı takvim farklıdır. Yahudiler Babil sürgününden sonra oldukça karışık olan Ay ve güneş takviminin karışımı bir takvim kullanmaktadırlar. Bu takvime göre 19 yılda 7 kez nesi uygulaması vardır. Nesi uygulaması yıla 13. Ayı eklemek suretiyle yapılmaktadır. ‘Şabat’ yani ‘sebt’ ise düzenli olarak aynı güne rastlamamaktadır.

Eyle kasabası işte bu saatler girmeden denize ağlarını bırakıyorlar (bazı tefsirler göre kanal kazıyorlar) bu saatler çıktıktan sonra da ağlarını topluyorlar. İşte aşağılık maymunlar olma uğruna yaptıkları olay budur. Hiçbir delili olmayan bu anlatımın ayetlerle alakası yoktur. Ne ağ atmaları ne ağ toplamaları Kur’an kaynaklı değildir. Tamamen hayalidir. Üstelik onlara verilen ceza sadece bununla da sınırlı değildir.

Araf 7/167

وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ إِلَىٰ يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ ۗ إِنَّ رَبَّكَ لَسَرِيعُ الْعِقَابِ ۖ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ

Rabbin, (mezardan) kalkış gününe kadar onlara, en kötü cezayı vermeye çalışanları üzerlerine salacağını, o gün ilan etti. Senin Rabbin, suçun karşılığını elbette çabuk verir. Bir de o, elbette bağışlayıcıdır, ikramı boldur. 

Meal ve tefsircilerimize göre aşağılık maymunlara dönüşen zavallı eyle halkı yakasını cezadan kurtaramamış, maymun olmalarına rağmen kıyamete kadar sürecek bir cezanın içine düşmüşlerdir. Zaten buradan yola çıkan tefsircilerimiz bu Eyle halkının gerçekten mi yoksa manevi olarak mı maymunlara dönüştüğünü tartışmışlardır. Tartışanlar arasında işin boyutunu gerçekten maymunlaştıklarına, hatta bu maymunların bizzat insanlar tarafından görüldüğüne, içlerinden zina yapanları recm (taşlayarak öldürme) ettiklerine kadar vardırmışlardır. Akıllara ziyan bu açıklamaları buraya alıntılamaktan hicab duyuyoruz. Meraklı olan varsa en başta verdiğimiz tefsirlere müracaat edebilirler.

Oysa ayette geçen bizim kırmızıya boyadığımız ibare Kur’an bütünlüğü içinde kime uygulanmıştır bakılsaydı hiç hayali bir kasaba olmayacaktı.

Bakara 2/49

وَإِذْ نَجَّيْنَاكُمْ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ ۚ وَفِي ذَٰلِكُمْ بَلَاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظِيمٌ

Sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Size en ağır cezayı vermeye çalışıyor, oğullarınızı öldürüyor, kadınlarınızı ise sağ bırakmak istiyorlardı. İşin içinde, Sahibiniz (Rabbiniz) olarak yaptığım [*] büyük bir imtihan vardı. 

Araf 7/141

وَإِذْ أَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ ۖ يُقَتِّلُونَ أَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ ۚ وَفِي ذَٰلِكُمْ بَلَاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظِيمٌ

O gün sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size en ağır cezayı vermeye çalışıyorlardı. Oğullarınızı öldürüp duruyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. O işin içinde, Rabbinizin, sizi yıpratan büyük bir imtihanı vardı. 

İbrahim 14/6

وَإِذْ قَالَ مُوسَىٰ لِقَوْمِهِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ أَنْجَاكُمْ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ وَيُذَبِّحُونَ أَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ ۚ وَفِي ذَٰلِكُمْ بَلَاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظِيمٌ

Bir gün Musa halkına şöyle demişti: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani sizi Firavun hanedanından kurtarmıştı. Onlar size en ağır cezayı araştırıyor, oğullarınızı kıtır kıtır doğruyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. O işin içinde, Rabbinizden sizi yıpratan büyük bir imtihan vardı.” 

A’raf 167 dahil Kur’an’da sadece dört yerde geçen bu ibarenin faili firavundur. Dikkat edilmesi gereken bu sözü Musa Tur dağının yanında söylemektedir. Dolayısıyla A’raf 167 de isimsiz olarak geçen terkip Tur’a gelmeden önceki bir zamanı işaret ediyor olmalıdır. Tur’dan önce bu zulmü İsrailoğulları’na yapan firavundan başkası değildir. Yani Musa’nın sormakla yaptığı aslında İsrailoğulları’nın da çok iyi bildikleri bir olayı onlara hatırlatmaktır. Nitekim Bakara suresindeki ‘sebt’ ayetinde de şöyle denmektedir.

Bakara 2/65

وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ

İçinizden cumartesi yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Onlara “Aşağılık maymunlara dönüşün!” demiştik.

Bu ayette geçen “bilirsiniz” kelimesi de Tur’a gelmeden önceki bir zamanı işaret etmektedir. Yani Mısır’dan çıkmadan önceki zamanı. Bilirsiniz dendiğine göre ve bu konuşma Tur dağında olduğuna göre bunun başka şekilde anlaşılmasına imkân yoktur.

Konu buraya kadar geldiğinde Eyle değilse, “deniz kenarındaki kasaba”nın neresi olduğu gündeme gelecektir. Bunu anlamak için “karye” kelimesinin Kur’an’daki kullanımlarına bakmalıyız. Başka bir çalışma da Karye, Diyar, Ard, Belde, Medine kavramları üzerinde daha uzun duracağız İnşallah. Burada sadece konuya açıklık getirmesi için biraz duracağız.

Araf 7/163

وَاسْأَلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِ إِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ إِذْ تَأْتِيهِمْ حِيتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعًا وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَ ۙ لَا تَأْتِيهِمْ ۚ كَذَٰلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

Onlara deniz kıyısındaki kenti sor; hani Cumartesi günü aşırılık ediyorlardı. Cumartesi günleri balıklar sürülerle geliyor, diğer günlerde gelmiyorlardı. Yoldan çıktıkları için böylece onları, yıpratıcı bir imtihandan geçiriyorduk. 

Yukarıdaki ayette kırmızıya boyadığımız “Karyeti’l Leti Hadiratel Bahri” ibaresine tüm meal ve tefsirlerde “deniz kenarındaki kasaba” manası verilmektedir. Bu mana verilince ister istemez Türkçe konuşanlar Akdeniz sahillerindeki küçük balıkçı kasabaları gibi bir yer anlayacaktır. Nitekim sadece Türkçe okuyanlar değil Arapça konuşanlar dahi böyle anlamışlardır. Bu yüzden hayali bir Eyle kasabası çıkmıştır ortaya.

Acaba yukarıdaki ayette geçen “deniz kenarındaki kasaba” ibaresi gerçekten deniz kenarındaki küçük bir kasabadan mı bahsediyor? Bunu anlamaya çalışalım. “Karye” kavramının Kur’an’daki kullanımlarına bakalım. Kök harfleri KaRaYe olan bu kelime 57 yerde geçmektedir. Meallerde bu kelimeye köy, kasaba, şehir, memleket, vatan, ülke, uygarlık manaları verilmiştir. En küçük yerleşim biriminden en büyük yerleşim birimine isim olmuştur. Oysa Kur’an’da yerleşim birimleriyle alakalı başka kelimelerde kullanılmıştır. Medine, diyar, ard, kurun kavramları da insanların yerleşim birimleriyle alakalıdır. Bunun yanında daha küçük yerleşim birimleri içinde kelimeler vardır. Beyt, mesken, mekân kavramları da yerleşim birimidir. Bu kelimelerin hepsi ayrı ayrı manalardadır. Kur’an bu kelimeleri kullanmışsa kesinlikle mana olarak biri diğerinden farklı mana taşıyor demektir. Kur’an’da yerleşim birimleri ile ilgili bir çalışmamız olacaktır inşallah. Bu kelimelerin her birini orada inceleyeceğiz. Biz konumuzu ilgilendiren “karye” kelimesine dönelim.

Karye; hem insanların toplandıkları yere hem de o insanlara denir. Karınca yuvası, kontrol edip takip etmek, misafir etmek, ağırlamak, aramak, izini sürmek, incelemek, köy, kasaba, şehir. Sözlüklerde bu manalarda olan bu kavram meal ve tefsirlerde kimi zaman köy, kimi zaman şehir, kimi zamansa ülke anlamında kullanılmış.

Bu kavramın Kur’an’daki kullanımlarına yerleşim birimleriyle ilgili kullanılan diğer kavramlarla (Kurun, belde, ard gibi) birlikte bakıldığında şu görülecektir. Eğer yerleşim birimi Elçi gönderilme, vahye muhatap alınmayla beraber kullanılıyorsa kullanılan kelime hep “karye” oluyor. Uyarılan, müjdelenen, tehdit edilen yer hep “karye”.

Araf 7/94

وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ إِلَّا أَخَذْنَا أَهْلَهَا بِالْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ

Biz hangi kente bir nebi göndersek oranın halkını baskı ve zorluğa sokarız ki yalvarıp yakarsınlar.

Yine Kur’an’a baktığımızda “karye”lere bağlı çok sayıda şehir olduğunu görüyoruz. Musa’nın kıssası anlatılırken firavun’un adamları şöyle diyor.

Şuara 26/36

قَالُوا أَرْجِهْ وَأَخَاهُ وَابْعَثْ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ

“Dediler ki: “Onu ve kardeşini alıkoy ve kentlere toplayıcılar gönder. 

Yine “karye”nin bir başkenti yani merkezi olduğunu öğreniyoruz.

Kasas 28/59

وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَىٰ حَتَّىٰ يَبْعَثَ فِي أُمِّهَا رَسُولًا يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا ۚ وَمَا كُنَّا مُهْلِكِي الْقُرَىٰ إِلَّا وَأَهْلُهَا ظَالِمُونَ

Senin Rabbin, merkezlerine elçi göndermediği yerleri yok etmez. Bizim yok ettiğimiz kentler sadece halkı yanlışlar içinde olanlardır. 

Burada sadece bu kadar örnek vermekle yetineceğiz. Karye, Kurun, Belde, Medine, Ard kelimelerini incelediğimiz çalışmada bunu daha detaylı vereceğiz inşallah. Bunu burada yapmak incelediğimiz ‘sebt’ konusundan bizi uzaklaştıracaktır. Özet olarak şunu diyebiliriz ki; Kur’an kavramlarına özensiz ve kelimenin Kur’an bütünlüğü içinde nasıl kullanıldığına bakmadan verilen manalar anlamayı zorlaştırmakta hatta bazen imkânsız hale getirmektedir. A’raf 163 de geçen “karyetin” kelimesi de kolaylıkla kasaba denilip geçiştirilmiştir. Oysa karye kelimesi küçük kasaba değil, vahye muhatap kılınmış, şehirleri, başkenti olan büyük uygarlıktır. Kur’an bu kelimeyi çok detaylı açıklamıştır öyle ki nüfus verdiği yer bile olmuştur.

Yunus’un kıssası anlatılırken O’nun gönderildiği yer ile alakalı şu buyurulur.

Yunus 10/98

فَلَوْلَا كَانَتْ قَرْيَةٌ آمَنَتْ فَنَفَعَهَا إِيمَانُهَا إِلَّا قَوْمَ يُونُسَ لَمَّا آمَنُوا كَشَفْنَا عَنْهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَىٰ حِينٍ

Keşke bir kent çıksaydı da azap gelip çatmadan önce inanıp güvenseydi ve böylece imanları kendilerine fayda verseydi. Bunun tek istisnası Yunus’un halkıdır. İnanıp güvendikleri zaman dünya hayatında onlardan rezillik azabını kaldırdık ve belli bir süre refah verdik. 

Bu ayette Yunus’un gönderildiği yere karye denilirken, şu ayette ise o karyenin nüfusu veriliyor.

Saffat 37/147

وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَىٰ مِائَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ

Onu yüz bin, hatta daha çok kimseye elçi göndermiştik. 

Yüce Kur’an “karye” kelimesini bu kadar detaylı anlatmasına rağmen bu detaylara dikkat edilmediği için A’raf 163’teki karye kelimesine deniz kenarındaki küçük kasaba manası verilmiştir. Bu yüzden ayetler denizde boğulmadan önceki firavun ve onun mele’sini kastederken, meal ve tefsirlerimiz bunu araştırmak yerine küçük bir kasaba olan Eyle diye hayali bir yeri tercih etmişlerdir.

Yine A’raf 163 de “Hadiratel bahri” ibaresinde geçen “hader” kavramına kıyı, sahil manası verilmiştir. Kur’an’da 25 defa geçen bu kelime; gelmek, hazır olmak, bulunmak, bir beldenin sakini olmak, şehirli olmak manalarına gelmektedir. Nasıl oluyor da kıyı, sahil manasına kullanılıyor olması anlaşılır gibi değildir. Bu kelime Kur’an’da kullanıldığı yerlerin hemen hemen tamamında bir şeyden önceki son durumu anlatır. Mesela;

Kehf 18/49

وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هَٰذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا ۚ وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا ۗ وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا

Defterleri önlerine konur. Günahkarların, defterde olanlardan korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki “Eyvah! Bu nasıl defter ki küçük büyük bırakmadan hepsini sayıp dökmüş.” Yaptıkları her şeyi karşılarında hazır bulurlar. Senin Rabbin kimseye yanlış yapmaz. 

Hesap vermeden hemen önceki bir durumu anlatan bu ayette kullanılan kelime “Hader”dir. Bu kelimenin Kur’an’da kullanıldığı 25 yere bakıldığında görülecektir ki kıyı, sahil manası vermek mümkün değildir. Üstelik Kur’an’da Türkçede de kullanılan sahil kelimesi yine “sahil” olarak kullanılmış, kara, kıyı manasına da “ber” kelimesi kullanılmıştır. “Hadiratel Bahr” kelimesi aslında firavunun denizde boğulmasını ya da denizde boğulmadan önceki durumunu anlatırken, kıssa bağlamından koparılmış bambaşka mecralara sürüklenmiştir.

Araf 7/163

وَاسْأَلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِ إِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ إِذْ تَأْتِيهِمْ حِيتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعًا وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَ ۙ لَا تَأْتِيهِمْ ۚ كَذَٰلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

Onlara deniz kıyısındaki kenti sor; hani Cumartesi günü aşırılık ediyorlardı. Cumartesi günleri balıklar sürülerle geliyor, diğer günlerde gelmiyorlardı. Yoldan çıktıkları için böylece onları, yıpratıcı bir imtihandan geçiriyorduk. 

Yine yukarıda kırmızı ile işaretlediğimiz “Kenet Hadiratil Bahr” ibaresinde ki “Kenet” kelimesine tüm dil kurallarını hiçe sayarak mekânı anlatan bir ek kelime manası verilmiştir. Oysa bu kelime bir hal, bir durum anlatarak içerikten haber verir.

Bundan başka ayette 3 defa kullanılan (maviye boyalı) ‘sebt’ kelimesine rastgele manalar verilmiştir.

  • Birinci kelime sadece ‘‘sebt’ olarak geçmesine rağmen Cumartesi günü olarak çevrilmiş. Kelimenin önünde ve arkasında yevm kelimesi yoktur.
  • İkinci kelime “yevme sebtihim” olarak geçmektedir. Bu kelimeye de cumartesi günü manası verilmiştir. Yani ‘sebt’ kavramının önüne yevm kelimesi gelse de cumartesi günü, gelmesede cumartesi günü manası verilmiştir. Adeta yevm kelimesi boşuna kullanılmıştır. Var olması ile yok olması arasında hiçbir fark yoktur. Yevm kelimesinin manası olmadığı gibi mealcilerimiz için kelimenin sonundaki “him” zamirininde bir hükmü yoktur. Çünkü meallerin hepsinde bu zamir orijinal metinde olmasına rağmen yok muamelesi yapılarak hiç çevrilmemiştir.
  • Üçüncü ‘sebt’ kelimesi fiil formunda geçmesine rağmen “diğer günler” şeklinde çevrilerek isme dönüştürülmüştür.

A’raf süresindeki bu ayeti rivayete uydurmak için yapılan tahrifatları toparlayacak olursak.

  • A’raf 103 ayetinden başlayarak anlatılan Musa kıssasıyken, 163 ayete gelindiğinde meallerde muhataplar değişmiş, ayetler bağlamından koparılmıştır. Bununla da yetinilmeyip ayetlerde hiç bahsi geçmeyen eyle kasabası ile ilgili rivayeti meşrulaştırmak için ayetin çevirisine, metinde olmayan kelimeler sokuşturulmuştur.
  • Kıssadaki failler Musa ve karşısında sözlerinde durmayan İsrailoğulları iken, hiçbir mesnede dayanmadan Hz, Muhammed ve Medineli Yahudilere dönüştürülüyor.
  • “Karye” kelimesi koca bir uygarlığı kastederken küçük bir kasabaya dönüştürülüyor.
  • “Hader” kelimesi bir “hali” anlatırken “mekânı” anlatan bir kelimeye dönüştürülüyor.
  • “Kenet” kelimesi içerikten hal ve oluştan bahseden cümlelerde kullanılırken, burada mekânı anlatmak için kullanılmıştır.
  • Ayetlerde balık avlamak, ağ atmaktan bahsedilmezken rivayetlerin baskısıyla hayali bir av üzerinden ayetler anlaşılmaya çalışılıyor.
  • Ayetlerdeki uslup gereği anlatılan olayın herkes tarafından bilinen bir olay ve/veya yer olması gerekirken, hiç kimsenin (Yahudilerin bile) bilmediği, hiç kimsenin tespit edemediği bir olay ve yere dönüştürülüyor.
  • Arapça metinde olan zamirler ve kelimeler yok sayılarak çevrilmemiş, olmayan kelimeler de var sayılarak çevirilere eklenmiştir.

İşte bu yaklaşım biçimlerinden dolayı ‘sebt’ çığrından çıkmış Kur’an’ın bu kıssayı anlatmasındaki nedenler ve örnek verdiği kişiler ortadan kaybolmuştur. Oysa bu ayetler bize İsrailoğulları’nın Yusuf zamanında güzel bir şekilde gelmelerine güç ve iktidar sahibi olmalarına rağmen nasıl oldu da firavunun ve sisteminin köleleri haline geldiğini anlatmaktadır.

Kur’an kavramlarına Kur’an bütünlüğü içinde anlam aramak yerine sözlük ve lügatlar üzerinden anlamlar vermek, hatta bazen bunları da terkedip rivayetleri Kur’an’ın açıklayıcısı olarak benimsemek asla doğru bir yöntem olmamalıdır. Bu tür davranışlar Kur’an gerçeklerinin üstünü örtmektedir.

 

5) Mukaddes Tuva Vadisi

Yayınlanma Tarihi: 4 Nisan 2017

Kur’an’da iki ayette geçen Tuva vadisinin nerede olduğu ile ilgili esrar perdesi; ya kimse merak etmediğinden ya da Musa kıssası bağlamında geçtiği için Müslümanları ilgilendirmediği ve Yahudiler ile alakalı olduğu düşünüldüğünden olsa gerek, kalınlaşarak günümüze kadar gelinmiştir. Tefsirlerimizde nerede ve nasıl mukaddes olduğu hakkında yapılan açıklamalar varsayımdan öteye geçmemiştir. Bu açıklamalara göre vadinin kutsal olması Tuva kelimesinin “iki kere” ya da “kat kat” anlamından yola çıkılarak Musa’nın vadiyi, boydan boya iki defa geçmesindendir denilmiştir. Nerede olduğu ile alakalı ise “Şam bölgesinde bir yerdir” denilip geçiştirilmiştir.

Vadinin nerede olduğu ve mukaddes kılınması hakkındaki sığ açıklamalar yüzyıllardır Müslümanlara yetmiş, kimse Allah’ın mukaddes ilan ettiği bu vadiye karşı kendisini sorumlu hissetmemiştir. Oysa, Yüce Allah bir vadiyi Mukaddes ilan etmişse (ki etmiş), herhangi bir şekilde buranın mukaddesliğini kaldırmamışsa (ki kaldırmamış) oraya karşı sorumluluk duymak imanî bir zorunluluk olmalıdır. Bir yerin mukaddes olması demek inananların her yerden farklı olarak sırf o bölgeye has uyması zorunlu kuralların varlığını gerektirir. Neresi olduğu bilinmeyen kutsal vadi belki hemen yanı başımızdadır ve biz her gün defalarca oranın kutsallığını çiğniyor olabiliriz!

Bundan da öte; Yüce Allah’ın yeryüzündeki bir toprak parçasını mukaddes ilan etmesi ancak nerede olduğunu ve o mukaddes bölgeye hürmetin nasıl yapılması gerektiğini bildirmemesi! Olacak şey değildir? Bu durumda o bölgenin adının ya da kutsallığının ne önemi kalır? Mukaddes kılınan bir yerin neresi olduğu bildirilmeyecek ve o mukaddesliğin ihlal edilmesinin kuralları vaz etmeyecekse, yüce Kur’an’da böyle bir yerin varlığını haber vermenin ne anlamı kalır? Bu yaklaşım Yüce Allah’ın (haşa) boş konuştuğu izlenimini getirmez mi! Belki kimse diliyle bunu söylemeyecektir ama böyle bir davranış biçimi sergileyecektir.

Tefsirlerimize göre Musa kıssası içinde geçen Mukaddes Tuva Vadisinin olması ya da olmaması kıssayı anlamada herhangi bir rol oynamamaktadır. Yani Tuva Vadisi Musa kıssasında geçen olayları şekillendirmede veya anlamlandırmada müsbet hiçbir rol oynamamaktadır. Tam tersi anlaşılmaması yani menfi yönde rol oynamaktadır. Kıssa daha baştan esrarengiz bir yer olan hakkında kimsenin hiçbir şey bilmediği Tuva Vadisinde başlamıştır. Devamı ise buna göre şekillenecek, gizemi hikâyenin muğlak yerlerinde kendisini daha ağır bir şekilde gösterecektir.

Oysa salim kafayla düşünüldüğünde; böylesi bir yaklaşımın Kur’an’ın “Mübin” (Kendisi açık olduğu gibi kapalı olanda onunla açıklanan) bir kitap olduğu hakkında derin şüpheleri de beraberinde getirecektir. Yani Mübârek Kur’an, “açık değil esrarengiz bir kitaptır” anlayışını haklı çıkaracaktır.

Yine bu durum (haşa) Kur’an’ın içinde olmasa da olur kabilinden kelimelerin olduğuna dair özellikle son dönemlerde daha fazla taraftar bulan tarihselciliğin haklı olduğunu gösteren bir delile dönüşecektir.

Oysa ki, Kur’an’da anlama katkısı olmayan tek bir harf bile yoktur. Yüce Allah boş konuşmaktan münezzehtir. Kur’an’ın esrarengiz ve gizemli hiçbir tarafı yoktur. Yüce Allah kullarını şaşkınlığa, bilinmezliğe sevk etmekten münezzehtir. Kur’an şaşkınlığı bitiren, yolunu bulamayana dosdoğru yolu gösteren, tüm gizemlerin üstündeki sır perdesini yırtıp atan bir kitaptır.

Kur’an’da Mukaddes Tuva Vadisi

Kutsal/Mukaddes Vadi Tuva’dan (الوادي المقدس طوى) bahseden iki ayet şunlardır;

Ta Ha 20/12

إِنِّىٓ أَنَا۠ رَبُّكَ فَٱخْلَعْ نَعْلَيْكَ ۖ إِنَّكَ بِٱلْوَادِ ٱلْمُقَدَّسِ طُوًى

Ben, evet ben! Senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, kutsal Tuva vadisindesin. 

Naziat 79/16

إِذْ نَادَاهُ رَبُّهُ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى

Hani Rabbi ona kutsal Tuva vadisinde şöyle seslenmişti. 

İşte bu iki ayette bahsedilen Tuva Vadisinin mukaddesliğinin Yüce Allah’ın Musa ile konuşmasıyla başladığını söyleyenler de çıkmıştır. Hatta Tuva kelimesinin iki kere manasından yola çıkarak, birinci seferin Musa’nın gelmesiyle, ikinci seferin Allah’ın Musa ile konuşmasıyla olduğu da söylenmiştir. Son derece özensiz bu tür açıklamaların tefsirlerde yer bulması hayret vericidir! Eğer bir Nebi’nin gelmesiyle bir yer mukaddes kılınacaksa Hud’un gittiği Ahkaf; İbrahim’in gittiği Ur, Filistin, Mısır; Şuayb’ın gittiği Medyen; Salih’in gittiği Semud ve diğer Nebilerin gittiği yerlerin de mukaddes olmasının önündeki engel nedir? Tıpkı bunun gibi Allah’ın Vahiy indirdiği bölge olduğu yani Allah’ın elçisine vahyettiği bölge olduğu için mukaddes olduğu söylemi de kolaycı ve hayret uyandırıcıdır! Zira diğer nebilerle konuşmasının nesi eksik ki o bölgeler mukaddes sayılmamaktadır?

Bir yerin Mukaddes kılınmasının bunlarla ilgisinin olmaması gerekir. Zira Mukaddeslik sadece nebileri ya da bir soyu ilgilendiren mesele olmamalıdır. Bir şey Mukaddes ise tüm insanlık için mukaddestir.

Mukaddes kılınmayla alakalı bu kafa karışıklığı Kur’an’da 10 defa geçen ve Mukaddes kelimesinin kök kavramı olan KaDeSe kelimesinin tam olarak anlaşılmamasıyla alakalı olsa gerektir. Müfredatta bu kelime şöyle açıklanmıştır. Gözle görülen necasetten tathirden/temizlikten farklı olan ilahi temizliktir. Müfredatta böyle açıklanan kelimeye başka lügatlarda şu anlamlarda verilmiştir.

Kaduse; temiz olmak.

Kaddese; temizlemek, bir şeyi mukaddes kılmak.

Kaddese lillah; Allah için kalbini temizlemek, namaz kılmak.

Kaddesel lah; Allah’ı büyüklemek, tazim ve tekbir etmek, Allah’ı yakışmayan sıfatlardan münezzeh kılmak.

Kaadisu; Büyük gemi, Kabe.

El Kaadusu; Bir çeşit su testisi, Albatros kuşu, değirmende buğday konan yer.

El kudaasu; büyük şeref, gümüşten düğme gibi yapılmış şey.

El Kuddüs; Yüce Allah’ın sıfatı.

El Kaadusu; kılışla birine vuran.

El Ardul Mukaddes; Filistin,

El beytul mukaddes; Kudüs

El Kitabul Mukaddes; İncil, Tevrat.

Ruhul Kudus; Cebrail, hıristiyanlarda üç uknumdan biri.

Görüldüğü gibi anlam yelpazesi geniş olan bu kelime temel olarak manevi kirlerden temizlenme ile alakalıdır.

Yukarıda verilen iki ayette Mukaddes kelimesinden kasıt, Tuva vadisinin kendiliğinden bir kutsallığının olmadığı Allah tarafından mukaddes kılındığıdır. Zira Mukaddes kelimesi “Kutsal kılınmış” anlamındadır.

Kelimenin Kur’an’da 10 defa geçtiğini söylemiştik. Şimdi Kur’an’da kelimenin kullanıldığı yerlere bakalım.

Ruhul Kudüs olarak dört yerde geçer.

Bakara 2/87

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِنْ بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ ۖ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ ۗ أَفَكُلَّمَا جَاءَكُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوَىٰ أَنْفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْ فَفَرِيقًا كَذَّبْتُمْ وَفَرِيقًا تَقْتُلُونَ

Musa’ya o kitabı vermiş, ardından da onun izinden giden elçiler göndermiştik. Meryem oğlu İsa’ya da açık belgeler (mucizeler) vermiş, onu Kutsal Ruh (Cebrail) ile güçlendirmiştik. Hoşunuza gitmeyen bir şeyle gelen her elçiye kafa mı tutmalıydınız? Kimini yalancı sayıp, kimini de öldürmeli miydiniz? 

Bakara 2/253

تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ ۘ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللَّهُ ۖ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ ۚ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ ۗ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَ ۚ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلَٰكِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ

Allah, bu elçilerden kimini kimine üstün kıldı. Kimiyle konuştu, kimini birkaç basamak yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya da açık belgeler verdi ve onu Kutsal Ruh ile destekledi. Allah, tercihi (insanlara bırakmayıp) kendi yapsaydı, sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inanıp güvendi, kimi âyetleri görmezlikten geldi (kâfir oldu). Tercihi Allah yapsaydı, birbirleriyle savaşamazlardı. Ama Allah dilediğini yapar.

Maide 5/110

إِذْ قَالَ اللَّهُ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ اذْكُرْ نِعْمَتِي عَلَيْكَ وَعَلَىٰ وَالِدَتِكَ إِذْ أَيَّدْتُكَ بِرُوحِ الْقُدُسِ تُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلًا ۖ وَإِذْ عَلَّمْتُكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ ۖ وَإِذْ تَخْلُقُ مِنَ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ بِإِذْنِي فَتَنْفُخُ فِيهَا فَتَكُونُ طَيْرًا بِإِذْنِي ۖ وَتُبْرِئُ الْأَكْمَهَ وَالْأَبْرَصَ بِإِذْنِي ۖ وَإِذْ تُخْرِجُ الْمَوْتَىٰ بِإِذْنِي ۖ وَإِذْ كَفَفْتُ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَنْكَ إِذْ جِئْتَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ إِنْ هَٰذَا إِلَّا سِحْرٌ مُبِينٌ

O gün Allah, şöyle diyecektir: “Meryem oğlu İsa! Senin ve annenin üstünde olan iyiliklerimi hatırla. Hani seni Kutsal Ruh’la desteklemiştim; hem beşikte hem de yetişkin iken insanlara konuşma yapıyordun. Bir de sana yazmayı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. İznimle topraktan kuş şeklinde bir şey yaratır, sonra ona üflerdin de yine iznimle kuş oluverirdi. Anadan doğma körü ve abraşı iznimle tamamen iyileştirirdin. Yine iznimle mezardan ölüyü (diri olarak) çıkartırdın. Seni İsrail oğullarından da kurtarmıştım; çünkü onlara açık mucizelerle geldiğin halde onların görmezlikten gelenleri: “Bu açık bir büyüdür” demişlerdi.” 

Nahl 16/102

قُلْ نَزَّلَهُ رُوحُ الْقُدُسِ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ لِيُثَبِّتَ الَّذِينَ آمَنُوا وَهُدًى وَبُشْرَىٰ لِلْمُسْلِمِينَ

De ki “Onu, bir gerçek olarak Rabbinden Kutsal Ruh indirdi ki inanıp güvenenleri sağlamlaştırsın, doğru yolu göstersin ve İslam’a girenlere bir müjde olsun. 

 

Allah’ın sıfatı olarak iki yerde geçer.

Haşr 59/23

هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ ۚ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ

O, Allah’tır; kendinden başka ilah olmayan, bütün yetkiyi elinde tutan, yaptığını tertemiz yapan, esenlik ve güvenlik veren, güven veren, görüp gözeten, her şeyden üstün olan, buyruğunu her şeye geçiren, büyüklenmeyi hak edendir. Allah, onların ortak saydıklarından uzaktır. 

Cuma 62/1

يُسَبِّحُ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’na; bütün yetkiyi elinde tutan, yaptığını tertemiz yapan, daima üstün ve bütün kararları doğru olan Allah’a boyun eğer. 

Mukaddes Vadi Tuva olarak iki yerde geçer.

Ta Ha 20/12

إِنِّىٓ أَنَا۠ رَبُّكَ فَٱخْلَعْ نَعْلَيْكَ ۖ إِنَّكَ بِٱلْوَادِ ٱلْمُقَدَّسِ طُوًى

“Ben, evet ben! Senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, kutsal Tuva vadisindesin. 

Naziat 79/16

إِذْ نَادَاهُ رَبُّهُ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى

Hani Rabbi ona kutsal Tuva vadisinde şöyle seslenmişti: 

İsmi verilmemiş Mukaddes toprakla alakalı olarak bir defa geçer.

Maide 5/21

يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْأَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلَىٰ أَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ

Ey Halkım, Allah’ın size yazgısı (emri) olan şu kutsal toprağa girin; gerisin geri dönmeyin; yoksa elinizde ve avucunuzda olanı kaybedersiniz.” 

Meleklerin yaptığı fiil olarak bir defa geçer.

Kavram fiil formunda sadece aşağıdaki ayette geçmektedir. Diğer kullanımların tamamı bir isme sıfat olmuştur.

Bakara 2/30

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً ۖ قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ ۖ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

Sahibin (Rabbin) bir gün meleklere, “Yeryüzünde bir muhalif kimse yaratıyorum.” dedi. Melekler, “Orada tabii düzeni bozacak ve kan dökecek bir varlık mı oluşturuyorsun? Ama sen yaptığını güzel yaparsın, sana içten boyun eğmemiz bundandır. Senden dolayı onu değerli sayarız.” dediler. Allah: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim!” dedi. 

Mukaddes kılınma ile ne demek istendiğini anlamaya çabaladığımız için yukarıda verilen 10 kullanımdan fiil formunda olanına bakmak zorundayız. Zira fiil formu mukaddesliğin nasıl oluştuğunu anlatır. Bu bizi kavramımızın tek bir kere fiil formunda geçtiği Bakara 30. Ayetine götürür. Bu ayette meleklerin Yüce Allah’a hitaben kullandıkları kelime olarak geçmiştir. Senden dolayı onu değerli sayarız. Şeklinde meallendirilmiş kelime hiç yorum yapmadan çevrilse “seni kutsal yapıyoruz” demektir. Kutsal yapıyoruzun sonucu sende mukaddes oluyorsun demektir. Oysa yüce Allah Kur’an’da kendisini bu kavramla tanıtırken mukaddes olduğunu değil, Kuddüs olduğunu söylemiştir. Yüce Allah’ın Kuddüs olması O’nun sonradan kazandığı bir şey değildir. O varlığı itibariyle Samed’dir. Yani varlığına sonradan bir özellik eklenmemiştir. Nasıl ki O ezelden Allah’sa aynı zamanda ezelden Kuddüs’tür. Sıfatlarının tamamı ezeldendir.

Böyle olmasına rağmen sonradan yaratılan meleklerin O’na hitaben “Nukaddisu leke” yani “seni kutsal yapıyoruz” demesi nasıl mümkün olabilir! Allah o âna kadar Kuddüs değilmiydi ki melekler onu Kuddüs yapsın?

Konunun anlaşılması için biraz daha açalım. Cuma 1 ve Haşr 23 ayetlerinde Yüce Allah kendisinin El Kuddüs olduğunu bize bildirmiştir. O başlangıcı olmayan ilktir sonu olmayan sondur.

Hadid 57/3

هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ ۖ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

İlk O’dur, sonraki de O. Açıkta olan O’dur, duyulardan uzak olan da O’dur. O, her şeyi bilendir. 

Yüce Allah’ın Kuddüs olması El Evvel’dir. Her şeyin başlangıcının gelip kendisine dayandığı, ama kendisinin başlangıcının kimseye dayanmadığı gibi Allah’ın kutsallığı kendi varlığındandır. Onun haricindeki her şey kutsallığını Yüce Allah’a dayandırmak zorundadır. Böyle olmasına rağmen nasıl oldu da melekler, sanki Yüce Allah melekler O’na “nukaddisu leke” yani “seni kuddüs yapıyoruz”diyene kadar Kuddüs değilmiş gibi hitap ediyor. Bunun yanında 4 defa “Ruhul Kudüs” kelimesinin aynı formda kullanılması bu soruyu daha da kuvvetli hale getirmektedir. Bilindiği gibi Ruhul Kudüs Yüce Allah’ın melekler içinden seçtiği elçi olan Cebrail’i tanıtan bir sıfattır. Peki nasıl olurda bir şeyin Kuddüs olması Yüce Allah’a bağlıyken sanki Kuddüs oluşu kendisindenmiş gibi tanıtılır. Ruhül Kudüs, kuddüs oluşu kendisinden demektir. Eğer hayır onu Kudüs yapan yüce Allah’tır denirse kurulması gereken cümle Ruhul Kudüs değil, Ruhul Mukaddes olması gerekirdi. Yani “kuddüs yapılmış” o zaman diyebilirdik ki Cebrail’i kuddüs haline getiren Allah’tır. Ama ayetlerde Ruhul Mukaddes olarak değil Ruhul kudüs olarak geçmektedir.

Çelişki gibi duran bu durum, “mukaddes” kelimesine yüklenilen anlamdan kaynaklanmaktadır. Mukaddes kelimesi “biri tarafından kutsal kılınmış” manasına gelmiştir. İşte kelimenin gizli öznesi olan “biri” kimdir sorusunun cevabı hep Allah olarak tasavvur edildiği için bu yanlış anlaşılma oluşmuştur. Eğer Mukaddes kelimesinin gizli öznesi Allah olsaydı, Cebrail’e Ruhül Kudüs değil Ruhul Mukaddes denmesi gerekirdi. Bu durum bize bir yerin ya da şeyin mukaddesliğinin öznesinin Allah olmadığını gösterir. Çünkü Allah, bir yeri ya da şeyi Kuddüs kılar. O’ndan başka hiç kimse bir yeri ya da bir şeyi Kuddüs yapma yetkisine sahip değildir. Ancak, Allah tarafından Kuddüs yapılan yer/şey, insanlar tarafından bilinip tanınması ve oranın/onun Allah tarafından belirlenmiş Kuddüs olma kurallarına uyulması ile o yer/şey Mukaddes olur. Bu durumda Mukaddes kelimesinin öznesi Allah değil insan olmalıdır.

Kuddüs kelimesi manevi kirden temizlenme manasına geldiği için temizlik üzerinden bir örnekle şöyle açıklamaya çalışalım. Temizlik deterjanı bünyesinde kirleri temizlemeyi barındırır. Bunu yapan usta onun içine temizleme, kirleri giderme potansiyelini koymuştur. Ancak o temizlik deterjanı, insanlar tarafından alınıp içindeki temizleme potansiyelini kullanmadan bekletilirse temizlik gerçekleşmez. Temizlik deterjanı, ambalajının içindeki temizleme potansiyeli ile öylece durur, insanlarda kirli kalır. Oysa temizlik deterjanının yapılış amacı insanları kirden temizlemektir. İşte tıpkı bunun gibi bir yerin Kuddüs kılınması da oranın insanları manevi kirlerden temizleme potansiyelidir. İnsan gereğini yerine getirip bu temizleme potansiyelini kullandığında, beklenen temizlenme fonksiyonu yerine getirilmiş sayılır. Böylelikle o yer de mukaddes hale gelmiş olur.

Görünen görünmeyen tüm canlı türleri Allah’a kulluk yapmasa bile O, El Kuddüs olarak kalır. Görünen görünmeyen canlı türlerinin tümü ona ibadet etse, yine O El Kuddüs olarak kalır. Yani El Mukaddes olmaz. Fakat insan Mukaddes olur. Bu, insan bir yeri ya da bir şeyi Kuddüs hale getirdi değil, Allah tarafından Kuddüs kılınan bir şeyi edindi, tanıdı anlamındadır.

Aynı durumu başka bir kelime üzerinden açıklamaya çalışalım. Haram dendiğinde bir şeye konulan yasak anlamı akla gelir. Muharrem ise yasakları tanımak, yasakları edinmek manasınadır. Yüce Allah Mübarek kitabında 83 defa kullandığı haram kelimesini “muharrem” olarak hiçbir ayette kendisine atfetmez!

Tevbe 9/37

إِنَّمَا النَّسِيءُ زِيَادَةٌ فِي الْكُفْرِ ۖ يُضَلُّ بِهِ الَّذِينَ كَفَرُوا يُحِلُّونَهُ عَامًا وَيُحَرِّمُونَهُ عَامًا لِيُوَاطِئُوا عِدَّةَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ فَيُحِلُّوا مَا حَرَّمَ اللَّهُ ۚ زُيِّنَ لَهُمْ سُوءُ أَعْمَالِهِمْ ۗ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

Nesî işi, kâfirlik döneminde yapılan eklemeden başka bir şey değildir. Kâfir olanlar, onunla şaşırtılmıştır. Onu (Hac ayı olan Zilhicce’yi) bir yıl helal, bir yıl haram kılarlar ki hem Allah’ın haram kıldığının sayısına uygun getirsinler hem de Allah’ın haram kıldığını helâl kılsınlar. Kötü işleri onlara güzel gösterilmiştir. Allah, o kâfirler topluluğunu yola getirmez.

Allah haram kılar şeklinde (yukarıda kırmızıya boyanmış olan ibare) onlarca ayet vardır. Ama Allah’ın muharrem kıldığıyla ilgili tek bir ibare Kur’an’ı Kerim’de yoktur.

Bakara 2/85

ثُمَّ أَنْتُمْ هَٰؤُلَاءِ تَقْتُلُونَ أَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقًا مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ ۚ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ ۚ فَمَا جَزَاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذَٰلِكَ مِنْكُمْ إِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۖ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَىٰ أَشَدِّ الْعَذَابِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Artık siz öyle bir haldesiniz ki birbirinizi öldürüyor, içinizden birtakımını yurtlarından çıkarıyor, onlara yapılan kötülük ve düşmanlığa destek veriyorsunuz. Esir düştükleri haberi gelince de fidye verip kurtarıyorsunuz. Onları sürgün etmek size zaten haramdır. Şimdi siz, Kitabın bir bölümüne inanıyor, bir bölümünü görmezlikten mi geliyorsunuz? İçinizden bunu yapanın hak ettiği nedir? Şu hayatta perişanlıktan başkası mı? Böylelerine Kıyamet gününde en şiddetli azap verilir. Yaptığınız hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz. 

Bu ayette kırmızıya boyadığımız yerde görülecektir ki bir şeyin muharrem olması insanların onun haramlığına riayet etmesiyle alakalıdır. (İnşallah haram ile muharrem arasındaki farkı ortaya koyan bağımsız bir çalışma yapacağız.)

Bu iki ayetten anlaşılan şudur! Allah sadece haram koyar. o haramlara riayet etmek ve gereğini yerine getirmek muharrem olmaktır. Allah Kabeyi “Beytü’l Haram” olarak insanlara tanıtmıştır. O beytin muharrem olması, haramlarına riayet etmeyle alakalıdır. Beytü’l Haram’a hiç kimse gitmese de orası Beytü’l Haram olarak kalır ama Beytü’l Muharrem olmaz. Çünkü muharrem olabilmesi konulan haramlara uyanların olmasını gerektirir.

Kuddüs kılınan bir yerin, insanlar tarafından tanıması ve oranın kutsiyetine riayet etmesiyle mukaddes hale gelmeside tıpkı böyledir.

Bu açıklamalardan sonra Mukaddes Vadi Tuva kelimesinden ancak şu anlaşılır; Tuva Vadisi Allah tarafından Kuddüs kılınmıştır, insanlarda onun Kuddüs kılınmasına riayet etmektedir. Eğer insanlar onu mukaddes edinmemiş olsalardı bu vadinin tanıtılması “bil vadil kuddüsü tuva” şeklinde olurdu. Mukaddes dendiğine göre insanlar orayı biliyor, kuddüs oluşuna riayet ediyor demektir.

Sadece bu açıklama bile Mukaddes Vadi Tuva’nın bilinmeyen bir yer değil bilinen bir yer olduğunu ispata yeterlidir.

Kutsal Vadi Tuva’nın nerede olduğu ile ilgili insanları şaşkınlığa sürükleyen şeylerden bir tanesi de Musa kıssası kronoljik olarak ele alındığında bu vadinin ilk defa Musa’nın sığındığı Medyen yurdundan tekrar Mısır’a dönüşü sırasında geldiği bir vadi olduğu sanılmasındandır.

Bilmeyenler için Kıssayı buraya kadar özet halinde aktaralım. Musa doğduğunda Mısır’da hüküm süren firavun israiloğullarına çok büyük zulüm uygulamaktadır. Erkek çocuklarını öldürmektedir. Annesi yeni doğmuş Musa’yı ölümden kurtarmak için bir sepetin içine koyar ve nil nehrine bırakır. Sepet sürüklenerek giderken, nehir kenarında olan firavunun karısı tarafından fark edilir. Sevimli bir bebek olan Musa’yı sarayalarına alıp büyütmeye başlarlar. Musa büyüdüğü zaman bir israiloğlu ile kıpti arasında geçen kavgaya karışır ve istemeden bir adamı öldürür. Adam öldürmesinden dolayı alacağı kısas cezasından kurtulmak için mısırdan kaçar ve uzaklarda olan medyen yurdunda bilge bir adamın (Şuayb as.) yanına yerleşir. Sekiz veya on sene çalışma karşılığında kızlarından biriyle evlenmek için bilge kişiyle anlaşır. On sene çalıştıktan sonra karısı ve ailesini de yanına alarak tekrar mısıra döner. Yolda bir ateş görür. Ateşe doğru gittiğinde Yüce Allah onu Nebi olarak seçer.

İşte bu seçilmenin olduğu, Musa’nın ilk defa vahye muhatap kılındığı yer Kutsal Vadi Tuva’dır. Medyenden Mısır’a doğru yola çıktığı için bu vadi Medyen ile mısır arasında bir yerdir. Medyen Şam’a yakın bir yerdir mısırın yerini herkes bilmektedir. İşte bu anlatım kutsal Vadi Tuva’nın yeri konusunda insanları bilinmeze sürüklemiştir. Çünkü vadinin aranacağı iki uç nokta bellidir. Biri Mısır diğeri Medyen. Kimsenin bu iki yer hakkında şüphesi yoktur. Yani Musa’nın çıktığı yer bu günkü Ürdün sahillerinde kalan Medyen’dir, Gittiği yer ise Mısırdır.

Aslında tefsirlerde anlatılan Kıssadaki tutarsızlık tam da burada başlamaktadır. Tefsircilerimizi yanıltan da Musa’nın izlediği rotadır. Onlar kutsal Vadi Tuva’nın bu rota üzerinde olması gerektiğine inanmışlardır. Rota hakkında hiç şüpheleri yoktur.

Oysa kıssa, Kur’an bütünlüğü içinde anlaşılmaya çalışıldığında çizilen bu rotanın tefsircilerimizin bahsettiği rota olmadığı rahatlıkla anlaşılabilecektir.

Bu rotada ilk itiraz konusu Musa’nın Mısır’a gittiğinedir. Ayetlerden de anlaşılabileceği gibi Musa’nın gittiği yönün Mısır olması tuhaftır.

İlgili ayetlerden kesin olarak biliyoruz ki, Musa’nın Medyene kaçmasının sebebi Mısırlı bir kıptıyi öldürmesi ve bu sebeple kendisinin ölümle cezalandıralacağı içindi.

Bu durum Kasas suresinde şöyle kıssa edilmektedir.

Kasas 28/15-29

وَدَخَلَ الْمَدِينَةَ عَلَىٰ حِينِ غَفْلَةٍ مِنْ أَهْلِهَا فَوَجَدَ فِيهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِ هَٰذَا مِنْ شِيعَتِهِ وَهَٰذَا مِنْ عَدُوِّهِ ۖ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذِي مِنْ شِيعَتِهِ عَلَى الَّذِي مِنْ عَدُوِّهِ فَوَكَزَهُ مُوسَىٰ فَقَضَىٰ عَلَيْهِ ۖ قَالَ هَٰذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ ۖ إِنَّهُ عَدُوٌّ مُضِلٌّ مُبِينٌ

(15) Musa, halkın onu fark edemeyeceği bir sırada şehre indi. İki kişinin öldüresiye kavga ettiklerini gördü. Onlardan biri kendi halkından diğeri düşman tarafındandı. Kendi halkından olan, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa ona okkalı bir şamar indirerek işini bitirdi. “bunu Şeytan yaptırdı; o insanı yoldan çıkaran açık bir düşmandır” dedi.

قَالَ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي فَغَفَرَ لَهُ ۚ إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

(16) “Rabbim! Ben kendimi kötü duruma soktum; suçumu ört, beni bağışla” dedi. Allah da onu bağışladı. Çünkü onun bağışlaması çok, ikramı boldur. 

قَالَ رَبِّ بِمَا أَنْعَمْتَ عَلَيَّ فَلَنْ أَكُونَ ظَهِيرًا لِلْمُجْرِمِينَ

(17) Musa dedi ki; “Rabbim! Bana ettiğin iyiliğe karşılık artık suçlulara arka çıkmayacağım.”

فَأَصْبَحَ فِي الْمَدِينَةِ خَائِفًا يَتَرَقَّبُ فَإِذَا الَّذِي اسْتَنْصَرَهُ بِالْأَمْسِ يَسْتَصْرِخُهُ ۚ قَالَ لَهُ مُوسَىٰ إِنَّكَ لَغَوِيٌّ مُبِينٌ

(18) Musa geceyi şehirde geçirdi; sürekli çevresini gözetliyordu. Bir de ne görsün, bir gün önce kendisinden yardım isteyen kişi feryat ederek yine yardım istiyordu. Musa ona dedi ki; “Yaramaz adamın teki olduğun çok açık .”

فَلَمَّا أَنْ أَرَادَ أَنْ يَبْطِشَ بِالَّذِي هُوَ عَدُوٌّ لَهُمَا قَالَ يَا مُوسَىٰ أَتُرِيدُ أَنْ تَقْتُلَنِي كَمَا قَتَلْتَ نَفْسًا بِالْأَمْسِ ۖ إِنْ تُرِيدُ إِلَّا أَنْ تَكُونَ جَبَّارًا فِي الْأَرْضِ وَمَا تُرِيدُ أَنْ تَكُونَ مِنَ الْمُصْلِحِينَ

(19) Musa kendisinin ve halkından olan kişinin düşmanını yakalamak isteyince adam dedi ki; “Musa, dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de öldürmek mi istiyorsun? Senin bu ülkede hedefin sadece zorba biri olmak, yoksa arayı bulmak diye bir niyetin yok.”

وَجَاءَ رَجُلٌ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ يَسْعَىٰ قَالَ يَا مُوسَىٰ إِنَّ الْمَلَأَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ إِنِّي لَكَ مِنَ النَّاصِحِينَ

(20) Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi ve “Musa! Üst düzeydekiler aralarında seni öldürmeyi tartışıyorlar, hemen çek git; ben senin iyiliğini isteyen biriyim.”

فَخَرَجَ مِنْهَا خَائِفًا يَتَرَقَّبُ ۖ قَالَ رَبِّ نَجِّنِي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

(21) Musa korku içinde, ortalığı gözetleye gözetleye şehri terk etti. “Rabbim! Beni bu zalimler topluluğunun elinden kurtar” dedi. 

وَلَمَّا تَوَجَّهَ تِلْقَاءَ مَدْيَنَ قَالَ عَسَىٰ رَبِّي أَنْ يَهْدِيَنِي سَوَاءَ السَّبِيلِ

(22) Medyen’e doğru yönelince de şöyle dedi: “Umarım ki Rabbim beni doğru yola yöneltir.”

وَلَمَّا وَرَدَ مَاءَ مَدْيَنَ وَجَدَ عَلَيْهِ أُمَّةً مِنَ النَّاسِ يَسْقُونَ وَوَجَدَ مِنْ دُونِهِمُ امْرَأَتَيْنِ تَذُودَانِ ۖ قَالَ مَا خَطْبُكُمَا ۖ قَالَتَا لَا نَسْقِي حَتَّىٰ يُصْدِرَ الرِّعَاءُ ۖ وَأَبُونَا شَيْخٌ كَبِيرٌ

(23) Medyen suyunun başına varınca bir takım insanlar gördü, hayvanlarını suluyorlardı. Arkalarında iki kadın vardı; onlar da sürülerini engelliyordu. Musa onlara; “ne yapmak istiyorsunuz?” deyince; “Çobanlar çekilmeden hayvanlarımızı sulamayız. Babamız çok yaşlı” dediler.

فَسَقَىٰ لَهُمَا ثُمَّ تَوَلَّىٰ إِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ إِنِّي لِمَا أَنْزَلْتَ إِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَقِيرٌ

(24) Musa hemen onların hayvanlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi de dedi ki; “Rabbim! Bana vereceğin her hayra ihtiyacım var”. 

فَجَاءَتْهُ إِحْدَاهُمَا تَمْشِي عَلَى اسْتِحْيَاءٍ قَالَتْ إِنَّ أَبِي يَدْعُوكَ لِيَجْزِيَكَ أَجْرَ مَا سَقَيْتَ لَنَا ۚ فَلَمَّا جَاءَهُ وَقَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَ قَالَ لَا تَخَفْ ۖ نَجَوْتَ مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

(25) Derken o iki kadından biri utana sıkıla yürüyerek geldi ve dedi ki; “Babam seni çağırıyor, hayvanlarımızı sulamandan dolayı seni ödüllendirecek”. Musa babalarının yanına varıp da başından geçenleri anlatınca adam dedi ki; “Korkma! O zalimler topluluğundan kurtulmuşsun.”

قَالَتْ إِحْدَاهُمَا يَا أَبَتِ اسْتَأْجِرْهُ ۖ إِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْأَمِينُ

(26) İki kadından biri dedi ki, “babacığım onu ücretle tutsana! Güçlü ve güvenilir olan bu kişi, senin ücretle tutacağın en iyi kişidir.” 

قَالَ إِنِّي أُرِيدُ أَنْ أُنْكِحَكَ إِحْدَى ابْنَتَيَّ هَاتَيْنِ عَلَىٰ أَنْ تَأْجُرَنِي ثَمَانِيَ حِجَجٍ ۖ فَإِنْ أَتْمَمْتَ عَشْرًا فَمِنْ عِنْدِكَ ۖ وَمَا أُرِيدُ أَنْ أَشُقَّ عَلَيْكَ ۚ سَتَجِدُنِي إِنْ شَاءَ اللَّهُ مِنَ الصَّالِحِينَ

(27) Babaları dedi ki; “Bu iki kızımdan birini sana nikahlamak isterim; karşılığında bana sekiz yıl çalışırsın. Eğer on yıla tamamlarsan iyiliğin olur. Sana güçlük çıkarmak istemem. Allah fırsat verirse benim iyi bir kimse olduğumu görürsün.”

قَالَ ذَٰلِكَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ ۖ أَيَّمَا الْأَجَلَيْنِ قَضَيْتُ فَلَا عُدْوَانَ عَلَيَّ ۖ وَاللَّهُ عَلَىٰ مَا نَقُولُ وَكِيلٌ

(28) Musa dedi ki; “Bu, aramızda kalsın; iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, benden bir şey istenmeyecek. Sözlerimize vekil olan Allah’tır.”

فَلَمَّا قَضَىٰ مُوسَى الْأَجَلَ وَسَارَ بِأَهْلِهِ آنَسَ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ نَارًا قَالَ لِأَهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي آنَسْتُ نَارًا لَعَلِّي آتِيكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ أَوْ جَذْوَةٍ مِنَ النَّارِ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ

(29) Musa süreyi doldurunca ailesiyle yola çıktı. Tur tarafında bir ateş farketti. Ailesine dedi ki, “Siz burada kalın. Bir ateş gördüğüme eminim. Belki oradan size bir haber getiririm. Bel ki de ateşin korundan getiririm de ısınırsınız.” 

Yüce Kur’an’da böyle anlatılan kıssada, Musa’nın medyen yurdundan Mısır’a doğru gittiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Fakat bu tek başına Musa’nın Mısır’a değilde başka bir yöne gittiğine delil olmaya yeterli değildir.

Ancak Şuara süresinde geçen ayetlerden  Musa’nın Mısır’a gitmediği pekala çıkarılabilir.

Şuara 26/10-14

وَإِذْ نَادَىٰ رَبُّكَ مُوسَىٰ أَنِ ائْتِ الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

(10) Bir gün Rabbin Musa’ya şöyle seslendi: “yanlışlar içinde olan şu toplumun yanına var,

قَوْمَ فِرْعَوْنَ ۚ أَلَا يَتَّقُونَ

(11) Firavun toplumunun. Onlar hiç çekinmezler mi?”

قَالَ رَبِّ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُكَذِّبُونِ

(12) Musa dedi ki: “Rabbim! Beni yalancı yerine koyarlar diye korkuyorum.

وَيَضِيقُ صَدْرِي وَلَا يَنْطَلِقُ لِسَانِي فَأَرْسِلْ إِلَىٰ هَارُونَ

(13) Benim göğsüm daralır, dilim tutulur; sen Harun’u elçi yap.

وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنْبٌ فَأَخَافُ أَنْ يَقْتُلُونِ

(14) Bir de sorumlu tuttukları bir suçum var; beni öldürmelerinden endişe ediyorum.” 

Musa’nın Yüce Allah tarafından elçiliğe seçilme ânını anlatan bu pasaja dikkat edildiğinde Musa’nın elçi olmamak için çabaladığı hemen anlaşılacaktır. En sonda söylediği gerekçe ise O’nun sanıldığı gibi Mısır yolunda olmadığını gösterir niteliktedir. Musa halâ birini öldürdüğünden dolayı öldürülme korkusu taşımaktadır. Üstelik bu korku, verilen elçiliği neredeyse reddetme seviyesine getiren seviyede bir korku. Herhalde O’nun bu korkusu kendisine vahiy verilince hatırına gelen bir şey değildir. Böylesi öldürülme korkusu yaşayan biri neden öldürülmek istendiği yere gitmek istesin ki? Kaldı ki Musa Medyen’den yola çıktığında yolun bir yerinde kendisine Nebi’lik teklif edileceğini de bilmiyordu. Musa’nın bu tavrı onu; nebiliğe seçilmenin ne manaya geldiğini bilmeyen Allah’ın dininden bihaber biri de yapmaz.

Musa’nın Mısır’a elçi olarak gitmesini teklif eden Yüce Allah’a “Mısır’da beni öldürmelerinden korkuyorum” demesi onun kesinlikle Mısır’a gitmediğinin de bir göstergesi sayılmalıdır.

Belki bazıları şöyle bir yorum yapabilir. “Musa Mısır’a gidiyordu, öldürülme korkusu da vardı ama kendisine Nebi’lik verilince fırsattan yararlanmak istedi.” Böyle bir yorum Musa’yı Yüce Allah karşısında yalan söyleyen iki yüzlü biri konumuna, kalbinde olmayanı Allah’a söyleyen, fırsatçı bir insan durumuna düşürecektir. Yüce Allah’ın yiğit Nebi’si bundan beridir. Bu karakterde birinin Kur’an’da 136 kez anılması düşünülemez! Böyle birinin insanlığın gördüğü en zalim tiranlardan birine karşı destansı bir mücadele verebilmesi nasıl mümkün olabilir? Hepsinden öte kalbinde olmayanı söyleyen birini Yüce Allah elçi olarak seçer mi?

Kalbinde olmayan bir gerçeği diliyle söyleyenleri Yüce Allah’ın nasıl tasvir ettiğine dair şu ayetler, yukarıdaki türde bir yorumu imkansız kılmak için yeterlidir.

Münafikun 63/1-2

إِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ ۗ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ

(01) Münafıklar (iki yüzlüler) sana geldiklerinde derler ki “Biz şahidiz; gerçekten sen Allah’ın elçisisin.” Allah, elbette senin kendisinin elçisi olduğunu biliyor ama Allah şahit, münafıklar kesinlikle yalan söylerler.

اتَّخَذُوا أَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ ۚ إِنَّهُمْ سَاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

(02) Bu gibi sözleri kalkan edinip Allah’ın yolundan çekilirler. Yapıp durdukları şey ne kötüdür! 

Bu ayetlerde münafıklar dilleriyle bir gerçeği ifade etmelerine “biz şahidiz; sen gerçekten Allah’ın elçisisin” demelerine rağmen Yüce Allah kalplerinde olmadığı için onlara yalancı diyor. Bu tür tavırlar Yüce Allah’ın asla onaylamadığı ve sahibini yalancı olarak nitelediği davranışlardır. Dolayısıyla Musa’nın böyle bir davranış içinde olduğunu sanmak bühtandır.

Musa eğer Mısır’a gidiyor olmuş olsaydı “Bir de sorumlu tuttukları bir suçum var; beni öldürmelerinden korkuyorum” demezdi. Böyle demesi onun mısıra değil başka bir yöne gittiğini gösterir.

Bu sebeplerden dolayı Mukaddes Vadi Tuva’nın illa da Medyen ve Mısır arasında bir yerde olması gerekmemektedir. Musa’nın çıkış noktasının Medyen olduğu konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Ama gitmek istediği yerin Mısır olmadığı açıktır.

Mukaddes Vadi’nin Kudüs/Jarusalem şehrinin de içinde bulunduğu vadi olduğunu söyleyenlere gelince. Bu hiçbir delili olmayan bir iddiadır. Zira Kudüs şehrinin kurulması Musa’dan çok sonraki zamanlara denk gelir. Musa Nebiliğe seçilirken dünya haritasında Kudüs diye bir şehir yoktur. Kudüs, Musa’dan en az 300 yıl sonra kurulacaktır.

Yukarıda kuddüs kelimesi işlenirken bir yerin Mukaddes olması için oranın Kuddüs yapılışının, insanlar tarafından kabul edilip ve uygulanıyor olması gerekmektedir demiştik. Allah bir yeri Mukaddes ilan etmez, Kuddüs ilan eder. Allah’ın Kuddüs ilan ettiği yere insanlar riayet edince orası Mukaddes olur. Yani Mukaddeslik Yüce Allah’ın değil insanın ortaya koyacağı bir şeydir.

Ta Ha 20/12

إِنِّىٓ أَنَا۠ رَبُّكَ فَٱخْلَعْ نَعْلَيْكَ ۖ إِنَّكَ بِٱلْوَادِ ٱلْمُقَدَّسِ طُوًى

“Ben, evet ben! Senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, kutsal Tuva vadisindesin. 

Bu ayetten Tuva Vadisi’nin o an Mukaddes kılındığı değil daha önceden Mukaddes olduğu anlaşılmaktadır. Yani Musa Nebiliğe seçilmeden de orası Mukaddes’ti. Daha kendisine Nebilik bile teklif edilmemiştir. Ama Musa’nın geldiği yer Mukaddes Vadi’dir. Öyleyse Oranın mukaddes oluşunun Musa ile alakası yoktur. Eğer orası o an Mukaddes oldu denilirse, tekrar ediyoruz ki Mukaddes olmak demek insanların oranın Kuddüslüğüne riayet ediyor olması demektir. Eğer orası o an Kuddüs hale getirilmiş olsaydı “Bil vadil Kuddüsü Tuva” yani Kuddüs (kutsal) Vadi Tuvadasın” denmesi gerekirdi.

O zaman Mukaddes vadiyle ilgili net olarak söylenebilecekler şunlardır.

  • Mukaddes Vadi Tuva, Medyen ile Mısır arasında bir yerde değildir.
  • Mukaddes Vadi Tuva’nın Mukaddes hale gelişi Musa’dan öncedir.

Bu iki tespitten sonra tekrar Kuddüs olan bir yerin nasıl Mukaddes hale geldiğini anlamaya çalışalım. Hakikaten bir yerin Mukaddes olması demek ne demektir? Bir yerin Mukaddes olması nasıl anlaşılır?

Nedense bu soruların cevabı Yüce Allah’ın “Bu bölgeyi kutsal ilan ettim” demesi olarak anlaşılmıştır. Oysa bu ilan etmenin uyulması gereken kurallarının, belli sınırlarının, yapılması gereken şeylerin, yapmaktan kaçınılması gererken şeylerinin de olmasını gerekli kılmaktadır. Bir yer Kutsal kılınmışsa ve orayla ilgili özel bir davranış gerekmiyorsa, sadece oraya ait birtakım kurallar yoksa o yerin kutsal olmasının anlamı nedir?

Bu zor konuyu misallerle anlatmaya çabalayalım. Yeryüzünde binlerce vadi vardır. Ama bu binlerce vadi içerisinde sadece Tuva denilen bir vadi Mukaddestir. Eğer; “O vadiyi diğerlerinden ayıran bu kutsallık taşından toprağından, oradaki gizemli ve esrarengiz oluşumlardan değildir. O vadiyi diğerlerinden ayıran şey Yüce Allah’ın vahiy indirdiği mekân olmasındandır” denirse, şu itirazın yapılması gerekir. Yüce Allah’ın vahiy indirdiği her mekân mukaddes olacaksa, yeryüzünde mukaddes olmayan tek bir toprak parçasının kalmaması gerekir. Oysa yüce Allah vahiy indirdiği her mekâna mukaddes dememiştir. Hatta vahiy indirdiği birçok mekânı yok etmiştir. Hud’a vahiy gönderdiği İrem, Nuh’a vahiy gönderdiği bölge, Salihe vahiy gönderdiği Semud, Lut’a vahiy gönderdiği Sodom ve Gomore yok edilmiştir. Yani Mukaddes kılmanın vahiy indirilen mekân olmasıyla ile bir alakası olmamalıdır.

Yukarıda Kuddüs kelimesinin asıl anlamının manevi kirlerden temiz olmak demek olduğunu belirtmiştik. Kuddüs olmak manevi kirleri temizleme potansiyeli olmak demektir. Mukaddes olmak demek ise potansiyelinde temizleme olan bu yere gelip o temizleme potansiyelini kullanarak temizlenmeyi yapmak demektir. Bu da sadece oraya ait bir takım kuralların olmasını gerekli kılar. Eğer manevi kirlerden temizlenme potansiyeli her yerde olsaydı her yer Kuddüs olurdu. Başka hiçbir yerde o temizlenmeyi yapamayacağınız için orası Kuddüs bir mekândır.

Bu temizlik sadece orada yapılıyorsa bu durum; sadece orada olabilen o temizlenmenin, sadece oraya ait kurallarının olmasını gerekli kılar. Bu kurallar başka yerde değil sadece orada uygulanırsa o temizlik olur. Oranın kurallarını alıp başka bir yerde uygulasak olmaz mı? Olamaz. Çünkü oranın temizleme potansiyelini tayin eden insan değil, Yüce Allah’tır. Bir yerin Mukaddes olması sadece oraya ait başka hiçbir yerde olmayan davranış biçimlerinin, ritüellerininin olmasını gerekli kılar. Yoksa oranın mukaddes oluşu kimseyi bağlamaz.

Mesela; Kur’an’da iki ayete konu olan Mukaddes Vadi Tuva’nın nerede olduğunu, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini, o sınırdan içeri girenlerin neleri yapması ve neleri yapmaması gerektiğini bilen bir Allah’ın kulu yoksa; oranın mukaddesliğinin ne anlamı kalır! Böyle olduğundan dolayı da kimse Allah’ın kutsal kıldığı bu vadiye karşı kendisini sorumlu hissetmeyecektir. Yani oranın kuddüs oluşu kimseyi bağlamayacaktır. İşte bunun gibi eğer ortada bir kutsallık varsa, o kutsala karşı bir davranış biçimi de olmak zorundadır.

Bu davranış biçimlerine “Menasik” denir. Şu ayette kutsal bir yerin kendisine ait davranış biçimlerinin olması gerektiğini anlıyoruz. Bilindiği gibi Müslümanlar için Mekke vadisi mukaddes bir mekandır. Nuh tufanında kaybolan kabe, Hz.İbrahim tarafından yeniden inşa edilmiştir. Bu inşa etme işlemi bittikten sonra İbrahim şöyle dua etmektedir.

Bakara 2/128

رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَا ۖ إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

“Rabbimiz! İkimizi sana teslim olmuş kişiler yap, soyumuzdan gelenlerden de sana teslim olmuş bir toplum oluştur! Bize menâsikimizi göster ve yönelişimizi (tevbemizi) kabul et! Sana yönelenleri (tevbe edenleri) kabul eden, iyiliği bol olan Sen’sin!” 

Bu ayette geçen “menasik” kavramı hem ibadet yerleri hem ibadet yerlerinde yapılan ibadet şekilleri anlamındadır. Müfredatta bu kelimenin açıklaması olarak, sadece Hac zamanında hacca ait olarak yapılan ibadetlerdir denmiştir.

Tıpkı bunun gibi Mukaddes olan bir yerin de kendisine ait menasikinin olması gerekmektedir. Bu menasikler ibadetlerin nasıl ve ne şekilde yapılacağını kapsadığı gibi nelerin yapılmaması gerektiğini de kapsamaktadır. Aslında incelediğimiz ayette bunu anımsatan bir şey vardır.

Ta Ha 20/12

إِنِّىٓ أَنَا۠ رَبُّكَ فَٱخْلَعْ نَعْلَيْكَ ۖ إِنَّكَ بِٱلْوَادِ ٱلْمُقَدَّسِ طُوًى

“Ben, evet ben! Senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, kutsal Tuva vadisindesin. 

“Mukaddes Vadidesin ayakkabılarını çıkar” aslında diğer yer ve zamanlarda ayakkabısız dolaşmak hoş karşılanmazken, Kutsal Vadi sınırlarına girince ayakkabılı dolaşmak hoş karşılanmamaktadır. İşte bu durum mukaddes olan bir yerin başka yerlerde olmayan sadece oraya ait ritüel ve davranış biçimlerinin olduğunu gösterir.

Toparlayacak olursak; Mukaddes olan bir yerin mukaddes oluşunun anlaşılması sadece sözle kutsal kıldım demek değildir. Aynı zamanda oraya ait yapılması ve yapılmaması gereken kurallarının da olmasını zorunlu kılar.

İşte bu yapılması gerekenlere emirler, yapılmaması gerekenlere ise nehiyler denir. Zaten emir bünyesinde ikisini de barındırır. Emir ya bir şeyi yapmak için ya da bir şeyi yapmamak için verilir. Ama verilen her emir hiç açıklamaya ihtiyaç duymadan bünyesinde iki anlamıda barındırır. Yukarıdaki verilen ayette Ayakkabılarını çıkar denilerek bir şeyi yapma emri vardır. Ama bu emir aynı zamanda “ayakkabılarınla kutsal vadiye girme” manasına da gelir. Yani emir olarak bir şeyi yap dendiğinde aynı zamanda bir şeyi de yapma denmektedir. Tersinden bakacaksak olursak, bir şeyi yapma dendiğinde aynı zamanda bir şeyi de yap denmektedir.

Sadece mukaddes bölge için değil her konu için konan kurallar, yapılabilecek şeyler üzerinden değil yapılamayacak şeyler üzerinden belirlenir. Çünkü yapılmaması gerekenler sayılınca yapılması mümkün olan şeyler onun dışında kalacaktır. Bunu da yine Kur’an’dan bir misalle açıklayalım.

Maide 5/3

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ ۚ ذَٰلِكُمْ فِسْقٌ ۗ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ دِينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ ۚ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا ۚ فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ ۙ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

Ölü (leş), kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilmiş olan, boğulmuş, vurulmuş, düşmüş, boynuz darbesi almış ve yırtıcı tarafından yenmiş olanlar size haramdır; ölmeden keserseniz başka. İbadet için dikili taşlar üzerinde kesinler haram olduğu gibi çekilişle kısmet aramanız da haramdır. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün ayetleri görmezlikten gelenler (kafirler) dininizden ümitlerini kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün dininizi olgunlaştırdım, size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm. Her kim günaha eğilimi olmadan açlıktan dolayı (bu yasakları çiğnemeye) mecbur kalırsa Allah bağışlar, ikramı boldur. 

Bu ayette yenilmesi haram olanlar sayılmıştır ama yenilmesi haram olmayanlar sayılmamıştır. Çok rahatlıkla anlaşılmaktadır ki sayılanların dışında kalanlar helaldir. Ayrıca upuzun bir liste yapmaya gerek yoktur. Eğer yenilmesi helal olanlar üzerinden sayılmaya kalkışılsa Kur’an’ın ciltler dolusu olması gerekirdi. Bu durum herkes tarafından anlaşılmaktadır.

Tıpkı bunun gibi Mukaddes bölgede asıl olan, yapılmaması gerekenlerin sayılmasıdır. Sayılanlar dışında kalanlar yapılmasında sorun olmayan şeylerdir. Yani haramların sayılması yeterlidir. Ayrıca helallerin sayılması abestir. Fakat yapılmaması gerekenlerin sadece kutsal bölgeye has olması gerekmektedir. Normal zamanda ve yerlerde yapılmasında herhangi bir sakınca bulunmayan şeyler o bölgeye girince yapılmaması gerekenlere dönüşmektedir. Tıpkı Musa’nın ayakkabılarını çıkarması gibi. İşte bu yapılması yasak olan şeylere haram denir. Diğer yerlerde yapılmasında sakınca olmayan, ama mukaddes bölgeye girince haram olan şeylerin haramlığı bölge ile birlikte başladığı için mukaddes bölgeye “haram bölge” denir.

Bu açıklamayı burada bırakarak mukaddes vadiye isim olmuş tuva (طُوً) kelimesinin de anlamını verelim. Tuva; Kur’an’da 5 defa geçen bu kelime, elbiseyi veya yazılı kağıt parçasını ikiye katlamak, dürmek, iki ülkeyi geçmek, cüssesini ikiye katladığı için şişman kadın, bükmek, ikilenmiş, ikileşmiş, kat etme, iki kere anlamlarına gelmektedir.

Tuva kelimesinin bu anlamlarından yola çıkarak şöyle diyebiliriz.

Ta Ha 20/12

إِنِّىٓ أَنَا۠ رَبُّكَ فَٱخْلَعْ نَعْلَيْكَ ۖ إِنَّكَ بِٱلْوَادِ ٱلْمُقَدَّسِ طُوًى

“Ben, evet ben! Senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, iki kere mukaddes kılınmış vadidesin. 

Aslında iki kere kutsal kılınmış vadi anlamı hemen hemen bütün tefsirlerimizde verilmiş bir anlamdır. İbni Abbas’ın “iki kere kutsal kılınmış” alıntısı tüm tefsirlerimizde yer alır.

Biraz arapça bilenler şunu bilirler ki; Arapçada isimler marife (bilinen) ve nekira (bilinmeyen) olarak ikiye ayrılır. Bu ayrım isimlerin başına gelen ٱل  (El) takısıyla yapılır. Eğer cümle içinde geçen ismin başında bu takı varsa bilinen bir şeyden bahsediliyor demektir. İsmin başında El takısı yoksa bilinmeyen demektir.” B il Vad il Mukadesi Tuva” (بِٱلْوَادِ ٱلْمُقَدَّسِ طُوًى) tamlamasında hem vadi kelimesinin hemde mukaddes kelimesinin başında El takısı vardır. Bu durum, bahsedilen ismin herkes tarafından bilinen bir yer olduğundan başka bir anlama gelmez. Oysa bu terkib böyle olmasına rağmen tefsirlerimize göre Tuva vadisinin nerede olduğunu kimse bilmemektedir. Bu durum dil kurallarına da aykırıdır.

Artık daha fazla özelliğine vakıf olduğumuz Tuva Vadisinin neresi olduğunu tespit etmek iyice kolaylaşmıştır.

  • Tuva Vadisinin Mukaddesliği Musa’dan önce bir zamanda olmuştur.
  • Medyen ve Mısır arasında değildir.
  • Sadece oraya has menasik ve ritüelleri vardır. Sadece oraya has haramlar vardır.
  • Mukaddes bölge demek aynı zamanda haram bölge demektir.
  • Mukaddes olmak insanların Kuddüs olanı tanımasıyla alakalıdır.
  • Tuva kelimesi iki kere manasındadır. ”bil vadil mukaddesi tuva” (بِٱلْوَادِ ٱلْمُقَدَّسِ طُوًى) iki kere mukaddes kılınmış vadi demektir.
  • Mukaddes bölgenin mutlaka herkes tarafından bilinen sınırlarının olması, bu sınırların nerede başlayıp nerede bittiğinin insanlar tarafından biliniyor olması gerekmektedir. Çünkü isimlerin başında bilinirlik (Marife) işareti olan ٱل takısı bunu zorunlu kılar.

Mukaddes Vadi Tuva konusunda insanları yanıltan şey “mukaddes” kelimesinin Tuva Vadisinden başka bir yerle alakalı olarak hiç kullanılmamasındandır. Kur’an’da Kâbe ile ilgili birçok ayet vardır. Ama hiçbir yerde Kâbe ya da Mekke vadisine Mukaddes denmemiştir. Aslında insanları şaşkınlığa düşürmemek için yapılan bu özenli kullanım, insanların Kur’an’ı anlamada başvurdukları yöntemlerden dolayı bir sapmaya yol açmış olmalıdır. Kur’an ısrarla ayetlerinin açık ve açıklanmış olduğunu vurgulamasına rağmen, O’nun kendini bu şekilde tanıtması görmezden gelinmiş ve açıklanmaya muhtaç bir kitap muamelesi yapılmıştır. Haliyle ayetleri açıklama adına dışarıdan yapılan her açıklama Kur’an’ı açıklamak yerine anlaşılmaz ve kapalı hâle getirmiştir.

Hud 11/1-2

الر ۚ كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ

(01) ELİF! LÂM! RÂ! Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri hem muhkem kılınmış hem de doğru kararlar veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır. 

أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ ۚ إِنَّنِي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ

(02) Böyle olması, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir. Ben de o kitapla sizi uyaran ve müjdeleyen kişiyim. 

Kehf 18/54

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَٰذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ ۚ وَكَانَ الْإِنْسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا

Biz bu Kur’ân’da insanlar için her örneği, değişik biçimlerde verdik. İnsan ne kadar çok tartışan bir varlıktır! 

İsra 17/89

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا لِلنَّاسِ فِي هَٰذَا الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ فَأَبَىٰ أَكْثَرُ النَّاسِ إِلَّا كُفُورًا

Bu Kur’ân’da insanlara her örneği değişik şekillerde vermişizdir. Ama insanların çoğu, nankörlük dışında her şeye direnir. 

Bu ayetler Kur’an’ın Yüce Allah tarafından açıklandığını hem de bu açıklamaların çeşitli şekillerde yapıldığını buyurmasına rağmen Mukaddes Vadi Tuva’nın bilinmeyen bir yer olduğunu söylemek Kur’an’a çelişkili bir kitap demek gibidir. Zira bir yandan yeryüzündeki bir toprak parçasını diğer yerlerden ayırarak “mukaddes” diyecek öte yandan bu toprakların nerede olduğunu, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini, orada yapılması gerekenleri ve yapılmaması gerekenleri bildirmeyecek. Açık ve anlaşılır olmak bu mudur? Eğer orasının neresi olduğu insanlar tarafından bilinmeyecekse ve mukaddesliği insanları bağlamayacaksa kıyamete kadar her kelimesi insanları bağlayacak Kur’an’da bahsedilmesinin ne anlamı olabilir? O vadiye mukaddes demek ile dememek arasında bir fark olmayacaksa “mukaddes” kılınmasının ne anlamı olabilir?

Mukaddes Vadi Tuva’nın nerede olduğu bilinmez demek, Yüce Allah bir toprak parçasını kutsal kıldı, oraya has birtakım ritüelleri ve oraya has birtakım haramları belirledi fakat bu yerin neresi olduğunu, ritüellerin neler ve nasıl yapılacağını, haramların ne olduğunu kimseye söylemeyerek bir gizem oluşturdu demek gibidir.

İki kere kutsal kılınmış vadi’nin bilinmeyen bir yer olduğunu söylemek; Kur’an’ın açık ve anlaşılır bir kitap olmadığını, kendi içinde çelişkilerinin bulunduğunu, her şeyi açıkladığını söyleyen bir kitabın bırakın her şeyi açıklamasını, kendisine konu edindiği yerleri ve şeyleri dahi açıklamadığını söylemeye eş değerdir. Ayetleriyle gizem oluşturan bir kitabın başka gizemleri çözmesi mümkün değildir demektir. Yüce Kur’an kendisine bilerek ya da bilmeyerek yakıştırılan bu haksız nitelemelerden beridir. Yüce Allah gizemli, anlaşılmaz ifadelerle kullarını şaşkınlığa ve bilinmezliğe düşürmekten münezzehtir.

Ta Ha 20/2-3

مَا أَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لِتَشْقَىٰ

Sana bu Kur’an’ı indirmemiz, sana zorluk olması için değildir. 

إِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشَىٰ

Allah’tan korkanlar için akıllarından çıkarmayacakları bir en doğru bilgi olsun diye indirdik. 

Bu ayetler bize Yüce Kur’an’ın sıkıntı ve zorluk çıkaran bir kitap olmadığını bildirmesine rağmen, Mukaddes Vadi Tuva konusunda çekilen sıkıntının sebebi nedir? En doğru bilgi olduğunu söylemesine rağmen yaşanan bu şaşkınlık nedir?

Bu çelişki Kur’an’ın bir çelişkisi olamaz. Ancak Kur’an’a iman ettiğini söylemelerine rağmen Kur’an’a kendi kelimelerini açıklamaktan aciz bir kitap muamelesi yapan Müslümanların bir çelişkisi ve gayretsizliği olmalıdır. Ayetlerinin defalarca açık ve anlaşılır olduğunun beyanına rağmen Allah’ın kelimelerinde kapalılık olduğu zehabına kapılan müslümaların şaşkınlığı olsa gerektir.

İKİ KERE MUKADDES VADİ

“Kuddüs” kavramı etrafında yaptığınız açıklamalarda “mukaddes” kelimesinin o yerin ritüel ve yasaklarını benimsemek demek olduğunu, Mukaddes vadi demenin ise Muharrem Vadi demek anlamına geldiğini görmüştük. Bu bize “harem bölge” ile “kutsal bölge” demenin aynı şey olduğunu gösterir.

Bakara 2/149

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ۖ وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

(Namaza) kalktığın her yerde yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Rabbinin doğru saydığı budur. Yaptığınız hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz. 

Bu ayette geçen “El Mescidi-l Harem” ibaresinde geçen “El Mescid” içinde secde edilen mekân anlamındadır. El Harem ise “yapılması yasak olan” demektir. Yalın olarak bakıldığında bu ibarede ne Suudi Arabistan vardır ne de Mekke kelimesi vardır. Ama yeryüzündeki herkes bu ibareden Suudi Arabistan’ın Mekke şehrindeki Kabe’den bahsedildiğini itirazsız kabul eder. Yeryüzündeki arapça bilen ya da bilmeyen herkesin Kur’an’da adres bildirmediği, koordinatları saymadığı halde El Mescidi-l Harem kelimesinin Mekke’de bulunan onlarca mescid’den birini değilde sadece kabe’yi kastettiğini anlaması sadece oraya has bir takım haramlar ve ritüeller olduğunu bilmesindendir.

Bakara 2/187

أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَىٰ نِسَائِكُمْ ۚ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَأَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ ۗ عَلِمَ اللَّهُ أَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ أَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْ ۖ فَالْآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ ۚ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتَّىٰ يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ۖ ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ ۚ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنْتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ ۗ تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا ۗ كَذَٰلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

Oruç gecelerinde kadınlarınızla cinsel içerikli konuşmalar yapmak size helal kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah kendinize ihanet ettiğinizi bildi de yüzünüze baktı ve sizi affetti. Artık onlarla birleşebilirsiniz. Allah’ın sizin için yazacağını (çocuk sahibi olmayı) isteyin. Fecrin olduğu tarafta, ak çizgi kara çizgiden size göre tam seçilinceye kadar yiyin, için; sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescitlerde itikâf halinde iken kadınlarınızla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah âyetlerini insanlara böyle açıklar ki kendilerini korusunlar. 

Yüce Allah bu ayette de “mescitlerden” ve bu mescidlerde iken yapılması yasak olanlardan bahsetmesine rağmen bu mescidleri “El Mesacidi-l Harem” diye adlandırmamıştır. Çünkü bu yasak yeryüzündeki tüm Mescidler için geçerli olup, tek bir mescidde uygulanan bir yasak olmadığındandır. El Mescidi-l Harem demek, sadece o mescide ait, başka yerde olmayan haramlar demektir.

Yüce Allah’ın bir şeyi haram etmesi, onda bulunan maddi ve manevi kirlerden kullarını uzak tutmak, onları temiz kılmak istemesinden dolayıdır. 

Enam 6/145

قُلْ لَا أَجِدُ فِي مَا أُوحِيَ إِلَيَّ مُحَرَّمًا عَلَىٰ طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ إِلَّا أَنْ يَكُونَ مَيْتَةً أَوْ دَمًا مَسْفُوحًا أَوْ لَحْمَ خِنْزِيرٍ فَإِنَّهُ رِجْسٌ أَوْ فِسْقًا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ ۚ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَإِنَّ رَبَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

De ki: “Bana gelen vahiyde yiyen kişiye yemesi haram kılınmış bir şey bulamıyorum; ölü (leş), akmış kan, tam bir zararlı olan domuz eti ya da sapıklık edip Allah’tan başkasının adını anarak kesilen hayvan olursa başka. Kim zorda kalır da isyan etmeden ve aşırıya gitmeden bunlardan yerse senin Rabbin onu bağışlar ve ikram eder.” 

Maide 5/3-5

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ ۚ ذَٰلِكُمْ فِسْقٌ ۗ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ دِينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ ۚ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا ۚ فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ ۙ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

(01) Ölü (leş), kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilmiş olan, boğulmuş, vurulmuş, düşmüş, boynuz darbesi almış ve yırtıcı tarafından yenmiş olanlar size haramdır; ölmeden keserseniz başka. İbadet için dikili taşlar üzerinde kesinler haram olduğu gibi çekilişle kısmet aramanız da haramdır. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün ayetleri görmezlikten gelenler (kafirler) dininizden ümitlerini kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün dininizi olgunlaştırdım, size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm. Her kim günaha eğilimi olmadan açlıktan dolayı (bu yasakları çiğnemeye) mecbur kalırsa Allah bağışlar, ikramı boldur.

يَسْأَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ ۖ قُلْ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ ۙ وَمَا عَلَّمْتُمْ مِنَ الْجَوَارِحِ مُكَلِّبِينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمُ اللَّهُ ۖ فَكُلُوا مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهِ ۖ وَاتَّقُوا اللَّهَ ۚ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ

(02) Sana, kendileri için neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki “Temiz olanlar helâl kılındı.” Eğittiğiniz ve Allah’ın verdiği bilgi ile yetiştirdiğiniz avcı hayvanların, sizin için tuttuklarını “Bismillah (Allah’ın adıyla)” diyerek yiyin. Allah’tan çekinerek kendinizi koruyun çünkü Allah, hesabı çabuk görür.

الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ ۖ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْ ۖ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلَا مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ ۗ وَمَنْ يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ

(03) Bugün size, temiz olanlar helâl kılındı. Kendilerine Kitap verilmiş olanların yiyeceği size helâl, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mehirlerini verir, namuslu olur, gizli dost tutmazsanız, iffetli (namuslu) mümin kadınlar ile kendilerine Kitap verilmiş olanların iffetlileri size helâldir. Kim imanını göz ardı ederse yaptıkları boşa gider, Ahiret’te kaybedenlere karışır. 

Bu ayetlerden anlıyoruz ki Yüce Allah’ın bir şeyi haram kılması manevi ve maddi pisliklerden kullarını uzak tutmayı istemesindendir. Sana, kendileri için neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki “Temiz olanlar helâl kılındı.” Temiz olanlar helal kılındıysa haram kılınanlar kirli demektir. Kabe’ye El Mescidi-l Harem denmesi maddi ve manevi kirlerden uzak tutan mescid olduğu içindir.

Soru; Her mescidin potansiyelinde maddi ve manevi kirlerden temizlemek varken, sadece Kabe’ye El-Mescidi-l Harem denmesi ne demektir.

Cevap; Evet her mescidin maddi, ve manevi kirlerden arındırma özelliği vardır. Ama tüm mescidlerin mescid oluşunun sembolü sadece Kabe’dir. Tüm mescidler yönünü ona dönmüştür. Bu bir nevi meşruluk alametidir. Mesela Kıblesi Kabe olmayan bir mescid meşru bir mescid değildir. Bunun yanında El Mescidi-l Harem olmak için sadece tek bir tane olma zorunluluğu vardır. Sadece o mescide has haramların olması gerekmektedir. Diğer mescidlerin tamamındaki haramlar her yerdeki mescidlerde yapılabilinecek bir şeydir. Ama siz tavaf’ı, arafatta vakfe durmayı, mina’yı, müzdelife’yi, safa ve merveyi, ihrama girmeyi sadece Kâbe’de (belirlenmiş bölgede) yapabilirsiniz. Farzedelim ki herhangi bir yerde; tıpkı Mekke’deki gibi bir mescid (Kâbe) yapılsa, Mescidi-l Harem’de olan bütün haram ve ritüeller tıpkı oradaki gibi icra edilse, yeryüzündeki herkes oraya gitse bile o yer El-Mescidi-l Harem olamaz. Çünkü bir yeri Harem bölge ilan etmek kulların yapabileceği bir iş değildir. Bir yerin maddi ve manevi kirlerden temizleyen bir bölge olduğunu ilan etmek için maddi ve manevi kirlerden münezzeh olmak, maddi ve manevi kirlerden arınmak isteyenlerin kendisine müracaat ettiği biri olmak gerekir. Sadece müracaat edilmeyle de olacak bir şey değildir. Müracaat edilenin maddi ve manevi kirlere bulaşmış olanların kirlilik derecesini de çok iyi bilmesi, açık ve gizli kirlerin kendisinden saklanamayacağı biri olması lazımdır. Yani EL KUDDÜS olmak gerekmektedir. Bu ise sadece ve sadece Yüce Allah’tır.

Bu açıklamalar bize göstermiştir ki bir yerin Haram bölge kılınması aynı zamanda oranın kutsal (Kudüs) kılınması demektir. İnsanların herhangi bir bölgeyi “Kudüs” yapmaları mümkün değildir. Buna rağmen herhangi bir bölge veya şehir Allah orayı Kudüs ilan etmeden, oranın sınırlarını belirlemeden, orayla ilgili uyulması gereken kuralları bildirmeden, kaçınılması gereken ve sadece oraya ait haramları açıklamadan insanlar tarafından kutsal (kudüs) yapılıyorsa bu düpedüz Allah’a ortak koşmaktır.

Mesela; Yahudiler Yaruselam’daki (özellikle Kudüs kelimesini kullanmıyoruz) Süleyman tapınağından arta kalan “ağlama” duvarını Kutsal kabul etmişler ve sadece orada yapacakları birtakım rütüeller ve haramlar icad etmişlerdir. Bu Allah’a ortak koşmak olduğu gibi ENDAD olmaktır. Yani nitelikte Allah’a benzemektir. Onlar bu hareketleriyle Allah’ın kutsal kıldığı gibi bizde kutsal kılabiliriz demektedirler. Bu Allah’a ortak koşmaktan daha ağır bir suçtur. Bu şirk değil, şirki üreten konumuna geçmektir.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan şunlar çıkmaktadır.

  • El Kuddüs olmak manevi ve maddi kirlerden münezzeh olmak manasına geldiği gibi maddi ve manevi kirlerden temizleme özelliğine de sahip olmak demektir.
  • Bir yeri Kudüs (kutsal kılmak) orayı sadece orada yapılabilinecek bir temizlenme bölgesi ilan etmek demektir. Başka yerlerde temizlenilemez demek değildir bu. Temizlenmenin bu türü sadece orada var başka yerde yok demektir.
  • Bir yeri Kuddüs yapmak Allah’ın işidir. O yeri Kuddüs kabul etmek insanın yapması gereken bir şeydir. İnsanın orayı Kuddüs kabul etmesi, o bölgenin Mukaddes hale gelmesi demektir. Allah’ın bir yeri Kuddüs kılması MUKADDİS kelimesiyle, İnsanın Kuddüs kılınan yeri ve o yerle ilgili kuralları kabul edip uygulaması MUKADDES kelimesiyle anlatılmıştır.
  • Bir yerin Kudüs olması ancak ve ancak sırf oraya ait başka yerde olmayan haramların ve ritüellerin olmasıyla mümkündür. Bu oranın HAREM BÖLGE hale gelmesi demektir. Haramlar ve ritüellerin o bölgeye ait olması başka yerde yapılamayacağını gösterir. Yani Tavaf sadece Kabe’de yapılabilir. Bunu başka yerde yapmak haramdır.
  • İnsanların yerini bilmediği, sınırlarının belli olmadığı, haramlarının uygulanmadığı, oraya ait ritüellerinin bilinmediği gibi uygulama imkanının olmadığı bir yerin Mukaddes olması imkansızdır. Yüce Allah’ın böyle bir yere Mukaddes demesi olacak şey değildir.

Bir yerin Mukaddes hale gelmesi için şu aşamalardan geçmiş olması lazımdır.

  • El Kuddüs olan’ın ilan etmesi
  • El Kuddüs olanın kuddüs ilan ettiği bölgenin sınırlarını belirlemesi.
  • El Kuddüs olanın sınırlarını belirlediği Kuddüs yerin yeryüzündeki diğer her yerden ayrılması için sadece oraya ait başka yerlerde uygulama imkanı olmayan ritüeller ve haramlar koyması. Bu o yerin Kuddüs oluşunun tamamlanması demektir. O yer artık KUDÜS’tür.
  • İnsanların El Kuddüs olanı kabul etmesi, kabul edilen El Kuddüs’ün kutsal kıldığı bölgeyi kabul etmesi, kudüs kılanan bölgenin sadece oraya ait haram ve ritüellerini bilmesi ve son olarak bütün bunlara El Kuddüs olanın gösterdiği şekilde riayet etmesi. İşte tüm bunlardan sonra Mukaddes olur.

Bu açıklamalardan sonra. Yüce Allah’ın El Mescidi-l Harem dediği Kâbe’den başka bir yerin mukaddes olabilmesi mümkün değildir. Ta-Ha 12 ve Naziat 26 da geçen “Bil Vadil Mukaddesi Tuva” nın Mescidi-l Harem’den başka bir yer olması mümkün değildir. “Bil Vadil Mukaddesi Tuva” ibaresinde geçen Tuva kelimesi bir isim değil “iki kere” manasına gelen sıfattır.  Bil Vadil Mukaddesi Tuva “iki kere mukaddes kılınmış vadi” demektir. Çünkü Kâbe iki kere mukaddes olmuştur.

Şöyle ki: Dikkat edilirse hem Naziat hem de Taha süresinde iki kere mukaddes kılınmış denmektedir. İki kere kuddüs kılınmış denmemektedir. Zira yüce Allah’ın bir yeri Kutsal yani Kudüs ilan etmesi asla iki sefer olmaz. Bu durum O’nun yasalarına aykırıdır. O’nun sözlerinde bir değişme olmaz. Eğer Allah bir yeri Kudüs ilan etmişse o kıyamete kadar geçerli olmak zorundadır. (Kudüs kılınan biryerin Mukaddes olmasının insanların bu kutsallığı kabul edip uygulaması ile alakalı olduğunu yukarıda izah edildi.) İki kere mukaddes kılınmış olması insanların bunu iki kere yaptığı, birinci sefer ile ikinci sefer arasında bir kesintinin olduğunun göstergesidir.

Al-i İmran 3/96

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِى بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِّلْعَٰلَمِينَ

İnsanlar için kurulan ilk ev, Bekke’de olandır. Bereketli ve herkese doğru yönü (kıbleyi) göstersin diye kurulmuştur.

İşte bu ayet Kâbe’nin ilk defa Kutsal (Kudüs) ilan edildiğinden bahseder. Ama aynı zamanda bu kutsallığın insanlar tarafından kabul edilip mukaddes kılındığından da bahseder. “İnsanlar için kurulan ilk ev” ifadesi bunu gösterir.

Hac 22/29

ثُمَّ لْيَقْضُوا۟ تَفَثَهُمْ وَلْيُوفُوا۟ نُذُورَهُمْ وَلْيَطَّوَّفُوا۟ بِٱلْبَيْتِ ٱلْعَتِيقِ

Aynı zamanda tefeslerini (Arafat ve Müzdelife vakfelerini) tamamlasınlar, adaklarını yerine getirsinler ve o eski (şerefli) Beyti (Kâbe’yi) tavaf etsinler. 

Hac 22/33

لَكُمْ فِيهَا مَنَٰفِعُ إِلَىٰٓ أَجَلٍ مُّسَمًّى ثُمَّ مَحِلُّهَآ إِلَى ٱلْبَيْتِ ٱلْعَتِيقِ

Belirli bir süreye kadar kurbanlıklarda sizin için birtakım faydalar vardır. Sonra varacakları son nokta Beyt-i atîk (Kabe)dir. 

Hac suresinin bu ayetlerinde Atik kelimesi birçok manaya geldiği gibi “eski, kadim, eskiden kalma” manasına da gelmektedir. Bu da oranın İbrahim’den önce hatta çok önce de var olduğunu gösterir.

Al-i İmran 3/97

فِيهِ ءَايَٰتٌۢ بَيِّنَٰتٌ مَّقَامُ إِبْرَٰهِيمَ ۖ وَمَن دَخَلَهُۥ كَانَ ءَامِنًا ۗ وَلِلَّهِ عَلَى ٱلنَّاسِ حِجُّ ٱلْبَيْتِ مَنِ ٱسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا ۚ وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ ٱللَّهَ غَنِىٌّ عَنِ ٱلْعَٰلَمِينَ

Orada apaçık göstergeler (ayetler), İbrahim’in (ibadet için) durduğu yerler vardır. Oraya kim girerse güvende olur. Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te, Ka’be’de hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim bunu göz ardı ederse bilsin ki Allah’ın kimseye ihtiyacı olmaz. Bunu göz ardı edenler bilsinler ki Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur. 

İnsanlar için kurulan ilk ev olmasına rağmen Kabe ile alakalı olarak kıssası anlatılan tek elçi İbrahim’dir. Ondan önce kıssası anlatılan Nuh, Hud, Salih gibi elçilerin insanlık için kurulan bu evi kıble edindiklerine dair bir ayet bulunmamaktadır. Fakat yine  Kur’an’dan anlıyoruz ki; İbrahim ve İsmail Kabe’yi sıfırdan yapmamışlardır.

İbrahim 14/37

رَّبَّنَآ إِنِّىٓ أَسْكَنتُ مِن ذُرِّيَّتِى بِوَادٍ غَيْرِ ذِى زَرْعٍ عِندَ بَيْتِكَ ٱلْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُوا۟ ٱلصَّلَوٰةَ فَٱجْعَلْ أَفْـِٔدَةً مِّنَ ٱلنَّاسِ تَهْوِىٓ إِلَيْهِمْ وَٱرْزُقْهُم مِّنَ ٱلثَّمَرَٰتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ

Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını senin dokunulmaz Beytinin yanında, bitkisiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı tam kılsınlar diye öyle yaptım. İnsanlardan kiminin gönlünde onlara karşı özlem uyandır. Bir de onları birtakım ürünlerle azıklandır; belki görevlerini yerine getirirler. 

Bakara 2/127-128

وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَٰهِۦمُ ٱلْقَوَاعِدَ مِنَ ٱلْبَيْتِ وَإِسْمَٰعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّآ ۖ إِنَّكَ أَنتَ ٱلسَّمِيعُ ٱلْعَلِيمُ

(127) İbrahim, İsmail ile beraber Kâbe’nin temellerini yükselttiği sırada şöyle yalvardı: “Rabbimiz, bunu bizden kabul et, dinleyen de bilen de Sen’sin!”

İbrahim ailesinden bir kısmını Allah’ın evinin yanına yerleştirdiğini söylüyor. İkinci ayette ise evin temellerini yükselttikleri belirtiliyor. Bu ibareler Kabe’nin İbrahim’den önce de var olduğunu göstermektedir.

رَبَّنَا وَٱجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِن ذُرِّيَّتِنَآ أُمَّةً مُّسْلِمَةً لَّكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَآ ۖ إِنَّكَ أَنتَ ٱلتَّوَّابُ ٱلرَّحِيمُ

(128) “Rabbimiz! İkimizi sana teslim olmuş kişiler yap, soyumuzdan gelenlerden de sana teslim olmuş bir toplum oluştur! Bize menâsikimizi (hac ve umre ibadetlerini yapacağımız yerleri) göster ve yönelişimizi (tevbemizi) kabul et! Sana yönelenleri (tevbe edenleri) kabul eden, iyiliği bol olan Sen’sin!” 

Ayette وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا ,”Bize menasikimizi göster” deniyor. Bu İbrahim’in hac menasikleri ile ilgili bir bilgisinin olmadığını gösterir.

Hac 22/26-27

وَإِذْ بَوَّأْنَا لِإِبْرَٰهِيمَ مَكَانَ ٱلْبَيْتِ أَن لَّا تُشْرِكْ بِى شَيْـًٔا وَطَهِّرْ بَيْتِىَ لِلطَّآئِفِينَ وَٱلْقَآئِمِينَ وَٱلرُّكَّعِ ٱلسُّجُودِ

(26) İbrahim’e Beyt’in yerini gösterdiğimiz zaman, “Bana bir şeyi ortak sayma; tavaf edenler, kıyam, rüku ve secde edenler için Beytimi temiz tut” demiştik. 

وَأَذِّن فِى ٱلنَّاسِ بِٱلْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَىٰ كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِن كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ

(27) İnsanların içinde o haccı ilan et ki yürüyerek ve bitkin binekler üzerinde bütün derin vadilerden geçerek sana gelsinler. 

Bu iki ayette de Beytin yerinin İbrahim’e gösterildiği söyleniyor. Buradan yola çıkarak en azından Nuh tufanında Kabe’nin yerinin kaybolduğunu söyleyebiliriz. Ayetlerden hem beytin İbrahim’den öncesinin olduğunu hem de İbrahim’in beyti yeniden yaptığını öğreniyoruz. İşte bu ayetlerden, ne kadar sürdüğünü bilemediğimiz bir süre  insanların yeryüzünde hac yapmadıkları anlaşılıyor. İnsanların içinde o haccı ilan et ki yürüyerek ve bitkin binekler üzerinde bütün derin vadilerden geçerek sana gelsinler. Bu ayetten ise İbrahim’in haccı ikinci kez insanlık için ilan ettiğini öğreniyoruz.

İşte bu da o yerin ikinci kez Mukaddes olduğunu gösterir. Yukarıdaki ayetlerin tamamına dikkat edildiğinde; o evin insanlık için yeniden Kuddüs kılındığından değil, oradan mahrum kalan insanların yeniden -yani ikinci kez- oranın Mukaddesliğinden haberdar edilmesinden bahsedildiği açıkça görülecektir.

Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Musa Kıssası içinde geçen “Bil Vadil Mukaddesi Tuva” ne yeri, menasikleri, haramları, sınırları bilinmeyen Medyen ile Şam arasında kimsenin bilmediği bir vadidir ne de Musa’dan yüzlerce yıl sonra kurulmuş olup, sınırları, kendisine ait kuralları, ritüelleri hakkında ilahi hiçbir delil bulunmayan, insanların Allah’a ortak koşarcasına Kudüs dedikleri Yarusalem şehridir.

Bil Vadil Mukaddesi Tuva; “En baştan itibaren yüce Allah’ın sınırlarını, haramlarını, ritüellerini belirleyip ilk olarak Adem (as)’e ikinci olarak da İbrahim (as)’e bildirdiği, insanların da bilip akın akın gittiği Mekke vadisi” olup, İKİ KERE MUKADDES KILINMIŞ EL MESCİDİ-L HARAM’da, ilk günden itibaren insanlığa sunulmuş ve temizlenmelerine vesile kılınmış olan Kâbe olmalıdır.

 

 

 

 

6) Millet-e İbrahim

Yayınlanma Tarihi: 4 Nisan 2017

KONU İLE İLGİLİ AYETLER

Kur’an’da 18 yerde geçen millet kavramı genelde meallerde “din” veya “şeriat” diye anlamlandırılmış. Asıl manası bir şeyi yazdırmak, uzatmak olan bu kavram geçtiği yerlerin hiçbirinde Allah’a atfen gelmemiştir. Allah’a atfen gelmediği gibi Kur’an’da ismi geçen (İbrahim hariç) hiçbir Nebiye de atfen de kullanılmamıştır. Aşağıda yapılan tasnifte bu tespit görülmektedir.

1-YAHUDİ VE HIRİSTİYANLARA ATFEN

Bakara 2/120

وَلَنْ تَرْضَىٰ عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارَىٰ حَتَّىٰ تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ ۗ قُلْ إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَىٰ ۗ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ بَعْدَ الَّذِي جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ ۙ مَا لَكَ مِنَ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ

Dinlerine uyana kadar Yahudisi de Hristiyanı da senden asla hoşlanmaz. De ki: “Doğru yol Allah’ın gösterdiği yoldur.” Sana bu bilgi geldikten sonra tutar da onların isteklerine uyarsan, Allah’ın ne veliliğini (dostluğunu) ne de yardımını görürsün. 

2- ŞUAYB’IN KAVMİNE ATFEN

Araf 7/88

قَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِهِ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَا أَوْ لَتَعُودُنَّ فِي مِلَّتِنَا ۚ قَالَ أَوَلَوْ كُنَّا كَارِهِينَ

Halkı içinden büyüklük taslayan itibarlı kişiler şöyle dediler: “Bak Şuayb! Ne pahasına olursa olsun seni bu ülkeden çıkaracağız, seninle birlikte inananları da öyle. Tek çare bizim düzenimize dönmenizdir.” Şuayb dedi ki “Biz istemesek de mi?” 

Araf 7/89

قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللَّهِ كَذِبًا إِنْ عُدْنَا فِي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ إِذْ نَجَّانَا اللَّهُ مِنْهَا ۚ وَمَا يَكُونُ لَنَا أَنْ نَعُودَ فِيهَا إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ رَبُّنَا ۚ وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا ۚ عَلَى اللَّهِ تَوَكَّلْنَا ۚ رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَأَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِحِينَ

“Allah’ın bizi kurtarmasından sonra tutar sizin düzeninize dönersek Allah’a karşı tam bir yalan uydurmuş oluruz. Düzeninize dönmemiz olacak şey değildir; Rabbimiz olan Allah döndürürse başka. Rabbimiz bilgisiyle her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi halkımızdan en doğru bir biçimde ayır. Ayırmayı en iyi yapan sensin.” 

3- İNANMAYAN KAVİMLERE ATFEN

 Kehf 18/20

إِنَّهُمْ إِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا

“Çünkü ellerine geçirseler taşlayarak bizi öldürürler ya da kendi dinlerine döndürürler de sonsuza kadar umduğumuza kavuşamayız.” 

İbrahim 14/13

وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِرُسُلِهِمْ لَنُخْرِجَنَّكُمْ مِنْ أَرْضِنَا أَوْ لَتَعُودُنَّ فِي مِلَّتِنَا ۖ فَأَوْحَىٰ إِلَيْهِمْ رَبُّهُمْ لَنُهْلِكَنَّ الظَّالِمِينَ

O kâfirler elçilerine şunu söylediler: “Ne pahasına olursa olsun ya sizi ülkemizden çıkarırız ya da dinimize dönersiniz; bunun başka yolu yok.” Allah da onlara şöyle vahyetti: “Yanlış yapan o kimseleri kesinlikle etkisizleştireceğiz. 

Yusuf 12/37

قَالَ لَا يَأْتِيكُمَا طَعَامٌ تُرْزَقَانِهِ إِلَّا نَبَّأْتُكُمَا بِتَأْوِيلِهِ قَبْلَ أَنْ يَأْتِيَكُمَا ۚ ذَٰلِكُمَا مِمَّا عَلَّمَنِي رَبِّي ۚ إِنِّي تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ

Yusuf dedi ki “Size yedirilecek yemek gelmeden onun ne maksatla geldiğini dahi bildirebilirim. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Çünkü ben Allah’a güvenmeyen inancı olmayan ve ahireti yok sayan bir topluluğun dinini reddetmiş bulunuyorum.

4- BELİRSİZ BİR ATIF

 Sad 38/7

مَا سَمِعْنَا بِهَٰذَا فِي الْمِلَّةِ الْآخِرَةِ إِنْ هَٰذَا إِلَّا اخْتِلَاقٌ

“Son şeriatta bunu duymadık; bu sadece uyduruk bir şey”. 

5- YAZDIRMA ANLAMINDA

 Bakara 2/282

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ إِلَىٰ أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ ۚ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ ۚ وَلَا يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللَّهُ ۚ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا ۚ فَإِنْ كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لَا يَسْتَطِيعُ أَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ ۚ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ ۖ فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاءِ أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَىٰ ۚ وَلَا يَأْبَ الشُّهَدَاءُ إِذَا مَا دُعُوا ۚ وَلَا تَسْأَمُوا أَنْ تَكْتُبُوهُ صَغِيرًا أَوْ كَبِيرًا إِلَىٰ أَجَلِهِ ۚ ذَٰلِكُمْ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ وَأَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَىٰ أَلَّا تَرْتَابُوا ۖ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلَّا تَكْتُبُوهَا ۗ وَأَشْهِدُوا إِذَا تَبَايَعْتُمْ ۚ وَلَا يُضَارَّ كَاتِبٌ وَلَا شَهِيدٌ ۚ وَإِنْ تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ ۗ وَاتَّقُوا اللَّهَ ۖ وَيُعَلِّمُكُمُ اللَّهُ ۗ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Ey inanıp güvenenler, birbirinize belli bir vadeye kadar borçlandığınızda borcunuzu yazın. Bir yazıcı, aranızda doğru olarak yazsın. Yazıcı yazmaktan kaçınmasın, Allah (bu ayette) nasıl öğretiyorsa, öyle yazsın. Yazıyı borçlu yazdırsın, Sahibi(Rabbi)olan Allah’tan çekinsin de borçtan bir şeyi eksiltmesin. Borçlu; sefih, güçsüz veya söyleyip yazdıramayacak durumda ise onu velisi, doğru olarak yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. İki erkek yoksa bir erkek ile iki kadın da olur. Bunlar, şahitliğini kabul edeceğiniz kişilerden olsunlar. Kadınlardan biri unutur veya yanılırsa, diğeri hatırlatır. Şahitler çağrıldıklarında gelmezlik etmesinler. Borç ister büyük ister küçük olsun, vadesi ile birlikte yazmaktan üşenmeyin. Allah katında böylesi daha düzgün, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Aranızda alıp verdiğiniz peşin ticaret olursa, onu yazmamanın size günahı olmaz. Alım satım yaptığınızda şahit tutun. Yazıcı da şahit de zarar görmesin; onlara zarar vermeniz, yoldan çıkmanız olur. Allah’tan çekinerek korunun. Bunu size Allah öğretiyor. Her şeyi bilen Allah’tır. 

6- Hz. İBRAHİM’E ATFEN

Bakara 2/130

وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ ۚ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا ۖ وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ

Kendini zavallı duruma sokandan başka, kim İbrahim’in dininden yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin kıldık, ahirette de iyiler arasında olacaktır. 

Bakara 2/135

وَقَالُوا كُونُوا هُودًا أَوْ نَصَارَىٰ تَهْتَدُوا ۗ قُلْ بَلْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا ۖ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

(Bir taraf) “Doğru yola gelmek için Yahudi olmalısınız”, (diğeri) “Hristiyan olmalısınız!” dedi. De ki: “Hayır, İbrahim’in dosdoğru şeriatına uymalısınız! O, müşriklerden değildi.” 

Al-i İmran 3/95

قُلْ صَدَقَ اللَّهُ ۗ فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

De ki “Allah gerçekleri söyler, siz doğruca İbrahim’in dinine uyun. O, müşriklere katılmadı.” 

Nisa 4/125

وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا ۗ وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا

Kimin dini, samimi olarak kendini Allah’a vermiş olanın dininden güzel olabilir? O (kişi), İbrahim’in dosdoğru dinine uymuştur. Allah, İbrahim’i dost edinmiştir. 

Enam 6/161

قُلْ إِنَّنِي هَدَانِي رَبِّي إِلَىٰ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ دِينًا قِيَمًا مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا ۚ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

De ki “Rabbim bana doğru yolu gösterdi; sapasağlam dini, İbrahim’in dosdoğru dinini gösterdi. İbrahim müşriklerden olmadı.” 

Yusuf 12/38

وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ آبَائِي إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ ۚ مَا كَانَ لَنَا أَنْ نُشْرِكَ بِاللَّهِ مِنْ شَيْءٍ ۚ ذَٰلِكَ مِنْ فَضْلِ اللَّهِ عَلَيْنَا وَعَلَى النَّاسِ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ

Ben atalarımın dinine uymuş bulunuyorum; İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un dinine… Bizim herhangi bir şeyi Allah’a ortak saymaya hakkımız olamaz. İşte bu (Allah’ın ortağının olmaması), O’nun bize ve bütün insanlara olan büyük lütfudur. Ama insanların çoğu bunun kıymetini bilmez.  

Nahl 16/123

ثُمَّ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ أَنِ اتَّبِعْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا ۖ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

Sana da şunu vahyettik: “Hep doğruya yönelen ve müşriklere karışmamış olan İbrahim’in dinine uy” 

Hac 22/78

وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ ۚ هُوَ اجْتَبَاكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ ۚ مِلَّةَ أَبِيكُمْ إِبْرَاهِيمَ ۚ هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمِينَ مِنْ قَبْلُ وَفِي هَٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهِيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ ۚ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللَّهِ هُوَ مَوْلَاكُمْ ۖ فَنِعْمَ الْمَوْلَىٰ وَنِعْمَ النَّصِيرُ

Allah yolunda hakkıyla mücadele (cihad) edin. Size fırsat veren O’dur. Bu dinde size bir güçlük yüklememiştir. Babanız İbrahim’in şeriatına uyun. Allah size daha önce ‘Müslüman (tam teslim olan)’ adını verdi. Bu kitapta da o adı verdi ki elçimiz size örnek olsun. Siz de insanlara örnek olasınız. Namazı tam kılın, zekâtı verin ve Allah’a sıkı sarılın. O sizin en yakınınızdır; ne iyi dost ve ne iyi yardımcıdır. 

Yapılan tüm meal taramalarında millet kavramı, üç ayette din kavramıyla yan yana kullanılmasına rağmen farklı mana verene rastlanılmadı. Yukarıdaki verdiğimiz ayetlerin meallerinin tamamının alındığı Süleymaniye Vakfı mealinde, diğerlerinden bir farkla Hacc 22/78 mealinde kavrama “şeriat” manası verilmiş. Fakat din kelimesiyle birlikte geçmeyen ayetlerde millet kavramına yine din manası verilmiş.

Yaptığımız detaylı inceleme sonucunda Kur’an bütünlüğü içinde bu kelimeye din veya şeriat manası vermenin mümkün olamayacağını gördük. Bu kelimeye bu manaları vermek, Kur’an’da anlatılan ve Kur’an’ı anlamada büyük rol oynayan olayların anlaşılmamasına yol açmıştır.

Kur’an’da geçtiği 18 yerin sekizinde bu kavramın İbrahim’le özdeşleşmesi, yüklenilen anlamın İbrahim’le alakalı bir şey olduğunu düşündürmemesi mümkün değil.

Bakara 282 ayetinde 3 defa kullanılan bu kavram, borçlu ile alacaklı arasındaki yazışmayı yapması için tayin edilen kâtibin kendisine dikte ettirilen şeyleri yazması olarak anlamlandırılmıştır. Fakat bu yazma işlemi başlamadan önce seçilen kâtibin özelliklerinden bahsetmektedir.

Ey inanıp güvenenler, birbirinize belli bir vadeye kadar borçlandığınızda borcunuzu yazın. Bir yazıcı, aranızda doğru olarak yazsın. Yazıcı yazmaktan kaçınmasın, Allah (bu ayette) nasıl öğretiyorsa, öyle yazsın. Yazıyı borçlu yazdırsın, Sahibi (Rabbi) olan Allah’tan çekinsin de borçtan bir şeyi eksiltmesin. Borçlu; sefih, güçsüz veya söyleyip yazdıramayacak durumda ise onu velisi, doğru olarak yazdırsın.

Yukarıda farklı renklerle boyadığımız bölümler millet kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için çerçeve çizmek içindir. Bu ayetten anlaşılıyor ki. Me Le Le kavramının ortaya çıkması için bir borç alışverişinin olması lazımdır. Bu borcun yazılması ise borcu veren değil, borcu alan tarafından yapılması gereken bir şeydir. Yani borçlunun bizzat kendisinin dikte ettirmesi gerekmektedir. Zaten bu kavramın ana manası da dikte ettirilen bir şeyi yazmaktır. Ama o şey borçla alakalıdır.

Yine bu ayetin içinde de din kelimesi geçmektedir. Ey inanıp güvenenler, birbirinize belli bir vadeye kadar borçlandığınızda borcunuzu yazın. Borçlanma olarak geçen kelime arapça metinde “Tedeyentüm” olarak geçmektedir. Bu kelimenin aslı “din” kavramının da türediği “De Ye Ne kelimesidir. Bu kelimenin asıl anlamı borçtur. Kelimenin Allah’ın gönderdiği ayetlere isim olması bu ayetlerin bir nevi borç olarak düşünüldüğü için olmalıdır. Bununla sanki Allah kullarına borç vermiştir. Nitekim bu kelime nisa 12 de borç manasına geçmektedir.

Nisa 4/12

وَلَكُمْ نِصْفُ مَا تَرَكَ أَزْوَاجُكُمْ إِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُنَّ وَلَدٌ ۚ فَإِنْ كَانَ لَهُنَّ وَلَدٌ فَلَكُمُ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْنَ ۚ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصِينَ بِهَا أَوْ دَيْنٍ ۚ وَلَهُنَّ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْتُمْ إِنْ لَمْ يَكُنْ لَكُمْ وَلَدٌ ۚ فَإِنْ كَانَ لَكُمْ وَلَدٌ فَلَهُنَّ الثُّمُنُ مِمَّا تَرَكْتُمْ ۚ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ تُوصُونَ بِهَا أَوْ دَيْنٍ ۗ وَإِنْ كَانَ رَجُلٌ يُورَثُ كَلَالَةً أَوِ امْرَأَةٌ وَلَهُ أَخٌ أَوْ أُخْتٌ فَلِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ ۚ فَإِنْ كَانُوا أَكْثَرَ مِنْ ذَٰلِكَ فَهُمْ شُرَكَاءُ فِي الثُّلُثِ ۚ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصَىٰ بِهَا أَوْ دَيْنٍ غَيْرَ مُضَارٍّ ۚ وَصِيَّةً مِنَ اللَّهِ ۗ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَلِيمٌ

Kadınlarınızın çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir, çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bunlar, yaptığı vasiyetin yerine getirilmesinden veya borcunun ödenmesinden sonra olur. Sizin çocuğunuz yoksa ettiğiniz vasiyet veya borç çıktıktan sonra bıraktıklarınızın dörtte biri karılarınızındır; çocuğunuz varsa, bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Miras bırakan erkek veya kadın kelâle ise (çocuğu ve anası yok da ana tarafından) erkek veya kız kardeşi varsa bunlardan her biri altıda bir paya; kardeşler birden çok ise eşit oranda üçte bir paya, yapılan vasiyetin veya borcun, zarar vermeyecek şekilde edasından sonra sahip olurlar. Bütün bunlar Allah’ın vasiyeti, size yüklediği görevdir. Allah bilir, yumuşak davranır. 

Bu kısa açıklamadan sonra diyebiliriz ki din borçtur, melele ise; bu borcun adaletli ve borcu Allah’ın öğrettiği şekilde yazmasını bilen bir yazıcıya yazdırılmasıdır. Bir nevi borç senedidir. Yazıcı neyi yazması lazım peki. Tabiki borcun miktarını, ne zaman ve hangi şartlarda ödeneceğini yazar. Ama bunu borç veren değil borcu alan dikte eder.

Borç nasıl ortaya çıkar? Ya vadeli bir alışverişin olması lazımdır ya da birinin muhtaç duruma düşüp, imkân sahibi birinden belli bir zaman da geri vermek kaydıyla ödünç almasıyla ortaya çıkar.

Yüce Allah’ın kullarına gönderdiği vahyin din olarak adlandırılması her iki durumun da Yüce Allah ile kullar arasında olmasındandır. Yani İnsanoğlu hem muhtaç olduğu için Rabbinden borç almıştır, hem de alışverişten dolayı borçlu kalmıştır.

Tevbe 9/111

إِنَّ اللَّهَ اشْتَرَىٰ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ ۚ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ ۖ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ وَالْقُرْآنِ ۚ وَمَنْ أَوْفَىٰ بِعَهْدِهِ مِنَ اللَّهِ ۚ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُمْ بِهِ ۚ وَذَٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

Allah, inanıp güvenenlerin kendilerini ve mallarını Cennete karşılık satın almıştır. Allah yolunda çarpışırlar; öldürürler ve ölürler. Bu Allah’ın Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da verdiği gerçek sözdür. Sözünü Allah’tan daha iyi tutan kimdir? Öyleyse yaptığınız bu satıştan dolayı sevinin. Bu, büyük bir kurtuluştur. 

Bu bir alışveriştir, tam bir ticarettir. İnsanoğlu cennet satın almıştır ama hala bedelini ödememiştir. Aldığı şeyin bedelini ödeme yeri bu dünyadır. Borcunu ödediğinde cennetine kavuşacaktır. Bu ticarette borcun zamanı bellidir. En başta kelimeyi açıklamak için verdiğimiz Bakara 282 ayetinde bu zaman şöyle geçmektedir.

Bakara 2/282

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ إِلَىٰ أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ

Ey inanıp güvenenler, birbirinize belli bir vadeye kadar borçlandığınızda borcunuzu yazın.

“Ecelin Musemma” borcun ödeme zamanı. Aynı terkib insan ömrünün sonu için de kullanılmıştır.

Hud 11/3

وَأَنِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ يُمَتِّعْكُمْ مَتَاعًا حَسَنًا إِلَىٰ أَجَلٍ مُسَمًّى وَيُؤْتِ كُلَّ ذِي فَضْلٍ فَضْلَهُ ۖ وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ كَبِيرٍ

Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na yönelin (tevbe edin) ki belirlenmiş eceliniz gelinceye kadar sizi güzel bir şekilde yaşatsın. Fazla yapan herkese de fazlasını versin. Eğer yüz çevirecek olursanız, o büyük günün azabına uğramanızdan korkarım. 

Borcun ödenme zamanı ölüm gelmeden öncedir. Ölüm geldikten sonra defter kapanmış borç ya ödenmiştir ya da ödenmemiştir. Borç ödeme zamanı gelmeden yapılan ödeme aksatmaları tevbe sistemi ile kolaylaştırılmıştır. Yüce Allah insana böyle davrandığı için insanın insana davranışının da öyle olmasını dilemiştir.

Bakara 2/280

وَإِنْ كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَىٰ مَيْسَرَةٍ ۚ وَأَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ ۖ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

Borçlu darlık içinde ise, rahata çıkıncaya kadar beklemek gerekir. Alacağınızı sadakaya/ zekâta saymanız, sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz! 

İnsan yaptığı alışverişten dolayı Allah’a borçlu olduğu gibi, muhtaç olduğundan dolayı ondan aldıklarından dolayı da borçludur.

Fatır 35/15

يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ إِلَى اللَّهِ ۖ وَاللَّهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ

Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Yaptığını güzel yapan ve kimseye ihtiyacı olmayan Allah’tır. 

Her durumda ve her şekilde insan Allah’a muhtaçtır nefes alması bile borçtur aslında. İşte bu borçluluk bilinci kişiyi Mü’min yapar. Ya da kişi aldığı borcu ölene kadar inkar eder, görmemezlikten gelir, ödemeye yanaşmaz.

Yüce Allah’ın insana borç olarak verdiği vahiylerin adı İslam’dır.

Al-i İmran 3/18

شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ وَالْمَلَائِكَةُ وَأُولُو الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ ۚ لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

Allah’tan başka ilah olmadığına Allah, melekler ve doğruluktan şaşmayan bilgi sahipleri şahittir. Evet, O’ndan başka ilah yoktur. Daima üstün olan, bütün kararları doğru olan O’dur.

Al-i İmran 3/19

إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ الْإِسْلَامُ ۗ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ ۗ وَمَنْ يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ

Allah katında din, İslam’dır. Kendilerine kitap verilenler, bu ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilaf çıkarırlar. Kim Allah’ın âyetlerini görmezlikten gelirse, Allah onun hesabını hızlı görür. 

Al-i İmran 3/20

فَإِنْ حَاجُّوكَ فَقُلْ أَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلَّهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِ ۗ وَقُلْ لِلَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَالْأُمِّيِّينَ أَأَسْلَمْتُمْ ۚ فَإِنْ أَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْا ۖ وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ ۗ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ

Seninle tartışırlarsa de ki: “Ben her şeyimle Allah’a teslim oldum; bana uyanlar da öyle!” Kendine Kitap verilenler ile ümmilere (önceki kitaplardan bilgisi olmayanlara) de ki: “Siz de teslim oldunuz mu?” Eğer teslim olurlarsa, yola gelmiş olurlar. Ama yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca ayetleri bildirmektir. Allah kullarını görür. 

Borcu ödeme şekli yalnızca İslam’la mümkündür. Bunun haricinde bir borç ödeme şekli borcu veren tarafından kabul görmeyecektir. Yani borç ödenmemiş sayılacaktır. Borç ödeme şeklinin bundan başka bir şeklinin olmayacağı gelen her elçi tarafından insanlara hep bildirilmiştir. İslam tüm elçilerin getirdiği tek borç ödeme şekli tek dindir.

 

Bakara 2/131

إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ ۖ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ

Sahibi (Rabbi) ona “Teslim ol!” dediğinde o, “Varlıkların Sahibine (Rabbine) teslim oldum!” demişti.

Bakara 2/132

وَوَصَّىٰ بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَا بَنِيَّ إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَىٰ لَكُمُ الدِّينَ فَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

İbrahim, bu dine uymayı oğullarına vasiyet etmişti. Yakup da öyle yaptı. Dedi ki: “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti, son nefesinize kadar Allah’a teslim olmuş kişiler olarak yaşayın.”

Bakara 2/133

أَمْ كُنْتُمْ شُهَدَاءَ إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي قَالُوا نَعْبُدُ إِلَٰهَكَ وَإِلَٰهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِلَٰهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Yakub’un ölmek üzere iken ne yaptığını biliyor musunuz? Oğullarına, “Benden sonra neye kul olacaksınız?” diye sordu. Onlar, “Senin İlahına; ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın İlahına, o bir tek İlaha kul olacağız. Biz, zaten, ona teslim olmuş kimseleriz!” dediler. 

İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kup, Yak’up’un oğulları (Yusuf),

Al-i İmran 3/20

فَإِنْ حَاجُّوكَ فَقُلْ أَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلَّهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِ ۗ وَقُلْ لِلَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَالْأُمِّيِّينَ أَأَسْلَمْتُمْ ۚ فَإِنْ أَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْا ۖ وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ ۗ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ

Seninle tartışırlarsa de ki: “Ben her şeyimle Allah’a teslim oldum; bana uyanlar da öyle!” Kendine Kitap verilenler ile ümmilere (önceki kitaplardan bilgisi olmayanlara) de ki: “Siz de teslim oldunuz mu?” Eğer teslim olurlarsa, yola gelmiş olurlar. Ama yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca ayetleri bildirmektir. Allah kullarını görür. 

Son Resul Hz. Muhammed ve beraberindekiler.

Maide 5/44

إِنَّا أَنْزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ ۚ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُوا لِلَّذِينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللَّهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَاءَ ۚ فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا ۚ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَٰئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

İçinde (doğru yola) bir rehber ve nur olan Tevrat’ı biz indirdik. Allah’a teslim olmuş nebîler, Yahudiler arasında onunla hükmederlerdi. Hocalar ve âlimler ise kendilerinden Allah’ın kitabını korumaları istenmesi sebebiyle onunla hükmederler ve ona şahit olurlardı. Siz, insanlardan korkmayın; benden korkun. Ayetlerimi geçici bir bedelle değişmeyin. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, kâfir olanlardır. 

 Kur’an’da anılan ama kim olduğunu bilmediğimiz Nebiler,

Maide 5/111

وَإِذْ أَوْحَيْتُ إِلَى الْحَوَارِيِّينَ أَنْ آمِنُوا بِي وَبِرَسُولِي قَالُوا آمَنَّا وَاشْهَدْ بِأَنَّنَا مُسْلِمُونَ

Bir gün havarilere “Bana ve Elçime inanıp güvenin” diye vahyettim. Onlar da “İnanıp güvendik; sen şahit ol bizler Allah’a teslim olan (müslüman) kimseleriz” diye karşılık verdiler. 

İsa ve Havariler,

Araf 7/126

وَمَا تَنْقِمُ مِنَّا إِلَّا أَنْ آمَنَّا بِآيَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَاءَتْنَا ۚ رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

Senin bize bu cezayı vermenin nedeni, Rabbimizin mucizelerini görünce derhal inanmamızdır. Rabbimiz! Bize direnme gücü ver. Canımızı da müslüman (Allah’a teslim olmuş) olarak al.” 

Firavunun sihirbazları,

Yunus 10/72

فَإِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَأَلْتُكُمْ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ ۖ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ

Yüz çevirdiyseniz zaten sizden bir ücret istemedim ki! Benim ücretimi verecek olan yalnız Allah’tır. Tam teslim (müslüman) olmam emredildi.” 

Yunus 10/84

وَقَالَ مُوسَىٰ يَا قَوْمِ إِنْ كُنْتُمْ آمَنْتُمْ بِاللَّهِ فَعَلَيْهِ تَوَكَّلُوا إِنْ كُنْتُمْ مُسْلِمِينَ

Musa dedi ki “Ey Halkım! Allah’a inanıp güveniyorsanız ve O’na teslim olmuşsanız O’na dayanın.” 

Musa.

Tüm nebilerin getirdiği tek borç (din) ödeme şekli İslam’dan başka bir şey değildir. Bu yüzden bu kelime insana da atfedilir, nebilere de atfedilir, Allah’a da atfedilir. Yani herkes dinim diyebilir.

Fakat millet kelimesi nebiler arasından sadece İbrahim’e atfedilir. Kelimenin borcu yazdırmak için dikte ettirmek anlamını hatırda tutarak şöyle bir soru sorabiliriz.

Din kelimesinin borç olduğunu ve bu borcu tüm nebilerin durmadan hatırlattığını, borç ödeme şeklinin ise sadece İslam’la mümkün olabileceğini gördük. O zaman Allah’ın İbrahim’e dikte ettiği ve sadece başka borcumuz mu var? Bu öyle bir borç olmalı ki sadece İbrahim yazmış olmalı, sadece İbrahim vesilesiyle bize bildirilmiş olmalı.

Al-i İmran 3/96

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ

İnsanlar için kurulan ilk ev, Bekke’de olandır. Bereketli ve herkese doğru yönü (kıbleyi) göstersin diye kurulmuştur. 

 Al-i İmran 3/97

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ إِبْرَاهِيمَ ۖ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا ۗ وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ

Orada apaçık göstergeler (ayetler), İbrahim’in (ibadet için) durduğu yerler vardır. Oraya kim girerse güvende olur. Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te, Ka’be’de hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim bunu göz ardı ederse bilsin ki Allah’ın kimseye ihtiyacı olmaz. Bunu göz ardı edenler bilsinler ki Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur. 

İnsanlık için kurulan ilk ev olmasına rağmen Kur’an’da adı geçen İbrahim’den önce gelen Nebilerden hiçbiri bu borcu insanlığa bildirmemiştir. Zira büyük tufanda Kabe kaybolmuştur.

Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te, Ka’be’de hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Allah’ın hakkı. Yani insanın Allah’a borcu. İnsanın genel borcu olan İslam dini Nuh’tan son nebiye kadar yazdırılmıştır. Vahiyler bu insanın Allah’a olan muhtaçlığının ve alışverişten dolayı aldığı borcun yazılı olduğu belgelerdir. Ama Nuh, Hud, Salih ve adı verilmeyip zikredilen nice elçinin elinde Hac ile alakalı kısım geçici olarak silinmiştir. Kabe insanlık için ilk ev olmasına ve Kabeyi Hac etmek Allah’ın insan üzerindeki hakkı olmasına rağmen bu hak yerine getirilmemiştir. Ama yüce Allah Kullarına bir kez daha lütfetmiştir.

 

Hac 22/26

وَإِذْ بَوَّأْنَا لِإِبْرَاهِيمَ مَكَانَ الْبَيْتِ أَنْ لَا تُشْرِكْ بِي شَيْئًا وَطَهِّرْ بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْقَائِمِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

İbrahim’e Beyt’in yerini gösterdiğimiz zaman, “Bana bir şeyi ortak sayma; tavaf edenler, kıyam, rüku ve secde edenler için Beytimi temiz tut” demiştik.

Hac 22/27

وَأَذِّنْ فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَىٰ كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ

İnsanların içinde o haccı ilan et ki yürüyerek ve bitkin binekler üzerinde bütün derin vadilerden geçerek sana gelsinler. 

Allah’ın insanlık üzerindeki hakkının yerine getirilmesi için Yüce Allah evin yerini İbrahim’e göstermiştir.

Bakara 2/127

وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا ۖ إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

İbrahim, İsmail ile beraber Kâbe’nin temellerini yükselttiği sırada şöyle yalvardı: “Rabbimiz, bunu bizden kabul et, dinleyen de bilen de Sen’sin!”

Bakara 2/128

رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَا ۖ إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

“Rabbimiz! İkimizi sana teslim olmuş kişiler yap, soyumuzdan gelenlerden de sana teslim olmuş bir toplum oluştur! Bize menâsikimizi (hac ve umre ibadetlerini yapacağımız yerleri) göster ve yönelişimizi (tevbemizi) kabul et! Sana yönelenleri (tevbe edenleri) kabul eden, iyiliği bol olan Sen’sin!” 

Menasik Allah’ın öğrettiği şekilde olmalıdır. Bakara 282 de katip Allah’ın öğrettiği şekilde yazsın deniyordu. İşte bu borcun güvenilir katibi de Allah’ın öğrettiği gibi yazmıştır. Çünkü İbrahim bir yandan Allah’ın insanlık üzerinde olan hakkını yazan katipken, diğer yandan bu hakkı ödeyen ilk kişidir. Çünkü Yüce Allah’ın hakkından Resuller muaf tutulmamıştır. Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te, Ka’be’de hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Ayetteki insanların arasında onlarda vardır. O da bu borcu Allah’ın öğrettiği gibi ödemek istemektedir. Bu yüzden Bize menâsikimizi (hac ve umre ibadetlerini yapacağımız yerleri) göster, demiştir. Bunun haricinde kalan herşey zaten her Nebi’de aynıdır.

Bakara 282 de görmüştük, alınan borcun bir vadesi bir zamanı olmalıdır.

Bakara 2/197

الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ ۚ فَمَنْ فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّ ۗ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللَّهُ ۗ وَتَزَوَّدُوا فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَىٰ ۚ وَاتَّقُونِ يَا أُولِي الْأَلْبَابِ

Hac ayları bilinen aylardır.  Kim o aylarda hacca başlarsa (ihrama girerse), cinsel içerikli sözler söyleyemez, günaha giremez ve kavga edemez. İyilik olarak ne yapsanız, Allah onu bilir. Siz azık biriktirin, kendini (günahlardan) korumak en iyi azıktır. Ey sağlam duruşlu olanlar, yalnız benden çekinerek korunun! 

Borçlu insan, Hak sahibi Allah, güvenilir katip İbrahim, Borç hac, zamanı malum aylar ki Bunu yüce Allah ilan etmiştir.

Tevbe 9/36

إِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللَّهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْرًا فِي كِتَابِ اللَّهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ مِنْهَا أَرْبَعَةٌ حُرُمٌ ۚ ذَٰلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ ۚ فَلَا تَظْلِمُوا فِيهِنَّ أَنْفُسَكُمْ ۚ وَقَاتِلُوا الْمُشْرِكِينَ كَافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَافَّةً ۚ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ

Gökleri ve yeri yarattığı gün, Allah’ın Kitabında olan şudur: Allah katında ayların sayısı on ikidir; bunlardan dördü haram aylardır. İşte doğru hesap budur. Öyleyse siz bu aylarda kendinizi kötü duruma düşürmeyin. O müşrikler, nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın. Bilin ki Allah, kendisinden çekinerek korunanlarla beraberdir. 

İşte Yüce Allah’ın diğer nebilerden farklı olarak sadece İbrahim’e dikte ettirdiği borç budur. Kur’an’da İbrahime’e atfen geçtiği her yerde Millet kavramı Kıble’yi yani Kabeyi işaret eder. Buna İbrahim’in milleti denmesi, Kabe kaybolduktan sonra, beytin yeri, haccın nasıl yapılacağı, zamanının ne olduğu Kur’an’da adı geçen Nebilerden içinden sadece İbrahim’e bildirildiği içindir.

Bakara 2/125

وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَأَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى ۖ وَعَهِدْنَا إِلَىٰ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

Kâbe’yi insanların toplanacakları ve güven içinde olacakları bir yer yaptık. Siz makam-ı İbrahim’i (İbrahim’in dua için durduğu yerleri), dua yerleri yapın. İbrahim ile İsmail’e görev verdik: “Evimi (Kâbe’yi); tavaf edenler, itikâfta bulunanlar, rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!” dedik. 

Orada makamı olan tek nebi İbrahim olduğu içindir. Bu bir nevi borcun yazıldığı katiplik makamıdır. Makam kelimesi ayrı bir çalışmanın konusudur. Millet kavramının İbrahim’e atfedildiği her yerde hep Hanif kelimesiyle birlikte geçer.

Nisa 4/125

وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا ۗ وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا

Kimin dini, samimi olarak kendini Allah’a vermiş olanın dininden güzel olabilir? O (kişi), İbrahim’in dosdoğru dinine uymuştur. Allah, İbrahim’i dost edinmiştir. 

Ayette geçen Hanif kelimesinin asıl anlamı; Şaşkınlıktan kurtulmak için istikamete yönelmektir. Hac yapana hanif denmesinin İbrahim’in milleti (Kıblesi, makamı, inşa ettiği Kabe) üzerine olduğu içindir. Yani İbrahim’in inşa ettiği Kabe, İbrahim’in insanlığa duyurduğu (borcu yazdığı) şaşkınlıktan kurtardığı istikamettir.

Sonsöz olarak, Millet kavramının İbrahim’e atfedildiği her yerde Kabe yani kıble anlaşılmalıdır.

7) Kur’an’da geçen “Sebt” Ayetleri Hakkında Tespitler

Yayınlanma Tarihi: 6 Nisan 2017

Kur’an’da İsrailoğulları’na ve Yahudilere çok geniş yer verilmiştir. Bu anlatımlar içinde Müslümanları da yakından ilgilendiren önemli konular mevcuttur. Ne var ki, Yahudilerin hikayesine İsrailiyat gözlüğü ile bakılması, birçok konunun da üzerini örtmüştür.

  • Yeryüzünde iki kez mukaddes kılınan Tuva Vadisinin açıklanamaması,
  • Allah’ın İbrahim as’a öğretisi ile sınırları ve menasikleri bilinir kılınan hac ibadetinin; Muhammed as’a kadar İbrahim soyundan hiçbir Resul – Nebî ile ilişkilendirilememesi,
  • Kıble konusu,
  • Tasdik konusu
  • Musa’nın Hızır ile yolculuğu,
  • Zulkarneyn,

vb konu ile bağlantılı çok sayıda kavram ve olay yerine oturmamaktadır.

SEBT konusu, sıralanacak daha birçok sorunun cevaplarını Kur’an’da bulmaya yarayacak çok değerli bir anahtardır.

Yahudilerin dahi ihtilaf ettikleri Sebt’i, Müslümanların tümünün başka hiçbir meselede görülemeyecek düzeyde tam bir icma ile kabul etmesi, her ne kadar konuya farklı bakabilmeyi imkansız hale getirse de, gariz çelişkilerin bir kez fark edilmesinden sonra elbet birgün tüm sorular ve fotoğrafın eksik parçaları yerine tek tek oturtulacaktır.

Tez:

  • İsrailoğulları Mısır’da 430 yıl yaşadılar. Şabat, Yusuf as’ın ölümünden sonra Mısır’da ortaya çıkmış olup Firavun’un kölelik ve zulum düzeni içinde oluşmuş bir durumdur. İsrailoğulları da bu düzenin çok önemli bir parçasıdır.
  • Altı gün acımasızca çalıştırılıp yedinci gün hiçbir iş yaptırılmayan hatta dinlenmeleri de gözetlenen İsrailoğulları’na bu baskıcı sistem ibadet kılıfına sokularak kabul ettirilmiştir.
  • Şabat’ı sadece kendi soyları (özellikle de Yakub’un Yusuf ve Bünyamin dışındaki 10 kardeşinin soyu) için ibadet olarak benimseyen İsrailoğulları bu konuda yapılan ilahi uyarılara kulak asmadıkları için Musa as.’da içlerindeyken 40 yıl başıboş sürgün ile cezalandırılmışlar, Maymunlaştırılmışlar ve lanetlenmişlerdir.
  • Yahudilerin, öldürdükleri ve/veya öldürmeye çalıştıkları Nebilerine yaptıkları bu zulmun sebebinin o Nebilerin Şabat’a karşı çıkmaları olması kuvvetle muhtemeldir.
  • İsrailoğulları’nın hıtta diyerek kapısından girmedikleri yer Mekkeolmalıdır.

Konu ile ilgili ayetlerde tespit edilen sorunlar;

Aşağıdaki tespitler tüm meal ve tefsirlerde benzer şekilde var olan çeviri ve verilmiş anlamlar için geçerlidir. Amaç; bu tespitlerin birer soru olarak algılanıp aklı selim ilim adamları tarafından değerlendirilmesini sağlamak ve Kur’an’ın yine Kur’an’ın yardımı ile en doğru şekilde anlaşılmasını sağlamaktır.

Sebt/Şabat/سَّبْت kavramı aynı kökten kullanım ile Kur’an’da dokuz kez geçer. Sözlük manası; dinlenmek için işe ara vermektir. Kur’an’da dokuz defa geçen “sebt” kelimesinin yedisi Yahudiler ile ilgilidir. Kavramın, Allah tarafından Yahudilere has olarak konulmuş bazı yasakları ifade ettiği öngörülür. Bu görüş, Yahudi kaynaklarından muhtelif rivayetler ile de desteklenerek Kur’an’a da kabul ettirilmiştir. Oysaki bu mevcut anlam bütünlüğüne ancak, Kur’an Ayetlerinde geçen ifadelerin bazı yönlendirmelere tabi tutulmasıyla mümkün olabilmektedir. Söz konusu yönlendirmelere, yine Kur’an’ın içinden aynı kavramlara verilen anlamların açıklık getirmesine ise olanak verilmediği dikkat çekmektedir.

Sebt konusu ile ilgili olarak temel sayılması gereken 2 ayetin mercek altına alınması, İslam tarihi boyunca süregelen bir anlayışın yanlışlığını tüm gerçekliği ile ortaya koyacak niteliktedir. Bu tespitlerin üzerine gidilmesi halinde birçok konunun kendiliğinden aydınlanacağı görülebilecektir.

Furkan 25/47

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِبَاسًا وَالنَّوْمَ سُبَاتًا وَجَعَلَ النَّهَارَ نُشُورًا

Geceyi size örtü, uykuyu dinlenme, gündüzü de yeniden başlama vakti yapan odur. 

Nebe 78/9

وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا

Uykunuzu, dinlendirici yaptık. 

Bu iki ayette uykunun dinlenme yapılması, insanların zorunlu olarak çalışmaya ara vermelerindendir. Uykunun dinlenme kılınması sadece işe ara vemek değildir. Aslında hayata ara vermektir. Uyku sırasında insanın canlılığı hariç ruhu insanı terk eder.

Zümer 39/42

اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنْفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا ۖ فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَىٰ عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَىٰ إِلَىٰ أَجَلٍ مُسَمًّى ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekini o belirlenmiş eceline belli bir vakte kadar salıverir. Bunda, düşünen bir topluluk için göstergeler (ayetler) vardır. 

Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, uykunun dinlenme aracı kılınması sadece vücudu dinlendirmek değil, aynı zamanda günlük gaileler içinde yorulan ruhu da dinlendirmek olmalıdır. Bu durumda sebt bir nevi hayata ara verme yani geçici ölüm halidir.

Yukarıdaki iki ayette geçen سُبَاتًا ibaresi, aynı kökten olmasına rağmen diğer ayetlerde geçen سَّبْت ibareleri ile ilişkilendirilmemiştir.

Sebt kavramının geçtiği diğer yedi yerden dördü, konu hakkında belirleyici niteliktedir. Nahl 16/124 ve Araf 7/163 ayetlerdeki soru işaretleri aşağıda tespit edilmeye çalışılmıştır.

Nahl 16/124

إِنَّمَا جُعِلَ ٱلسَّبْتُ عَلَى ٱلَّذِينَ ٱخْتَلَفُوا۟ فِيهِ ۚ وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ ٱلْقِيَٰمَةِ فِيمَا كَانُوا۟ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ

Cumartesi yasağı, o konuda ihtilafa düşenlere kondu. Senin Rabbin, (mezardan) kalkış günü, ihtilaf ettikleri konu hakkında aralarında hüküm verecektir. 

  • Yukarıdaki Ayette (جُعِلَ) fiilinin Allah olduğu varsayılır. Oysa fiil meçhul olup failinin Allah olması kesin değildir.
  • İhtilaf için konulan şey ihtilafı bitirmemiş olmalı ki ayetin devamında “ihtilaf edilen konularda kalkış gününde hüküm verecektir” denmektedir. Oysa yüce Allah, koyduğu ilkeleri ihtilafı bitirmek için koyar.
  • Kur’an’da bir şeyi farz kılmayla alakalı “FARADA, VEDAA, HARRAMNE, VECEBE” gibi kelimeler hem de birçok defa kullanılmasına rağmen, yaklaşık 400 defa kullanılan “ceale” fiilinin farz kılmaanlamında kullanıldığına dair tek bir örnek dahi bulunmamaktadır.
  • Eğer ihtilaf edilen konunun hükmü kalkış gününde görülecekse, “Allah bu konuda ihtilaf edenlerden bir kısmını şimdiden niye maymunlaştırdı!” sorusu da sorulabilecektir.

Araf 7/163

وَسْـَٔلْهُمْ عَنِ ٱلْقَرْيَةِ ٱلَّتِى كَانَتْ حَاضِرَةَ ٱلْبَحْرِ إِذْ يَعْدُونَ فِى ٱلسَّبْتِ إِذْ تَأْتِيهِمْ حِيتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعًا وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَ ۙ لَا تَأْتِيهِمْ ۚ كَذَٰلِكَ نَبْلُوهُم بِمَا كَانُوا۟ يَفْسُقُونَ

Deniz kıyısında olup Cumartesi yasağını çiğneyen kenti onlara sor. Yasaklandıkları gün balıklar sürülerle gelir, yasaklanmadıkları günlerde gelmezdi. Yoldan çıkmaları sebebiyle onları böyle zor bir imtihandan geçiriyorduk.

  • Ayet metninde üç kez geçen (ٱلسَّبْتِ, سَبْتِهِمْ, لَا يَسْبِتُونَ)  sebt ibaresinin birincisi ve ikincisi isim formunda gelirken üçüncü sebt kelimesi fiil formunda gelmektedir. Ancak tüm çevirilerde fiil olması gerekirken ٱلسَّبْتِ isim olarak çevrilmiştir.
  • Birinci sebt kelimesinde önüne yevm kelimesi gelmediği halde mevcut mealler bu kelimeyi “cumartesi günü” olarak çevirmişlerdir. İkinci sebt kelimesinin önünde yevm kelimesi olduğu halde yine “cumartesi günü” olarak çevrilmiştir. Kavran yevmkelimesinin olması ya da olmaması durumunda “cumartesi günü” olarak çevriliyorsa ikinci sebt kelimesinde yevm kelimesi boş ve gereksiz bir kelime midir? Olması ve olmaması durumunda anlama bir katkısı olmayacaksa bu kelimenin kullanılmasının anlamı nedir? Sebt (ٱلسَّبْتِ) kelimesi “cumartesi günü” ya da “yasaklanılan gün” anlamını içeriyorsa yevm kelimesi metne nasıl ilave edilecektir!
  • Metinde iki kez geçen ve tekil olan yevm (يَوْمَ) kelimesi “gün / günlerde” şeklinde çevrilmiştir. Bu durum da hikayenin büyüsü altında, ihmal edilmiş bir detay olmalıdır.
  • Yine ikinci sebt kelimesi “sebtihim” şeklinde gelmesine rağmen kelimenin sonundaki zamir yok sayılmıştır. Oysa o zamir çevrilse sadece “onların cumartesi günü”  (onlardan başkasının değil) gibi bir anlamı da barındıracaktı. Bu zamirde meal yazarlarımızın gözünden hep kaçmaktadır.
  • Sebt kelimesinin aynı kökten bir benzeri (سُبَاتًا) Furkan 47 ve Nebe 9 ayetlerinde dinlenme olarak kullanılır. Bu kelimenin Yahudi Kültündeki Şabat veya günlerden bir gün olarak anlamlandırılmaması da bir takdir olmalıdır.
  • “Yasak” kelimesi ne bu ayetin metninde ne de diğer ilgili ayetlerin metinlerinde yer almadığı halde peşinen kabul edilen bir hikayeye ayetin uydurulması için kullanılmış taktir olmalıdır. Sebt kelimesine, tamamen ön yargı ile İsrailiyat kaynaklı bir hikaye bütüncül şekilde giydirilerek, kelime önce “Şabat” kavramına dönüştürülmüş, ardından yorumla “yasağını / yasaklandıkları / yasaklanmadıkları” anlamları verilmiştir. Bu temellendirme ve takdir Nahl 16/124, Bakara 2/45, Nisa 4/47-154 ayetlerinde de farklı değildir.
  • Balıklar olarak tercüme edilen (حِيتَانُهُمْ) kelimesi Arapçada Balina ya da insan yutacak kadar büyük balık olarak bilinir ve kullanılır. Nitekim şu ayetlerde bu açıkça görülmektedir.

Saffat 37/142-144

فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ

(142) Kendini suçladığı bir sırada onu o balık yutuvermişti.

فَلَوْلَا أَنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُسَبِّحِينَ

(143) Eğer o bize tam bağlılık göstermeseydi,

لَلَبِثَ فِي بَطْنِهِ إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ

(144) İnsanların tekrar diriltilecekleri güne kadar balığın karnında kalacaktı. 

  • Yukarıdaki ayetlerde (الْحُوتُ) adam yutacak kadar büyük balık anlamındayken, A’raf suresinde ağla yakalanacak kadar küçülmüştür. Kehf suresinde ise daha da küçülerek çantaya sığmıştır. “HUTE” kelimesi eğer hiçbir deniz canlısını hedef almadan cins bildiren bir kelimeyse “semek” kelimesi ne anlamdadır o zaman. Biraz daha açalım. Türkçede sularda yaşayan tüm canlıların adı balıktır. Yunus balığı, köpek balığı, ringa balığı, hamsi balığı gibi. Balık su canlılarının genel adıdır. Eğer Arapçada da tıpkı Türkçe de olduğu gibi HUTE kelimesi balık olacaksa, balinaya ne denecektir, ada balığına (ki asıl olarak bu balığa HUTE denmektedir) ne denecektir. Ya da yunus balığına ya da hamsiye… Oysa Arapçada deniz canlıları için cins bildiren kelime “semek”tir. Üstelik (حِيتَانُهُمْ) kelimenin ardında “hum” sahiplik eki olduğundan, kelime balık olarak anlaşılacaksa bile, “onlarınsahibi oldukları balıklar” şeklinde çevrilmelidir. Ki bu anlam, bünyesinde “onlardan başkasının olmayan” manasını da barındırmaktadır. Bu durumda metin garip bir hâl almaktadır.
  • Ayette misal verilen böylesi önemli bir konu için, tefsir/dipnot olarak verilen Eyle kenti tarihte hiç bilinememiştir. Ayrıca (ٱلْقَرْيَةِ) kelimesinin kasaba/kent olarak çevrilmesi Kur’an’da geçen benzer kavramlarla yan yana getirildiğinde zayıf kalmaktadır. “Karye” nin daha büyük ve kapsayıcı bir anlamı olması gerektiği düşünülebilir.
  • Sebt ayetlerin neredeyse hepsinde geçen ( يَعْدُونَ ) ibaresi, Kur’an’da bazı yerlerde Allah’ın koyduğu haram olarak belirlenmiş sınırları aşmak manasında, bazı yerlerde de helal olan bir şeyi haram etme şeklinde kullanılmıştır. (Maide 5/87 – Enam 6/119) Bu durumda Araf 163 ayetinde; “Cumartesi de sınırı aşanlar” yerine, aynı kelimeye “Cumartesi yasak olmayanı yasaklama” manası da takdir edilebilirdi!
  • Metinde geçen “نَبْلُوهُم = biz onları sınıyorduk” ifadesi cezayı hak edişin göstergesi sayılmıştır. Söz konusu rivayette aktarılan; balık tutmanın yasak olduğu günde balık tutmanın zor bir imtihan sayılması da yasağı delmenin karşılığında maymunlaşmak gibi ağır bir cezasının olması da başka ayetlerde geçen “zor imtihan örnekleri yanında suç ceza denkliği açısından gariptir.
  • (شُرَّعًا) kelimesi, “Şeriat koyucu” gibi benzeri çok sayıda ve kuvvetli anlamlarından biri ile değil de belirli bir hikayenin ortaya çıkması için uygun görülen bir karşılıkla, “sürülerle” şeklinde anlamlandırılması da üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir.
  • “Deniz kıyısında” olarak manalandırılan (حَاضِرَةَ ٱلْبَحْرِ) kelimesinin mekan belirten bir ibare olması Arapça açısından mümkün olamamalıdır.
  • (عَنِ ٱلْقَرْيَةِ ٱلَّتِىكَانَتْ حَاضِرَةَ ٱلْبَحْر) Ayette yer alan bölümde kırmızı olarak işaretlenmiş olan “kenet” kavramı türevleri ile beraber Kur’an’da 1360 defa geçmektedir. Yukarıda kullanıldığı şekliyle ise 37 defa geçer. Kullanımların tamamında bir hal, bir oluş, bir halden bir hale geçiş olarak içerikten haber veren cümlelerin başına gelmiştir. Burada ise mekân bildiren bir cümlenin başına gelmiştir. Eğer burada bu kelimeye “deniz kenarındaki kasaba” manası verilecekse bu kasabanın daha öncesinde deniz kenarında olmayıp biri tarafından oraya getirilmiş olması ya da şimdi orada olmuş olmaması gerekmektedir.

Ayetlerin bağlamından koparılması;

  • Nahl 123 ayetine kadar pasaj İbrahim’den ve onun milletine uymaktan bahsederken birden cumartesi günü ihtilafına geçiliyor ve 124 ayette cumartesi yasağında ihtilaf edenlerle Kur’an üzerinden mücadele et deniyor!
  • A’raf 163’de önceki ayetlerin failleri Musa ve onun zamanındaki İsrailoğulları iken birden muhataplar Son elçi ve Medineli Yahudiler oluyor. 166 da ise tekrar eski muhataplara dönülüyor!

 

Yahudi kaynaklarından Sebt

  1. Türkçede “Sebt” veya “Şabat”, “dinlenmek, ara vermek, bırakmak” anlamında İbranice bir sözcükten gelir. Başlangıç kaydı, Yehova Tanrı’nın yedinci gün yaratma işini bırakıp işi tamamladığını söyler (Başlangıç 2:2).

Yukarıdaki temellerden hareketle oluşturulmuş bir yasağın Kur’an’a onaylatılması da temel bir sorun teşkil eder. Tevrattaki 7. Gün meselesi eğer dinlenme olarak ele alınırsa; Allah’ın dinlenmesi anlayışı sünnetullah ile örtüştürülemez. Allah, yorulmayacağını ve işleri çekip çevirmenin kendisine zor gelmeyeceğini bildirir. (Bakara 2/255 – Hac 22/70 – Ankebut 29/19) Eğer işi tamamlamak olarak alınırsa da bu durumda Allah’ın “Bir işi bitirdiğinde kalk yorul” (İnşirah 94/7) Sünnetullahı yine karşımıza çıkacaktır. Yahudilerin, kainatın 6 günde yaratılmasından bir eylemsizlik ibadeti oluşturması son derece şeytani bir çıkarımdır.

  1. Sebt yasaklarının neler olduğu Tevrat’ta da geçmez. Konuyla ilgili detaylar Mişna’da verilir. Mişna; Yahudilere göre Sinay dağında Musa’ya verilen Tora’nın dışında kalan sözlü emirlerdir. Yani bir nevi “Vahyi Ğayri Metluv”dur. Konu ile ilgili pasaj aşağıdaki gibidir.

“Tanrı tüm emirleri herkesin göreceği şekilde vermiş; Şabat emrini ise Bene Yisrael’e başkalarının görmeyeceği şekilde aktarır. Bir kral, oğluna ya da sadık bir kuluna emir verdiğinde bunu herkesin gözü önünde değil, kulağına eğilerek yapar. Bu emir, ikisi arasında bir sırdır ve kayda geçmez. Şabat emri de diğer emirler gibi Sinay’da büyük bir ses ve ışık gösterisi eşliğinde verilmiş olmasına karşın, hangi işlerin yapılmaması gerektiği Tora (Kitabı Mukaddesin ilk 5 kitabı)’da açık şekilde yazılı değildir. Bu açıdan Şabat sadece Yahudiler’e özel bir emirdir ve Yahudi olmayanın Şabat kurallarını gözetmeye hakkı yoktur. (Tora tefsiri. İkinci kitap Şemot.  S. 415/ 17 nolu dipnot)

Melehalar da 39 adettir. Kur’an’da ve Tevrat’ta olmayıp “mişna”da olan yasaklar şunlardır; Ana melaha kuralları kırktan bir eksiktir.”

1-Ekmek, dikmek. 2-Toprağı sürmek. 3-Ekin biçmek (hasat). 4-Demet (balya) yapmak. 5-Dövmek (harman). 6-Buğdayı savurup taneleri ayırmak. 7-Ayıklamak. 8-Öğütmek. 9-Elekten geçirmek. 10-Hamur yapmak. 11-Fırında pişirmek. 12-(Yün) Kırkmak. 13-(Yünü yıkayıp) Beyazlatmak. 14-(Yünü liflerine ayırmak üzere) Taramak. 15-(Yünü) Boyamak. 16-(Yünü) Eğirip iplik haline getirmek. 17-Çözgü iplikleri dokuma tezgahına germek. 18-Dokuma tezgahının kenar halkalarından iki atkı iplik geçirmek. 19-İki ipliği birbirine dokumak. 20-(Dokunmuş) İki ipliği birbirinden ayırmak. 21-Düğüm atmak. 22-Düğüm çözmek. 23-İki dikiş atmak. 24-(Yeni) İki dikiş atmak amacıyla yırtmak. 25-Tuzak kurmak ya da avlanmak. 26-Hayvan kesmek. 27-Deri yüzmek. 28-Deriyi tuzlamak. 29-Deriyi tabaklamak. 30-Deriyi (üzerindeki kılları kazıyarak) düzleştirmek. 31-Kesmek. 32-İki harf yazmak. 33-Yeniden yazmak amacıyla iki harf silmek. 34-İnşa etmek. 35-Yıkmak. 36-Ateş yakmak. 37-Ateş söndürmek. 38-Son çekiç darbesini vurmak (Yeni üretilmiş bir ürünü tamamlayıcı hareketi yapmak) 39-(A) genel bir yerde. B) Genelden özele. C) Özelden genele) Taşmak.

İşte bunlar, kırktan bir eksik ana melaha kurallarıdır. (Mişna- Şabat 7;2) (Tora tefsiri 2. Kitap Şemot. S.229/ 39 melaha)

Kur’an’da meal ve tefsirlerimize göre bu kurallara uymayanlara (!) “aşağılık maymunlara dönün” dendiği şeklinde anlamlandırılan, Tevrat’ta “Halkın arasından çıkarılıp öldürülmelidir” şeklinde cezası bulunan, ama her iki kitapta da neler olduğu açıklanmayan, sadece “Sözlü Tevrat” denilen (Vahyi Ğayri Metluv) Mişna’da yer alan sebt yasaklarının tümü bunlardır.

Maymunlaşan Yahudiler

Araf 7/164-166

وَإِذْ قَالَتْ أُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًا ۙ اللَّهُ مُهْلِكُهُمْ أَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا ۖ قَالُوا مَعْذِرَةً إِلَىٰ رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

(164) İçlerinden bir toplum (ümmet) şöyle demişti: “Allah’ın etkisizleştireceği ya da ağır azaba uğratacağı bir topluluğa (kavime) ne diye öğüt veriyorsunuz?” Dediler ki “Rabbinize karşı mazeretimiz olsun diye. Belki de (bu uyarılarımız sayesinde) çekinip kendilerini korurlar” 

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ أَنْجَيْنَا الَّذِينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّوءِ وَأَخَذْنَا الَّذِينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَئِيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

(165) Ne zaman ki kendilerine verilen öğüdü dikkate almadılar, kötülüğe karşı mücadele verenleri kurtardık. O yanlışı yapanları da yoldan çıkmalarına karşılık kötü bir azaba çarptırdık.

فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ

(166) Yapılan engellemelere baş kaldırıp direnince onlara: “Aşağılık maymunlar olun!” dedik. 

Araf 7/163’de anlatılanların sonraki (Araf 7/164-165-166) ayetlerde geçen ve Maymunlaşan grup ile kurtuluşa eren grubun akıbetlerinin, hangi tutum ve davranışlarına bağlanması gerektiği hakkında bir fikir vermesi amacıyla aşağıdaki tablo hazırlanmıştır.

Temel soru: Yahudi topluluğu cumartesi günü balık tutmuşlar mıdır, yoksa tutmamışlar mıdır?

Şu gerçekliğin de akıldan çıkarılmaması gerekir. Eğer yasak çiğnenmişse zaten o yasağı çiğneyenin kuralları gereği öldürülmesi gerektiği de bilinmelidir.

Araf 163 – 166 arası ayetlerde bahsi geçen grupların diyalogun nasıl olabilirliği aşağıdaki tabloda belirtilmeye çalışılmıştır.

Grup 1 = Aşırı Gidenler Grup 2 = Aşırı Gidenlere Dur Diyenler Grup 3 = Dur diyenlere “boş verin” diyenler
Maymunlaşırlar Kurtulurlar Maymunlaşırlar
Davranışları

– Cumartesi aşırı giderler

– Balıklara tuzak kurarlar

– Cumartesi kıllarını dahi kıpırdatmazlar

– Asansör düğmesine bile basmazlar

Davranışları

Kötülüğe ya da dinlenme konusundaki aşırılıklara karşı mücadele eder ve toplumunu uyarırlar.

Davranışları

Grup 2’ye; “Allah’ın etkisizleştireceği ya da ağır azaba uğratacağı bir topluluğa (kavime) ne diye öğüt veriyorsunuz?” (Boşuna uğraşıyorsunuz) dediler

Diyalog 1

Eğer “cumartesi günleri balık tutmayın” diyorsanız “Allah’ın bize o gün çalışmayı yasak ettiğini siz de kabul ediyorsunuz.”

Diyalog 1

“Cumartesi Balık tutmayın”

Diyalog 1

!!!

Diyalog 2

Bize ağ attık / kanal açtık diye mi kızıyorsunuz? Bu işleri cumartesi haricinde yaptık. Ağı denizde istediğimiz kadar tutarız. Yoksa ağı denizde 1 günden fazla tutmak haram mı!

Diyalog 2

“Cumartesi gelen balıklara tuzak kurmayın”

Diyalog 2

!!!

Diyalog 3

Tevrat cumartesi günleri çalışmayı yasaklıyor. O gün çalışmamak ibadettir. Biz cumartesileri iş görmemeye devam edeceğiz.

Diyalog 3

“Dinlenmede aşırı gitmeyin. İbadetlerinizi aksatmayın. Cumartesi günleri de çalışın. Hile yapıp Allah karşısında gülünç duruma düşmeyin!”

Diyalog 3

Boşuna uğraşıyorsunuz. Grup1 öğüt dinlemez.

Diyalog 4

Balıklara tuzak kurduğumuzu mu düşünüyorsunuz. Oysa Ağı denizde istediğimiz kadar tutarız. Bunun neresi yanlış.

Diyalog 4

Şabatı delmeyin. 39 yasağa harfiyle uyun!

Diyalog 4

Boşuna uğraşıyorsunuz. Grup1 öğüt dinlemez.

Deliller

Tevrat (Başlangıç 2:2)

(Çıkış 16:26) (Çıkış 16:30)

(Çıkış 20:8-10) (Tekrar 5:12)

Deliller

Kur’an (Nisa 4/154)

(Nahl 16/124)

Deliller

Arada kalmışlardır.

Maymunlaşırlar Kurtulurlar

Allah (cc); Furkan 25/47 ve Nebe 78/9 da uykuyu sebt kılmıştır. Bunun dışında birilerinin kendilerine sebt benzeri bir uygulamayı farz kılması aşırılık olacaktır. Nahl 16/124 de geçen cuile ibaresinin mechul olması bu şüpheyi net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Sebt konusunda bugün Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler tam bir icma ile Yahudilerin uyguladığı sebt’in Allah tarafından farz kılındığına inanır. Bu durumda Araf 164 ve 165 de anlatılan ve maymunlaşmaktan kurtulan “kötülüğe karşı mücadele veren” grup; Mişna’da anlatılan 39 yasağı harfiyen savunanlardır. Fıtrata son derece ters olan bu anlayış, ayrıca birçok konunun anlaşılmasının önünü kapatmakta ve Tevhidi baltalamaktadır. Söz konusu anlayış, Kur’an içinde çeşitli uyumsuzluklar ortaya çıkardığı gibi ne zaman başladığı ve kaldırılıp kaldırılmadığı belli olmayan söz konusu yasaklar, Yahudiler’in temel kaynağı olan Tevrat’a da onaylatılamamaktadır.

Sonuç olarak; yukarıdaki tespitlerin herhangi birinin sebt konusunda oluşmuş algıyı değiştirmeye yetmesi beklenmeyebilir. Ancak bir konu hakkında bu kadar fazla arıza gösteren durumların varlığının tespiti, umulur ki düşünen ve iyi niyetini muhafaza eden ilim ehlinin konuya eğilmesini sağlayacaktır.

 

8) Firavun ve İsrailoğulları’ndan Mele’si

Yayınlanma Tarihi: 7 Nisan 2017

Rivayetlerde anlatılan firavun ve İsrailoğulları kıssası şu şekildedir; Hz. Yusuf zamanında Mısır’a yerleşen İsrailoğulları zaman içinde Firavunların kölesi durumuna düşmüşlerdir. Erkek çocuklarını öldürerek İsrailoğullarını bir soykırıma tabi tutan firavunun karşısına dikilen Hz. Musa uzun mücadeleleler sonucu kavmini Mısır’dan çıkarmıştır. Firavun ise ordusuyla beraber denizde boğulmuştur.

Bu temel üzerine oturtulan kıssada Firavun ve İsrailoğulları iki ayrı kutuba oturtulmuştur. Bir tarafta köleleştirilmiş, erkek çocukları öldürülen, öldürüresiye firavunun hizmetinde çalıştırılan mazlum israiloğulları, diğer tarafta her türlü sapkınlığı yaşam biçimi haline getirmiş zalim Firavun…

Rivayetlerin bu kıssada önümüze koyduğu boyut bu kadardır. Her şey bu temel üzerinden peşinen kabul edilince kimsenin aklına bu kıssanın başka boyutlarının olabileceği gelmemiştir. Hatta zaman zaman Kur’an’da anlatılan ilgili kıssalarda karşımıza çıkan çok önemli detayların bile üstünden geçilmiştir. Mesela hiçbir hakları olmayan israiloğulları arasından Karun gibi tarihin gördüğü en zengin insanın nasıl olupta çıkabildiğine ve beşikteki bebeleri bile öldüren firavunun nasıl olupta buna göz yumduğuna asla dikkat edilmemiştir.

Daha en baştan Hz. Musa’ya verilen görev İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmak iken ((7/105-20/47-26/17), Firavunun etrafında duran Mele’sinin her defasında “sen bizi yurdumuzdan mı çıkarmak istiyorsun” (26/35-7/110-7/123) demelerinin nedenleri üzerinde durulmamıştır.

Bir Mısırlıyı öldürdüğü için öldürülme korkusuyla Medyene kaçan Musa geri döndüğünde her türlü zülmüne rağmen nasıl olupta Firavun tarafından öldürememiş hatta bunun için etrafındaki Mele’den neden izin istemiştir.

Beşikteyken ölümden nasıl kurtulduğunu ayetlerin anlatımı ile bildiğimiz Musa’nın ana bir kardeşi Harun’un nasıl sağ kalabildiği ve yaşamını nasıl sürdürdüğü konusu hiç sorgulanmamıştır.

Mü’min suresi 23-45 ayetleri arasında anlatılan “firavunun sarayında imanını gizleyen bir mümin” kıssasında konuşan Mü’minin şu sözünde anlatılan detay da hiç üzerinde durulmaya değer görülmemiştir. “Daha önce Yusuf da size o açık belgelerle (mucizelerle) gelmişti. Getirdiği şeylerden hep şüphe duymuş, öldüğü zaman da “Ondan sonra Allah, artık elçi göndermez” demiştiniz. Allah, aşırı şüpheci birini işte böyle sapık sayar.” 

Rivayetler öylesine kalın bir perde oluşturmuştur ki, tarih boyunca kendilerini mazlum olarak göstermeyi beceren İsrailoğullarının aslında firavunla iş birliği içinde olabileceklerini kimse aklına dahi getirmemiştir.

Ayetleri rivayetler üzerinden manalandırma merakı ne yazık ki yüzyıllar boyunca çok boyutlu anlatılan kıssanın birçok boyutunun görülmesine engel olmuştur. Firavun ve Mele’si bunlardan sadece bir tanesidir. Evet Firavun ve Mele’sinin izini her türlü rivayet ve İsrailiyat baskısından uzak Kur’an’dan sürmek bizi bilinen hikayenin bilinmeyen boyutları olduğu sonucuna götürmüş, konuyu farklı bir bakışla değerlendirmeye yönlendirmiştir.

Kur’an’a tarihselci ve geleneksel bakanlar için ulaşılan sonuçlar başlangıçta şaşırtıcı olabilir. Yüzyıllardır yazılmış tefsirlerin, yüzlerce mealin tersine söz söylemenin zor olacağı açıktır. Elbette oluşmuş önyargıların kırılması da kolay olmayacaktır.

Kur’an’da MELE Kavramı Ve Firavun’un Meleleri

Mele, bir görüş üzerine bir araya gelenler. Görüş ve duruşları itibariyle gözleri dolduran, heybet ve saygınlık yönünden kalplerde saygı oluşturan topluluk. Saygınlık, yücelik uyandıran topluluk. (El Müfredat. MLE maddesi)

Bu kelime Yüce Kur’an’da 40 defa geçmektedir. Bu 40 kullanımın 11 tanesi “bir şeyi doldurmak” manasında, geri kalan 29 tanesi ise “ileri gelenler” anlamında kullanılmaktadır. Bu 29 kullanımın 12 tanesi ise Firavun ve İsrailoğulları kıssası bağlamında geçmektedir. Bu kavramın İsrailoğulları ve Firavun kıssası bağlamında bu kadar yoğun kullanımı ve kullanımların diğer yerlerdekinden farklılık arz etmesi çok dikkat çekicidir.

Bu farklılığı şöyle anlatabiliriz. Nuh, Hud, Salih, Şuayb kıssaları bağlamında bu kavram geçtiği her yerde “kavme” atfedilmiştir.

Nuh kıssası bağlamında 7/60-11/27,38-23/24 ayetlerinde geçmektedir ve geçtiği her yerde istisnasız şöyle geçmiştir.

(Araf 7/59)

لَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَىٰ قَوْمِهِ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَٰهٍ غَيْرُهُ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ

Nuh’u halkına elçi göndermiştik. Onlara şöyle demişti: “Ey halkım! Allah’a kul olun; sizin başka ilahınız yoktur. Ben başınıza zor bir günün azabının gelmesinden korkuyorum.”

(Araf 7/60)

قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِهِ إِنَّا لَنَرَاكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

Halkının ileri gelenleri dediler ki “Bize göre sen gerçekten açık bir sapkınlık içindesin.” 

Yine Hud kıssası bağlamında geçtiği 7/66, Salih kıssası bağlamında 7/75, Şuayb kıssası bağlamında 7/88-90 yerlerde hep yukarıda kırmızıyla işaret ettiğimiz gibi “mele’e min kavmihi” şeklinde geçmektedir.

Aynı kavram Firavun ve İsrailoğulları bağlamında 12 defa geçmektedir ve bu kullanımlar iki farklı kullanım şeklinde gelmektedir.

  • Firavun ve onun ileri gelenleri. فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ
  • Firavun kavminden ileri gelenler. الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ

Bu farklı kullanım sadece dilsel bir ayrım değildir. Kıssa ortamında bu iki ayrı Mele’nin söyledikleri de ciddi farklılıklar ortaya koymaktadır. Bu farklılığı ortaya koymak için Firavun ve İsrailoğulları kıssasına ve bu kavramın geçtiği ortama, o ortamlarda geçen olaylara, sözlere bakmak zorunluluğu vardır.

Bilindiği gibi İsrailoğullarının Mısır’a gelmesi Hz. Yusuf zamanında olmuştur (12/93-101). Geçen zaman içinde (tevrata göre 430 yıl) İsrailoğulları Firavun ve onun önde gelen (mele’si) adamları tarafından bir soykırıma tabi tutulmuşlardır (2/49-14/6-7/141). Kendi halkını fırkalara bölen firavun ve adamları bu gruplardan bazısına ağır işkenceler uyguluyordu (28/2-6). Yüce Allah ise mustazafların kurtulmasını ve öncüler olmasını dilemişti (28/5-6). Yeni doğmuş bebeğini soykırımdan kurtarmak isteyen Musa’nın annesi onu bir sepete koyup nehre bırakmıştı (20/38-39). Nehirde yüzen sepetin içindeki bebeği Firavunun karısı bulur ve onu yetiştirmek için saraylarına alırlar (28/8-9).

Yetişip güçlü çağına erişen Musa gizlice geldiği bir yerde bir kavgaya karışır ve istemeden bir adamı öldürür (28/15-19).

İşte tam burada ilk defa “Mele” kavramı gündeme gelir.

(Kasas 28/20)

وَجَاءَ رَجُلٌ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ يَسْعَىٰ قَالَ يَا مُوسَىٰ إِنَّ الْمَلَأَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ إِنِّي لَكَ مِنَ النَّاصِحِينَ

Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi ve “Musa! Mele (ileri gelenler) aralarında seni öldürmeyi tartışıyorlar, hemen çek git; ben senin iyiliğini isteyen biriyim.”

Burada okuyucunun dikkatini çekmek istiyoruz. Musa’nın öldürülmesini Firavun değil Mele tartışıyor. Bu durum, Mele olan bu kişilerin ülke yönetiminde ne kadar güçlü olduğunun göstergesidir. Bir şeye dikkat çekmek istiyoruz. Genelde Musa’nın bir Kıptiyi (mısırlı) öldürdüğü için öldülmek istendiği söylenir. Oysa Musa haksız yere bir adam öldürmüştür. Haksız yere adam öldürmenin cezası da ona kısas uygulanması yani öldürülmesidir. Haksız yere bir adamın öldürülmesine uygulanan cezanın kısas olması Hz.Muhammed ile başlayan bir şey değildir. Tüm elçilere bildirilen emirler aynıdır. Allah tek bir din göndermiştir (4/163).

İster Kıpti olsun ister başka biri fark etmez, sonuçta Musa haksız yere bir adam öldürmüştür. Zaten kendisi de bunun farkındadır ve itiraf etmektedir (28/16-17).

Kendisine kısas uygulanacağını anlayan Musa bu cezadan kurtulmak için Mısır’dan kaçarak Medyen denilen bir yere gelir ve orada yıllarını geçirir. Orada evlenip aile kurar (28/21-32). 8 ya da 10 yıl sonra Medyen’den ayrılır. İki kere Mukaddes kılınan vadide (bu yer Mekke’dir. Tuva vadisi makalesine bakınız) yüce Allah tarafından elçi olarak seçilir (20/11-14). Burada ona verilen görev, İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmaktır.

(Ta Ha 20/47)

فَأْتِيَاهُ فَقُولَا إِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَأَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْ ۖ قَدْ جِئْنَاكَ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكَ ۖ وَالسَّلَامُ عَلَىٰ مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَىٰ

Hemen gidin de ona deyin ki “Biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrail oğullarını serbest bırak da bizimle gelsinler. Onlara eziyet edip durma. Bak, biz sana Rabbinden bir belge (ayet) getirdik. O’nun yoluna giren esenlik ve güvenliğe (selamete) erer. 

(Araf 7/105)

حَقِيقٌ عَلَىٰ أَنْ لَا أَقُولَ عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ ۚ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَأَرْسِلْ مَعِيَ بَنِي إِسْرَائِيلَ

Üzerimdeki görev, Allah hakkında sadece gerçeği söylemektir. Size Rabbinizden bir belge de getirdim. Artık İsrailoğullarının benimle birlikte gönder.” 

(Şuara 26/16)

فَأْتِيَا فِرْعَوْنَ فَقُولَا إِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Firavun’una varın da deyin ki: “Biz, varlıkların sahibinin elçisiyiz,

 

(Şuara 26/17)

أَنْ أَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ

İsrailoğullarını bırak da bizimle gelsinler.” 

Bu ayetlerden Musa’nın görevinin İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmak olduğunu anlıyoruz. Musa’ya Mısır’ı ele geçirmek, oranın halkıyla savaşmak, oranın yerli halkını oradan çıkarmak ile alakalı bir görev verilmemiştir. Zaten Mısır yerlisi olmayan İsrailoğullarını Yusuf zamanında geldikleri Mısır’dan çıkarıp Mekke’ye getirmektir (bknz. Tuva Vadisi makalesi).

Musa bunu açıkça deklere etmesine rağmen Firavun’un kavminden olan Mele çok farklı ve sanki alakası olmayan bir cevap vermektedir.

(Araf 7/109)

قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ إِنَّ هَٰذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ

Firavun’un kavminden olan Mele dediler ki “Bu gerçekten bilgin bir sihirbaz!”

(Araf 7/110)

يُرِيدُ أَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ ۖ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ

“Sizi ülkenizden çıkarmak istiyor; ne diyeceksiniz?” 

Dört ayet önce Musa’nın dediği “İsrailoğullarını benimle gönder” olmasına rağmen Mele “sizi ülkenizden çıkarmak istiyor” demektedirler. Musa’nın Mısır’da kalmak ve oranın halkını oradan çıkarmak gibi bir görevi olmadığına göre firuvun kavminden olan Mele kime “sizi ülkenizden çıkarmak istiyor” demiş olabilir? Bu sorunun tek makul cevabı İsrailoğullarından birtakım insanların da Firavunun çevresinde bulunduğudur. Araf suresinde anlatılan kıssanın bu kısmı başka surelerde biraz farklı versiyonlarla yine anlatılır. Dikkat çektiğimiz bu durum orada da vardır.

Şuara suresinin 10-69 ayetleri bu kıssaya ayrılmıştır. Burada da elçiliğe seçilen Musa İsrailoğullarını kendisiyle göndermesi için firavuna gelir. Ona kendisinin elçi olarak seçildiğini ve görevinin İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmak olduğunu bildirir. Musa ve Firavun arasında geçmişte yaşanmışlarla ilgili konuşmalar geçer. Firavun ona alemlerin Rabbini sorar. Musa kim olduğunu anlatır (26/10-25). Tam burada Firavun etrafında bulunan Mele’ye dönüp şunu söyler.

 

(Şuara 26/27)

قَالَ إِنَّ رَسُولَكُمُ الَّذِي أُرْسِلَ إِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ

Firavun; “size gönderilen elçiniz, gerçekten delinin teki” dedi. 

Musa görevinin İsrailoğullarını çıkarmak olduğunu firavuna söylemişti. O zaman Firavun “size gönderilen elçi” diyerek o an etrafında bulunan İsrailoğullarından başkasına seslenmiş olamaz. Şuara suresindeki kıssa Firavunun tehditleri ile devam eder. Musa burada anlatılan kıssada da asa ve yed-i beyda mucizesini gösterir (26/28-33). Bu mucizeyi gören Firavun etrafındakilere dönüp şöyle der.

(Şuara 26/34)

قَالَ لِلْمَلَإِ حَوْلَهُ إِنَّ هَٰذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ

Firavun, çevresindeki devletlilere dedi ki: “Bu, gerçekten bilgin bir büyücü.

(Şuara 26/35)

يُرِيدُ أَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ

Büyüsüyle sizi ülkenizden çıkarmak istiyor; ne emredersiniz?” 

Firavunun etrafındaki mele israiloğullarından olduğu için “sizi ülkenizden çıkarmak istiyor” diyor. Firavunla iş birliği içinde olan ve Mısır’dan gitmek istemeyen İsrailoğullarından olan mele, Musa’yı durdurmak için tedbirler düşünüyor. Düşünebildikleri çözüm Musa’nın karşısına sihirbazları çıkarmayı Firavuna önermek oluyor.

Sihirbazlarla karşılaşma Taha suresinde de anlatılıyor. Firavun İsrailoğullarından olan Mele’nin tavsiyesine uyarak yine İsrailoğullarından olan sihirbazları Musa’nın karşısına diker. Sihirbazlara vadettiği şey onların da yakın çevresine girip, diğer İsrailoğulları gibi Firavun’un Melesi olmalarıdır (26/41-42). Bu umutla kendi aralarında şöyle konuşurlar.

(Ta Ha 20/63)

قَالُوا إِنْ هَٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرِيدَانِ أَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَرِيقَتِكُمُ الْمُثْلَىٰ

Dediler ki “Bu ikisi (Musa ile Harun) iki büyücüdür. Sizi büyüleriyle yerinizden yurdunuzdan çıkarmak ve örnek düzeninizi ortadan kaldırmak istiyorlar. 

 Musa defalarca görevinin İsrailoğullarını alıp gitmek olduğunu söylemesine rağmen sihirbazların da “sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” demelerinin onlarında İsrailoğullarından olmasından başka bir nedeni olamaz.

Müsabakada Musa’nın kendi sihirlerini yutan asasının sihir olmadığını Yüce Allah’ın takdiriyle gerçekleşen mucize olduğunu anlayan sihirbazlar Musa’ya iman edip yanlışlarından dönerler. (7/115-122). Buna çok sinirlenen firavun şöyle haykırır.

(Araf 7/123)

قَالَ فِرْعَوْنُ آمَنْتُمْ بِهِ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ ۖ إِنَّ هَٰذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِي الْمَدِينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَا أَهْلَهَا ۖ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ

Firavun dedi ki “Ben izin vermeden ona inandınız ha? Besbelli ki bu gizli bir düzendir. Ülkede bu düzeni kurdunuz ki halkını buradan çıkarasınız. Ben size göstereceğim. 

(Ta Ha 20/71)

قَالَ آمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ ۖ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمُ الَّذِي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ ۖ فَلَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ فِي جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ أَيُّنَا أَشَدُّ عَذَابًا وَأَبْقَىٰ

Firavun: “Benden izinsiz ona inandınız, öyle mi? Demek ki size bu sihri öğreten büyüğünüz oymuş. Öyleyse ben de tereddüt etmeden ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabının daha ağır, daha kalıcı olduğunu iyice öğreneceksiniz.” 

Kıssanın bir başka versiyonuda Yunus süresinde şöyle anlatılır.

(Yunus 10/75)

ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسَىٰ وَهَارُونَ إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ بِآيَاتِنَا فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِمِينَ

Sonra onların ardından da Musa’yı ve Harun’u, âyetlerimizle birlikte Firavun’a ve ileri gelen adamlarına gönderdik. Onlar da büyüklenmişlerdi. Zaten bir suçlular topluluğu idiler.

(Yunus 10/76)

فَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا إِنَّ هَٰذَا لَسِحْرٌ مُبِينٌ

Bizim katımızdan olduğu belli olan o gerçek onlara gelince “Bu apaçık bir sihir!” dediler.

 

(Yunus 10/77)

قَالَ مُوسَىٰ أَتَقُولُونَ لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءَكُمْ ۖ أَسِحْرٌ هَٰذَا وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُونَ

Musa şöyle dedi: “Gerçekle yüzleşince mi bunu söylüyorsunuz? Bu şimdi sihir mi? Eğer öyleyse sihirbazlar umduklarına kavuşamazlar.”

(Yunus 10/78)

قَالُوا أَجِئْتَنَا لِتَلْفِتَنَا عَمَّا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا وَتَكُونَ لَكُمَا الْكِبْرِيَاءُ فِي الْأَرْضِ وَمَا نَحْنُ لَكُمَا بِمُؤْمِنِينَ

Dediler ki “Atalarımızdan görüp bildiğimiz yoldan bizi çevirmek için mi geldin? Bu yerin büyüğü ikiniz olacaksınız öyle mi? Biz ikinize de inanmıyoruz.” 

Bu ayetlerde Musa Firavun ve Mele’ye gönderilir. 78. Ayette Mele “atalarımızın yolundan çevirmek için mi geldiniz” demişlerdir. Onlar Mısır’dan gitmek istemeyen, firavunun etrafında refah içinde şımarmış ve güç elde etmiş İsrailoğullarından başkası değildir.

İşte bu Meleler İsrailoğulları Musa’ya inanmasın diye firavunla beraber her türlü düzeni çevirirler, her türlü baskıyı yaparlar.

(Yunus 10/83)

فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ إِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ عَلَىٰ خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ

Firavun’un ve kendi önderlerinin baskısından korkmaları sebebiyle Musa’ya halkının gençleri dışında kimse inanmadı. Firavun orada tam bir hâkimiyet kurmuştu ve aşırılıklar içindeydi. 

Bu ayet çok açık bir şekilde Firavunun etrafındaki insanların İsrailoğullarından olduğunu göstermektedir. Gençler Musa’nın kavmindendir yani İsrailoğlu. “Meleihim” ibaresi o iman eden gençlerin Mele’si demektir. Gençler İsrailoğullarından olduğuna göre bu Mele’nin İsrailoğullarından başkası olması mümkün değildir.

Firavunun etrafında bulunan Mele’nin İsrailoğullarından olduğunu daha açık bir şekilde ortaya koyan ayetler Mü’min suresindedir. Kıssanın bambaşka boyutlarının anlatıldığı ayetler sadece Mele’nin değil bizzat firavunun dahi İsrailoğlu olduğunu düşündürmektedir.

 

(Mümin 40/23)

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَىٰ بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ

Musa’yı, mucizelerimizle ve açık bir delille gönderdik.

(Mümin 40/24)

إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَقَارُونَ فَقَالُوا سَاحِرٌ كَذَّابٌ

Onu Firavun’a, Haman’a ve Karun’a gönderince “yalancı büyücü” demişlerdi. 

Bu ayetlere baktığımızda en azından rahatlıkla firavunun mele’si arasında bir İsrailoğlu olduğu kesin olan Karun’un olduğunu söyleyebiliriz (28/76). İlerleyen ayetlerde sadece Karunun değil ondan başkalarının da Firavunun Mele’si olduğunu görülecektir.

Açık beyanlarla Firavuna kendisiyle beraber İsrailoğullarını göndermesini söyleyen Musa büyücülükle suçlanır. Firavun beraberindekiler eskiden uygulanan soykırımı hatırlayarak Musa’ya inananları şöyle tehdit ederler.

(Mümin 40/25)

فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِالْحَقِّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا اقْتُلُوا أَبْنَاءَ الَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ وَاسْتَحْيُوا نِسَاءَهُمْ ۚ وَمَا كَيْدُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ

Onlara, katımızdan verilen gerçeklerle gelince dediler ki “Onun yanındaki müminlerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın.” Ama gerçekleri görmezlikten gelenlerin tuzakları boştur. 

Bu tepki Mele tarafından verilen bir tepkidir. Tepkinin daha ilgincini firavun göstermektedir. Zulümde sınır tanımayan Firavun sanki acizmiş gibi bakın ne diyor.

(Mümin 40/26)

وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسَىٰ وَلْيَدْعُ رَبَّهُ ۖ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَنْ يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ

Firavun: “Bırakın beni, ben Musa’yı öldüreyim, o da Sahibini yardıma çağırsın. Çünkü sizin dininizi kendininki ile değiştireceğinden veya kurulu düzeni bozmasından korkuyorum.” dedi. 

“Bırakın beni Musa’yı öldüreyim”. Acaba firavunu kim tutabilir ki? Beşikteki bebeleri bile öldürmekten çekinmeyen Firavun için Musa’yı öldürmek neden bu kadar zor olabiliyor? Üstelik Musa, zamanında bir adam öldürmüş kısas uygulanmasını da hak etmiş biridir. Tüm bunlara rağmen tarihin gördüğü en büyük tiranlardan biri olan Firavun, Musa’yı öldüremiyor.

Hatırlanacağı gibi Yüce Allah Musa’yı elçi olarak seçip O’nu İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmak için görevlendirildiğinde aynı endişeyi Musa’da dile getirmişti.

(Şuara 26/14)

وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنْبٌ فَأَخَافُ أَنْ يَقْتُلُونِ

Bir de sorumlu tuttukları bir suçum var; beni öldürmelerinden endişe ediyorum.” 

Bir kişinin kısastan kurtulması ancak şu şartlarda mümkündür.

  • Öldüren kişi öldürülen kişinin birinci dereceden yakınları ile diyet ödeme konusunda anlaşırsa.
  • Öldürülen kişinin kısas isteyecek birinci dereceden yakınları mahkemeden önce kalmaz ise.

(bu konu başka bir makalede daha detaylı ele alınacaktır)

Yukarıdaki durum olmasına rağmen Mele, Firavun’un Musa’yı öldürmesine müsaade etmemektedir. İlerleyen ayetler firavunun sarayında imanını gizleyen bir Mü’min’in ortaya çıkmasından bahseder. Bu Mü’min; sırf “Rabbim Allah’tır” dediği için bir insanın öldürülemeyeceğini söyleyerek imanını açığa vurur (40/28).

(Mümin 40/29)

يَا قَوْمِ لَكُمُ الْمُلْكُ الْيَوْمَ ظَاهِرِينَ فِي الْأَرْضِ فَمَنْ يَنْصُرُنَا مِنْ بَأْسِ اللَّهِ إِنْ جَاءَنَا ۚ قَالَ فِرْعَوْنُ مَا أُرِيكُمْ إِلَّا مَا أَرَىٰ وَمَا أَهْدِيكُمْ إِلَّا سَبِيلَ الرَّشَادِ

Ey halkım, bugün yetki sizdedir, bu toprak sizin hâkimiyetiniz altındadır. Başımıza Allah’tan bir bela gelirse bize kim yardım eder?” Firavun dedi ki “Size sadece kendi gördüğümü gösteriyorum. Size sadece doğru yolu gösteriyorum.”

(Mümin 40/30)

وَقَالَ الَّذِي آمَنَ يَا قَوْمِ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ مِثْلَ يَوْمِ الْأَحْزَابِ

O mümin kişi sözlerini şöyle sürdürdü: “Ey halkım! O güçlü toplulukların yaşadıkları kötü günlerin sizin başınıza da gelmesinden korkuyorum.

(Mümin 40/31)

مِثْلَ دَأْبِ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَالَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ ۚ وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعِبَادِ

Nuh, Ad ve Semud halkının, bir de onlardan sonrakilerin başına gelenler beni endişelendiriyor. Allah kullarına yanlış yapmaz. 

Bu Mü’min kendi kavmine Nuh, Ad, Semud kavimlerini hatırlamalarını öğütlüyor. Bu durum, karşısındaki insanların neden bahsedildiğini çok iyi bildiklerini gösterir. Mü’min karşısında bulunanlara kendi tarihlerinde yaşadıkları ve çok iyi bildikleri bir şeyi daha hatırlatır.

(Mümin 40/34)

وَلَقَدْ جَاءَكُمْ يُوسُفُ مِنْ قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ فِي شَكٍّ مِمَّا جَاءَكُمْ بِهِ ۖ حَتَّىٰ إِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَنْ يَبْعَثَ اللَّهُ مِنْ بَعْدِهِ رَسُولًا ۚ كَذَٰلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ مُرْتَابٌ

Daha önce Yusuf da size o açık belgelerle (mucizelerle) gelmişti. Getirdiği şeylerden hep şüphe duymuş, öldüğü zaman da “Ondan sonra Allah, artık elçi göndermez” demiştiniz. Allah, aşırı şüpheci birini işte böyle sapık sayar. 

Firavun ve onun etrafında bulunanlara söylenen bu söz Yusuf’u bilmeyenler için bir şey ifade etmezdi. Ama Yusuf kıssasında O’nun elçiliğine karşı yukarıdaki ayette bahsedilen benzer tavrı ilk olarak gösterenler Yusuf’un kardeşleridir. Yusufla beraber 12 kişi olduğu iddia edilen bu kardeşler, geleneğe göre lakabı İsrail olan Yakub’un oğullarıdır.

Oysa ki Yakup, oğullarının tamamını toplayıp onlara kime iman edeceklerini sormuştu;

Bakara 2/133

أَمْ كُنْتُمْ شُهَدَاءَ إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي قَالُوا نَعْبُدُ إِلَٰهَكَ وَإِلَٰهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِلَٰهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Yakub’un ölmek üzere iken ne yaptığını biliyor musunuz? Oğullarına, “Benden sonra neye kul olacaksınız?” diye sordu. Onlar, “Senin İlâhına; ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın İlâhına, o bir tek İlâha kul olacağız. Biz, zaten, ona teslim olmuş kimseleriz!” dediler.

Bu ayete göre Yakup(as) oğullarının tamamından Allah’a şartsız teslim olma sözü almıştır. Ancak bu teslimiyet sözünü vermiş olan kardeşler Yusuf’un Allah tarafından Resul seçilmesine en fazla ayak direyenler olup, yüzlerce yıl sonra Mümin 40/34 ayetinde konuşan melelerin ilk ataları olmuşlardır.

Önemli Not; Bu yazıda alıntılanan tüm mealler müelliflerinin görüşlerini yansıtmaktadır. Bunların detaylarına girildiğinde katılmadığımız oldukça fazla içerik söz konusudur.

Örneğin; Bakara 2/133’de ki إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ “iz hazerel mevt” ibaresini tüm müellifler “Yakub’un ölmek üzere iken” yaptığı bir çağrı/vaaz olarak anlamışlardır. Oysa ki kimse kendisine ölümün nasıl ve ne zaman geleceğini bilemez! Bizim bu konudaki görüşümüz; “kişinin kendisini ölüme hazır hissetmesi” şeklindedir. Kaldı ki  geleneğin anladığı şekilde olmuş olsaydı, bu ayet ile anlatılan hadisenin Yakub’un Mısır’a Yusuf’un yanına gitmesinden sonra gerçekleşmesi gerekirdi. Bu durumda Yusuf resul seçilmiş olacağından, Yakub’un Yusuf’a da inanılması sözünü alması gerekirdi. Dolayısıyla ayette belirtilen söz alma olayı, Yusuf’un Mısır’a gitmesiden de resul olacağının belli olmasından da önce olmalıdır… Böyle olması, Yakub’un oğulları arasında var olan “resul soyunun kimden devam edeceği” beklentisini ve bu yöndeki hırslarını görmüş olduğunun da açık bir göstergesidir. O sebeple, Yusuf rüyasını anlattığında (12/4) Yakup kardeşlerine karşı onu uyarmıştır (12/5).

Sonuç

Ayetler ve ayetler arası bağlantıları araştırıldıkça ortaya konulabilecek yeni bulgular, şu gerçeği gözler önüne sermektedir. Tarihe, özellikle de dinler tarihine bakışımızda önemli bir eksiklik söz konusudur! Bu durum; Kur’an ayetlerinin, arkeolojik bulguların da üzerinde kesin bir bilgi olarak değerlendirilmemesidir. Bu eksiklik Kur’an kıssalarına rivayet ve İsrailiyat üzerinden bakışın yolunu açmaktadır. Yüce Kur’an, Firavun ve İsrailoğulları kıssasını çok boyutlu olarak anlatırken, İsrailiyatın anlattığı kıssa temel alınmakla, eldeki İsrailiyat bulaşmış kitaplarda gerçekleştirilmiş tüm anlam tahrifatları Kur’an’a da taşınmıştır. Dikkat edilirse bu açıklamalarda hiçbir tefsircinin görüşüne yer verilmemiştir. Ancak arka planda İsrailiyat güçlü şekilde belirleyici olduğu aşikardır.

Çalışmayı böyle yapmadaki amaç, Kur’an tefsir ve meallerinin tamamında görülen; olmayan kelimeleri metne ekleme olan kelimeleri çevirmeyip ya da en olmayacak manayı tercih ederek çevirerek rivayetlerin çizdiği tabloyu Kur’an’a onaylatma çabasına karşı bir yaklaşım ortaya koymaktır.

 

9) Kur’an Kıssaları ve Metod

Yayınlanma Tarihi: 9 Nisan 2017

Sitemizde yeralan çalışmalar incelendiğinde rivayetler üzerinden yapılan Kur’an tefsirlerinin birçok Kur’an gerçeğinin üzerini nasıl örttüğü daha açıklayıcı olarak görülecektir. Tarih; Tevhid dini olan İslam’ın bu rivayetlerin de etkisiyle darmadağın edilmesine tanıklık etmiştir.

Kur’an’ın anlattığı kıssalarda kendini fazlaca hissettiren rivayet üzerinden Kur’an ayetlerine anlam verme eğiliminin, birçok kıssanın anlaşılmamasına ya da yanlış anlaşılmasına yol açtığı ortadadır. Kıssalar üzerinden yapılan rivayetlerin büyük çoğunluğunun İsrailliyat olması Yahudilerin kıssalar üzerinde yaptıkları tahrifatların Kur’an kıssalarına da sızmasına yol açmıştır. Bu durum Kur’an’da en fazla yer bulan Musa, Firavun, İsrailoğulları kıssalarında kendini gösterir.

Tefsir ve meal yazarlarımızın; bir Kur’an kıssasını anlamlandırırken büyük oranda bugün elde bulunan Kitab-ı Mukaddesi açıklayanların benimsediği rivayetlerin yönlendirmelerinden hareket ettikleri bilinmektedir.  Kaynağı ne olursa olsun bu yaklaşım biçimi, özellikle Kur’an’da çok boyutlu anlatılan ve geniş yer tutan İsrailoğulları kıssalarının birçok yönünün üstünün örtülerek geçiştirilmesine sebep olmuştur.

Örneğin; “Sebtin Allah’ın emri olamayacağı”, “Tuva Vadisi’nin Mekke olabileceği” onca ayet ortada dururken, ihtimaller arasında dahi değerlendirilmemiştir.

Tıpkı bu örneklerde olduğu gibi diğer kıssalarda da birçok boyut kaybolmuştur. Rivayetler üzerine oturan dinler tarihi verileri peşinen kabul edilmiş, böyle oluncada Kur’an’ın verdiği birçok detay gözardı edilmiştir. Ne yazık ki bu alışkanlığın sürdürülmesine yüzyıllar boyunca engel olunamamıştır.

Amaç, Müslümanların çok uzun zaman önce kaybettiği Kur’an’ı anlama hassasiyetinin yeniden gündeme taşınması çabasının küçük bir gayretidir. Allah’a ve ahiret gününe iman eden, Yüce Kur’an’ı her şeyden daha aziz bilen akademisyenler de artık rivayetlerin baskısından kurtulup, Kur’an’ı kendi bütünlüğü içinde ele alabilmelidir.

Bu duruş bir rivayet düşmanlığı değildir. Rivayetler ile oluşan müktesebatın; düşünmeye getirdiği sınırlamaların kaldırılması gayretidir. Zira;

  • Kur’an tarihselcilerin iddia ettiği gibi bir döneme sıkışmış olayların aktarıldığı masal kitabı değildir.
  • Rivayetlerin sırtına yüklenen Kur’an gerçekleri rivayetlerin taşıyamayacağı kadar büyüktür.
  • Kur’an, rivayet aktarıcılarının insafına ve sınırlamalarına terk edilemeyecek aziz bir kitaptır.
  • Kur’an ayetleri, hiçbir sahihliğin kendisiyle boy ölçüşemeyeceği bir kaynaktır.
  • Tefsir yazarları, meal müellifleri Kur’an’a iman etmenin dışında ona ve ondaki bilgilerin sahih ve detaylı oluşuna güvenmek zorundadırlar. Cesaretle Kur’an’ın hiçbir karanlık noktasının olamayacağına, her türlü eğrilik ve çelişkiden arınmış bir kitap olduğuna emin olarak ayetlerin birbirleri ile bağlantılarına eğilmelidirler.
  • Yüce Allah; temiz vahyinin, bir yaratılmış tarafından düşülecek dipnotlar ile anlaşılır kılınmasını kabul etmez ve rivayet algıların hiçbiri ondaki sağlam gerçeği örtemez.

(Kehf 18/54)

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَٰذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ ۚ وَكَانَ الْإِنْسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا

Biz bu Kur’ân’da insanlar için her örneği, değişik biçimlerde verdik. İnsan ne kadar çok tartışan bir varlıktır! 

(Hud 11/1)

الر ۚ كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ

ELİF! LÂM! RÂ! Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri hem muhkem kılınmış hem de doğru kararlar veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır. 

  • Yüce Allah tarafından sağlamlaştırılmış ve açıklanmış ayetleri açıklamaya çalışmak tam tersi onu anlaşılmaz hale getireceğinden, Kur’an açıklanmaya değil keşfedilmeye çalışılmalıdır.
  • Bu keşif O’nun noktasına bile dokunmadan yapılmalıdır. Kelimelere yüklenilen anlamlar yine O’nda aranmalı, kıssaların izi O’nda sürülmelidir.
  • Böyle yapıldığında Yüce Kur’an’ın muhatabını sıra dışı ve çok boyutlu sonuçlara götüreceği görülecektir.

Kur’an’a tarihselci ve geleneksel gözlüklerle bakanlara bu sitede ileri sürülen kimi tezler şaşırtıcı gelebilir. Hatta hayal mahsulü olduğu da iddia edilebilir. Yüzyıllardır yazılmış tefsirlerin, yüzlerce mealin tersine söz söylemek elbette zor bir iştir. Fakat tüm bunlar, anlam arayışı içerisinde sırtımıza vurulmuş bir yük, önümüze çekilmiş bir bariyer olmamalıdır. Allah’ın yanlış ve eksik bir ifade kullanmayacağı varsayılıyorsa, ayetlerin bağlantılarına karşı direnmekten vazgeçmek temel düstur olabilmelidir. Özgür olmaya, sadece Allah’a kul olmaya çağıran Kur’an’ın; kendisini anlamaya çalışanları, bulunduğu çağın en ileri anlayışına ulaştırması beklenir. Rivayetlere hapsedilerek üzeri örtülmüş kıssalara yepyeni boyutlar katması Kur’an’ın şanındandır.

Kur’an’ın neredeyse üçte biri geçmişte yaşanmış kıssalardır. Bu kıssalar masal olsun diye aktarılmamıştır. İnsan öğüt alsın, kendine çeki düzen versin, bireysel ve toplumsal olarak düşülen hatalara düşülmesin diye anlatılmaktadır.

Bu gün; Mısır medeniyeti ve orada 430 yıl yaşamış İsrailoğulları hakkında çaresizlikle batılı bilim adamlarının, arkeologların, tarihçilerin bulgu ve yönlendirmeleri dışında düşünce geliştirilemiyor. Oysa onlar hangi bulgu ve belge ile gelirlerse gelsinler ortaya konulan bilgiler sadece “zan”dır. Yüce Kur’an’ın sahihliği karşısında bu zanlar ya yalana dönüşür ya da ayetleri destekleyen bulgulara dönüşürler. Hiç kimse El-Habir olan Yüce Allah gibi sahih bilgi veremez.

Kıssaların kesin olması bir tarafa tarihçilerin verdiği bilgilerin önemli bölümünün de sahih bilgiler olması gerekir. Ancak bugün bile yaşananların perde arkasını bilemeyip ayrışıyorken, binlerce yıl öncesine ait bir tarihsel verinin tam olarak neyin delili olduğu nasıl anlaşılacaktır!

İnananlar bilginin sahihliği konusunda bir tedbir almak istiyorsa, Allah’ın gönderdiğine güvenip Kur’an’ı Kur’an’la anlamak zorundadır.

Akademisyenler, ilahiyatçılar, din adamları, din konusunda toplumun önüne çıkmış televizyoncular, konuşmacılar, tartışmacılar şu gerçeği unutmamalıdırlar. “Kur’an Yüce Allah tarafından sağlamlaştırılmış ve açıklanmıştır. Bu böyleyken, O’na açıklanmamış muamelesi yaparak Kur’an ile temellendirmeden açıklamaya kalkışmak kişiyi Allah’ın berisinde İlahlığa soyunmaya götürecektir.

10) Arz-ı Mev’ud (Vad edilmiş Topraklar) – 1

Yayınlanma Tarihi: 23 Nisan 2017

Kur’an’da en fazla ayetin tahsis edildiği kıssa hiç şüphesiz yaklaşık bin ayetle Hz. Musa, İsrailoğulları, Firavun kıssasıdır. Musa ismi Kur’an’da 136 defa, Firavun ismi 74 defa, İsrailoğulları ismi ise 43 defa geçer.

Bu kadar yoğun kullanımı olan kıssada odak nokta İsrailoğullarıdır. “İsrail” kelimesi aslında Hz. Yakub’un lakabıdır. İsrailoğulları dendiğinde kastedilen Yakub’un oğullarıdır. Yusuf süresinde Hz. Yusuf ile birlikte sayılarının on iki olduğunu öğrendiğimiz Yakup oğullarının (İsrailoğulları) kıssası tarihsel süreç olarak da Kur’an’da anlatılan en uzun dönemdir. Yakup, Yusuf, Musa, Harun, Davut, Süleyman, Üzeyr, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa (as) kıssaları hep İsrailoğulları bağlamındadır. Bunun yanında Hz. Muhammed döneminde de bahsedilen olayların yarısından fazlası yine İsrailoğulları bağlamında anlatılır.

Bu yoğun kullanımların hepsini göz önüne aldığımızda neredeyse Yüce Kur’an’ın yarısı İsrailoğulları tarihiyle alakalıdır. Kıssa hakkında bu kadar çok ayet olması ve bu kadar uzun bir döneme yayılması bir yana, konuyu anlamak için rivayetlere ve İsrailiyata başvurulması, zaman zaman İsrailiyatın belirleyici olarak kabul edilmesi birçok Kur’an gerçeğinin görülmemesine, görülse bile yanlış görülmesine neden olmuştur.

Örneğin Musa’nın elçiliğe seçildiği yer olan Mukaddes Tuva Vadisi tamamen İsrailiyat üzerinden anlaşıldığı için bu yerin Mekke olması gerektiği hatta başka bir yerin mümkün olamayacağı gerçeği hiç görülmemiştir. (Bkz. Mukaddes Tuva Vadisi – Mekke)

Yine bunun gibi İsrailoğullarının Mısır dönemi sadece Yahudi kaynakları üzerine temellendirildiği için, o dönemi konu alan Kur’an ayetlerinde anlatılan ve Firavunun hemen yanı başında duran, onunla birlikte hareket eden, onunla birlikte zulmeden İsrailoğullarının Mele’si hiç görülmemiştir. (Bkz. Firavun ve İsrailoğulları’ndan Mele’si)

Kur’an kıssalarına İsrailiyat ve rivayet üzerinden anlam vermenin en büyük etkisi Yahudilerin şabat dedikleri Kur’an’da sebt olarak geçen kavram üzerinde kendini belli eder. Yüce Allah’ın asla emretmediği, vazgeçilmemesi halinde kıyamete kadar lanetle tehdit ettiği Şabat, bu sebeple İslam alimleri tarafından da Allah’ın emri olarak takdim edilmiş, hatta buna uymayanların azabı hak edeceği söylenmiştir. (Bkz. Kur’an’da Sebt (Şabat) Meselesi)

Bu çalışmada yine İsrailiyat ve rivayet üzerinden anlaşılmaya çalışıldığı için yanlış mecralara sürüklenmiş “Arz-ı Mevud / Va’d edilmiş Topraklar” konusu ele alınacak ve yetkin kişilerin bu yönde araştırma yapmaları için dikkatleri çekilmeye çalışılacaktır.

Bilindiği gibi Yahudiler kuzeyde Harran, doğuda Musul, batıda Akdeniz sahilleri, güneyde Sina yarımadası arasında kalan geniş bir bölgeyi; Yehova tarafından va’d edilmiş ve bir gün mutlaka kendilerinin olacaklarına inandıkları topraklar olarak görürler.

Güneş batıp karanlık çökünce, dumanlı bir mangalla alevli bir meşale göründü ve kesilen hayvan parçalarının arasından geçti. O gün Rab Avram’la antlaşma yaparak ona şöyle dedi; “Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Kenz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş, ve Yevus topraklarını- senin soyuna vereceğim.” (Tekvin 15/17-21)

Bugün Filistin ve orta doğuda estirilen terörün alt yapısında artık bir tutkuya dönüşmüş olan bu istek yatar. Kendilerini Hz. İbrahim’in doğal ve haklı mirasçısı kabul eden Yahudiler va’d edilmiş toprakların hakları olduğunu tarih boyunca savunmuşlar, bu uğurda her türlü zorluğu ve olmadık entrikaları çevirmekten geri durmamışlardır.

Hz. Yusuf’tan sonra gelen hemen hemen tüm elçilere ve Yüce Allah’ın vahyine ihanet etmeyi tıynet haline getirmiş olan Yahudilerin tüm yaptıkları, kendi uydurdukları dini ve ahlaki anlayışlarına paralellik arz eder. Bu nispeten anlaşılır bir durumdur. Anlaşılamayan ise; Yahudilerin bu vad edilmiş topraklarla ilgili tüm uydurma ve saptırmalarına, İslam müfessirleri tarafından meşruiyet zemini sağlanmış olmasıdır.

Yüce Kur’an’da “Va’d edilmiş toprakları” konu alan ayetler Maide süresinin 20-26 ayetleridir.

Maide 5/20-21

وَإِذْ قَالَ مُوسَىٰ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَعَلَ فِيكُمْ أَنْبِيَاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكًا وَآتَاكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ أَحَدًا مِنَ الْعَالَمِينَ

(20) Bir gün Musa halkına dedi ki “Ey halkım, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. İçinizden nebîler çıkardı ve sizi melikler (önderler) yaptı. Bu alemde kimseye vermediğini size verdi. 

يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْأَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلَىٰ أَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ

(21) Ey Halkım, Allah’ın size yazgısı (emri) olan şu kutsal toprağa girin; gerisin geri dönmeyin; yoksa elinizde ve avucunuzda olanı kaybedersiniz.” 

Bu ayetlerin tefsiri sadedinde Fahruddin Er-Razi, meşhur tefsiri Mefatihu’l Gayb adlı eserinde şunları aktarır.

Rivayet edildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s), Lübnan Dağı´na çıktığı zaman, Allah Teâlâ ona şöyle der: “Bak, gözünün alabildiği yerler mukaddestir ve oralara senin zürriyetin vâris olacaktır.” Yine şöyle denilmiştir: “Hz. Mûsâ (a.s)´nın kavmi Mısır´dan çıktığı zaman, Allah onlara Şam topraklarında oturmalarını vaadeder. İşte Benî İsrail, bundan dolayı, Şam diyarının topraklarını, “Arz-ı Mev´ûd” (Vaadolunmuş topraklar) diye isimlendirirler Sonra Mûsâ (a.s), bu toprakların durumunu araştırıp, kendisine haber getirmeleri için, güvendiği oniki kişiyi oralara gönderir. Bunlar, o topraklara girdikleri zaman, çok heybetli ve ürkütücü insanlar görürler.” Müfessirler bu hususta şöyle demişlerdir: “Hz. Mûsâ (a.s), teftiş ve tedkîk için oniki nakîbi oralara gönderdiğinde, oranın zorba (dev gibi) halkından biri, bunları görür ve yakalayıp bahçesinden getirmekte olduğu (devâsâ) meyvelerle birlikte, elbisesinin yenine kor. Onları, krallarına getirir. Sonra onları, hükümdarlarının huzuruna saçarak, şaşkınlığını gösterip, krala “Bunlar, bizimle savaşmak istiyorlarmış” der. Bunun üzerine kral, bu oniki nakîbe şöyle der: “Varın arkadaşınız (Musa´ya) gidin ve ona gördüklerinizi anlatın” Nakîbler dönüp, Hz. Musa´ya gelirler ve O´na olup bitenleri haber verdiler.

Bunun üzerine Hz. Musa onlara, gördükleri ve yaşadıkları şeyleri, diğer insanlardan gizlemelerini emretti ise de, ikisi dışında onlar Hz. Musa´nın sözünü tutmadılar. O iki kişi de, Yûşâ İbn Nûn ve Kâleb İbn Yûfannâ idi. Bu ikisi, durumu halklarına daha cazip gösterip, “Oralar, son derece güzel ve nimetleri bereketli ve bol olan topraklardır. Oraların ahâlisinin bedenleri her ne kadar iri ise de kalpleri (cesaretleri) çok küçük” dediler. Diğer on kişi ise, insanların içine korku attılar ve onlarla savaşıp (galip gelmenin) imkânsız olduğunu söylediler. Bunun üzerine Benî İsrail, Hz. Musa (a.s)´ya, “Onlar orada oldukça, biz oraya kesinlikle girmeyiz. Binâenaleyh sen ve Rabbin gidin ve (onlarla) savaşın. Biz burada oturuyoruz” (5/ 24) dediler. Hz. Mûsâ (a.s) da onlara beddua etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onları, kırk yıl çölde bırakmakla cezalandırdı.” Alimler şöyle dediler: “Bu nakîblerin, araştırmak için, kavimlerinden uzak kaldıkları süre kırk gûn idi. İşte bundan dolayı, çölde kırk yıl kalma ile cezalandırıldılar. Bu asî insanlar çölde iken öldüler. Allah o on naklbi çölde, çok sert cezalar vererek helak etti.” Bir kısım âlimler ise, “Hz. Mûsâ ile Hz. Harun (a.s) da, çölde iken ölmüşlerdi” derken, diğer bir kısım âlim, “Hz. Musa (a.s), çölden sağ olarak kurtuldu ve onunla birlikte, Yûşâ ile Kalib de sağ çıktı. Hep birlikte o zorba (dev)lerle savaşıp, onları yendiler ve o topraklara sahip oldular” demişlerdir. İşte, kıssa böyledir. İşlerin nasıl olduğunu en iyi bilen ise Cenâb-ı Allah´dır.]

Mukaddes Belde Mefhumu

Mukaddes belde, “temizlenmiş toprak” demek olup, buralar âfet ve belâlardan temizlenmiş yerlerdir. Müfessirler, bu beldenin, şirkten temizlenmiş olduğunu ve peygam­berler için bir mesken,bir ikâmetgâh kılındığını söylemişler­dir ki bu görüş üzerinde biraz düşünmek gerekir. Çünkü bu topraklar, “Hz. Musa (a.s), “Arz-ı Mukaddes´e girin” dediği zaman, ne şirkten temizlenmiş vaziyette idi, ne de peyamberler için bir ikâmetgâh idi” Buna, “Bu topraklar çok daha önceki devirde böyle (şirkten temizlenmiş) idi” diye cevap verilebilir.

Üçüncü Mesele

Âlimler, âyette bahsedilen, “Arz-ı Mukaddes´in neresi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir: İkrlme, Süddî Ibn Zeyd, “O, Erîha beldesidir”; Kelbî İse, “O, Şam diyarı ile, Filistin ve Ürdün´ün bir kısmıdır” demiştir. Bu mukaddes yerin, Tûr Dağı olduğu da söylenmiştir. [276]

Dördüncü Mesele

“Allah´ın sizin için yazdığı” ifâdesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

  1. a) Allah, Levh-i Mahfuz´da, o beldenin sizin için olduğunu yazmış, takdir etmiştir.
  2. b) Allah, onu size bahsetmiştir.
  3. c) Allah, oraya girmenizi yazıp, emretmiştir.

İmdi eğer; “Cenâb-ı Hak niçin Önce, “sizin için yazdığı…” buyurup, sonra da, “Muhakkak kî orası (o belde), kendilerine kırk yıl haram edilmiştir” (Mâide. ) buyurmuştur?” denilir ise, buna şu şekilde cevap verilir: Ibn Abbas (r.a): “Bu belde, Allah Teâlâ tarafından onlara bağışlanmıştı. Allah Teâlâ daha sonra, hak dini hususunda diretip, âsî olmaları yüzünden, o beldeyi onlara haram kılmıştır” demiştir. Şu da söylenmiştir: “Bu her ne kadar umûmî bir ifâde ise de, bununla husûsi bir mâna kastedilmiştir. Sanki bu belde, onlardan bazıları için yazılmış, bir kısmı için de haram kılınmıştır.” Şu görüş de söylenmiştir: “Âyetteki, “Allah´ın sizin için yazdığı…” ifadesi, onların itaatkâr olmaları şartına bağlanmıştır. Binâenaleyh şart yerine gelmeyince, meşrut da (şarta bağlanan şey) de) tahakkuk etmez ” denilmiştir.

Tefsir adı altında İslam müktesebatına dahil olan bu alıntıya hiçbir eleştiri getirilmeyecektir. Eleştiri veya kabul, okuyucunun taktirindedir.

Aslında; Kur’an ayetlerini, ayetlerle açıklamak, Kur’an’ı anlama yöntemlerinden bir yöntemi tercih etmek değildir. Bu bir zorunluluktur. Kur’an’ı anlamak için tercih edilebilecek onlarca yol yoktur. Kur’an’ı anlamanın bir tek yolu vardır. O da Kur’an’da bahsedilen konuları, geçen isimleri, belirtilen mekanları yine Kur’an’da aramaktır.

Eğer Yüce Allah Maide 5/21 ayetinde “Allah’ın size yazdığı Mukaddes toprak” buyurmuş ise bu toprakların neresi olduğu, niye, ne zaman, nasıl yazıldığı ve kutsal yaptığı gibi soruların cevapları, yüce Kur’an’dan başka yerlerde aranamaz. Hele bu yerin neresi olduğu bilgisini rivayetlere bırakmak olacak şey değildir.

Temel soru şu olmalıdır;

Yüce Allah’ın kutsal kıldığı ve İsrailoğullarına va’d ettiği topraklar neresidir?

Yüce Allah; bu vaadi ne zaman, kime, hangi koşullar karşılığında yapmıştır?

Bu soruların cevabını bulmak için, konuya; Va’d edilmiş topraklar ibaresinin gündeme geldiği Maide süresinin ilgili pasajından başlamak gerekmektedir.

Maide 5/20-26

وَإِذْ قَالَ مُوسَىٰ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَعَلَ فِيكُمْ أَنْبِيَاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكًا وَآتَاكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ أَحَدًا مِنَ الْعَالَمِينَ

(20) Bir gün Musa halkına dedi ki “Ey halkım, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. İçinizden nebîler çıkardı ve sizi melikler yaptı. Bu alemde kimseye vermediğini size verdi. 

يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْأَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلَىٰ أَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ

(21) Ey Halkım, Allah’ın size yazgısı (emri) olan şu kutsal toprağa girin; gerisin geri dönmeyin. Yoksa elinizde ve avucunuzda olanı kaybedersiniz.” 

قَالُوا يَا مُوسَىٰ إِنَّ فِيهَا قَوْمًا جَبَّارِينَ وَإِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتَّىٰ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَإِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَإِنَّا دَاخِلُونَ

(22) Dediler ki “Bak Musa! Orada bir topluluk var, hepsi de zorba kimseler; onlar çıkmadıkça biz oraya giremeyiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.” 

قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَ فَإِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَإِنَّكُمْ غَالِبُونَ ۚ وَعَلَى اللَّهِ فَتَوَكَّلُوا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

(23) O korkanlardan Allah’ın nimet verdiği iki kişi dedi ki “Onlara şu kapıdan hücum edin; oradan girerseniz galip gelirsiniz. Eğer inanıp güveniyorsanız yalnız Allah’a dayanın.” 

قَالُوا يَا مُوسَىٰ إِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا أَبَدًا مَا دَامُوا فِيهَا ۖ فَاذْهَبْ أَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلَا إِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ

(24) (Musa’nın halkı) Dediler ki “Bak Musa! Onlar orada olduğu müddetçe biz asla oraya giremeyiz. Sen ve Rabbin gidin, savaşın. Biz burada oturuyoruz.”

قَالَ رَبِّ إِنِّي لَا أَمْلِكُ إِلَّا نَفْسِي وَأَخِي ۖ فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ

(25) Musa dedi ki “Ey Rabbim, benim gücüm sadece kendime ve kardeşime yeter. Artık bizimle o yoldan çıkmış topluluğun arasını ayır.” 

قَالَ فَإِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ ۛ أَرْبَعِينَ سَنَةً ۛ يَتِيهُونَ فِي الْأَرْضِ ۚ فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ

(26) Allah buyurdu ki “Artık orası kırk yıl onlara haram kılınmıştır. Oturdukları yerde şaşkın şaşkın dönüp dolaşsınlar. Sakın o yoldan çıkmışlar topluluğuna acıma.” 

Yukarıdaki ayetlerde anlatılanların yaşandığı dönem; İsrailoğullarının, Musa (as) önderliğinde Mısır’dan çıkmalarından hemen sonrasıdır. Olayın tarihsel bağlamı bu döneme denk gelir. Maide 5/21 ayetine bahsedilen Mukaddes Toprakların neresi olduğu sorusunu sormadan önce “Mukaddes” kelimesinin anlamı bilinmelidir.[1]

Kur’an’da 10 defa geçen ve Mukaddes kelimesinin kök kavramı olan KaDeSe Müfredatta açıklanmıştır. Gözle görülen necasetten tathirden/temizlikten farklı olan ilahi temizliktir.

Mukaddes kelimesi “biri tarafından kutsal kılınmış” manasına gelir. Kelimenin gizli öznesi olan “biri” kimdir sorusunun cevabı hep Allah olarak verildiği için bir yanlış anlaşılma oluşmuştur. Eğer Mukaddes kelimesinin gizli öznesi Allah olsaydı, Cebrail’e de Ruhül Kudüs değil Ruhul Mukaddes denmesi lazımdı. Bu durum bir şeyin Mukaddes olmasının değil de, Kuddüs olmasının Allah’a bağlı olduğunu; Mukaddesliğin ise insanın Kuddüs olanı kabul etmesiyle ortaya çıktığını gösterir. Dolayısıyla Allah’tan başka hiç kimse bir yeri ya da bir şeyi Kuddüs yapma yetkisine sahip değildir. Allah’ın Kuddüs yaptığı şeyin/yerin, insanlar tarafından tanınması ile onun/oranın mukaddesliği başlar. Yani Mukaddes kelimesinin öznesi Allah değil insan olmalıdır.

Bu şöyle misallendirilebilir. Kuddüs kelimesi manevi kirden temizlenme manasına geldiği için temizlik üzerinden bir misal getirelim. Temizlik deterjanı bünyesinde kirleri temizleme özelliği barındırır. Bunu yapan kimyager o maddenin içine kirleri giderme (temizleme) potansiyelini koymuştur. Ama o temizlik deterjanı insanlar tarafından alınıp içindeki temizleme potansiyeli kullanılmadan temizlik gerçekleşmez. Temizlik deterjanı, içindeki temizleme potansiyeliyle ambalajında öylece durduğu sürece insanlar kirli kalır. Oysa temizlik deterjanının yapılış amacı insanları kirden temizlemektir dolayısıyla açılıp kullanılmalıdır. İşte tıpkı bunun gibi bir yerin Kuddüs olması da oranın manevi kirlerden temizleme potansiyelidir. İnsanın bu temizleme potansiyelini kullanarak temizlenmesi, o şeyi mukaddes hale getirir.

Görünen görünmeyen tüm canlı türleri Allah’a kulluk yapsa da yapmasa da O, El Kuddüs’tür,  Kuddüs olarak kalır. El Mukaddes olmaz! Fakat insan Mukaddes olur. Bu Allah tarafından Kuddüs kılınan şeyi tanıdığı ve edindiği içindir.

Bu durumda bir yerin Mukaddes olması; insanların Yüce Allah’ın Kuddüs olarak bildirdiği şeyin kabul edilip, o şeye has kuralların uygulaması ile olur.

Şimdi bu çalışmanın konusu olan Arz-ı Mev’ud’a dönerek, neresi olduğu sorusunu “Mukaddes” kelimesinin anlamıyla birlikte soralım.

Mısır’dan çıktıktan sonra İsrailoğullarının hemen yanı başına geldikleri, onlardan önce de insanların kutsallığını bilip tanıdığı, Musa (as) ve İsrailoğulları tarafından da tanınması istenen Mukaddes Topraklar neresidir?

Bu sorunun cevabı zor ve gizemli değildir. Bu yerin Mekke’den başka bir yer olması da mümkün değildir!

Zira; insanlığın başlangıcından itibaren Yüce Allah’ın Kuddüs kıldığı, insanların da bu Kuddüsü kabul ederek sadece oraya has ritüelleri ve sadece oraya has haramları yerine getirip Mukaddes olan tek yer “Mekke”dir.

Bir yerin mukaddes olup da bilinmemesi olacak şey değildir. Mukaddes kelimesinin anlamı, oranın bilinmemesini mümkün kılmaz. Yüce Allah’ın bir yeri Kutsal ilan etmesi insanlar içindir. Yeryüzünde sınırları Yüce Allah tarafından belirlenen, sadece o bölgeye has ritüelleri ve uyulması gereken kuralları olan, Yüce Allah tarafından emin kılınan tek yer Mekke’deki Harem bölgesidir.

Bugün yaşadığımız çağda Mekke’nin kutsallığına inanan ama Hac vazifesini yapmak için oraya hiç gitmemiş olanlar içinde sadece orası Mukaddes topraklardır. Ne zaman ki oraya gidilir, oradaki ritüeller ve uyulması gereken kurallar bizzat yapılırsa; işte o zaman, o topraklar Muharrem topraklar olur. Bir yerin Kutsallığını kabul edip oraya hiç gitmemek başka bir şey, bir yerin kutsallığını kabul edip oraya gitmek, sadece oraya has haramları işlemeyip sadece oraya has ibadetleri yapmak başka bir şeydir.

Daha basit bir dille söylenecek olursa; Hacca hiç gitmemiş ama oranın Yüce Allah tarafından Kutsal ilan edildiğine iman etmiş biri için Kabe’nin de içinde bulunduğu bölge, sadece kutsal topraklardır. Bu orasının “Mukaddes” olarak bilmesi, her sene insanların Hac vaktinde oraya gittiğinin, oradaki ibadetleri yaptığının, oranın kurallarına uyulduğunun bilmesinden dolayıdır. Kişi kendisi gitmese, insanlardan hiç kimse de oraya gitmemiş olsa, yine de o bölge herkes için Kutsal topraklardır. Bu sebeple Musa (as) o yeri halkına tanıtırken “Mukaddes topraklar” demiş olmalıdır.

Çalışmanın başında büyük Müfessir Razi’den yapılan alıntı ile Va’d edilmiş topraklar konusundaki rivayetlere değinilmişti. Va’d edilmiş topraklar konusunda tüm müfessirlerin aynı şeyleri söylediği bilinmektedir. Bu anlayışların hepsinde ön plana çıkanlar şunlardır.

  1. Va’d edilmiş topraklar Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim’e Va’d edilmiştir. Bu topraklar Yüce Allah tarafından kutsal kılınmıştır ve Yahudiler bu toprakların doğal mirasçısıdır.
  2. Her ne kadar bu topraklar Yüce Allah tarafından kutsal kılınmışsa da nerede olduğu, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği bilinmemektedir. Bugün Filistin dediğimiz bölge olması ve Yahudilere Tevrat’da bildirilen yer isimlerine göre sınırların belirlenmesi doğrudur.
  3. Yahudilerin Musa (as)’a karşı çıkıp Va’d edilmiş o topraklar için savaşmaması büyük bir suç teşkil etmiş ve bu yüzden çölde başıboş dolaşmaya mahkum edilmişlerdir.
  4. Yahudilerin o topraklar için savaşmaması, o bölgede yaşayan ve bildiğimiz insanlardan çok daha büyük devlerden oluşan halkından korkmalarından dolayıdır.

Müfessirlerin Maide 5/20-26 arasındaki ayetlere getirdikleri tefsirlerin arka planındaki anlayış bu çerçevededir. Bu söylemlerle aktarılan söz konusu rivayetlerin ve başvurulan İsrailiyatın, Kur’an ayetlerini açıklamaktan ziyade, gizemli hale getirdiği ortadadır.

Yüce Allah’ın bir yeri kutsal kılmasından bahsetmesine rağmen o yerin insanlar tarafından bilinmediğini söylemek aklın alacağı bir şey değildir. Yahudileri İbrahim (as)’in doğal mirasçısı sayıp, onun İsmail (as)’den gelme soyunu göz ardı etmeleri de olacak şey değildir.

Bu anlayış, halen Yahudilerin Va’d edilen topraklar adına yaptığı mücadeleleri ve bu uğurda gerçekleştirdikleri kıyımları dolaylı olarak meşrulaştırmaktadır. Zira Yahudiler bugün; “Atalarımız Musa zamanında Va’d edilmiş topraklar için savaşmadı. Ama biz onların hatalarını tekrarlamıyoruz. Atalarımızın hatasını düzeltmek ve Va’d edilmiş toprakları ele geçirmek için savaşıyoruz.” diyorlarmış konumuna getirilmektedir. Nitekim, söz konusu o toprakların Va’d edilmesinin kaldırıldığına dair bir söylem de yoktur. Bu durumda o va’d hala geçerli olmaktadır. Nasıl ki Müslümanlar, Muhammed (sav)’e Va’d edilenleri geçerli kabul ediyorsa, onlar da Musa (as) ve atalarına Va’d edileni kendileri için geçerli saymaktadırlar. Yahudilerin bu yaklaşımlarının meşruluğu böylelikle bizzat müfessirlerimiz eliyle Kur’an’a onaylatılmış olmaktadır.

Filistin’de, Gazze’de kıyımlar yapan, Ortadoğu’da kendilerine va’d edilen toprakları ele geçirmek için her türlü entrikayı çeviren Yahudiler, bu sayede kendilerini; Allah’ın emrini yerine getiren, kendilerine Va’d edilen toprakları ele geçirmek için savaşanlar durumunda olma noktasında haklı konumda saymaktadırlar.

Temelinde Tevhid olan bir din nasıl olurda insanların bölünme sebebi olacak farklı farklı kutsalları emredebilir ki!

Razi’den yapılan alıntıda sanki Musa (as)’a gönderilen din ile Muhammed (sav)’e gönderilen din arasında bir farklılık olabilirmiş gibi anlaşılmaktadır.

Halbuki yüce Allah ilk Nebi olan Adem (as)’den son Nebi olan Muhammed (sav)’e kadar tek bir din göndermiştir. İlk Gönderdiği Nebî’ye neyi kutsal kılmışsa son gönderdiği Nebî’ye de aynı şeyi kutsal kılmıştır.

Enam 6/84-90

وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ ۚ كُلًّا هَدَيْنَا ۚ وَنُوحًا هَدَيْنَا مِنْ قَبْلُ ۖ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِ دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ وَأَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسَىٰ وَهَارُونَ ۚ وَكَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

(84) Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik; bunlara ve onun soyundan gelen Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a doğru yolu gösterdik. Daha önce Nuh’a da doğru yolu göstermiştik. Biz, güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz. 

وَزَكَرِيَّا وَيَحْيَىٰ وَعِيسَىٰ وَإِلْيَاسَ ۖ كُلٌّ مِنَ الصَّالِحِينَ

(85) Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas; bunların hepsi iyilerdendi. 

وَإِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَيُونُسَ وَلُوطًا ۚ وَكُلًّا فَضَّلْنَا عَلَى الْعَالَمِينَ

(86) İsmail’i, Elyesa’ı, Yunus’u, Lut’u; bunlardan her birini çağdaşlarından üstün kıldık. 

وَمِنْ آبَائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَإِخْوَانِهِمْ ۖ وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ إِلَىٰ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

(87) Babaları, soyları ve kardeşleri… Onları da seçtik ve onlara da doğru yolu gösterdik. 

ذَٰلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ ۚ وَلَوْ أَشْرَكُوا لَحَبِطَ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

(88) İşte bu, Allah’ın yoludur. O, tercihini doğru yapan kullarına bu yolu gösterir. Eğer (bu nebiler) ortak (şirk) koşsalardı bütün yaptıkları boşa giderdi. 

أُولَٰئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ۚ فَإِنْ يَكْفُرْ بِهَا هَٰؤُلَاءِ فَقَدْ وَكَّلْنَا بِهَا قَوْمًا لَيْسُوا بِهَا بِكَافِرِينَ

(89) Adı geçenler, kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu insanlar bütün bunları görmezlik ederlerse, biz onları, görmezlik etmeyecek bir topluluğun korumasına bırakırız. 

أُولَٰئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ ۖ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ ۗ قُلْ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا ۖ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرَىٰ لِلْعَالَمِينَ

(90) Bunlar, Allah’ın yola gelmiş saydığı kimselerdir; sen de onların yoluna gir. De ki “Ben Kur’ân’ı tebliğe karşılık sizden bir karşılık beklemiyorum. O, herkes için sadece bir öğüt ve doğru bilgidir, o kadar.” 

Bu ve benzeri ayetler çerçevesinde ilk Nebî’den son Nebî’ye kadar gönderilen dinin değişmediği ama her Resüle gönderilen şeriatın -yani uyulması gereken kuralların, kaçınılması gereken haramların- değişebileceği anlaşılmaktadır. Bundan yola çıkarak Mukaddes bölgelerin de farklılık gösterebileceği gündeme getirilmektedir.

Bu yaklaşımda ihmal edilen husus; Şeriatler arasında bir değişme oluyorsa bunun mutlaka açıklanmış olması gereğidir. Yüce Kur’an’da bunun çok sayıda örneği vardır.

Bakara 2/183

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Ey inanıp güvenenler! Oruç, sizden öncekilere yazıldığı şekliyle size de yazıldı ki kendinizi koruyasınız. 

Bu ayette oruç tutmanın Kur’an’dan önce de farz kılındığı anlaşılmaktadır. Bu ayetten sona sayılan kurallar önceki ümmetlerde belirtilen kurallarda aynıdır.

Bakara 2/187

أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَىٰ نِسَائِكُمْ ۚ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَأَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ ۗ عَلِمَ اللَّهُ أَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ أَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْ ۖ فَالْآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ ۚ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتَّىٰ يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ۖ ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ ۚ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنْتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ ۗ تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا ۗ كَذَٰلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

Oruç gecelerinde kadınlarınızla cinsel içerikli konuşmalar yapmak size helal kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah kendinize ihanet ettiğinizi bildi de yüzünüze baktı ve sizi affetti. Artık onlarla birleşebilirsiniz. Allah’ın sizin için yazacağını (çocuk sahibi olmayı) isteyin. Fecrin olduğu tarafta, ak çizgi kara çizgiden size göre tam seçilinceye kadar yiyin, için; sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescitlerde itikâf halinde iken kadınlarınızla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah âyetlerini insanlara böyle açıklar ki kendilerini korusunlar. 

Bu ayet ise önceki ümmetlere farz kılınan oruç ile son vahiy Kur’an’da belirtilen oruç arasındaki değişikliği belirtmektedir. Oruç gecelerinde kadınlarınızla cinsel içerikli konuşmalar yapmak size helal kılındı. İşte bu önceki şeriat ile sonraki şeriat arasındaki değişikliktir.

İsa (as) İsrailoğullarına gönderilmiş İsrailoğlu olan bir Resüldür. O geliş amacını ve önceki şeriatle kendisine bildirilen şeriat arasındaki değişikliği bildiriyor.

Al-i İmran 3/49-50

وَرَسُولًا إِلَىٰ بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنِّي قَدْ جِئْتُكُمْ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ ۖ أَنِّي أَخْلُقُ لَكُمْ مِنَ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ فَأَنْفُخُ فِيهِ فَيَكُونُ طَيْرًا بِإِذْنِ اللَّهِ ۖ وَأُبْرِئُ الْأَكْمَهَ وَالْأَبْرَصَ وَأُحْيِي الْمَوْتَىٰ بِإِذْنِ اللَّهِ ۖ وَأُنَبِّئُكُمْ بِمَا تَأْكُلُونَ وَمَا تَدَّخِرُونَ فِي بُيُوتِكُمْ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

(49) İsa, İsrailoğullarına elçi olarak geldiğinde (şöyle dedi:) “Size, Sahibinizin belgesi ile geldim. Sizin için çamurdan kuş heykeli yaratır, ona üflerim de Allah’ın izni ile kuş olur. Doğuştan kör olan ve alaca hastalığına tutulmuş olanı iyileştiririm. Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde neler yediğinizi ve neleri biriktirdiğinizi size bildiririm. Eğer Allah’a güvenen kimselerseniz bunlar gerçekten, sizin için birer belgedir. 

وَمُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَلِأُحِلَّ لَكُمْ بَعْضَ الَّذِي حُرِّمَ عَلَيْكُمْ ۚ وَجِئْتُكُمْ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

(50) “Önümdeki Tevrat’ı onaylamak ve size haram kılınmış bazı şeyleri helâl kılmak için geldim. Size, Sahibinizin belgesi ile geldim. Artık Allah’tan çekinin de sözümü dinleyin. 

İsa (as)’da önceki şeriat ile kendisine gönderilen şeriat arasındaki değişiklikleri bildiriyor. Böyle yapmazsa hem meşruiyeti hem de kendisinden önceki Resüllere inananların kendisine inanma zorunluluğu ortadan kalkar.

Nisa 4/160

فَبِظُلْمٍ مِنَ الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ كَثِيرًا

Yahudilerin yanlış tutum ve davranışları sebebiyle onlara helal kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Çünkü onlar, birçok kimseyi Allah yolundan engellerler. 

Bu ayet zaman içinde haramların kapsamının genişleyebileceğini söylemektedir. Yani öncesi ile sonrası arasında hangi değişiklikler olduğu bildirilmektedir.

Enam 6/146

وَعَلَى الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا كُلَّ ذِي ظُفُرٍ ۖ وَمِنَ الْبَقَرِ وَالْغَنَمِ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ شُحُومَهُمَا إِلَّا مَا حَمَلَتْ ظُهُورُهُمَا أَوِ الْحَوَايَا أَوْ مَا اخْتَلَطَ بِعَظْمٍ ۚ ذَٰلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِبَغْيِهِمْ ۖ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ

Yahudilere bütün tırnaklıları haram kıldık. Sığır ve koyunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışık olanlarla kemiklerine karışanlar dışında kalan iç yağlarını da haram kıldık. Bu, azgınlıklarına karşılık onlara verdiğimiz cezadır. Biz doğruyu söyleriz. 

Bu ayette de önceki şeriat ile sonraki şeriat arasındaki fark bildirilmektedir. Bunun gibi Yüce Kur’an’da daha onlarca örnek vardır. Anlatılmak istenen; önceki şeriat ile sonraki şeriat arasında bir farklılık olursa mutlaka bunun bildirilmiş olmasıdır.

Yüce Kur’an’da Kabe’nin kutsal kılınmasının çok eskilere dayandığı açıkça bellidir.

Al-i İmran 3/96-97

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ

(96) İnsanlar için kurulan ilk ev, Bekke’de olandır. Bereketli ve herkese doğru yönü (kıbleyi) göstersin diye kurulmuştur. 

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ إِبْرَاهِيمَ ۖ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا ۗ وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ

(97) Orada apaçık göstergeler (ayetler), İbrahim’in (ibadet için) durduğu yerler vardır. Oraya kim girerse güvende olur. Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te, Ka’be’de hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim bunu göz ardı ederse bilsin ki Allah’ın kimseye ihtiyacı olmaz. Bunu göz ardı edenler bilsinler ki Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur. 

Müfessirlerimize göre bu ayetler, İbrahim (as)’den İsa (as)’ya kadar İsrailoğulları’na gönderilmiş Resulleri sanki hiç bağlamamaktadır. Yüce Kur’an’da Kabe’nin kutsallığının İsrailoğulları üzerinden kaldırıldığına dair tek bir ayet yoktur. Sadece bu durum; Mukaddes topraklar kelimesi İsrailoğulları bağlamında geçtiğinde, Kabe’den başka bir yerin anlaşılamayacağını göstermeye yeterlidir.

Yüce Kur’an’da İsrailoğulları üzerinden, Hac yapmalarının farziyetinin kaldırıldığına dair de herhangi bir bilgi yoktur. Ki Musa (as) Resül olduğu halde buna duyarsız kalsın!

Aynı müfessirler Va’d edilmiş toprakların Yüce Allah tarafından İbrahim (as)’e verildiğini, Musa (as) ve İsrailoğulları onun soyundan oldukları için doğal mirasçısı olduklarını söylemektedirler.

Farzedelim ki Va’d edilmiş mukaddes topraklar Kabe değil de başka bir yer olsun! İsrailoğulları İbrahim (as) soyundan geldikleri için bu toprakların doğal mirasçısı kabul ediliyor da neden Kabe konusunda mirasçı görülmüyorlar. Kaldı ki Va’d edilmiş toprakların Yahudilerin belirttiği ve bizim müfessirlerimizin de tasdik ettiği Harran, Şam, Ürdün, Fırat nehri arasında kalan bölge olduğuna dair hiçbir delil de söz konusu değildir. Oysa Kabe’yi Hz. İbrahim’in yaptığına, Hac için insanlara çağrıda bulunduğuna dair inkârı mümkün olamayacak deliller vardır. İnsanlık Nuh tufanında kaybolan Kabe’sine İbrahim (as) vesilesiyle kavuşmuştur. Unutulmuş Hac ibadetini İbrahim (as)’a gönderilen vahiy aracılığıyla öğrenmiştir. Madem İsrailoğulları, İbrahim (as)’ın doğal mirasçılarıdır neden bu mirasa sahip çıkmazlar! Neden bizim müfessirlerimiz bunu hiç sorgulamazlar!..

Aslında bu açıklamalar dahi, Yüce Kur’an’da geçen ve Va’d edilen kutsal toprakların; as)’dan bu (as)’dan bu yana tek din olan İslam’ı insanlar arasında yüceltecek olanlar için merkez olan belirlenip kutsal kılınan Kabe ve civarı ile başlayan ve tüm yeryüzünü kapsayan bir alan olduğunun anlaşılmasında yeterlidir. Buna rağmen mesele daha da derinleştirilerek, Yüce Kur’an’da anlatılan İsrailoğulları kıssasından hareketle üstü kapalı kalmış noktalara Allah’ın izniyle tek tek temas edilecektir.

 

 

 

11) Sadakat mı dediniz!

Yayınlanma Tarihi: 30 Temmuz 2017

Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu konulardan biri Yüce Allah’ın gönderdiği vahiylerin bizzat inananlar tarafından ihanete uğramasıdır. Kur’an’ın üçte birinden daha fazlası kitap ve Resule muhatap kılınmış kavimlerin, uygarlıkların kıssalarından bahseder. Bu kıssaların en büyük özelliği hepsinin olumsuz örnek olmasıdır. Vahye muhatap kılınan kavimler arasında sonu iyi biten bir kıssa yok gibidir. Yusuf kıssası haricinde muhatapları ile birlikte mutlu sona ulaşan kavim yok gibidir.

Nuh uzun süre çırpınmış ama muhataplarından bir avuç insan dışında mutlu sona ulaşan olmamış. Daha sonra Nuh’la birlikte gemide olanların çocukları Nuh’un geride bıraktığı vahye (ki onunla yükselmişlerdir) ihanet etmiş, onu saptırmış, onu hafife almış, onu kendileri için yetersiz görmüşlerdir. Elde bulunan vahiy insanların değiştirmesi, tahrif etmesi, insan sözü karıştırması, gizlemesi yüzünden tanınmaz hale gelip insanlığa rehber olma özelliğini kaybettiğinde; Yüce Allah yine bir kitapla beraber Hud’u göndermiştir.

Hud elinde Allah’ın gönderdiği vahiylerle kavminin karşısına çıktığında kavminin cevabı şöyle olmuştu.

Şuara 26/136-137

قَالُوا سَوَاءٌ عَلَيْنَا أَوَعَظْتَ أَمْ لَمْ تَكُنْ مِنَ الْوَاعِظِينَ

Dediler ki, “öğüt versen de, vermesen de bizim için bir şey değişmez.

إِنْ هَٰذَا إِلَّا خُلُقُ الْأَوَّلِينَ

Zaten eskilerin huyu hep böyledir.

Böyle demişlerdi çünkü Hud yeni bir şeye çağırmıyordu. Onları, Nuh’un getirdiklerine çağırıyordu. Yani onlara göre eskiye çağırıyordu. Onlarsa, Nuh’un getirdiklerine inanmış ama artık geçmişte kalan vahyi, zamana uyarlamak için daima geliştirmişlerdi. “Ne yaparsın ki vahiyler sınırlı olaylar sınırsızdı! Sınırsız olaylar karşısında vahiy kendini yenileyemiyor, zamana uyması için durmadan insan müdahalesi gerekiyordu! Vahyin arkasında yıllarını verdikleri kendilerine ait kurallar, yeni ibadet yöntemleri ile geniş bir müktesebat oluşturmuşlardı. Allah onları alemin en güçlüleri haline getirmişti. Doğru yolda olduklarının en büyük delili de işte buydu. Doğru yolda olmasalar Allah onlara tüm bu gücü verir miydi?

Hud yıllarca onları uydurdukları her şeyi terk edip sadece vahye uymaya çağırdı… Onlar ise her defasında şahane şehirlerini, muhteşem güçlerini, göz alıcı zenginliklerini ileri sürerek O’nu hafife aldılar. Hem bu kadar gelişmişlik içerisinde sadece vahye uymak akıllıca mıydı? Vahiy tek başına hayatın ihtiyaçlarını karşılamak için asla yetmezdi.

Derken vaat gerçekleşti. Sadece yedi gün ve sekiz gece süren bir fırtına ile yeryüzünden silindiler. Öyle ki şahane şehirlerinin kalıntıları tam 6000 yıl sonra yani milattan sonra 1998 de metrelerce çöl kumunun altında bulundu.

Sonra onlardan geriye kalanlar yani Hud’a inanlar, Hud’un insanlığa bıraktığı vahye sarıldılar. Çok kısa sürede göz kamaştırıcı parlaklıkta bir medeniyet kurdular. Mono blok granit kayalara şahane şehirler yaptılar, ticaret yollarını şehirlerine çevirdiler, geliştiler, zenginleştiler. Kaybedecek şeyleri çoğalınca yine ataları gibi yaptılar. Ellerindeki vahyi yorumlama, geliştirme ihtiyacı duydular. Vahiy onları sınırlıyordu, katıydı, her yerde sınırlar çiziyordu. Tamam benzeri yaratılmamış İrem şehrinden çıktıklarında ellerinde vahiyden başka hiçbir şeyleri yoktu. Sınırlara uymak kolaydı. O durumda o vahyi yaşamak çok basitti. Çünkü vahiy sade, kolay ve apaçıktı. Tıpkı kendi hayatları gibi. Ama şimdi hayat aynı sadelikte değildi, ilişkiler karmaşıklaşmış, problemler girift hale gelmiş, yepyeni sorunlar çıkmıştı. Vahiy yorumlanmalı çağa uygun hale gelmeliydi. Öyle de yaptılar…

Çok geçmeden hayatlarının rehberi olması gereken vahiy, sırtlarında anlaşılması zor, gizemli bir yüke dönüşmüştü. Onlara hem çağı bilen hem ihtiyaçları anlayan birileri lazımdı. Bunlar yaşadıkları çağ ile aralarında köprü kurmalıydılar. Aradıklarını bulmakta gecikmediler. Ama buldukları, bu vahiy ile aralarında köprü kurmadılar. Onlar bizzat köprünün kendisi oldular. Vahye ulaşmak için bunlardan geçmek gerekliydi. Ve yine beklenen oldu. Hud’a verilen vahiy tanınmaz hale geldi. O eski basitliği, açıklığı, sadeliği kalmamıştı. Onu anlamak için kendini köprü diye tanıtanlar bir köprüden çok, vahyin kendisi gibi davranıyorlardı. Vahyin noter memuru gibiydiler. Onların söyledikleri vahyin murat ettiği şeyler, onların emrettikleri Allah’ın emri yerine geçiyordu.

Yine Allah; soyunu sopunu bildikleri içlerindeki en iyilerinden birini yeni bir vahiyle, Salih’i elçi olarak gönderdi. Onlara Allah’ın vahyine dönmelerini, vahyin onlara her konuda rehber olmaya yeteceğini, ona uyarlarsa hiçbir zaman sapmayacaklarını söyledi. Kulaklarına inanamadılar. Bu elçi düpedüz onlara sapıtmışsınız diyordu. Bu adam delirmiş miydi? Hani geçmişini bilmeseler, deli olduğuna kesin karar vereceklerdi. Ama onu iyi tanıyorlardı ve bu adam deli değildi.

Salih deli olmasa bile sözlerinin hiçbir gerçekliği yoktu. Bir kere onlar zaten, her zaman vahyi kendilerine rehber edinmişlerdi! Üstelik vahyi daha iyi anlayıp uygulamak için din adamları yani vahyi anlaşılır kılacak büyük adamlar da yetiştirmişlerdi ki bu adamlar gerçekten son derece muhterem insanlardı. Bu adamlar olmasa vahyi nasıl anlayacaklardı!..

Yığılmış binlerce problemi nasıl çözeceklerdi. Onlar Allah ile aralarında tercüman gibiydiler. Evet tercüman. Allah şu hamalın, kölenin, işçinin, develerin peşinden giden tüccarın, evinde kocasını bekleyen kadının, ekmek yapan fırıncının, et kesen kasabın, taş yontan duvarcının konuştuğu dili mi konuşacaktı. O Allah’tı O’na herkesin anlayacağı şekilde basit konuşmak yaraşmazdı. O gizemli ve şifreli konuşmalıydı. İşte bu adamlarda (ki her biri bir yıldız) Allah ile aralarında tercüman olmalıydılar. Onlarda, “Bu ulu kişilerin dediklerini bırakıp tek başına vahye nasıl sarılırız. Olacak iş değil!” dediler. Vahiy tek başına asla yetmez…

Vahyin tek başına yettiği o günler (ah ne güzel günlerdi o günler) ne yazık ki geçmişte kalmıştı. Hayat değişmiş, dünya değişmiş, insanlar değişmişti. Eskisine göre daha akıllı, daha modern, daha ileriydiler. Vahiy bu baş döndürücü hıza yetişmeliydi.

“Yok Salih senin dediğin eskilerin masalından başka bir şey değil.”

Salih ısrarla vahye dönmelerini söyledi durdu yıllarca. Onlara kendisine verilenin Hud’a verilenle aynı olduğunu söyledi. Hud’a verilen vahiy sayesinde böylesine zenginleştiklerini hatırlattı.

Araf 7/74

وَاذْكُرُوا إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَاءَ مِنْ بَعْدِ عَادٍ وَبَوَّأَكُمْ فِي الْأَرْضِ تَتَّخِذُونَ مِنْ سُهُولِهَا قُصُورًا وَتَنْحِتُونَ الْجِبَالَ بُيُوتًا ۖ فَاذْكُرُوا آلَاءَ اللَّهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ

Hatırlasanıza; Ad halkının ardından onların yerine sizi getirdi ve o toprağa yerleştirdi. Şimdi O’nun ovalarında köşkler kuruyor, dağlarını oyup evler yapıyorsunuz. Allah’ı (nimetlerini) hatırlayın da ortalığı birbirine katıp doğal düzeni bozmayın.” 

Salih ne yapsa boşunaydı. Zaten sorun tam da bu değil miydi? Salih’in getirdiği şeyler yıllar önce Hud’un söylediklerinin tıpkısının aynısıydı. Oysa o günler çok gerilerde kalmış, ama kendileri çok ileri gitmişlerdi.

Hud 11/62

قَالُوا يَا صَالِحُ قَدْ كُنْتَ فِينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هَٰذَا ۖ أَتَنْهَانَا أَنْ نَعْبُدَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا وَإِنَّنَا لَفِي شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ مُرِيبٍ

Dediler ki “Bak Salih! Daha önce aramızda, kendisine ümit bağlanan biriydin. Şimdi kalkmış, atalarımızın kulluk ettiğine kul olmamızı yasaklıyorsun? Biz senin bizi çağırdığın şeyden dolayı şüpheye düşüyor, endişeye kapılıyoruz.” 

“Evet nasıl olurdu bu, geleneğimiz, törelerimiz, atalarımızın oluşturduğu müktesebatı nasıl terk edip eskiye ta Hud zamanına döneriz. Konuşmaların çok şüphe uyandırıcı, bu çağda bunu savunman anlaşılır gibi değil” dediler.

Sonrası yine mutsuz son!.. Bir tek çığlık onları hiç yaşamamış gibi yok etti. Şimdi yani 5500 yıl sonra o çok sevdikleri kayalara oyulmuş şehirleri; birkaç şımarık turistin, bakıp bir şey anlayacağını zanneden cahil profesörlerin, meraklı macera düşkünlerinin uğrağı olmuş durumda. Hazin ve iç burkan bir tablo gibi insanlığın hafızasının duvarlarına asılı duruyorlar.

Sonra insanlığın dönüm noktası kaderinin değiştiği bir zamana gelindi. Kesinlikle Salih’in torunlarından olan bir genç çıktı insanlığın içinden. Yumuşak huylu ama ilkesiz değil, merhametli ama korkak değil, mücadeleci ama inatçı değil, iyiliksever ama tavizkar değil, sevgi dolu ama tutkun değil, müsamahalı ama yılışık değil, cesur ama aptal değil, saygılı ama yağcı değil, içli ama pimpirik değil, cömert ama savurgan değil, mütevazi ama ezik değil, kararlı ama yıkıcı değil, dost canlısı ama çıkarcı değil, sevimli ama soytarı değil, soylu ama kibirli değil, zeki ama tilki değil, öğretici ama buyurgan değil, söyleyen ama bıktıran değil, delikanlı ama hafif değil…

Ne dense az gelen bu genç delikanlı, insanlığın mutsuzlukla dolu defterine mutlu umut dolu bir şeyler yazmak istiyordu. Dedeleri Nuh, Hud, Salih ne demişse O’da onları söylüyordu. Ne fazla ne eksik.

Namı dünyayı titreten bir hükümdarın, gümüş gibi parlayan şehirlerinde, en görkemli tapınağın gölgesinde yaşıyordu. Tepesinde Tanrı Nanna adına dikilmiş göklere uzanan bir kule, yanı başında kulenin görkemli galerisine taştan Tanrı sembolleri yapan bir baba…

Taştan tanrıları yonta yonta taş gibi sertleşmiş ellerini tuttu babasının. “Babacığım” dedi içli bir sesle. “Bu putlar ne”? Bunlardan, bunların temsil ettiklerinden İlah olmaz ki. Sen ne kadar güzel yontsan da sonuçta bunlar taş, bunların temsil ettikleri ise yaratılmış kul. Babacığım bunlardan İlah olmaz. Ne bunlar ne bunların temsil ettikleri, çağırsan duymaz, dua etsen duan taş duvarlarda ve bu heykellerde yankılanıp sana döner, hasta olsan şifa vermez, dertte olsan deva göstermez. Bunları bırak baba. Sana ne faydası ne zararı olmayan bu şeyleri bırak. Bana uy. Ben Alemlerin Rabbinin elçisiyim. Babacığım ne olur bırak bunları.

Bir evlat babasına bu kadar babacığım der de, babasından sıcak bir oğulcuğum beklemez mi? Bekler elbet. Sıcak bir bakışla, sevecen bir gülümsemeyle oğulcuğum demesini bekler elbet. Evlat her zaman evlattır. Ne kadar büyüse de babasının kırışmış ellerinin saçlarında dolaşması güven verir. Baba evlat için gölgesine sığındığı bir ağaçtır, arkasına saklanacağı dağdır, koşup kucağında kaybolacağı engin ve huzurlu vadidir, vahşi hayat yolunda en güvenle tutulan eldir, yanında küçük olmaktan hoşlanılan tek insandır, vahşi çölde takip ettiği iz, çatlamış dudaklarla kana kana içilen pınardır, hayatın kökeni, geçmişin köşe taşı, geleceğin lambasıdır. Evlat resul olsa da evlattır. Babacığım der de oğulcuğum denmesini beklemez mi? Bekler hem de nasıl bekler.

Ama İbrahim boşuna bekledi. Bu genç delikanlı bir daha babasından asla oğlum sözünü duyamadı. Taşlardan daha katı, buzullardan daha soğuk bir sesle galerinin heykellerine çarpan sesi çınladı babasının; “Defol git uzaklaş benden, senin gibi İlahlarıma saygısızlık yapan evladım yok benim. Defol git! Yoksa bu taşlarla kafanı patlatırım.” Kurban etmeyi ilk babasından öğrendi. Babası umutla “oğulcuğum” demeyi bekleyen evladını putlara, İbrahim ise yüreğindeki baba sevgisini Allah’a kurban verdi. Yüreğinin en belirgin köşesi kesilmişti. Allah’ın görünmez sunaklarında, bıçak olmadan, kan akmadan en acıtıcı kurbanın ne olduğunu öğrendi. Allah için yüreğindeki baba sevgisini kurban veren evlattan ne mi olur?

İbrahim olur İbrahim!

İbrahim demek ne mi?

İnsanlığın babası!

Evet genç İbrahim oğulsuz, kızsızdı ama babasını kurban verdiğinde birden ihtiyarlamış, büyümüştü. Başında gençlik dumanları hiç esmedi, süfli duygular yanına hiç uğramadı, gözleri tutkularını peşinden hiç sürüklemedi, içinde gençlik ateşi hiç yanmadı.

Ama devasa hendekte kendisini yakmak için dizilen odunlar çoktan alev almıştı. O ateşin kıyısında bir kurban daha verdi İbrahim. Hayatını.

Enam 6/162

قُلْ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

De ki “Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm, varlıkların Rabbi olan Allah içindir. 

Bundan sonrası yoktu O’nun için. Rabbin görünmez sunaklarında kan akıtmadan, bıçak kullanmadan en acıtıcı kurbanlardan birini daha vermişti İbrahim.

Ateşin Rabbi kurbanını kabul etmişti. İbrahim’in Rabbi kurbanı almak için değil vermek için isterdi. Rabbe verilen kurban yok olup gitmez, çoğalıp geri gelirdi. Öyle de oldu. Hayatını kurban verdiği Rabbi ona hayatını geri verdiği gibi, bir hayatta fazladan vermişti. İsmail.

Kurban vere vere bilgeleşen bu adam bir kurban daha verecekti. Doğduğu, büyüdüğü, serpilip geliştiği memleketini. Vatan da görünmez sunaklarda kurban olmuştu.

Vatansız, sığınaksız dolaştı durdu. Bir yerde eğleşemedi, gönlü bir yere ısınamadı. Develerin sırtına yüklediği şey evinin barkının yükü değil, hayatıydı. Develer, sırtlarına yüklenmiş İbrahim’in hayatını oradan oraya taşıdı. Kâh bir dağ kenarında kâh bir pınarın başında kâh bir vahanın gölgesinde kâh kumlarla kaplı kızgın çöllerde aktı durdu hayat. Kucağında oynayan sevimli İsmail bir teselli gibi geliyordu ona.

Fakat bir kurbanın daha zamanı gelmişti. Göklerin sunağına bu kez aile yerleştirilmişti. İsmail’i ve anasını alıp yollara düştü. Uzun ve zorlu bir yürüyüşten sonra dağlar arasında hiçbir ekini olmayan hatta neredeyse ot bile bitmeyen bir vadide durdu. Acele acele kumları eşeledi. Yeşil renkli kayalara ulaşınca durdu. Aradığını bulmuştu. Rab git demişti, o gelmişti, Rabbi kazacağı yeri göstermişti o da kazmıştı. Burası Nuh tufanında kaybolan insanlık için kurulan ilk evin olduğu yerdi ve o yeşil kayalar onun temeliydi. Allah ona göstermişti.

Hac 22/26

وَإِذْ بَوَّأْنَا لِإِبْرَاهِيمَ مَكَانَ الْبَيْتِ أَنْ لَا تُشْرِكْ بِي شَيْئًا وَطَهِّرْ بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْقَائِمِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

İbrahim’e Beyt’in yerini gösterdiğimiz zaman, “Bana bir şeyi ortak sayma; tavaf edenler, kıyam, rüku ve secde edenler için Beytimi temiz tut” demiştik. 

Ama insanlık için kurulan ilk evin yerini gösteren Rab, ailesini burada bırakıp gitmesini söylemişti. Arkasından bağıran Hacer haklı olarak, “Bizi kime bırakıp gidiyorsun!” diye bağırmıştı. Onun o bağırışını İbrahim “bizi kime kurban ediyorsun” şeklinde anlamıştı ve vereceği tek cevabı vermişti.

Rabbime Hacer, Rabbime!..

Aile de görünmez sunaklarda hiç kan akıtmadan, bıçak kullanmadan kurban edilmişti. İbrahim neye sarılsa Rab onu ondan alıyordu. Uzun süre İsmail’in kıvırcık saçlarındaki koku burnundan, sevimli yüzünün görüntüsü hayalinden gitmedi. Kim bilir belki de onda babasının bir zamanlar kendisine oğulcuğum demeyen kalbini görüyor ve korkuyordu. Bir oğulcuğum duyamamıştı. Şimdi oğulcuğum diyemeyen kendi idi. Ama şimdi hasret kaldığı sözcük oğulcuğum değil babacığım olmuştu. Yıllarca yüreği kesile kesile bitme noktasına gelmişti. Yüreğinden geriye küçük bir parça kalmıştı ve o parça İsmail’in babacığım demesi için titriyordu.

Heyhat! Olmadı. Yüreğinden geriye kalan son parça da görünmez sunaklara yatırıldı. Ama bu sefer bıçak vardı kan vardı. Sunağa İsmail mi, İbrahim’in yüreğinden kalan son parça mı yatırıldı kim bilebilir ki.

Ama şu kesindi. İbrahim’in yüreğinde kurban verecek bir şey kalmamıştı. Ne kadar da uysal bir kurbandı İsmail. Boynunu bıçağa uzatmış bekliyordu. Debelenmiyor, bağırmıyor, karşı çıkmıyordu. Sadece “babacığım” diyordu. Her bir harfi en keskin bıçaklardan daha keskin bu söz İbrahim’in yüreğinin kalan yerini acıta acıta kesiyordu. Hangisi acıydı. İsmail’i bıçağa vermek mi? Yoksa gönülden çıkan bir sesle “babacığım” demesini duymak mı!

İbrahim’in sıkı sıkıya tuttuğu bıçak dile gelseydi, İsmail’i mi yoksa İbrahim’in yüreğini mi kestiğini o söylerdi. Ama konuşmadı bıçak. İbrahim’in elinde boynu bükük bir kul gibiydi. Bıçak kalktı. İşte o an İnsanlığın kaderi değişti. İbrahim artık kesinlikle İnsanlığın babası, İsmail ise İnsanlığın ta kendisi olmuştu. El havadaydı ve inmek üzereydi. O an birileri bıçağı tutan havadaki elle, kesilecek boyun arasındaki mesafe ne kadardır diye bir soru sorsaydı, İbrahim ne cevap verirdi acaba? Sahi İbrahim o mesafe ne kadardır?

Saffat 37/104

وَنَادَيْنَاهُ أَنْ يَا إِبْرَاهِيمُ

O zaman ona; “Ey İbrahim!” diye seslendik. 

Rabbin sana seslenecek kadardır. Bu mesafe metrelerle, santimlerle ölçülmez. Bu mesafe Allah’a yakınlıkla ölçülür. Bu mesafe vahiyle ölçülür.

“Dur” dedi Rab. “Dur İbrahim sen artık insanlığın babasısın. Kese kese bitirdiğin yüreğini sana geri veriyorum. Artık oraya insanlık sığar.

Babası İbrahim’e oğulcuğum demedi mi! Zararı yok insanlık İbrahim’e babacığım der.

Vatansız mı kaldı! Zararı yok yeryüzündeki tüm şehirlerin anası sana vatan olur.

Evin mi yok! Zararı yok insanlığın ilk evi evin olur.

Ailen mi yok! Zararı yok tüm elçiler senin ailen, senin torunun.

İsmail’i Kurban mı ettin! Zararı yok İshak’la beraber geri döner.

Aidiyetin mi yok! Zararı yok herkes sana ait olmak için can atar.

Komşun mu yok! Zararı yok insanlık sana komşu olur.

Dostun mu yok!..

Nisa 4/125

وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا ۗ وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا

Kimin dini, samimi olarak kendini Allah’a vermiş olanın dininden güzel olabilir? O (kişi), İbrahim’in dosdoğru dinine uymuştur. Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.

 

 

 

 

 

12) İnsan Klonlamanın İlk Yaratma ve Ahiretteki Yeniden Yaratılma ile İlgili Düşündürdükleri

Yayınlanma Tarihi: 29 Eylül 2017

NOT: Bu yazıda yer verilen bilim alanındaki çalışmalar, magazinsel veya tartışmalı bulunabilir. Ya da bazı kısımlar eksik aktarılmış olabilir. Yazının asıl hedefi yaradılış süreciyle ilgili, İsrailiyatın belirlediği ve kabul gören ortak paradigmanın tartışmaya açılmasıdır. Zira başlangıcı erkek üzerinden temellendirmek; sorunlu ve bir o kadar da -özellikle nesep konusunda- Allah’ın ilke olarak belirleyip insana gösterdiği doğrular ile çelişen bir durumdur. Bu konuda kapsamlı bir çalışma yürütülmektedir…

Rum asıllı Profesör Michael Zavos tüm dünyada tepkilere neden olan insan klonlama çalışmalarını yapmak için kendisi himaye edecek korumayı hiç beklemediği yerden bulmuştu. Bu koruma ve serbest çalışma imkanını ona sunan Hizbullah lideri Ayetullah Seyyid Muhammed Hüseyin Fadlallah olmuştu. 2002 yılından beri hizbullahın kendisine sağladığı ortamla çok gizli laboratuvarlarda çalışmalarını yürüten Zavos, geçen 15 yılda insan klonlamak için sayısız girişimlerde bulundu.

Bir kadının kendi DNA sını kullanarak yine kendisini hamile bırakma deneyini yaptı. Bu deney şu şekilde olmuştu. Kadından alınan spermin içi boşaltılıyor. Daha sonra kadının vücudundan (genelde kolların pazu kısmındaki yumuşak dokulardan) alınmış hücrelerden kadının kromozomları kopyanlanıyor. Yani kadının spermleri içinde bulunan 23 kromozomun kopyası elde ediliyor. Daha sonra bu hücreler içi boşaltılmış sperm hücresinin içine enjekte ediliyor. İçine kadından alınmış tıpkısının aynısı olan iki tane 23 kromozomlu hücreye 5 saniye boyunca alternatif akım ve 20 milisaniye boyunca da alternatif akım üzerinden elektrik veriliyor. Bu şekilde sperme cinsel ilişkiye girdiği hissi veriliyor. Cinsel ilişkiye girdiğini zanneden sperm böylelikle bölünmeye başlıyor ve klonlamanın ilk adımı atılmış oluyor. Daha sonra bu hücre kadının rahmine yerleştiriliyor. Böylelikle kadının rahminde kendisinin tıpkısının aynı özellikleri taşıyan hamilelik süreci başlamış oluyor

Deneylerin başarılı olabilmesi için spermin kritik eşik olan 120 hücreye kadar bölünmesi gerekmektedir. İnsan oluşumu işte bu 120 bölünmeyle başlamaktadır. Fakat Dr. Zavos bu 120 bölünmeyi (bilindiği kadarıyla) hiç yakalayamadı. Doktor Zavosun kadın rahmine yerleştirdiği sperm ancak 50 civarında bölünmeye kadar ulaştı. Sonrasında bu bölünme durdu ve rahimdeki hücre öldü.

Doktor Zavos bu başarısızlıktan sonra 4 çift üzerinde bu deneyini tekrarladı. Bu deneyde kobay olmaya razı olan çiftlerden ikisi Müslümandı.

Klonlamanın bir adım gerisinde duran yapay döllenmenin uzun zamandır yapıldığı herkesin malumudur. Yapay döllenme sonucu hamile kalıp doğum yapan kadın oranı hiç azımsanamayacak kadar çoktur. Yapay döllenme şu şekilde gerçekleşmektedir.

Yumurtalarının döllenmesinde herhangi bir problem olmayan bir kadın ile sperm donörlerinden alınmış (ki bu donörlerde de engel yok) spermler laboratuvar ortamında dölleniyor ve döllenen bu sperm, kadının rahmine yerleştirilip hamile kalınma süreci başlatılmış oluyor.

Evli çiftler açısından yapay döllenmenin tercih edilmemesinin ana nedeni, yapay döllenmede kullanılan ve evli çiftlerden birinin devre dışı bırakıldığı gen transferidir. Evet kadın hamile kalıyor ama karnındaki bebek hiç bilmedikleri yabancı bir insanın genlerini taşımaktadır. Evet kadın başka bir erkekle cinsel ilişkiye girmemiştir yani kocasını aldatmamıştır. Fakat yapay döllenmede olmayan tek şey kadının başka bir erkekle cinsel ilişkiye girdiğinde duyduğu şehvet duygusudur. Bunun haricindeki her şey tıpkı cinsel ilişkiye girmiş gibi işlemektedir. Hamilelik süreci şu şekilde bir zincir halindedir.

  • Topraktaki elementlerin suyla birleşerek bitkilere transferi
  • Bitkilere transfer edilen elementlerin şekil değiştirerek hayvanlarda et (hayvanların bitki yemesiyle) bitkilerde meyve, tahıl, sebze gibi yiyeceklere dönüşmesi
  • İnsan geçen elementlerin vücudun çok çeşitli ve karmaşık aşamalarından geçtikten sonra çok şeyle birlikte bir parça sperme dönüşmesi.
  • Erkek ve kadında farklı şekillerde sperme dönüşen elementlerin cinsel birliktelikle bir yumurtaya tarnsfer edilmesi.
  • Yumurtanın içinde doğru bir şekilde dizilen iki farklı kromozomun oluştuğu hücrenin kendi içinde bölünmesi ve bu bölünmenin 120 hücreye ulaşmasıyla hamilelik sürecinin başlaması.

Yapay döllenmede bu süreç olduğu gibi vardır. Olmayan tek şey kadınla erkeğin bir yatakta olmaması hatta birbirini hiç tanımamasıdır. Yoksa kromozomlar sperm kiminse onundur.

Klonlama da böyle değildir. Özellikle evli çiftler klonlamayı, doğacak bebeğin kendi genlerini taşıdığı için tercih etmektedir.

Çiftler arası klonlama ise şöyle gerçekleşmektedir. Kadından alınan ve döllenmesinde engel olmayan spermin içine erkeğin vücudundan alınan gen hücreleri (23 kromozom) enjekte ediliyor ve hücreye elektrik verilerek bunun bir cinsel ilişki olduğu hissi veriliyor. Böylelikle sperm döllendiğini zannediyor. Bu durumda döllenen yumurta ya babanın ya da annenin tıpkısının aynısı oluyor.

Doktor Zavos bu klonlamada da başarıya ulaşamadı. Klonladığı çiftlerden hiçbiri hamilelik sürecine gelemedi.

Zavos deneylerini insan ve inek spermleri üzerinden devam ettirdi. İnek spermleri içine insan geni enjekte ederek oluşturacağı hamilelik sonucunda doğacak olanın inek mi yoksa insan mı olacağı konusunda kendisinin de bir bilgisi yok. Spermin o saniyenin trilyonda bir anında gerçekleştirdiği döllenme anında nelerin olabileceği hususunda kendisine sorulan bir soruya Zavos çu cevabı vermişti. “BEN TANRI DEĞİLİM.”

İnsan üzerinde denenen ama henüz bir başarı elde etmeyen klonlama aslında onlarca yıldır hayvanlar üzerinde uygulanmaktadır. İlk defa klonlandığı bilinen koyun DOLİ şu anda binlerce klonu olan bir sürüye ulaştı bile. Özellikle Brezilyada ineklerin ile spermleri son derece kuvvetli olan boğaların klonlandığı ve klonlanma sonucu elde edilen hayvanların çok daha verimli olduğu artık bilinen bir hadisedir.

Klonlama tarihi aslında sanıldığından çok daha eskilere gitmektedir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde özellikle domatesler üzerinde uygulanan klonlama başarıya ulaşmıştır. Binlerce dönümlük domates seralarında tat, renk, koku, en, boy, içerik olarak her yönüyle birbirinin aynı olan domatesleri yeryüzünde yemeyen kalmamıştır. Klonlama sadece domatesle kalmamış hemen hemen her yediğimiz sebzeye sıçramıştır. GDO lu ürünler dediğimiz ürünler aslında klonlanmış ürünlerdir.

Binlerce hastaya umut olan Kök hücre tedavisi aslında klonlamadan başka bir şey değildir. Bir deri dokusundan alınan bir hücre laboratuvar ortamında kendisinin tıpkısının aynısı olan binlerce hücreye dönüştürülmektedir.

İnsanlığın ulaştığı bu seviye ister istemez hayatın ilk başlangıcına ve ölümden sonraki yeniden dirilme hususunda insanı düşüncelere sevk etmektedir. İlahiyat çevrelerinin (sadece Müslümanlar değil, Yahudi e hıristayan ilahiyatçıları da dahil) hayatın başlangıcı ile ilgili yüzlerce yıldır aşılmaz bir duvar gibi insanların önüne gerdikleri çamurdan Adem, ademden eşi havva, ikiz doğumlarda doğan çocukların ensest ilişki ile türedi saçmalığı kimseyi ikna edememektedir. Kaldı ki bu saçmalığın Kur’an’dan tek bir delili yoktur.

Klonlama, yapay döllenme, tüp bebek gibi üreme yöntemlerine ulaşan insanlığın ilahiyat çevrelerinin sunduğu adem ve havvadan sonra da ensest ilişki sonucu üremeden bahseden teorilere ikna olması artık imkansızdır. Üstelik böyle bir teoriyi Allah’a mal etmek Allah’a eksiklik isnat etmek demektir.

İnsan insan olduğu ve Yüce Allah ile karşılaştırıldığında gücü ve imkanlarının son derece sınırlı olması durumunda bile insanların üremesi için; kendi kendisi (adem den havvanın yaratılması bir nevi insanın kendisiyle ilişki kurmasıdır) ile ve enset ilişki (ikiz doğan kardeşlerin çaprazlama evliliği) dışında yollar buluyor da Allah tüm imkanlarına rağmen bulamıyor mu? Gücünün sınırsızlığına rağmen bir adem yaratan neden bin adem yaratmıyorda insanlığı, asla kabul edilmesi mümkün olmayan ilişkiler sonucu üremeye mahkum ediyor?

İşte bu ve daha yazması çok uzun süren onlarca nedenden dolayı insanlığın ilahiyat çevrelerinin sunduğu şekilde ademden türediği tezi Allah’a eksiklik atfetmektir. Kaldı ki Kur’an şunu demektedir.

(Yasin 36/81)

أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَىٰ أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ ۚ بَلَىٰ وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ

Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini yaratmanın ölçüsünü koymamış mıdır? Koymuştur elbette. O, bilgili yaratıcıdır. 

 Geleneksel yaratılış teorileri üstünde bundan daha fazlasını söylemek kelime israfıdır.

Geleneksel yaratılış teorisini red etmek işin çok küçük bir kısmıdır. Asıl soru bundan sonra gelmektedir.

Bitkilerin, hayvanların ve insanlığın ilk oluşumu nasıl olmuştur?

Bu soruya Kur’an’dan cevap bulmak her Müslümanın üzerine düşen görevdir…

1300 yıldır yapıldığı söylenen ve çalışmalar sonucu ortaya konulan; İnsanlık Ademden türedi miti aslında Yahudilerin insanlığa hem de ellerinde bulunan tertemiz vahyi tahrif ederek söyledikleri en büyük yalanlardan biridir. Yusuf (a.s)’dan sonra durmadan insanlığa yalan söyleyen ve bu yalanlarıyla büyük oranda insanlığı aldatmayı beceren İsrail oğulları, yalanlarını örümcek ağı gibi örmeye varlığın yaratılmasıyla başlamışlardır.

Onlara göre varlık 24 saat dilimlerine ayrılmış 6 günde yaratılmıştır. Bir çok saf Müslüman Kur’an’da da bir çok yerde tekrarlanan varlığın altı günde yaratıldığı ayetlerini de tıpkı Yahudiler gibi anlamışlardır. Zamanın dünya üzerinde bile göreceli olduğunu “gün” denilen kavramın her gök cisminde farklı olduğunu unutarak Yahudilerin aptalca söylemlerini Kur’an’ın da onayladığını söylemişlerdir. Oysa Yahudi bu yalanı söylerken hedeflediği şey varlığın yaratılmasını anlamak değil, firavunun uydurduğu ve kendilerinin de maymunca taklit ettikleri Şabat’ı meşrulaştırmaktı. Altı günde (ki bu gün kavramı 24 saat demektir) varlığı yaratan tanrı yedinci gün dinlenmiştir. İşte dinlenmenin adı Şabat’tır.  Şabat ise Yahudiler ve Tanrı arasında yapılan sözleşmenin içine konduğu zarf gibi bir anlam taşımaktadır. Şabat’a uymamak Tanrı ve Yahudiler arasında yapılan anlaşmanın içine konduğu zarfı yırtıp atmaktır. Tanrının dinlendiği yedinci günde insan olarak çalışmak Tanrıya ihanettir. Yahudi seçilmiş olduğu için o günde kutsal bir tatil yapacak, dünyanın geri kalanı (ki hepsi Yahudi hizmetçisi olduğu için) ölümüne çalışacaktır.

Yahudi, yalanlarına Âdem’i ortaya atarak başlamıştır. Devamında Âdem’in Tanrı tarafından bir heykel ustası elinden çıkmış gibi çamurdan şekillendirilmesi ve onun kaburga kemiğinden cinsel ilişki kuracağı eşini var etmesi gelir. Devamında da kardeşlerin ensest ilişki kurması!..

Bu Yahudi yalanını Allah Resulünün tertemiz ağzına yerleştirip Hadis diye dokunulmaz hale getirerek yüzlerce yıldır maymunlaştırılan Müslümanların, artık ellerindeki tertemiz vahye dönmeleri ve sorabilecekleri her soruya sadece vahiyden cevap arama zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.

Aslında Kur’an ile kurulması gereken ilişki son derece basit ve herkes tarafından rahatlıkla uygulanabilir bir ilişkidir. Hayatın tüm alanlarıyla ilgili vahyi öncelemek. Vahyi öncelemenin adı vahyi hidayet rehberi olarak kabul etmek demektir.

(Bakara 2/2)

ذَٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ۛ فِيهِ ۛ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

İşte o Kitap budur; içinde şüpheye yer yoktur. Müttakîler için rehberdir. 

İnsan sadece bilinmeyenlerle alakalı hidayete ihtiyaç duyar. Kelime anlamı olarak hidayet; daha önce gidilmemiş bir yolu gitmiş birini kervan kafilesinin önüne geçirip onun peşinden gitmek demektir. Araplar yaz ve kış kervan yolculuklarında çok sık değişen çöl kumları içinde kendilerini doğru hedefe götürecek yolu hafızasına kazımış ve adları “hadi” olan develeri kullanırlardı. Bu develer yer şekilleri ne kadar değişirse değişsin doğru yolu mutlaka bilirlerdi. Allah onlar muhteşem bir navigasyon becerisi vermişti ki hala öyledirler. Bu develere yük yüklenmez, kırbaç vurulmaz, kaba davranılmazdı. Hatta bu develerin yanında yürüyen bakıcıları develerin hoşlandığı şarkılar söyler, onların gönlünü alacak sözler söylerlerdi.

Bu günkü dille Hidayet kelimesine herkesin anlayacağı bir anlam yükleyecek olursak eğer sanırım en doğru kelime navigasyon olacaktır. Kur’an insanın gideceği hedefe en doğru, en kestirme, en güvenli, en açık, en trafiği olmayan, en ucuz yolu gösteren navigatördür. Bu insanın aklına gelecek veya gelmeyecek her konuda böyledir. İlim, bilim, teknoloji, fizik, kimya, tarih vs ne kadar alan varsa hepsinde böyledir. Bireysel olarak iyi insan olmak için gidilecek yolda da toplumsal olarak doğru ve mutlu bir tolum kurma yolunda da bu böyledir. Kur’an her şeyin kitabıdır. Kur’an’a hayat kitabı deyip hayatın bilimini, tarihini, sosyolojisini, hukuk yapısını Kur’an’ın kapsamı dışında saymak Kur’an’ı ve dolayısıyla Yüce Allah’ı dışlamaktır.

Ne yazık ki bu dışlanma yapılmış ve yapılmayada devam edilmektedir. 600 sayfalık 6236 cümlelik, yaklaşık 80.000 kelimelik ve hepi topu 330.000 harfen oluşan bir kitabın insanlığın sonu gelmez isteklerine, sorunlarına cevap veremeyeceği, sonsuz evrende sayısız gök cismini, cisimlerin bağlı bulunduğu tabiat ilkelerini kapsıyamayacağı düşünülmüştür. Varlığın ilk yaratılması ile ilgili Big Bang teorisini anlatan teorilerin, araştırma ve deneyleri kitaplıkların almadığı bir bilimin Kur’an’ın içine sığmayacağı, insan vücuduyla ilgili milyonlarca yazılmış kitabın bahsettiklerinin sayfa sayısı belli Kur’an’ın içinde olamayacağı algısı Müslüman zihinlere çivi gibi çakılmıştır. Ne yazık ki bu çiviyi sökmek mümkün gözükmemektedir. (Bu insan çabasıyla sökülmeyebilir ama Yüce Allah öyle bir söker ki!)

Bilim, tıp, astronomi, tarih, sosyoloji vs hakkında yazılan kitapları üst üste koysak her halde buradan aya kadar uzayan bir kule olur. Bu doğrudur. Şimdi bu kadar bilgi 600 sayfalık bir tek kitabın içine nasıl sığacak. Üstelik dünyadan aya kadar oluşturduğumuz kitap kulesinin üstüne her gün binlerce yeni kitap ekleniyor ve eklenmeye devam da edecek. Kitap güncelliğini yitirdiği için bunu daha modern bir soru haline getirelim.

Bu gün bilgi kağıtlara yazılmaktan ziyade elektronik ortamlarda saklanıyor. Saklanan bu bilgiler kitaplarda sayfa sayısıyla ölçülürken elektronik ortamlarda Kb, Mb, Gb, Tb gibi terimlerle ölçülüyor. İnsanlığın en baştan bu güne, bu günden son güne kadar ürettiği bilgileri bu elektronik ortamdaki terimlerle ölçecek olsak trilyon üzeri trilyon Tb den daha fazla olur herhalde. Bu kadar çok bilgiyi bilgisayar hafızalarında saklamak için her halde milyarlarca sayıda bilgisayar ve en az Türkiye büyüklüğünde bir saha lazımdı. (belki de daha fazla). Şimdi bu kadar bilgi Kur’an’ın içine sığar mı?

Bu soru bile aslında aptalca bir sorudur. Nedeni o trilyon üzeri trilyon Tb lik bilgiyi depolayan insandır. İnsan ona ihtiyaç duyar. Ama konuşan ve bilgiyi depolayan Yüce Allah ise, Kur’an bile son derece fazladır. O, Kur’an’ın içine her şeyi koyar ve tüm detaylarıyla açıklar. İnsanın ulaşabileceği ve ulaşamayacağı tüm bilgileri hem de çok ayrıntılı biçimde koyar.

Buna ikna olamayana şöyle soralım. Yüce Allah’ın kendi şanına yakışır bir şekilde her şeyi kapsayan bilgiyi depolaması için kaç Tb lik bir hafıza gereklidir.

Kur’an’ın içinde her şeyin açıklamalarıyla birlikte olmadığını düşünmek, Allah’a eksiklik isnat etmektir.

Bu açıklamalardan sonra konumuza dönelim. Bu gün bilim, insanın üremesi için neredeyse erkeği devre dışı bırakmanın eşiğine gelmiştir. Kimbilir belki yarın spermi de laboratuvar ortamında oluşturacak ve insanın üremesi için insana ihtiyaç kalmayacaktır.

Bu insanlık için bile mümkün haldeyken her şeyi yoktan var eden Allah, topraktaki elementlerden spermi, o spermin döllenmesi için de başka bir spermi neden yaratmasın? Bir anne rahmine ihtiyaç duymadan döllenmeyi, neden toprağın bağrında ya da kelime anlaşılsın diye toprağın rahminde meydana getirmiş olamasın ki?  Toprağın rahminde oluşan o ilk nüvelerden ilk annelerin, o ilk annelerdende erkeğe ihtiyaç olmadan insanlığın türemiş olması neden düşünülemez?

Üstelik bunun asla red edilemeyecek bir örneği Kur’an’da detaylıca anlatılmışken!

İsa’nın annesi herhangi bir erkeğe ihtiyaç olmadan hamile kalmıştır. Bu gün laboratuvar ortamında yapılan klonlamanın, Yüce Allah tarafından Meryemin rahminde yapmış olabileceğini düşünmek bu kadar mı zor!..

Kur’an’da insanın elementer kökeniyle ilgili olarak anlatılan tüm ayetlere insan beşer farkını gözeterek ve bu gelişmeleri de göz ardı etmeden bakmak yeni ufukların habercisidir.

Elbetteki bu konular tam manasıyla Kur’an’ı her konuda kendisine navigasyon olarak kullanan genetik, fizik, antropoloji, anatomi, tıp, kimya vs gibi ilimlere vâkıf Mümin ilim adamlarının işidir. Yoksa ilahiyat fakültesi anfilerinde, medreselerin içinde, tekkelerde, vakıf ve derneklerde durmadan ihtilaf üreten, başkaca herhangi bir üretimi olmadığı için kene gibi Müslümanların sırtına yapışıp varlıklarını idame ettiren ilahiyatçı, şeyh, lider, kanaat önderi gibi adlarla adlandırılanların işi değildir. Egolarını ilah edinmiş bu gibilerin din konularında piyasadaki değeri düşmeden; Müslümanların gelişmesi, ilimin ve bilimin yükselmesi mümkün olamayacaktır…

 

13) Kıble, Namaz ve Kâbe’nin Bilinirliği Üzerine…

Yayınlanma Tarihi: 4 Ekim 2017

Arapçası (اَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ) akîmussalât olan “namazın tam kılınması” ifadesi alnı secdeye gelen herkesin aşina olduğu bir ibaredir. Kur’an’da akîm ibaresini de içeren, (ق و م) kökünden türemiş 660 kelime bulunur. Bu ibarenin geçtiği İbrahim 14/37 ayeti oldukça dikkat çekicidir. Zira Allah (cc)’ın dostum dediği Nebîsi İbrahim (as); Nuh tufanından sonra kaybolan beytin temellerini bulup oğlu İsmail (as) ile birlikte yükseltmiş ve menasikleri kaybolmuş olan hac ibadetini ihya etmiştir.

Ayeti ilginç kılan İbrahim’in, ailesini o ıssız yere getirme sebebidir. Ayet şöyledir;

İbrahim 14/37

رَبَّنَا إِنِّي أَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُوا الصَّلَاةَ فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُمْ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ

Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını senin dokunulmaz Beytinin yanında, bitkisiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı tam kılsınlar diye öyle yaptım. İnsanlardan kiminin gönlünde onlara karşı özlem uyandır. Bir de onları birtakım ürünlerle azıklandır; belki görevlerini yerine getirirler.

Bu ayet namazın tam olabilmesi için Kıbleye dönmenin gerekli olduğunun en temel işaretidir. Zira namaz görevinin kıbleye dönülmeden de yerine getirilebileceği durumlar mevcuttur. Böyle durumlarda namazın nasıl kılınabileceğini şu ayet açıklar;

Bakara 2/239

فَإِنْ خِفْتُمْ فَرِجَالًا أَوْ رُكْبَانًا ۖ فَإِذَا أَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللَّهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ

Eğer korkarsanız namazı, yürüyerek yahut binek üstünde kılın. Güvene kavuşunca, bilmediğiniz şeyleri size öğreten Allah’ın öğrettiği gibi Allah’ı anın.

Demek ki hastalık, yolculuk, savaş gibi arızi durumlarda istikameti kıbleye çevirmeden de namazı aksatmadan kılmak gerekiyor. Çünkü namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir ibadettir. Böylesi sıkıntılardan kurtulduktan sonra ise namazı tam kılmak gerekir.

 

Nisa 4/103

فَإِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلَاةَ فَاذْكُرُوا اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىٰ جُنُوبِكُمْ ۚ فَإِذَا اطْمَأْنَنْتُمْ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ ۚ إِنَّ الصَّلَاةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

Namazı kılarken Allah’ı; ayakta, oturur halde ve yanlarınız üzerinde anın. Güvene kavuştuğunuzda o namazı tam kılın. Çünkü namaz, müminlere, vakitle sınırlı olarak farz kılınmıştır.

Yukarıdaki üç ayet açık bir şekilde namazın her durumda kılınabileceğini, ancak tam olabilmesi için istikameti Kâbe’ye çevirmenin gerekli olduğunu göstermektedir. Kâbe’nin temellerini yükselten İbrahim (as) da kendisinin ve soyunun O namazı tam kılanlardan olması için dua etmiştir.

İbrahim 14/40

رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلَاةِ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي ۚ رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَاءِ

Rabbim! Beni namazı tam kılanlardan eyle. Soyumdan gelenleri de. Rabbimiz! Duamı kabul eyle.

Bu duanın sahibi olan İbrahim’in soyundan gelen; İshak, Yakup ve Yakup’un oğulları (İsrailoğulları) ve onların soyundan olan Musa (as) ve o soydan çıkmış olan tüm Nebî’lerin namazın tam kılınmış olmasından habersiz olmaları düşünülemez!

Nitekim Musa (as) Tuva Vadisi’nde vahyi aldıktan sonra Mısır’a gelmiş ve Firavuna kendisinin İsrailoğullarını alıp gitmekle görevlendirildiğini söylemişti.[1] Bunun üzerine başlayan sıkıntılı dönemde Musa (as) da Harun (as) ile birlikte kavmine; evler hazırlamalarını bunlarda tek bir kıble oluşturmalarını ve namazı tam kılmalarını söylemişlerdir. Ayet şöyledir:

Yunus 10/87

وَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ وَأَخِيهِ أَنْ تَبَوَّآ لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ ۗ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ

Biz de Musa ile kardeşine şunu vahyettik: “Mısır’da halkınız için evler hazırlayın. Evlerinize bir kıble yapın ve namazı tam kılın. İnanıp güvenenlere de müjde verin.”

Ayet açıkça kıbleyi belirlemeyi Musa (as)’ın kavmine öğrettiğini göstermektedir. Bu ayet Musa ve Harun (as)’un ve onlara inanan kavminin Mısır’dayken İbrahim’in öğretisini harfiyen yerine getirdiklerini göstermektedir. Ayette evler (بُيُوتَكُمْ) çoğul, kıble (قِبْلَةً) ise tekil ifade edilmiştir. Yani Musa kavmine bugünkü anlamda camiler yaptırtmış olmalıdır. Ancak her halükârda hepsinin kıblesi (yani istikameti) tektir.

Bu vesileyle; Musa’nın Mısır’dan ayrı kaldığı 8 (veya 10 yıl) süresinde Kâbe’yi defalarca hac sebebiyle ziyaret etmemiş olduğu da düşünülemez. [2] Çünkü dedesi Yusuf’ta, Yakup’ta İbrahim’in ilahına yönelme sözü vermişlerdi.

Bakara 2/133

أَمْ كُنْتُمْ شُهَدَاءَ إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي قَالُوا نَعْبُدُ إِلَٰهَكَ وَإِلَٰهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِلَٰهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Yakub’un ölmek üzere iken ne yaptığını biliyor musunuz? Oğullarına, “Benden sonra neye kul olacaksınız?” diye sordu. Onlar, “Senin İlahına; ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın İlahına, o bir tek İlaha kul olacağız. Biz, zaten, O’na teslim olmuş kimseleriz!” dediler.

Bu ayet aynı zamanda Musa ve Harun’da Kıble ile ilgili bilginin olduğunun göstergesidir. Bu tevhidin de gereğidir.

Kâbe’nin kaybolmasına sebep olan Tufan sırasında Nuh (as)’ın duası, Nuh’un da Kâbe’yi gayet iyi bildiği gösterir.

Müminun 23/29

وَقُلْ رَبِّ أَنْزِلْنِي مُنْزَلًا مُبَارَكًا وَأَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ

De ki: “Rabbim! Beni bereketli bir yere indir; konuklarını en iyi ağırlayan sensin.”

Kur’an’da etrafı bereketli kılınmış olarak belirtilen yer Mekke’dir. Nuh (as) da gemisinin bu çevresi bereketli kılınmış olan yere inmesi için dua etmiştir.

Al-i İmran 3/96

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ

İnsanlar için kurulan ilk ev, Bekke’de olandır. Bereketli ve herkese doğru yönü (kıbleyi) göstersin diye kurulmuştur.

Görüleceği gibi Kâbe’nin bilgisi, tüm nebiler tarafından insanlığa miras olarak geçmiştir. Nuh ile İbrahim (as) arasındaki Hud, Salih ve adı anılmayan diğer Nebî ve Resullerin de bu bilgiye sahip olmaları gerekir. Tufan sonrasında Nuh dahil İbrahim’e kadar gelen tüm Nebî’ler için Kâbe, namaz için istikamet olarak tahmin edilebiliyor olmalıdır.

Bu durumda tufan ile kaybolan şey; namaz için dönülen istikamet değil, hac ve haccın menasikleridir.

Salat’ın (ibadet) tam olması…

Namazı tam kılmanın kıble ile bağlantısı olduğu yukarıdaki ayetlerle birlikte düşünüldüğünde açıkça görülmektedir. Burada akla şöyle bir soru da gelebilecektir.

Kabe’nin yanında olmak veya ona yönelmek namazın tam olması için tek başına yeterli midir? Akimussalat (أَقِيمُوا الصَّلَاةَ) ve yukimussalat (يُقِيمُوا الصَّلَاةَ) ibareleri Kur’an’da çokça geçmektedir. Bunlar tek tek incelendiğinde, namazın bilinçli olarak, belli vakitleri aksatmadan, belirli rukunlar ile huşu içinde sadece Allah için yerine getirilmesi gereken bir görev olduğu görülecektir.

“Salat” bir eylem olarak düşünüldüğünde kalp ile bir bütün içinde ele alınmalıdır. Örnek verecek olursak;

Maun 107/4-5

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ

Sürekli didinip duran bazı kişilerin çekecekleri var!

اَلَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ

Onlar, işlerini yaparlarken akılları başka yerde olanlardır.

Bu ayetteki kişi kıbleye dönse bile namazında bir eksiklik olduğu ifade edilmektedir. Keza şu ayet, salat için Kâbe’nin yanında olunsa dahi bir başka eksikliği ortaya koymaktadır.

Enfal 8/35

وَمَا كَانَ صَلَاتُهُمْ عِنْدَ الْبَيْتِ إِلَّا مُكَاءً وَتَصْدِيَةً ۚ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ

Onların, Beyt’in çevresindeki ibadetleri (namazları), ıslık çalma ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Kâfir olmanıza karşılık şimdi tadın bakalım bu azabı.

Tevbe 9/108 [3]

لَا تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا ۚ لَمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَىٰ مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَنْ تَقُومَ فِيهِ ۚ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَنْ يَتَطَهَّرُوا ۚ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ

Orada asla namaza durma. Senin namaz kılmana layık olan Mescit ilk günden itibaren takva temeli üzerine kurulmuş mescittir. Orada temizliği seven adamlar vardır. Allah, tertemiz olanları sever.

Şu üç örnek, salatın (ibadetin) tam olması noktasında tüm unsurların bir araya gelmesi gerektiğini göstermektedir. Burada Kâbe belirleyici bir unsurdur.

(Not: Bu yazı konuya giriş mahiyetinde olup, kıble ile ilgili tüm bağlantıların ortaya konulacağı kapsamlı bir çalışma yürütülmektedir.)

Hasan Mustafa Arslan

[1] Bkz.; Taha 20/47

[2] Bkz.; Kasas 28/27

[3] Tefsir ve meallerde öncesi ve sonrasıyla bu ayetlerin, Dırar Mescidi olduğu yönünde görüş hakimdir. Ancak detaylı incelendiğinde Mescid-i Dırar olarak rivayet edilen bilgilerin tarihi kronolojisinde önemli sorunlar olduğu görülecektir. Konuyla ilgili detaylı bir çalışma yürütülmektedir. Tamamlandığında sitede yayınlanacaktır.

 

 

 

14) Bekke, Kudüs ve Tuva Vadisi…

Yayınlanma Tarihi: 8 Ocak 2018

Kutsal sayılan Kudüs açısından 2017 yılı önemli gelişmelere sahne oldu. Dünyanın gündemine oturan ve birleşmiş milletlerde bilek güreşine dönen gelişmeler tamamen dini gerekçeler üzerine şekilleniyor.

Yahudiler ellerinde bulundurdukları ve (en azından ilk beş bölümün) tek harfine dokunulmamış Allah’ın kitabı olarak gördükleri Tevrat’a dayanarak, Kudüs’ü Allah’ın kendilerine vad’edilmiş toprağı[1] olarak kabul ediyorlar. Kendilerini insanlar içinde seçkin bir soy[2] olarak gördükleri için bu savaşı Yehva[3] adına veriyorlar. Ortaya çıkarmaya çalıştıkları merkez nokta ise Süleyman mabedi. Yahudiler; Musa ve Harun’dan çok sonraları Jerusalem’de kurulan Yahudi Krallığı’nı ve inançlarının temel simgesi olarak tanımladıkları Süleyman Mabed’inin Yehva tarafından kutsal kılındığı iddiasındalar.

Hıristiyanlar için Kudüs’ün önemi ise; İsa’nın bu bölgede doğduğuna, burada resullük yaptığına, şehrin her tarafında ondan izler bulunduğuna ve aynı zamanda Yahudiler tarafından çarmıha gerilmesinden üç gün sonra, bedeninin tekrar gönderilmek üzere buradan göğe yükseltildiğine inanılmasından kaynaklanıyor.

Yahudi ve Hıristiyanlar için Jerusalem’in kutsallığı kitabi iken, Müslümanlar için Kudüs olarak bilinen Jerusalem’in kutsallığı çıkarımlar üzerindendir. Bunlardan birincisi, Bakara 2/143 ayeti inene kadar rivayetler çerçevesinde Muhammed (as)’in namaz için 16 ay süreyle döndüğü ilk kıble olarak bilinmesidir. İkinci gerekçe ise; Halife Ömer b. Hattap’ın o zamanki adı ELİA olan Jerusalem’in fethinden (MS. 638 / H.16) sonra namaz kıldığı yerde, daha sonra Emevi halifesi Abdulmelik b. Mervan (Ö. 705) zamanında yaptırılan Kubbetüs Sahra ya da meşhur adıyla Mescid-i Aksa olarak bilinen yer dolayısıyladır. Bu yer aynı zamanda, İsra suresinin 1. ayeti ile ilişkilendirilen Mirac hadisesinin (göğe yükselme olarak geleneksel anlayışa yerleşmiş olayın) ilk durağı olarak bilinir. Bu gerekçelerle Kudüs şehri, geleneksel olarak Müslümanlar tarafından da kutsal sayılır.

Görüleceği üzere her üç anlayışın Kudüs üzerindeki hassasiyetleri tamamen din olgusu üzerindendir. Yukarıda birkaç cümle ile özetlenen olguların arkasında, Kudüs (Jerusalem) şehrinin insanlar üzerindeki önemini bu yönde köpürten çok fazla müktesebat söz konusudur. Bu müktesebata nasıl yaklaşılacağı ve hangi ucundan ele alınacağı ayrı bir sorundur.

İbrahim soyundan geldiğinde ihtilaf olmayan aynı resuller ve ayrı amaçlar üzerine oluşan üç din teorisinin[4] savunucularının tarih boyunca hep birbirinin altını oydukları vakıadır. Bir kısım görev farkları olsa da[5] temelleri aynı olan[6] din mensuplarının bu denli kanlı bıçaklı olması akla ziyan bir durumdur.

Tarih boyunca yaşanan ve halen de sürmekte olan kavgayı resmeden Bakara 2/253 ayetini hatırladıktan sonra, “tümden gelim” metoduyla Kur’an çerçevesinde konumuzu da yakından ilgilendiren ve bilinmesi mutlak olan, O kutsal yerler ile ilgili sorularımızı sorup konuya, şimdiye kadar ihmal edilmiş yepyeni bir pencere açalım.

Bakara 2/253

تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ ۘ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللَّهُ ۖ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ ۚ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ ۗ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَ ۚ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلَٰكِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ

Allah, bu elçilerden kimini kimine üstün kıldı. Kimiyle konuştu, kimini birkaç basamak yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya da açık belgeler verdi ve onu Kutsal Ruh ile destekledi. Allah, tercihi (insanlara bırakmayıp) kendi yapsaydı, sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inanıp güvendi, kimi âyetleri görmezlikten geldi (kâfir oldu). Tercihi Allah yapsaydı, birbirleriyle savaşamazlardı. Ama Allah dilediğini yapar.

Yukarıdaki ayeti; her üç dinin taraftarlarının aynı Resulleri bildiği ve aynı dini argümanların her üç din anlayışının alt yapılarında yeri olduğunun bilinerek okunmasında yarar vardır.

Al-i İmran 3/95

قُلْ صَدَقَ اللَّهُ ۗ فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

De ki: “Allah doğruları söyler; İbrahim’in dosdoğru milletine uyun. O, müşriklerden değildi.”

Bekke (Bereketli Topraklar)!..

Giriş bölümünde, üç ayrı kutsallık yaklaşımından ve bu yaklaşımların Jerusalem’i paylaşılamaz hale getirmesinden bahsettik. Oysa ki Kur’an’da hem de ilk insan ile başlayan süreçte yeri belirlenmiş bir belde mevcuttur. Bu beldenin Kutsallığı üzerinde herhangi bir tartışma hiç kimse tarafından (özellikle de Müslümanların hiçbir fırkası tarafından) söz konusu dahi edilemez.

Al-i İmran 3/96

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ

İnsanlar için kurulan ilk ev, Bekke’de olandır. Bereketli ve herkese doğru yönü (kıbleyi) göstersin diye kurulmuştur.

Bu yer aynı zamanda tüm şehirlerin anası kabul edilir.

Şura 42/7

وَكَذَٰلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِتُنْذِرَ أُمَّ الْقُرَىٰ وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنْذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لَا رَيْبَ فِيهِ ۚ فَرِيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ فِي السَّعِيرِ

İşte böyle. Bunu sana, Arapça Kur’an’lar (ayet kümeleri) halinde vahyettik ki Anakent’te ve çevresinde olanları uyarasın. Geleceğinden şüphe olmayan toplanma günü konusunda da uyarasın. Bir kesim Cennette, bir kesim de alevli ateşin içinde olacaktır.

Demek ki Mekke; başlangıçtan itibaren Allah’ın, kutsal olarak belirleyip ayrıcalıklı kıldığı, insanların tümünü ilgilendiren bir belde haline getirdiği Anakent konumundadır. Beyt-i Makdis (Kutsal kılınmış ev) yani Kâbe de oradadır.

Al-i İmran 3/97

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ إِبْرَاهِيمَ ۖ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا ۗ وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ

Orada apaçık göstergeler (ayetler), İbrahim’in (ibadet için) durduğu yerler vardır. Oraya kim girerse güvende olur. Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te, Ka’be’de hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Bunu göz ardı edenler bilsinler ki Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur.

Nuh tufanından sonra yıkılan Beyt, İbrahim (as) ile yeniden meydana çıkarılıp insanların tümü yeniden buraya çağırılmıştır.[7] Dikkat edilirse ayette geçen; “Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te, Ka’be’de hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” ifadesinde inanç olarak bir istisna belirtilmemiş, tüm insanlar muhatap kılınmıştır. Amaç O Beyt’in Sahibine kulluk etmektir.[8]

Adem ile büyük tufan arasında da insanların buraya yöneldiklerini yine Kur’an’dan anlayabiliyoruz.

Nuh (as) gemiye yerleştikten sonra şu duayı yapar.

Müminun 23/29

وَقُلْ رَبِّ أَنْزِلْنِي مُنْزَلًا مُبَارَكًا وَأَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ

De ki: “ Rabbim! Beni bereketli bir yere indir; konuklarını en iyi ağırlayan sensin.”

Yukarıda alıntılanan, Bekke’yi anlatan Ali İmran 2/96 ayetinde, buranın bereketli bir yer olduğu açıkça belirtilmiştir. Nuh (as)’un duasında belirttiği bereket anlayışının, yerin bitirdikleri şeylerin bolluğu olması beklenemez. Zira Nuh (as)’un, mücadelesinin ve içinde yaşadığı toplumla ayrışmasının, tamamen Allah’ın rızasını kazandıracak şeyler için olduğunu ve bu yüzden dışlandığını ayrıntılarıyla biliyoruz.

Şuara 26/109

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Bu iş için sizden ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan sadece alemlerin Rabbidir.

Konu ile ilgili olarak Bkz. Şuara 26/105-121

Kaldı ki hiçbir Allah resulü yeryüzünün zenginliğini Allah’ın emir ve tercihlerine değişemez. Allah’ın verdiği bir görevi kendi yorumu ve durumu çerçevesinde geciktiremez, geçiştiremez ve değiştiremez. Buna yetkisi olmadığı gibi gücüde yetmez.

İsra 17/73-75

وَإِنْ كَادُوا لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ لِتَفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ ۖ وَإِذًا لَاتَّخَذُوكَ خَلِيلًا

Başka bir şey uydurup üzerimize atasın diye sana sıkıntı verip az kalsın sana vahyettiğimiz şeyden ayıracaklardı. O zaman seni dost (veli) edinirlerdi.

وَلَوْلَا أَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلًا

Eğer seni sağlamlaştırmasaydık, az da olsa onlara meyledecek gibi olurdun.

إِذًا لَأَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيرًا

Meyletseydin sana hayatın iki kat cezası ile birlikte ölümün de iki kat cezasını tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek birini de bulamazdın.

Allah’ın herhangi bir nebisinin ve/veya elçisinin Bekke’yi bilmemesi düşünülemez. Dolayısıyla Nuh (as)’un duasında ki “Rabbim! Beni bereketli bir yere indir” ifadesinin Bekke’den başka bir yeri belirtmiş olması düşünülemez.

Bu ayetler ve daha birçokları; içinde Beyt-i Makdis’i de bulunduran Bekke’nin Allah’ın kutsal kıldığı bölgeyi belirttiğini göstermektedir. Yine unutulmamalıdır ki bu bölge Mikad mahalleri ile sınırları belirli olan bölgedir.

Jerusalem’in (Kudüs) Kutsallığı!..

Jerusalem de yeryüzünde Allah tarafından kutsal kılınmış bir mekan olduğu konusunda Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar ittifak halindedir. Bu konudaki oluşum Davut (as)’a dayandırılır. Ancak Yahudiler, Arz-ı Mevud olarak kendilerine Filistin bölgesinin Allah tarafından vaat edilmesinin hikayesini çok daha eskilere götürürler.

Tevrat Yusuf’un kuyuya atılmasını şu şekilde anlatır.

Bir gün Yusuf’un kardeşleri babalarının sürüsünü gütmek için Şekem’e gittiler. İsrail Yusuf’a, “Kardeşlerin Şekem’de sürü güdüyorlar” dedi, “Gel seni de onların yanına göndereyim.”

Yusuf, “Hazırım” diye yanıtladı.

Babası, “Git kardeşlerine ve sürüye bak” dedi, “Her şey yolunda mı, değil mi, bana haber getir.” Böylece onu Hevron Vadisi’nden gönderdi.

Yusuf Şekem’e vardı. Kırda dolaşırken bir adam onu görüp, “Ne arıyorsun?” diye sordu.

 Yusuf, “Kardeşlerimi arıyorum” diye yanıtladı, “Buralarda sürü güdüyorlar. Nerede olduklarını biliyor musun?”

Adam, “Buradan ayrıldılar” dedi, “Dotan’a gidelim’ dediklerini duydum.”

Böylece Yusuf kardeşlerinin peşinden gitti ve Dotan’da onları buldu.  Kardeşleri onu uzaktan gördüler. Yusuf yanlarına varmadan, onu öldürmek için düzen kurdular. Birbirlerine, “İşte düş hastası geliyor” dediler, “Hadi onu öldürüp kuyulardan birine atalım. Yabanıl bir hayvan yedi deriz. Bakalım o zaman düşleri ne olacak!”

Ruben bunu duyunca Yusuf’u kurtarmaya çalıştı: “Canına kıymayın” dedi, “Kan dökmeyin. Onu şu ıssız yerdeki kuyuya atın, ama kendisine dokunmayın.” Amacı Yusuf’u kurtarıp babasına geri götürmekti.

Yusuf yanlarına varınca, kardeşleri sırtındaki renkli uzun giysiyi çekip çıkardılar ve onu susuz, boş bir kuyuya attılar.

 Yemek yemek için oturduklarında, Gilat yönünden bir İsmaili kervanının geldiğini gördüler. Develeri kitre, pelesenk, laden yüklüydü. Mısır’a gidiyorlardı. Yahuda, kardeşlerine, “Kardeşimizi öldürür, suçumuzu gizlersek ne kazanırız?” dedi, “Gelin onu İsmaililer’e satalım. Böylece canına dokunmamış oluruz. Çünkü o kardeşimizdir, aynı kanı taşıyoruz.” Kardeşleri kabul etti.

 Midyanlı tüccarlar oradan geçerken, kardeşleri Yusuf’u kuyudan çekip çıkardılar, yirmi gümüşe İsmaililer’e sattılar. İsmaililer Yusuf’u Mısır’a götürdüler. (Yaradılış 37/12-28)

Bu Tevrat pasajında Yusuf’un kuyuya atıldığı yerin adı yanısıra Yusuf’u kuyudan çıkarıp Mısır’a götürerek köle olarak satan İsmaili kervandan ve kervanın yükünden bile bahsedilmektedir. Yusuf’un atıldığı kuyunun nerede olduğu tefsircilerimizi de meşgul etmiş bu soruya verilen cevaplarda da ihtilaf etmişlerdir.

  • Yakup’un evinden üç fersah uzaktaki bir kuyu
  • Beyt-i Makdis kuyusu
  • Ürdün arazisinde bir kuyu

şeklinde verilen cevaplarda[9] İsrailiyat yönlendirmesi olduğu sezilmektedir.

Bu kuyunun yerinin önemi Yakup’un Filistin civarında yaşadığı düşünülerek verilmiş olmasındandır. Her üç cevaba göre Yakup, dedesinin (İbrahim) insanlığı çağırmakla görevlendirildiği insanlığın merkezi olan, yeryüzünün emin ve kutsal beldesi Mekke’de yaşamamaktadır.

Tevrat pasajında, Yusuf’un kuyuya atıldığı yerin Şekem civarında Dotan diye bir mekân olduğu geçmektedir. Kutsal kitap atlası ve birçok tarihçi bu yerin Filistin civarında bulunan “Nablus” olduğunu söylemektedir. Nablus bugün “batı şeria” diye bilinen yerin adıdır. Jaruselam şehrine 63 km uzaklıkta, iki dağ arasından geçen bir nehrin iki kıyısına kurulmuştur. Yani dağlık ve sulak bir yerdir. Tevrat pasajına göre Yakup bu şehre yarım günlük mesafede ikamet etmektedir. Tevrat’a göre Yakup’un burada oturuyor olması dedesine vaat edilen Arz-ı Mevud oluşundan dolayıdır.

Bu noktada şu parantezi açmak gerekmektedir…

Tevrat İbrahim’in diğer oğlu İsmail’i konu edinmesine rağmen İbrahim ve İsmail’in beraber inşa ettiği Kabe’den hiç bahsetmez. Garip olan asla tahrif edilmemiş Kur’an’ı tefsir eden tefsircilerin ve Kur’an kıssaları üzerinden tarih belirleyen tarihçilerimizin de Yakup ile Kabe arasında organik bir bağ kuramamalarıdır. Onlar da Yakup’un yaşadığı yer ile ilgili olarak Tevrat’la aynı şeyi söylemektedirler. Yani Batı Şeria!.. Yakup Batı Şeria’da yaşarken dedesinin ilan ettiği Hac ile ilgili görevleri kim yönetmektedir?

Bakara 2/125

وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَأَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى ۖ وَعَهِدْنَا إِلَىٰ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

Kâbe’yi insanların toplanacakları ve güven içinde olacakları bir yer yaptık. Siz makam-ı İbrahim’i (İbrahim’in dua için durduğu yerleri), dua yerleri yapın. İbrahim ile İsmail’e görev verdik: “Evimi (Kâbe’yi); tavaf edenler, itikâfta bulunanlar, rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!” dedik.

Dedesine vaad edilen Arz-ı Mevud’a mirasçı görülen Yakup neden dedesinin Kâbe ile ilgili görevlerinin mirasçısı değildir? Yakup yaşadığı dönemde, İsmail ve İshak’tan sonra Yüce Allah’ın seçtiği son elçi değil midir? İnsanlığa emredilen İbrahim makamında Rabbin divanında durma emri, Yakup için geçerli değil midir? Her biri yaşadığı dönemde insanlık için önder olan resullerin; “insanlar üzerinde Allah’ın hakkı olduğu”[10] Kâbe’siz resullüğü mümkün olabilir mi?

Bu türden sorular sorulmadan Tevrat’taki bilgi doğru kabul edilerek Yakup’un yaşadığı yer olarak Mekke ile hiç alakası olmayan bir yerin tespit edilmesi düşündürücüdür!

Oysa Kur’an’a bakıldığında Tevrat’ın verdiği bilginin gerçek olmadığı hemen görülebilecektir!

Yusuf 12/100

وَرَفَعَ أَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ وَخَرُّوا لَهُ سُجَّدًا ۖ وَقَالَ يَا أَبَتِ هَٰذَا تَأْوِيلُ رُؤْيَايَ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَعَلَهَا رَبِّي حَقًّا ۖ وَقَدْ أَحْسَنَ بِي إِذْ أَخْرَجَنِي مِنَ السِّجْنِ وَجَاءَ بِكُمْ مِنَ الْبَدْوِ مِنْ بَعْدِ أَنْ نَزَغَ الشَّيْطَانُ بَيْنِي وَبَيْنَ إِخْوَتِي ۚ إِنَّ رَبِّي لَطِيفٌ لِمَا يَشَاءُ ۚ إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Yusuf, anasını, babasını tahtının üstüne çıkardı. Kardeşleriyle birlikte karşısında eğildiler. Yusuf dedi ki “Babacığım! İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkmasıdır. Rabbim onu gerçeğe çevirdi. Hapisten çıkardığı zaman da bana iyilikte bulunmuştu. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra Rabbim sizi çölden buraya getirdi. Benim Rabbim, tercih ettiği şeyi en ince ayrıntısına kadar yapar. Çünkü her şeyi bilen ve kararları doğru olan O’dur.”

Mısır’da tahta çıkan Yusuf ailesinin yaşadığı yeri belirten bir söz söylemektedir.  Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra Rabbim sizi çölden buraya getirdi”. Bu ibareler Yakup’un ve ailesinin yaşadığı yerin çöllük bir yer olduğunu söylemektedir.

Tevrat ise Yusuf’u Mısır’a götürenlerin Hz. İsmail’in soyuna mensup kervan olduğunu söylemektedir. Hem bu kervanın taşıdığı yükün kaynağı ve niteliği hem de önce güneydeki Gilat’tan, Kuzey’e Nablus’a gelip sonra hepsinden daha güneye Mısır’a giden kervanın rotası üzerindeki mülahazalar bir tarafa, şu ayetlerin gereğinin yapılmadığı nasıl düşünülebilir!..

 

Bakara 2/130

وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ ۚ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا ۖ وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ

Kendini zavallı duruma sokandan başka, kim İbrahim’in milletinden yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin kıldık, ahirette de iyiler arasında olacaktır.

Al-i İmran 3/95

قُلْ صَدَقَ اللَّهُ ۗ فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

De ki: “Allah doğruları söyler; İbrahim’in dosdoğru milletine uyun. O, müşriklerden değildi.”

Nisa 4/125

وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا ۗ وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا

Kimin dini, samimi olarak kendini Allah’a vermiş olanın dininden güzel olabilir? O (kişi), İbrahim’in dosdoğru milletine uymuştur. Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.

Yüce Allah binlerce yıl sonra gelecek Muhammed (a.s)’e; “Millet’e İbrahim”e uy demişken, İbrahim’i görme ihtimali olan torunu Nebi ve Resul olan Yakup’a İbrahim milletine uy dememiş olabilir mi? Yakup Allah tarafından insanlığa önder seçilmiş bir resuldür. Hem resul olması hem insanlığa imam/önder kılınan İbrahim torunu olması O’nun yaşadığı müddetçe Kabe’ye sahip çıkmasını, insanlığın önüne düşüp imamlık vazifesini yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır. Yakup bir masalın gözü yaşlı bilge dedesi değil, yaşadığı çağda vahyin kendisine emanet edildiği güvenilir resuldür. İşte bu durum O’nun Kâbe ile bağının göz ardı edildiği gibi platonik değil canlı ve organik olmasını gerektirir.

Bakara 2/124

وَإِذِ ابْتَلَىٰ إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ ۖ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا ۖ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي ۖ قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ

Bir zamanlar Rabbi, İbrahim’i bir takım sözlerle (emirlerle) imtihan etmiş, o da tam başarı göstermişti. Rabbi ona: “Ben seni insanlara imam yapacağım!” dedi. O “Soyumdan da olsun!” deyince, “ yanlış yapanlar, sözümün kapsamına girmez.” dedi.

Bu durumda İbrahim’in soyundan gelen İshak ve İsa arasındaki Nebi ve Resullerin durumu ne olmaktadır. Onların insanlara imam olma niteliğine sahip olamadıkları hiç düşünülebilir mi?

Sadece bu gerçekler bile Jerusalem ve havalisinin hem kutsallığı hem de İbrahim ve İshak soyundan İsa’ya kadar gelen resullerin yaşadıkları yer olarak tespitinde büyük sorunların olduğuna işaret etmektedir…

(Bilinen) Mukaddes TUVA Vadisi!..

Buraya kadar insanlığın, Jerusalem de dahil iki mukaddes kılınmış mekân ile karşı karşıya olunduğunu gördük. Ancak Kur’an’da belirtilen Mukaddes Kılınmış başka bir mekân daha söz konusudur!

Mukaddes Tuva Vadisi…

Kur’an’da Tuva Vadisi ibaresi iki kez geçer.

Ta Ha 20/12

إِنِّي أَنَا رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ ۖ إِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى

“Ben, evet ben! Senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, kutsal Tuva vadisindesin.

Naziat 79/16

إِذْ نَادَاهُ رَبُّهُ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى

Hani Rabbi ona kutsal Tuva vadisinde şöyle seslenmişti.

Yukarıdaki iki ayette geçen “Mukaddes Tuva Vadisi” neresidir?

İbarede (بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى = bil vadi-l mukaddesi tuva)  hem vadi hem de mukaddesliğin önünde iki tane (ال) elif lâm takısı mevcut olması hem vadinin hem de vadinin mukaddesliğinin mutlak surette biliniyor hatta bilinmenin ötesinde oraya gidiliyor olmasını zorunlu kılmaktadır.

Bilinirliği bu kadar kesin olan yer ile ilgili İslam dünyasında hiçbir doyurucu bilginin olmayışı gariptir. “Tuva Vadisi” Müslümanlar tarafından herhalde, Musa (as)’yı dolayısıyla da Yahudileri ilgilendirdiği düşünülerek üzerinde durulmamış; Şam bölgesinde bir yerdir, Ürdün civarında bir yerdir veya Nil ile Harran arasında bir yerdir, denilerek geçiştirilmiştir. Ancak bu durum Kur’an karşısında kendini sorumlu sayan hiçbir kul için geçiştirilecek bir bilgi olamaz. Bu yerin Allah’a ve kitabına inanan bir kul için peşine düşülmesi gereken bilgi olduğu açıktır. Zira Allah (cc)’ın kesin ve açık bir dil ile bildirdiği O yere karşı herkesin bir sorumluluğu olmalıdır.

Bu yer neresiyse(!) bilinmediği taktirde iki sorumluluk insanları kuşatacaktır. Birincisi bu yerin bilinmemesi o yere karşı insanların yerine getirmesi gerekli yükümlülükleri yerine getirememesine sebeptir. İkincisi ise; bu yer ile ilgili mukaddes kılınma gerekçesi açığa çıkarılmadığı için insanlar bu yere karşı görevlerini yerine getiremeyeceklerinden, bu yerin feyz ve bereketinden de yoksun kalmış olunacaktır.

Her iki ayette geçen mukaddes kelimesinin türediği ve kök harfleri KDS olan kelime Kur’an’da 10 kez geçer. Maddi ve manevi kirlerden temizlenmek anlamında bir yere atfedilen böylesi bir mukaddeslik şüphesiz, ancak yaratıcının belirlemesiyle kazanılabilecek bir özelliktir. Arınma Allah için olacağından, arınılacak olan o yerin ve arınma yönteminin belirleyicisi de Allah olmalıdır.

Birilerinin kalkıp herhangi bir yeri kutsal ilan etmesini her üç din de şirk olarak görür. Çünkü her üç dine göre de kutsallık ancak Yehva/Tanrı/Allah tarafından belirlenen bir şeydir. Eğer böyle bir yer ihdas edilmiş, hatta insanlar da akın akın buraya yönelmiş olsalar bile yaratıcının katında ne bu belirlemenin ne de ziyaretçi sayısının çokluğunun hiçbir hükmünün olamayacağı açıktır. Bir yerin kutsallığının ölçüsü insanların oraya akın akın gitmesi değil, Alemlerin Rabbinin belirlemesidir. Değilse akın akın gidilen Hindistan’daki Sih tapınakları, Çin’deki Budizm tapınakları da (ki bir yılda buralara giden insan sayısı Mekke’ye gidenlerden çok daha fazladır) kutsal olmak durumundadır.

İbrahim 14/8

وَقَالَ مُوسَىٰ إِنْ تَكْفُرُوا أَنْتُمْ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا فَإِنَّ اللَّهَ لَغَنِيٌّ حَمِيدٌ

Musa dedi ki “Siz ve yeryüzündeki herkes ayetleri görmezlikten gelse de bilin ki Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur ve ne yaparsa güzel yapar.”

Öncelikle şu bilinmelidir ki, kutsallık; taş, toprak, bina, nehir, şehir gibi cansız ve iradesiz varlıklar için değildir. Bazı menasiklerin ancak o tanımlanan yerde yapılması ile bir anlam kazanmasındandır. Dolayısıyla konu mukaddes kılma olunca şu önerme tam yerine oturacaktır. “Allah bir şeyi ya da yeri Kuddûs kılar. O şey ya da yer, bilen ve tanıyanlar ve oraya has kurallara uyanlar için Mukaddes olur, mukaddesliğin gereklerini yerine getirmekle de bereket hasıl olur.”

Kudüs (kutsal) kavramının Kur’an’da 10 kez geçtiğini belirtmiştik. Bu ayetler ve konuları şunlardır.

  • Dört kez, (بِرُوحِ الْقُدُسِ) Ruhül Kudüs/kutsal ruh olarak geçer. (Bakara 2/87; 2/253; Maide 5/110; Nahl 16/102)
  • İki kez, Allah’ın sıfatı (الْقُدُّوسِ) olarak geçer. (Haşr 59/23; Cuma 62/1)
  • İki kez, Tuva Vadisi (بِٱلْوَادِٱلْمُقَدَّسِطُوًى) ile ilgili geçer (Ta-Ha 20/12; Naziat 79/16)
  • Bir kez, ismi verilmemiş Mukaddes Toprak (الْمُقَدَّسَةَ) olarak geçer. (Maide 5/21)
  • Bir kez, meleklerin fiili olarak (وَنُقَدِّسُ) geçer. (Bakara 2/30)

Bu on kullanımın sadece biri fiil formundadır. Bakara 2/30 ayetinde meleklerin Allah’ı, Allah için (وَنُقَدِّسُ = ve nukaddisu) takdis ettiği belirtilir. Diğer taraftan Kuddûs olma yani ( بِرُوحِ الْقُدُسِ) Ruh-ul Kudüs, Cebrail’in de sıfatıdır. Oysa onun Kuddûs’lüğü de kendinden değil Allah tarafındandır. Bu durumda mukaddes ne olmaktadır?

Öncelikle şu bilinmelidir ki; mukaddes Allah’ın değil insanın yapabileceği bir şeydir. Zira Mukaddes kelimesi ismi meful’dür. Anlamı bir yeri kutsal ilan etmek değil, ilan edilmiş kutsallığı kabul etmektir. Bunun için;

  • Otoritesi tartışılmaz, sözü değişmez, her türlü maddi ve manevi kirlerden münezzeh, kendisine hiçbir kirin bulaşamayacağı; aynı zamanda kirlere bulaşmış kulları temizleyecek, koyduğu kurallarla her zaman insanlara saadet getirecek el-Kuddüs olan varlığın olması gerekir ki O da Yüce Allahtır.
  • Sınırları, kuralları, menasikleri, ritüelleri hatta oraya özel giysileri olan bir yer olmalıdır. Bunu da el-Kuddüs olan ilan etmelidir. El-Kuddüs’ün  bir yeri kutsal ilan etmesi mukaddisolmaktadır. (Bu yüzden Yüce Allah Mukaddis tir. Yani kutsal kılma yetkisi olan.)
  • Değişmez otoritesi kabul edilmiş el-Kuddüs’ün; Sınırlarını, kurallarını, menasiklerini, ritüellerini belirlediği o yere, insanların giderek gerekenleri yapması, o yeri mukaddesyapmaktadır. Yani belirlenen kutsallık insanlar tarafından kabul edilmiş olmaktadır.

Bu durumu şöyle daha anlaşılır kılabiliriz.

Bir yerin Kaddes olması söz konusu edilecekse o yerin sadece biliniyor olması değil aynı zamanda mukaddesliğinin nerede başlayıp nerede bittiğini belirten sınırlarının da kesin olarak belirlenmiş olması gerekir. Bu yetmez, nasıl temizlenileceğinin de bilinmesi gerekir. Dahası temizlenmek için konulan menasik ve yasakların da sadece oraya has olması, başka yerde istenilse dahi yapılamıyor olması gerekmektedir. (Mekke’de ihrama girip Kâbeyi tavaf etmek anlamlıdır. Sultanahmet’de aynı şeyi yapmak anlamsızdır.)  Bu iki durumun bir araya gelmesi, bereketi yani mübarek olmayı getirecektir.

Kâbe özelinde düşünülecek olduğunda ancak bu bereketi kavrayan insan[11] sadece orada temizlenebilir.

Diğer taraftan, Allah’ın ihdas ettiği mukaddesliğe hiçbir şey halel getiremez. Yani, Allah’ın mukaddis olarak belirlediğine, bildiği halde yaratılmışların yönelip yönelmemesi o yerin/şeyin Kaddes oluşunu etkilemeyecektir.

Al-i İmran 3/97

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ إِبْرَاهِيمَ ۖ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا ۗ وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ

Orada apaçık göstergeler (ayetler), İbrahim’in (ibadet için) durduğu yerler vardır. Oraya kim girerse güvende olur. Bir yolunu bulup gidebilenlerin o Beyt’te, Ka’be’de hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim bunu göz ardı ederse bilsin ki Allah’ın kimseye ihtiyacı olmaz. Bunu göz ardı edenler bilsinler ki Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur.

Sonuç olarak;

  • Birinci kutsal mekan; bilinen ve Allah tarafından insanlık için başlangıçtan itibaren yeryüzünde Kuddûs ilan edilmiş olan bölge Bekke’dir.[12]İsrailoğulları tarafından ataları kabul edilen Yakup (as)’un dedesi İbrahim (as)’in ailesinin bir kısmını getirip yerleştirdiği[13] ve temellerini ortaya çıkardığı yer[14] de burasıdır. En azından Kur’an’a inananlar için bunda şüphe yoktur.
  • İkinci kutsal mekân; Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların farklı gerekçelerle de olsa ama tamamen dini nedenler ile Allah tarafından kutsal kılınmış olduğuna inandığı Jerusalem’dir (Kudüs şehri).
  • Üçüncü kutsal mekan ise; Kur’an’ı Kerimde adı iki kez geçen ve Mukaddes oluşu ayet ile sabit olan Mukaddes Tuva Vadisidir (بِٱلْوَادِٱلْمُقَدَّسِطُوًى).[15]

Allah’ın son kitabında yukarıda sayılan Mukaddes kılınmış mekanların ikisi, açık ayetler ile inananlar için şüphe götürmeyecek kesinliktedir. Jerusalem yani Kudüs şehrinin mukaddes oluşu ise ağırlıklı olarak rivayet ve İsrailiyat kaynaklı bilgiler üzerinden ayetlere Kıble temelinde onaylatılabilmektedir. Zira kıble gibi önemli bir konuda Allah’ın kararının böylesi değişikliklere uğramış olması, bir takım soruları akla getirecektir. Örneğin şöyle bir yorumun kitabın ayetleri ile aynı kesinlikte açıklanması gerekmektedir. “Kudüs’ün Mukaddesliği, Muhammed (as)’in Medine’ye hicretten itibaren 16 ay boyunca Jerusalem’e döndüğü rivayetleri üzerinedir. Bir de İsra suresi 17/1 ayetinde yer alan “gece yürüyüşü” yani Miraç olayının muhatabı ile ilgilidir. Bu kadar önemli bir dönüşümün kaynağı Kur’an’da açık olarak yer almalıdır. Eğer mevcut değilse[16] o zaman “hadis ayeti iptal eder” yönündeki geleneksel anlayışa haklılık kazandırır mı ya da bu olay vahyi gayri metlûv olduğunun bir gerekçesi midir?”

Ayrıca şu soruların da oraya buraya savrulmadan ve her türlü mülahazaları bir tarafa bırakarak, İslam Ümmeti tarafından mutlaka cevaplaması gerekmez mi?

  • Sınırları, kuralları, menasikleriyle bilinmesi zorunlu olan “Mukaddes Tuva Vadisi” neresidir?
  • Müslümanların bilinmesi kesin olan Mukaddes Tuva Vadisi ile ilgili duyarsızlığının sebebi nedir? Bunun gerekçesi Mukaddes Tuva Vadisi’nin; Kudüs olarak kabul edilmesi durumunda Mekke’nin kutsallığını, Mekke olarak kabul edilmesi halinde ise Jerusalem’in kutsallığını anlamsız kılması ihtimalinden dolayı olabilir mi?
  • İbrahim (as), İsmail (as) ve Muhammed (as) dışında hiçbir nebi ve resul hac ve Kâbe ile neden ilişkilendirilemez?
  • İbrahim (as), İsmail (as) ile birlikte Kâbe’yi yükselttiği[17]ve kendisine ait makamın da yer aldığı O yere[18] insanlığı çağırmasına rağmen; torunları İshak (as) ve Yakup (as) soyundan İsa (as)’ya kadar gelen nebi ve resuller bu çağrıdan habersiz olabilir mi?
  • Başlangıçtan bu yana insanların davet edildiği O yer değiştirilmiş olabilir mi? Delili var mıdır?
  • Muharref Tevrat ve İncil üzerinden Kutsallığı kabul edilen Jerusalem’in kutsallığının, kendinden öncekileri tasdik eden Kur’an tarafından da açıkça belirtilmiş olması gerekmez mi!
  • Kıble konusunda Kur’an’dan bir önceki kitap olan İncil ve onu getiren İsa’nın kıblesi yerine Muhammed (as)’in İsa’nın da yönelmediği Yahudiler’in kıblesine yönelmesi nasıl açıklanabilir?

Sorular uzatılabilir!.. Ama sadece “Mukaddes Tuva Vadisi neresidir? sorusu dahi temelleri sarsacak niteliktedir.

Bu soruların yerinde sorular olmadığı söylenebilir mi…

Hasan Mustafa Arslan

[1] Bkz. Yaradılış 15/7-21

[2] Bkz. Yaradılış 17/15-27

[3] Sadece Yahudilerin olan adı anılamayacak kutsal, Tanrı.

[4] Üç ayrı din anlayışı insanların oluşturdukları ve günlük hayatta etkin olan anlayıştır. Oysa ki Allah’ın dini tektir ve İslam’dır. Allah’ın kullarını yanıltan ve onları birbirine düşürecek ayrı dinler indirmesi bir bühtan (iftira) olmalıdır.

[5] Bkz. Maide 5/48; Casiye 45/18

[6] Bkz. Hac 22/78; Şura 42/13

[7] Bkz. Hac 22/27

[8] Bkz. Kureyş 136/2

[9] Er-Razi. Tefsir-i Kebir Mefatihu’l Ğayb. C.13.s.173

[10] Bkz. Ali İmran 3/97

[11] İlgili ayetlerde “insan, insanlık” ibareleri geçtiği için cinler belirtilmemiştir.

[12] Bkz. Âli İmran 2/96

[13] Bkz. İbrahim 4/37

[14] Bkz. Bakara 2/127

[15] Bkz. Ta-Ha 20/12; Naziat 79/16

[16] Bu konuda Bakara 2/144 ayeti delil getirilir. Ancak ayetin son bölümündeki; “…Kendilerine kitap verilenler iyi bilirler ki bu, Rablerinin gerçek hükmüdür. Yaptıkları hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz.” ifadesi Allah’ın belirlediği tek kıblenin Mescid-i Haram olduğunun ehli kitap tarafından bilindiğini ve bunu gizlemek için yaptıklarının bu kitap ile açığa çıkarıldığını bildirmektedir.

[17] Bkz. Bakara 2/127

[18] Bkz. Ali İmran 3/97

 

15) “İsrail Oğulları” İsminin Kökeni

Yayınlanma Tarihi: 4 Aralık 2017

Kur’an’da kronolojik bir sıra takip edilerek anlatılan tek kıssa Yusuf kıssasıdır. Elimizdeki Mushaflarda 12. sırada bulunan sure, baştan sona bir İsrail oğulları kıssasıdır. Kur’an bu sureye, “Ahsene’l Kasas” (kıssaların en güzeli)[1] diyerek ona müstesna bir yer verir. Fakat bu sure baştan sona bir İsrail oğulları kıssası olmasına rağmen, İslami kaynaklarda Yusuf kıssasının diğer kıssalarla bağı sadece birkaç noktayla sınırlı kalmıştır. Oysa Yusuf kıssası İsrail oğulları kıssalarının temelini oluşturur. Zira Yusuf (as) da dahil kıssada geçen tüm diğer kardeşler İsrail oğulları olarak bilinenlerin ilk atalarıdır.

Hem Müslüman alimler hem de ehli kitap alimleri İsrail isminin İbrahim’in torunu olan Yakup’un lakabı olduğu hakkında hem fikirdirler. Fakat Yakup’un bu lakabı nasıl ve nerede aldığı Kur’an’da geçmez. Yakup’un isminin İsrail lakabına evirilmesi ve bu lakabın Yakup isminin önüne geçip oğullarından devam eden soyun kendilerini atalarının ismine değil de lakabına nispet etmesi Tevrat kaynaklıdır.

Böylece Yakup arkada yalnız kaldı. Bir adam gün ağarıncaya kadar onunla güreşti.  Yakup’u yenemeyeceğini anlayınca, onun uyluk kemiğinin başına çarptı. Öyle ki, güreşirken Yakup’un uyluk kemiği çıktı. Adam, “Bırak beni, gün ağarıyor” dedi. 

Yakup, “Beni kutsamadıkça seni bırakmam” diye yanıtladı. 

 Adam, “Adın ne?” diye sordu. 

“Yakup”

 Adam, “Artık sana Yakup değil, İsrail denecek” dedi, “Çünkü Tanrı’yla, insanlarla güreşip yendin. (Yaratılış 32/24-28)

Tevrat, Yakup’un adının “Tanrı’yla, insanlarla güreşip yenen” manasındaki İsrail’e evrilmesini böyle anlatır. Fakat Tevrat bunu bir adım daha ileriye taşıyarak İsrail isminin kalıcı olmasını sağlar.

Yakup Paddan-Aram’dan dönünce, Tanrı ona yine görünerek onu kutsadı. “Sana Yakup diyorlar, ama bundan böyle adın Yakup değil, İsrail olacak” diyerek onun adını İsrail koydu. (Yaratılış 35/9.10)

Bundan sonra Yakup artık İsrail, Yakup oğulları ise İsrail oğullarıdır. Tevrat’a göre Yakup’un isminin İsrail olarak değiştirilmesi, Yusuf ve kardeşleri arasında geçecek olaylardan hemen önce olmuştur. Yani Kur’an’ın da anlattığı Yusuf kıssası sırasında Yakup artık İsrail olmuştur. Tevrat’a göre Yusuf kıssası, İsrail ve İsrail oğulları arasında cereyan etmiş bir kıssadır.

Yakup’un isminin, lakabı olan İsrail’e evirilmesi kıssası Kur’an’da hiç geçmez. Hatta İsrail oğulları (Beni İsrail) ibaresi 41 defa geçmesine rağmen İsrail kelimesi sadece 2 defa[2] geçer. Kur’an’ın, adını 16 kere kullandığı Yakup’a İsrail demekten ısrarlı bir biçimde kaçınması, sonradan ona atfedilen İsrail lakabını benimsemediğinin en açık göstergesidir. İki defa kullanılan İsrail ismi ise, Yakup’u tanımlamaktan çok başka bir olayı anlatmak için kullanılır. Kur’an; Yakup’a sonradan verildiği belli olan İsrail lakabının Yakup’a atfını benimsememekle beraber, İsrail oğulları ibaresini bir tanımlama olarak kullanır. Kur’an’ın bunu yapmasın da bir hikmet olmalıdır. Zira Kur’an’da kıssaları en fazla anlatılan İsrail oğulları iyi bir örnek olarak değil hep olumsuz bir örnek olarak geçmektedirler. Allah’ın elçilerini öldürmek, vahyi gizlemek, tahrif etmek, değiştirmek, insan sözü karıştırmak, Allah’a verilen sözlerin hiçbirinde durmamak, bozgunculuk yapmak onlar hakkında anlatılan kötü davranışların sadece bir kaçıdır.

Kur’an, onları bu kötü davranışlarla anarken, Yakup oğulları olarak değil hep İsrail oğulları şeklinde tanımlar ve Yakup ile İsrail oğulları adlarını yan yana hiç kullanmaz. Bunun nedeni Yahudilerin Allah’ın vahyini tahrif ettikleri gibi isimleri ve kıssaları da tahrif etmeleri olmalıdır. İlk ataları Yakup’a reva gördükleri “Tanrı ve insanlarla güreşip yenen” gibi bizzat Yakup ismine yükledikleri anlam, isimlerde yaptıkları tahrifatın çok ileri boyutlarda olduğunun göstergesidir.

Doğum vakti gelince, Rebeka’nın ikiz oğulları oldu. İlk doğan oğlu kıpkırmızı ve tüylüydü; kırmızı bir cüppeyi andırıyordu. Adını Esav koydular. Sonra kardeşi doğdu. Eliyle Esav’ın topuğunu tutuyordu. Bu yüzden İshak ona Yakup adını verdi. Rebeka doğum yaptığında İshak altmış yaşındaydı. (Yaratılış 25/24-26)

Yakup isminin İbranice karşılığı hakkında yazarları Pastör Dr. Behnan Konutgan, Pastör Levent Kınran, Pastör İhsan Özbek ve Dr. Mine Yıldırım olan “Kutsal Kitap Sözlüğü” adlı çalışmada şu tarif geçmektedir:

“Yakup İsrail oğullarının üçüncü büyük atasıdır. İÖ 1800 yıllarında yaşadı. İshak’ın Rebaka’dan doğan ikizlerden biri. İkizlerden, önce Esav, hemen ardından Yakup doğdu. Adını doğumunda gerçekleşen bir olaydan almıştır. Yakup doğduğunda eliyle kardeşi Esav’ın topuğunu tutmuştur. Bu yüzden İshak ona, İbranicede “topuk tutar” anlamına gelen bu adı verdi”[3].

Kitabı Mukaddes Şirketi tarafından basılan sözlük böyle derken, yine aynı şirket tarafından basılan Kutsal Kitap’ta Yakup’un doğum anını anlatan yukarıya aldığımız bölümün (Yaratılış 25/24-26-s.29) dipnotunda Yakup isminin İbranice anlamının “topuk tutar ya da hileci” olduğu geçmektedir.

Yakup isminin anlamının “topuk tutar veya hileci” olduğu ile “Tanrı ve insanlarla güreşip yenen” anlamındaki İsrail lakabının Yakup’a Tanrı tarafından verildiği iddiası, Kur’an’la uyuşmayacağı gibi tarihi arka planla da uyuşmaz.

Kur’an’la uyuşmamaktadır çünkü; Yahya[4], İsa[5], Ahmet[6] gibi isimleri, daha bu ismi taşıyacak olanlar doğmadan çok önceleri Allah’ın belirlediği gibi İshak ve Yakup isimleri de Allah tarafından belirlenmiştir.

Hud 11/71

وَامْرَأَتُهُ قَائِمَةٌ فَضَحِكَتْ فَبَشَّرْنَاهَا بِإِسْحَاقَ وَمِنْ وَرَاءِ إِسْحَاقَ يَعْقُوبَ

Karısı ayakta duruyordu; hemen gülüverdi. Biz de ona İshak’ı, İshak’ın arkasından da Yakub’u müjdeledik. 

Yüce Allah daha babası bile doğmadan hem babasını hem de Yakup’u ismen dedesi İbrahim ve ninesi Sare annemize müjdelemektedir. Yüce Allah insanların insanlara kötü lakaplar takmasını yasaklarken[7] kendisinin hem de resul olacak bir kuluna “hileci, topuk tutar” anlamında bir isim vermesi düşünülemez. Hele bundan sonra “Tanrı ve insanlarla güreşir” anlamındaki bir lakabı elçisine uygun görmesi asla mümkün görülemez.

Yakup’tan yüzlerce yıl sonra Allah elçisi olan Zekeriyya, bir çocuk vermesi için Allah’a dua ederken atasına takılan İsrail lakabını değil Yakup ismini zikreder.

Meryem 19/6

يَرِثُنِي وَيَرِثُ مِنْ آلِ يَعْقُوبَ ۖ وَاجْعَلْهُ رَبِّ رَضِيًّا

Hem bana hem Yakup oğullarına mirasçı olsun. Rabbim! Onu beğenilen bir kişi yap.

Tüm zamanlarda Allah’a iman edenlerin izlemesi gereken yolu tanımlayan Kur’an bizlere Yakup ismini izlememizi söyler.

Bakara 2/136

قُولُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ إِلَىٰ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَىٰ وَعِيسَىٰ وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Siz şöyle söyleyin: “Biz Allah’a inanıp güvendik; bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilene, Rableri tarafından Nebîlere ne verilmişse hepsine inandık. Hiçbirini diğerinden ayırmayız. Biz Allah’a teslim olmuş kimseleriz.” 

Bu yönüyle Kur’an’la uyuşmayan Yakup (as)’a verilen İsrail isminin Tevrat’ta anlatılan anlamları, tarihi arka planla da uyuşmamaktadır. Yakup kelimesine verilen “hileci ya da topuk tutar” anlamı İbranicedir. Yakup ismine İbranice verilen bu anlamın kabul edilmesi demek İbrahim’in de İbranice konuştuğu anlamına gelir. Oysa tarihi arka plana baktığımızda İbrahim’in bir Keldani/Asuri[8] olduğu görülür. Keldaniler bugün tüm dünyada çok az konuşanı olan “hertevince” (keldanice) denilen bir dili konuşmaktaydılar. Haliyle o kavme gönderilen İbrahimin’de bu dili konuşmuş olması gerekmektedir. Çünkü her resul gönderildiği kavmin diliyle tebliğini yapmıştır.

İbrahim 14/4

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ ۖ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ ۚ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

Biz, her resulü kendi halkının dili ile gönderdik ki onlar için her şeyi ortaya koysun. Bundan sonra Allah, sapıklığı tercih edeni sapık sayar, hidayeti tercih edeni de yoluna kabul eder. Daima üstün ve bütün kararları doğru olan O’dur. 

Bu durumda İbrahim (as) İbranice değil gönderildiği kavmin diliyle konuşmuş olmalıdır.

İbrani kelimesinin ortaya çıkması, İbranicenin Yahudiler tarafından konuşulan bir dil olması ve İsrail oğullarının kendilerini İbrani olarak tanıtması İbrahim’den çok sonraları olmuştur. Bu durum bizzat ehli kitap tarafından bile kabul edilmektedir.

“İbraniler: İbrahim soyundan gelenler, İsrailliler için kullanılan bir isimdir. İbranicede “İvri”dir; ‘İ’ ekinin eklenmesiyle oluşturulmuş bir sıfattır. Bu ekin eklenmemiş haliyle sözcük “eber”dir. Ever, Sam soyundan gelen birkaç halkın atasıdır (Yaratılış 10/24-25; 11/14-15 ve Tarihler 1/18-19). Ancak İbrani isminin Ever’e dayanmış olması zayıf bir olasılıktır. Çünkü Ever’in soyundan gelen diğer halklar için kullanılmamıştır; örneğin Aramiler için İbrani ismi kullanılmamaktadır.

Başka bir açıklama da sözün kökü olan “eber”in, ‘üzerinden geçmiş olan’ anlamı taşıyan bir biçime sahip olmasıdır. Septuaginta’da Yaratılış 14/13’te “İbrani Avram”, üzerinden geçen Avram şeklinde Grekçeye çevrilmiştir, hahamların kullanımına göre bu kullanım, İbranilerin Kızıldeniz’i (Kamış Denizi) geçmesinden türemiştir[9].

İsrail oğullarının İbraniler olarak adlandırılması ve konuşulan dilin İbranice olması İbrahim’den yüzyıllar sonrasında olmuştur. Bu durumda adı Allah tarafından belirlenen Yakup’un isminin İbranice karşılığı olan “topuk tutar ya da hileci” anlamı, tarih açısından da doğru olmamaktadır.

Fakat genel olarak Yahudilere göre insanlığın ilk konuştuğu dil İbranice’dir. Bu dil cennette yaratılan Adem’e Tanrı tarafından öğretilmiştir. Sonrasında gelen tüm Allah elçileri Adem’in çocukları olduğu için haliyle onlar da İbranice konuşmuşlardır.

Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. 

Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” 

RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi, “Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.” Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı. (Yaratılış 11/1-9)

Bu Tevrat pasajının tefsirini yapan Yahudi din bilginleri İbranice ve diğer diller ile ilgili şunları söylemektedirler.

“Rambam, “More Nevuhim- Şaşırmışlar için Rehber” adlı eserinde Tora’nın temel ilkelerinden biri olarak, Tanrı’nın evreni sıfırdan yaratmış olduğunu ve insan soyunun Adam Arşon’dan (Adem) itibaren başladığını açıklar. İnsan soyunun tüm dünyaya dağılmış olup, birbirlerinden çok farklı dilleri konuşan değişik ırklara bölünmeleri, tek bir insandan geldikleri konusunda şüphe yaratabilirdi. Bu yüzden Tora, milletlerin soy ağacını sıralamakta, insanların dağılmalarının ve farklı diller konuşmalarının sebebini açıklamaktadır.

Bu pasajda anlatılan olaylar dünyanın yaratılışının 1996. yılında, Tufan’dan 340 yıl sonra meydana gelmektedir. Noah (Nuh) ve çocukları halen hayatta, Tanrı’yı keşfetmiş olan Avraam (İbrahim) ise 48 yaşındadır (Seder Olam). Dünyada bulunan tüm milletler bugünün Irak (Babil) topraklarında yoğunlaşmıştır ve herkes tek bir dili; “Loşan Akodeş- Kutsal Dil” olan İbraniceyi konuşmaktadır (Raşi)- ki bu, dünyanın yaratılışında kullanılan dildir (Mizrahi). (Gözlem Yayınevi; Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla TORA ve Aftara. 1.Kitap Bereşit. S.71)

Yahudiler yeryüzünde konuşulan ilk dilin İbranice olduğunu bu şekilde açıklamaktadırlar. Ama bu durum yine bizzat Yahudiler tarafından yalanlanmıştır. Yahudilerin ilk olarak İbraniceyi konuşmaya başlamaları Mısır’dan çıktıktan sonraları gelip yerleştikleri Kenan diyarında olmuştur.

Yakup ismine İbranice “topuk tutar ya da hileci” şeklinde bir anlam verilmesi büyük bir ihtimalle çok sonraları olmuş olmalıdır.

Yakup’a verilen İsrail lakabı Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar tarafından kabul görmüştür. Fakat Müslüman alimler lakabı kabul etmekle birlikte İbranice anlamına itiraz etmişlerdir. İsrail kelimesinin “İsra” kısmının arapça “İl” kısmının ise İbranice olduğunu iddia ederek “gece yürüyen kul, Allah’ın kulu, Allah’ın gayretli kulu” gibi anlamlara geldiğini söylemişlerdir.

Müslüman alimlerin birçok rivayet aktararak sadece İsrail kelimesine yüklenen İbranice “Tanrı ve İnsanlarla güreşip yenen” anlamına itiraz etmeleri çok tutarlı gözükmemektedir. Zira bu itiraz esasen İsrail lakabını, anlamı her ne olursa olsun meşrulaştırmaktadır.

Kur’an’da anlatılan Yakup soyunun kıssalarını kronolojik olarak anlamaya tabi tutarsak, bu soyun kendilerini Ben-i İsrail olarak adlandırmaları, Yusuf zamanında gelip yerleştikleri Mısır döneminde olmaktadır. Fakat Yusuf suresinde uzunca anlatılan Yakup oğulları kıssasında ne Yakup’a İsrail ne de oğullarına Ben-i İsrail denmemektedir.

Tevrat’a göre 430 yıl[10] süren Mısır dönemi hem İslami kaynaklarda hem de diğer kaynaklarda hakkında en az malumat bulunan dönemdir. Her türlü olayı en ince ayrıntısına kadar detaylandıran Tevrat bile bu dönemle ilgili olarak tek kelime etmemektedir. Oysa Yusuf ile başlayan Yakup oğullarının Mısır dönemi, çok büyük değişikliklerin olduğu ve bu değişikliklerin onların bundan sonraki hayatlarına bir daha çıkmamak üzere kalıcı izler yerleştirdiği dönemdir.

Yakup oğulları Mısır’a geldiklerinde çok büyük avantajlara sahiptiler. En başta, biri babaları diğeri kardeşleri olmak üzere ailelerinde iki Allah resulü vardı. Bunun yanında resul olan kardeşleri Yusuf, koca bir ülkeyi mahvedecek kıtlığı başarıyla aşmanın getirdiği prestijle yabancı oldukları Mısır’a hazine bakanı olmuştu. Yakup oğulları her açıdan o gün yeryüzünde yaşayan tüm insanlardan daha çok, Allah’ın iltifatını görmüşlerdir.

Ankebut 29/27

وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَجَعَلْنَا فِي ذُرِّيَّتِهِ النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ وَآتَيْنَاهُ أَجْرَهُ فِي الدُّنْيَا ۖ وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ

İbrahim’e İshak’ı ve Yakub’u bağışladık. Soyundan gelenlere nebîlik ve kitap verdik. Böylece onu Dünya’da ödüllendirmiş olduk. O Ahirette de iyilerden olacaktır. 

İki resul ve biri diğerini tasdik eden iki kitap ve hazine bakanı bir kardeşle Mısır’a yerleşen Yakup oğulları, geçen zaman içinde babaları ve kardeşlerinin kendilerine bıraktığı vahiyden uzaklaşmış, uymaya söz verdikleri halde[11] Allah’ın dinden başka bir din oluşturmuşlar, Allah’ın atalarına verdiği Yakup ismini İsrail lakabıyla değiştirmişler, özgürlüklerini kaybedip köleleşmişlerdir.

Yüce Allah Yakup’tan sonra gönderdiği tüm resulleri onun 12 oğlunun soyundan gelenler arasından seçmiştir[12]. Bu soyun başından geçen her olayı, geçirdikleri her değişimi doğru anlamak, aslında Allah’ın seçtiği resulleri anlamaktır. Bunu doğru bir şekilde yapmanın tek yolu; Kur’an’da anlatılan İsrail oğulları kıssalarını Kur’an bütünlüğü içinde anlayıp, İsrailiyatın tahrip edici yönlendirmesinden kurtulmaktan geçmektedir.

Zira Yahudiler kendilerine gönderilen vahiyleri tahrif ettikleri gibi kendilerine gönderilen Allah resullerinin kıssalarını da tahrif etmişlerdir. Kıssalarda geçen kişi ve yer isimlerini değiştirmiş, zamanları farklılaştırmışlardır. Yakup oğulları ismini değiştirip İsrail oğulları ismini benimsemeleri bunun en tipik örneğidir.

İSRAİL OĞULLARI YAHUDİ MİDİR?

Kur’an’da anlatılan İsrail oğulları kıssalarının daha iyi anlaşılması için Kur’an’ın tanımlamak maksadıyla ortaya koyduğu kavramların yerli yerinde kullanılması gerekmektedir. Kur’an, Yakup oğulları soyundan gelen ve ilahi bir vahye muhatap olanlar için “Esbat, Yakupoğulları, İsrailoğulları, Hedu, Yahudi, Yahudiyyen, Utul Kitap, Ehli Kitap,” kavramlarını kullanmaktadır. Genelde meal ve tefsirlerde bu kavramların hepsi biri diğerinin yerine kullanılmaktadır. Oysa kelimelerin farklılığı anlamın farklılığının en büyük göstergesi olmak zorundadır.

Kur’an, Yakup ile başlayan İsrailoğulları kıssalarına yaklaşık bin ayet ayırmıştır. Bu bin ayeti bir kronolojiye tabi tutarsak ve Yakup’un, tahmini olarak MÖ 1800’lü yıllarda yaşamış olduğunu farz edersek, Kur’an’ın inişine kadar geçen zaman dilimi yaklaşık 2500 yıla tekabül eder. Kur’an’ın kullandığı Esbat, İsrail oğulları, Hedu, Yahudi, Yahudiyyen kavramları, bu uzun zaman dilimi içerisinde Yakup oğulları soyunun geçirdiği değişimi ve her bir kavramla kıssaların başka yönlerinin anlatımının sağlanması için olmalıdır.

Bu kavramların birinin diğerinin yerine kullanılması ise kast edilen kişilerin ve dönemlerinin anlaşılamamasına, muhatapların birbirine karışmasına neden olmuştur. Muhataplar karışınca ayetlerin bahsettiği zaman ve mekanlar da karışmaktadır. Mesela Bakara 40. ayetten itibaren anlatılan kıssa, “Ey İsrailoğulları” diye başlar. Bu hitabın muhataplarının genelde Allah resulü Muhammed (a.s) zamanında yaşayan Yahudiler olduğu söylenmiştir. Oysa Kur’an, İsa’dan sonraki zaman diliminde yaşayan hiçbir ehli kitap için İsrail oğulları kavramını kullanmamaktadır. Onlar için kullandığı kavram hep “Hedu” şeklinde olmuştur. Kavramların yerli yerinde kullanılmaması; Musa’dan bile önceki bir zaman dilimini anlatan ayetlerin muhataplarının, 2000 yıllık bir zaman kaymasıyla Medineli Yahudiler olduğu yanılgısına sebep olmuştur. En önemlisi de, bu yanlış tanımlama ile Kur’an boyunca anlatılan kıssaların birbirinden kopuk parçalar halinde anlaşılmasına neden olunmasıdır.

Kur’an, ne kıssaları ne de kelimeleri itibari ile asla birbirinden kopuk parçalardan oluşmuş bir kitap değildir. Tam tersi her bir kelimesi, her bir kıssası çok boyutlu bağlarla birbirine bağlıdır. Zaten Kur’an’a parçacı yaklaşmak bizzat Kur’an tarafından kınanmış bir yaklaşım biçimidir.

Hicr 15/91-93

الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ

(91) Bu Kur’ân’ı parça parça edenlere. 

فَوَرَبِّكَ لَنَسْأَلَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ

(92) Rabbine yemin olsun ki hepsini sorguya çekeceğiz, 

عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ

(93) Yaptıkları bu işlerden dolayı. 

Kur’an’ın ve Kur’an’ın anlattığı kıssaların birbirinden kopuk parçalar haline gelmeden anlaşılması ancak, kıssaları anlatırken kullanılan kavramların anlamlarının yine Kur’an’dan tespiti ve tespit edilen kavramların da Kur’an’ın kullandığı diğer kavramlarla olan bağlarının keşfedilmesi ile mümkün olabilir.

Kur’an’ın, kıssaları anlatırken konu edindiği kişileri tanımlamak için kullandığı kavramların ayrıştırıcı anlamlarının, Kur’an yerine İsrailiyat ve rivayet üzerinden tespit edilmesi, farklı anlam ve zamanları tanımlamak için kullanılan kavramların birbirine karışmasına neden olmuştur. Yakup’tan sonra gelen tüm elçilerin Muhammed (a.s) hariç geri kalanların tamamının Yakup soyu olduğu bir Kur’an gerçeğidir. Haklarında en fazla kıssa anlatılanların Yakup soyu olduğu da bir Kur’an gerçeğidir.

Yakup soyuna tahsis edilmiş ayetlere bakıldığında, bu soyun zaman içinde farklı kavramlarla tanımlandığı görülecektir. Mesela Yakup ve Yusuf kıssalarının anlatıldığı ayetlere bakıldığında, onun soyu için Esbat kelimesinin kullanıldığı rahatlıkla görülecektir.

Yakup’tan asırlar sonra gelen Musa zamanında ise İsrail oğulları kavramı kullanılmış ama hiçbir şekilde bu kavram Yakup ve soyu ile özdeşleştirilmemiştir. Musa kıssaları kronolojik bir dizilimle okunduğunda Musa ile ilgili son ayetlerin “Mukaddes Topraklar” da yaşadıkları ile alakalı olduğu görülecektir. İşte bu kutsal topraklarda İsrail oğullarını tanımlamak için yeni bir kavram ilk defa kullanılmaya başlanmıştır. “Hedu”.

Döndüklerinden dönenler anlamında kullanılan Hedu kavramı, kutsal topraklardan Medineye, oradan da günümüze kadar hala kullanılan bir kavramdır. Bu kavramların hiçbiri diğerinin yerine kullanılan kavramlar değildir.

Yani ne Esbat İsrail oğullarıdır ne de İsrail oğulları Yahudidir.

Bakara 2/140

أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَىٰ ۗ قُلْ أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللَّهُ ۗ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللَّهِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbat’ın Huden (Hedu) veya Nasara olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi iyi bilirsiniz, Allah mı?” Allah’ın, kendisine gösterdiği bir gerçeği gizleyenden daha kötü kim olabilir? Yaptığınız hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz. 

Bu ayet, gayet açık bir şekilde Yakup’un İsrail, çocuklarının İsrailoğulları ve hedu (Yahudi) olmadığını söylemektedir. Yakup’un çocukları Esbat olarak anılmış ve onların Musa zamanında ortaya çıkan Hedu kavramıyla anılamayacağını bildirmiştir.

Esbat kelimesinin kökü SBT (Sin Be Tı) harflerinden oluşmaktadır ve asıl anlamı, rahat bir şekilde yayılmaktır. Kıvırcık olmayan düz saç, sarkmak, güzel huy, cömertlik anlamlarına geldiği gibi oğlun oğluna da “Esbat” denir. Bunun yanında aynı babanın soyundan gelen her bir kabile içinde bu kelime kullanılır.[13]

Kur’an’da 5 kez geçen bu kelime; 4 kez El Esbat şeklinde geçmişken, 1 kez Esbat şeklinde Arapçadaki belirlilik takısı “El” almadan geçmiştir.

Kavram, El Esbat şeklinde geldiği 4 yerde hep şu şekildedir.

Bakara 2/136

قُولُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ إِلَىٰ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَىٰ وَعِيسَىٰ وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Siz şöyle söyleyin: “Biz Allah’a inanıp güvendik; bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbat’a indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilene, Rableri tarafından Nebîlere ne verilmişse hepsine inandık. Hiçbirini diğerinden ayırmayız. Biz Allah’a teslim olmuş kimseleriz.” 

Bakara 2/140

أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَىٰ ۗ قُلْ أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللَّهُ ۗ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللَّهِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbat’ın Huden veya Nasara olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi iyi bilirsiniz, Allah mı?” Allah’ın, kendisine gösterdiği bir gerçeği gizleyenden daha kötü kim olabilir? Yaptığınız hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz. 

Al-i İmran 3/84

قُلْ آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ عَلَىٰ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَىٰ وَعِيسَىٰ وَالنَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

De ki “Biz Allah’a inandık ve güvendik. Bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve Esbat’a indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilene; Nebilere Rableri tarafından ne verilmişse hepsine inandık. Hiçbirini diğerinden ayırmayız. Biz Allah’a teslim olmuş kimseleriz.” 

Nisa 4/163

إِنَّا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ كَمَا أَوْحَيْنَا إِلَىٰ نُوحٍ وَالنَّبِيِّينَ مِنْ بَعْدِهِ ۚ وَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَعِيسَىٰ وَأَيُّوبَ وَيُونُسَ وَهَارُونَ وَسُلَيْمَانَ ۚ وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا

Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen nebilere nasıl vahyettiysek sana da öyle vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a, Esbat’a, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyetmiş, Davud’a ise Zebur vermiştik. 

Bu dört ayete dikkat edildiğinde Esbat kelimesi bir sıralamanın içinde gelmektedir. İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Esbat, Musa, İsa. Bu silsile içerisinde Esbat kelimesi hep Yakup’tan sonraya yerleştirilmiştir. Bu silsilenin geçtiği her yerde Yakup’tan sonra Allah resulü olduğu Kur’an’ da sabit olan Yusuf’un ismi geçmez. Bu durum; Esbat kelimesinin içinde Yusuf’un da olduğu Yakup oğullarını ve oğulların soyundan gelenlerin kast edildiğini göstermektedir. Dikkat edilirse bu ayetlerde ne Yakup İsrail ne de onun soyu İsrail oğulları olarak adlandırılmamıştır.

Bu ayetlerde en çok dikkat çeken şey ise Yakup’tan sonra gelen tüm Allah elçilerinin onun soyundan olmasına yani hepsi de onun Esbat’ı (oğullarının oğulları) olmasına rağmen, tüm soyu sayılmakla beraber esbat kelimesinin ayrıca kullanılmış olmasıdır. Bu durum, Esbat kelimesinin kapsamının daha dar bir çerçevede ele alınmasını zorunlu kılar. İçinde Esbat kelimesinin geçtiği ayetlerde İbrahim, İsmail, İshak’ın adı geçmektedir. bu üç isim Yakup’un ataları olan ondan önceki elçilerdir. Yakup isminden sonra gelen Esbat kelimesinin ardından adı geçen elçiler ise şunlardır. Musa, Harun, Davut, Süleyman, Eyüp, Yunus, İsa.

Eğer Yakup kelimesinden sonra Esbat kelimesi geçmiş ve diğer elçilerin adı verilmemiş olsaydı Esbat kelimesinin kapsamını çok daha genişletebilirdi. Zira Muhammed (a.s) hariç Yakup’tan sonra gelen tüm elçiler Yakup’un soyundan seçilmiştir.

Ankebut 29/27

وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَجَعَلْنَا فِي ذُرِّيَّتِهِ النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ وَآتَيْنَاهُ أَجْرَهُ فِي الدُّنْيَا ۖ وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ

İbrahim’e İshak’ı ve Yakub’u bağışladık. Nübüvvet ve kitabı onun zürriyyeti içinden belirledik. Böylece onu Dünya’da ödüllendirmiş olduk. O Ahirette de iyilerden olacaktır. 

Tüm Allah elçileri Yakup soyu olmasına rağmen ayetlerde; “oğullar, torunlar” anlamına gelen kelimeden sonra diğer elçilerin adlarının da sayılması Esbat şeklinde nitelendirilenlerin başka birilerinin de kast edilmiş olduğunu göstermektedir.

Yukarıdaki ayetlere bakıldığında isimlerin bir kronoloji gözetilerek sayıldığı görülecektir. İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Esbat, Musa, İsa. Bu kronoloji; Esbat diye nitelendirilenlerin, Yakup ile Musa arasında kalan zaman diliminde olduklarını göstermektedir.

Enam 6/84

وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ ۚ كُلًّا هَدَيْنَا ۚ وَنُوحًا هَدَيْنَا مِنْ قَبْلُ ۖ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِ دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ وَأَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسَىٰ وَهَارُونَ ۚ وَكَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik; bunlara ve onun soyundan gelen Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a doğru yolu gösterdik. Daha önce Nuh’a da doğru yolu göstermiştik. Biz, güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz. 

Bu ayette ise Yakup soyu sayılırken Esbat kelimesi kullanılmamış bunun yerine Yusuf adı kullanılmıştır. Bu durum bize Esbat şeklinde anılanların içinde Yusuf’un ve Yakup’un 12 oğlunun da olduğunu göstermektedir.

Araf 7/160

وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ أَسْبَاطًا أُمَمًا ۚ وَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ إِذِ اسْتَسْقَاهُ قَوْمُهُ أَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ ۖ فَانْبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا ۖ قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْ ۚ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَأَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَىٰ ۖ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ ۚ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَٰكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

Esbat imamlar olarak onları on ikiye ayırmıştık. Topluluğu (kavmi) ondan su isteyince: “Değneğini taşa vur” diye vahyettik; taştan on iki pınar fışkırdı. Tüm insanlar onların su içeceği yeri bildi. Üzerlerine bulutları gölgelik yaptık. Onlara kudret helvası ile bıldırcını adeta yağdırdık. “Size verdiğimiz temiz ve lezzetli rızıklardan yiyin” dedik. Onlar yanlışı bize yapmadılar, aksine yanlışı kendilerine yapıyorlardı. 

Bu ayet bize Esbat şeklinde anılanların Yüce Allah tarafından her biri imam olacak şekilde 12 parçaya ayrıldığını söylemektedir. 12 boya ayrılmış olan bu Esbat Yakup oğulları olmasına rağmen Kur’an onları İsrail oğulları olarak adlandırmamaktadır. Bu da bize Esbat’ın yani Yakup oğullarının kendilerini İsrail oğulları olarak adlandırmalarının çok sonraları olmuş olacağını göstermektedir. Sonuçta Esbat kelimesinin; Yakup’un soyundan gelenlerin, İsrail oğulları adıyla adlandırılmasından daha önceki durumu gösteren bir kavram olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bunun yanında İsrail oğulları Kur’an’da hep olumsuz bir örnek olarak anılırken, Esbat diye nitelendirilenler hep olumlu yönden anılmaktadır. Esbat kelimesinin “torunlar” manasını göz önüne aldığımızda Yakup oğullarının kendilerini İsrail oğulları olarak adlandırmaları, en azından dört beş nesil sonrasında gerçekleşmiş olmalıdır.

Her ne olursa olsun Kur’an, İsrail ismini Yakup’a yakıştırmaktan bilinçli bir biçimde kaçınmaktadır. Bir tanımlama olarak bunu kabul etse de İsrail isminin olumsuz manasını Yakup’a yakıştırmamaktadır.

Bakara 2/136

قُولُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ إِلَىٰ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَىٰ وَعِيسَىٰ وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Siz şöyle söyleyin: “Biz Allah’a inanıp güvendik; bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilene, Rableri tarafından Nebîlere ne verilmişse hepsine inandık. Hiçbirini diğerinden ayırmayız. Biz Allah’a teslim olmuş kimseleriz.” 

Bu ayet Yakup’tan yaklaşık 2400 yıl sonra inmiş bir ayettir. Eğer sonradan Yakup’a takılan İsrail lakabı Kur’an tarafından kabul görmüş olsaydı, ayette geçen Yakup yerine İsrail, Esbat yerine ise İsrail oğulları kelimelerinin gelmesi gerekirdi. Kur’an her yerde inananlara izlemeleri gereken yolun Yakup’un yolu olduğunu söylemektedir.

Bakara 2/140

أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَىٰ ۗ قُلْ أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللَّهُ ۗ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللَّهِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbat’ın Hedu veya Nasara olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi iyi bilirsiniz, Allah mı?” Allah’ın, kendisine gösterdiği bir gerçeği gizleyenden daha kötü kim olabilir? Yaptığınız hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz. 

Daha önce değindiğimiz gibi bu ayet ise Esbat’ın yani Yakup soyunun Hedu ve Nasara olmadıklarını bildirmektedir. Bu durum; Kur’an’da kullanılan ve genelde meal ve tefsirlerde Yakup soyu olarak tanımlanan “Beni İsrail, Hedu, Yahudi, Yahudiyyen, Nasara, En Nasara” kavramlarına farklı yaklaşım biçimleri geliştirmemizi zorunlu kılmaktadır. Zira Kur’an’a göre ne Yakup oğulları İsrail oğullarıdır ne İsrail oğulları Hedu’dur, ne de Hedu Yahudidir. Hepsi Yakup, Yakup’un soyu ve onlara tabi olanların tarih sahnesindeki başka bir gerçeğine işaret eden ve kıssaların başka bir yönünü ortaya çıkaran kavramlar olmalıdır.

“HEDU” KAVRAMINA YAHUDİ MANASI VERİLEBİLİR Mİ?

Kur’an’da 21 defa هَادُوا şeklinde geçen kavramın kök harfleri ه و د şeklindedir. Bu kelimenin anlamları ile ilgili şunlar söylenmektedir.

Hevdun; hakka dönmek, tevbe etmek, yumuşak bir biçimde dönüş yapmak. Tehvid; Yumuşak, gecikmeli, ağır biçimde yürümek. Örfte “Hevdun” kelimesi tevbe anlamında kullanılır.

Bazıları derki: Asıl itibariyle Yehud (Yahudiler) ifadesi “Hudne ileyke” (7/156) “biz sana döndük”, sözünden alınmıştır. Bu daha önce, medih için kullanılan bir isimdi. Sonra şeriatleri nesh edilince, artık medih anlamı kalmasa da, onlar için kullanılmaya devam etti.

Din konusunda Yahudilerin yoluna giren kişiye “Hede fulanun” denmektedir. “Hud” kelimesi aslında tevbe eden anlamına gelen “Heide” sözcüğünün çoğuludur. Bu aynı zamanda bir resulün ismidir.[14]

Bu kelimenin Kur’an’daki 21 kullanımının;

  • Yedi tanesi هود şeklinde Allah resulü Hud (a.s)’un ismi olarak geçmektedir.
  • Üç tanesi هودا şeklinde isim olarak Araf 156. ayette ise Musa’nın dilinden “döndük” şeklinde geçmiştir.
  • Geri kalan 10 kullanımın tamamı هَادُوا (dönmüşler) şeklinde ve fiil olarak geçmiştir.

Yukarıda El Müfredat’tan yaptığımız alıntıda anlamı “dönenler, tevbe edenler” olan bu kelimenin Yahudiler şeklinde anlaşılması şu şekilde açıklanmıştı: “Asıl itibariyle Yehud (Yahudiler) ifadesi Hudne ileyke (7/156) biz sana döndük, sözünden alınmıştır. Bu daha önce, medih için kullanılan bir isimdi. Sonra şeriatleri nesh edilince, artık medih anlamı kalmasa da onlar için kullanılmaya devam etti.”

Rağıp El İsfahani bu kelimenin Yahudilere isim olmasını böyle açıklasa da, Kur’an bu kelimeyi hiçbir şekilde medih olarak kullanmamıştır. Bunun yanında kelime 10 kez fiil olarak geçmesine rağmen tüm tefsir ve meallerimiz bu kelimeyi hep isim olarak karşılamışlardır. Kelime isim olarak çevrilse bile bildiğimiz anlamda Yahudi olarak çevrilmesi doğru değildir. Kelimenin Yahudi şeklinde çevrilmesi, Kur’an’ın bir gerçeği (fiili) ifade etmek için verdiği “dönücüler, dönenler, dönekler” manasının üstünü örtmektedir.

Kur’an’ın bu kelimeleri kullanması, uzun bir tarihi döneme yayılmış Yakup oğulları kıssalarının geçirdiği evreleri anlatmak içindir. Yakup’un kıssalarının anlatıldığı hiçbir yerde ne ona İsrail ne de oğullarına İsrail oğulları denmez, Musa ile beraber Kur’an gündemine alınan İsrail oğulları kıssalarında ise muhataplara Hedu ya da Yahudi denmez…

He ve de (ه و د) Kök harflerinden türetilen isim ve fiillere kök mana üzerinden anlam yüklenmesi bir zorunluluktur. Ana manası “bir durumdan başka bir duruma evrilmek, dönmek” olan   fiilinden türetilen هَادُوا (Hedu) kelimesi geçmiş zaman kipinde gelen bir fiildir ve çoğuldur (Fiili mazi-cemi-müzekker-ğaib). Bu fiilin manası “dönmüş(ler)” şeklindedir. Bu yüzden kelimeyi, bir ismi belirtir şekilde Yahudiler olarak çevirmek asla doğru değildir.

Kur’an’da fiil olarak kullanılan هَادُوا kelimesi ile Arapça olmadığı gibi kökeni ile ilgili bambaşka bir dayanağı bulunan Yahudi kelimesi birbirine karıştırılmıştır. Oysa Yahudi kelimesi Kur’an inmeden hatta İncil inmeden önce de kullanılan bir kelimeydi. Yahudi kelimesi bir dine mensup olanlardan daha çok bir soya bir ırka mensup olanlar için kullanılmıştır. Dini bir tanımlama ile alakası yoktur. Hatta bugün bile Yahudilerin dinine giren herkese Yahudi denmemektedir. Yahudi olmak ancak Yahudi bir anneden doğmakla mümkündür.

Yahudi kelimesi köken olarak Yakup’un Lea isimli karısından olma dördüncü oğul Yahuda (kelimenin İbranice anlamı “Övgü”dür)’ya dayanmaktadır.

 Dördüncü kez hamile kaldı ve bir erkek çocuk daha doğurdu. “Bu kez RAB’be övgüler sunacağım” dedi. Onun için çocuğa Yahuda adını verdi…(Yaratılış 29/35)

Bu Tevrat pasajını tefsir eden Yahudi din bilginleri şöyle demektedirler.

“Yeuda”- Bu isim, Tanrının ağza alınamayacak kadar Yüce isminin (Y-E-V-E) tüm harflerini içerir. Aynı zamanda bu ismin kökü “şükran” ve “övgü” anlamındadır (Sforno). Bu nedenle bu isimde “Tanrı’ya teşekkür” anlamı vardır. Lea özellikle bu noktada Tanrı’ya çok minnettardır. Çünkü Yaakov (Yakup)’un oniki oğlundan üçte birinin annesi olmuş, kendisine, payına düşen üç çocuktan fazlası bağışlanmıştır (Raşi)[15]”.

“Hiduşe Arim “Yahudiler” tanımının, Yeuda isminden geldiğine dikkat çeker. Günümüzde yaşayan tüm Yahudiler’in Yeuda’nın soyundan gelmediği göz önünde bulundurulduğu zaman bu özellikle ilgi çekicidir (Zira en azından Koen ve Levi soyadlı olanlar Levi kabilesine mensupturlar)[16]”.

Bizzat Yahudi din alimleri bile Yahudi kelimesinin nereden geldiğini bu şekilde açıklarlar. Kitab-ı Mukaddes üzerine ciddi bir çalışma yapan Hıristiyan din alimleri ise şöyle söylerler.

YAHUDİ; İlk atalardan biri olan Yehuda’nın isminden gelir. İlk olarak Yehuda’da yaşayanları betimlemek için kullanılmıştır. Bunlar diğer on oymağın oluşturduğu İsrail’den farklı bir isim taşımışlardır[17]. Babil sürgününden sonra (İÖ 587) yaygın bir şekilde bütün İbrani halkı için kullanılmaya başlanmıştır. Yahudilik ulusal bir kimliktir ve Yahudi halkını öteki uluslardan ayırır. Yahudi dili, Yahuda’da (Yahuda krallığı) konuşulan dili betimlemek için kullanılmıştır. Yeni ahit’te de bu halkı, Samiriyeliler, Tanrı’dan korkanlar ve öteki uluslardan ayırmak için kullanılmıştır[18].

Görüldüğü gibi Yahudi ve Hıristiyan din adamlarına göre bile Yahudi kavramı tüm ehli kitabı kapsamamaktadır. Kur’an’da fiil olarak geçen هَادُوا Hedu kelimesini ve isim olarak geçen  هُودًا “Huden” kelimesini “Yahudiler” şeklinde çevirmek doğru bir tanımlama olmamaktadır. Zira yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı gibi Yahudi kavramının hem kökeninin söylendiğinden çok farklı olması hem de çerçevesi, Tevrat’a uyanların tamamını kapsamamaktadır. Yahudi kavramının ilk defa kullanılmaya başlaması Kur’an’ın inişinden çok öncelere uzanmaktadır.

Tefsir ve meallerimiz; fiil formunda gelen Hedu kelimesine ve isim formunda gelen Huden kelimesine Yahudiler manası verdiği gibi Kur’an’da 9 defa kullanılan الْيَهُودُ “El Yehudu” kelimesine de Yahudiler manası vermişlerdir. Kur’an’ın bilinçli olarak farklı kavramlar kullanmasını göz ardı ederek birbirinden çok farklı içeriğe sahip olan kelimelerin hepsi aynı anlamda çevrilmiştir. Eğer bu kelimelerin tümü aynı anlama gelecekse Rabbimizin farklı kavramlar kullanmasının anlamı nedir? Eğer her bir kavram diğeriyle aynı olsaydı Yüce Allah’ın farklı kelimeler kullanmasının hiçbir anlamı kalmazdı. Kaldı ki Arapçanın en temel kurallarından biri “kelimelerin farklılığı anlamın farklılığına delalet eder” dir. Bu temel kural bilinmesine rağmen 10 kez fiil olarak geçen هَادُوا “dönmüş(ler)” kelimesine Yahudiler şeklinde isim anlamı vermenin hiçbir izahı yoktur.

Kur’an’da geçen kavramlara sonradan veya daha önceden terimleşmiş anlamlar yüklemek bizi Kur’an’ın anlattığı gerçeklerden başka yerlere götürecektir. Bu yüzden هَادُوا kelimesi “dönmüş(ler)” هُودًا kelimesi ise “dönücüler, dönenler, dönücüler” şeklinde çevrilmek zorundadır. Kelimelere bu anlam verildiği zaman bir soru kendiliğinden gündeme gelecektir.

( هَادُوا) Hadû fiili nasıl bir dönmeyi ve nereden dönmeyi anlatıyor?

( هُودًا) Huden İsmi kimlere ve neden konuyor?

Diğerlerinden farklı olarak belirlilik takısıyla (el) gelen ( الْيَهُودُ) El Yehud isim kelimesi kimleri kast etmektedir?

Bu sorular çalışmanın ilerleyen bölümlerinde geniş açıklalarla cevaplandırılmaya çalışılacaktır. Şimdilik; Esbat, Beni İsrail, Hedu, Huden, El Yehudu ve Yahudiyyen kelimelerinin hiçbirinin diğeri yerine kullanılamayacak Kur’an kavramları olduğunu söylemiş olalım… Bu kavramların her biri, Yakup’tan sonra birçok Allah elçisiyle muhatap kılınanların geçirdiği evreleri anlatmaktadır. Bu evreler Kur’an’da anlatılan tüm İsrail oğulları kıssalarının yine Kur’an’a göre bir kronolojiye tabi tutularak okunması halinde rahatlıkla görülecektir.

[1] Yusuf 12/3

[2] Ali İmran 3/93 – Meryem 19/58

[3] Kutsal Kitap Sözlüğü; Yakup md.s.797

[4] Meryem 19/7

[5] Al-i İmran 3/45

[6] Saff 61/6

[7] Hucurat 49/11

[8] El Bidaye ve’n Nihaye. İbn Kesir. C.1. s.199

[9] Kitab-ı Mukaddes Şirketi; Kutsal Kitap Sözlüğü S.295 İbraniler md.

[10] Çıkış 12/40

[11] Bakara 2/133

[12] Muhammed (a.s) buna dahil değildir. O ismail’in soyundan gelmiştir. Kur’an’da adı geçen Yusuf, Harun, Musa, Davut, Süleyman, Üzeyr, El Yesa, İlyas, Eyüp, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa (as) hepsi Yakup’un 12 oğlunun soyu arasından çıkmışlardır. Bunun yanında 2/246-251 arasında anlatılan kıssada olduğu gibi İsrail oğullarından olduğu bildirilen ama adı verilmeyen resuller de Yakup soyundan çıkmıştır.

[13] Rağıp El İsfahani; El Müfredat SBT md.

[14] El Müfredat. HVD maddesi

[15] Yahudi alimleri burada Yakup’un dört karısı olduğuna ve 12 sayısı dörde bölündüğünde her kadının payına 3 erkek evlat düştüğüne fakat Lea’nın dört evlat doğurarak bu paydan daha çok hisse aldığına dikkat çekmektedirler. İlgili pasaj için Kitab-ı Mukaddes; Yaratılış 29 a bakılabilir.

[16] Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla TORA ve Aftara. Birinci kitap. Bereşit. S.222

[17] Müellif burada Süleyman’dan sonra M.Ö 930 ikiye ayrılmış Yahuda ve İsrail krallıklarını kast etmektedir.

[18] Kutsal Kitap Sözlüğü. Prof. Behnan Konutgan. Pastör Levent Kınran. Pastör İhsan Özbek. Dr. Mine Yıldırım. S.795.

 

16) Mümin’in Yahudi Kıblesi ile İmtihanı?..

Yayınlanma Tarihi: 5 Şubat 2018

Yusuf’un, kardeşleri tarafından başına bir iş getirilip horlanmış ve aşağılanmış şekilde köle kervanıyla Mısır’a yollanması, aynı zamanda İsrail oğullarının uzun[1] ve sancılı Mısır dönemlerinin başlangıcıdır. Yahudiler açısından bu yolculuğun başlattığı olaylar o günden sonra tüm tarihleri boyunca yaşadıkları şeylere yön vermiştir. Hatta Süleyman krallığından sonra Yahudilerin bir daha birleşmemek üzere iki parçaya bölünmelerine sebep olan olaylar da Yusuf ve Yakup zamanında yaşanılanların devamıdır.

Süleyman’ın ölümünden sonra onun kurduğu büyük krallık iki parçaya bölünmüştü (m.ö. 931). Bir tarafta Yakup’un Yahuda ve Benyamin adlı oğullarının soylarından gelenlerin oluşturduğu “Yahuda” krallığı, diğer tarafta ise diğer 10 erkek oğulların soyundan gelenlerin oluşturduğu “İsrail krallığı”…[2] Aslında bu parçalanma tarih boyunca devam etmiştir.

Yahuda devletinin yönetimini elinde bulunduran kral Yeroboam, krallığın başkenti olarak Yakup ve Yusuf’un Mısır’a gitmeden önce yaşadıkları yer olduğunu kabul ettikleri “Şekem”i[3] ilan etmişti. Bununla da kalmamış yine Tevrat’a göre Yakup’un Mezbah[4] edindiği “Gerizm dağı”nı kutsal mekân ve kıble olarak belirlemiştir.[5]

İlk bölünme Yahudiler ve Samiriler olarak iki farklı dinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Günümüzde dahi devam eden bu ayrışıma göre iki taraf da birbirini kafir ilan etmektedir. Yahudiler, Jarusalem’i kutsal belde olarak Davut’un belirlediğini, oğlu Süleyman’ın ise Bet Ha Mikdaş (Kutsal ev)’i inşa ettikten sonra başka ilahlara tapınarak kâfir olduklarını söylemişlerdir.

Kral Süleyman firavunun kızının yanısıra Moavlı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve Hititli birçok yabancı kadın sevdi. Bu kadınlar RAB’bin İsrail halkına, “Ne siz onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar kesinlikle sizi kendi ilahlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır” dediği uluslardandı. Buna karşın, Süleyman onlara sevgiyle bağlandı.  Süleyman’ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı. Karıları onu yolundan saptırdılar. Süleyman yaşlandıkça, karıları onu başka ilahların ardınca yürümek üzere saptırdılar. Böylece Süleyman bütün yüreğini Tanrısı RAB’be adayan babası Davut gibi yaşamadı. Saydalılar’ın tanrıçası Aştoret’e ve Ammonlular’ın iğrenç ilahı Molek’e taptı. Böylece RAB’bin gözünde kötü olanı yaptı, RAB’bin yolunda yürüyen babası Davut gibi tam anlamıyla RAB’bi izlemedi. Yeruşalim’in doğusundaki tepede Moavlılar’ın iğrenç ilahı Kemoş’a ve Ammonlular’ın iğrenç ilahı Molek’e tapmak için bir yer yaptırdı. İlahlarına buhur yakıp kurban kesen bütün yabancı karıları için de aynı şeyleri yaptı.

İsrail’in Tanrısı RAB, kendisine iki kez görünüp, “Başka ilahlara tapma!” demesine karşın, Süleyman RAB’bin yolundan saptı ve O’nun buyruğuna uymadı. Bu yüzden RAB Süleyman’a öfkelenerek, “Seninle yaptığım antlaşmaya ve kurallarıma bilerek uymadığın için krallığı elinden alacağım ve görevlilerinden birine vereceğim” dedi, “Ancak baban Davut’un hatırı için, bunu senin yaşadığın sürede değil, oğlun kral olduktan sonra yapacağım.  Ama oğlunun elinden bütün krallığı almayacağım. Kulum Davut’un ve kendi seçtiğim Yeruşalim’in hatırı için oğluna bir oymak bırakacağım.”[6]

Samiriler ise; Yakup ilk mabedi yaptığı, Yusuf’un kuyuya atıldığı ve Mısır’a gitmeden önce yaşadıkları yer olan Şekem’i değil de, Yaruşalim denilen ve Samiri[7] Tevrat’ına göre hiçbir aslı olmayan yeri başkent yaptığı için önce Davut’u sonra da babası tarafından başkent ilan edilen yere bir mabet inşa edip, hac ve kıble ilan etmesinden dolayı Süleyman’ı kâfir ilan etmişlerdir. Çünkü onlara göre Âdem’in yaratıldığı toprak Şekem toprağıdır, Yakup’un yaşayıp mezbah yaptığı yer ve Mısır’dan çıkarken Musa’nın mezbah yapın[8] dediği yer, Samirilerin “Arure Şalem” (Lanetli Şehir)[9] dedikleri Yaruşalim (Kudüs) değil, İbrahim’in İshak’ı kurban ettiğine inandıkları Şekem’deki Gerizm dağıdır. Ayrıca Mısır’dan çıkışta mezarından çıkarılan Yusuf’un kemikleri vasiyeti üzerine Şekem’e, Har Ha Kodeş’e (Kutsal Dağ) gömülmüştür.[10]

Müslüman, Yahudi veya Hıristiyan hatta seküler tarih yazıcıları, Tevrat’ta anlatılan kıssaların insanlık tarihi üzerindeki etkilerini görmek ve tarihi anlamak için, Tevrat’ı vazgeçilmez bir kaynak olarak görmekteler. Oldukça karışık ve eski yer isimleri olmasına rağmen Tevrat’a göre olayların geçtiği yerlerin binlerce haritası yapılmıştır. Arkeolojik kazılar, tarihi kalıntılar üzerindeki çalışmalar Tevrat’ta belirtilen yer isimlerine göre yapılmaktadır. Tarih çalışmalarından elde edilen tüm bulgular Tevrat’ta anlatılan kıssaların belirleyiciliği ve yönlendiriciliği istikametinde veri haline dönüşürler. Sonuçta seküler veya dinler tarihi tamamen Tevrat ışığında elde edilen verilere göre şekillenmiştir. Müslüman müellifler tarafından kaleme alınan ve önceki resullerin kıssalarını anlatan Kısas-ı Enbiya kitaplarına, İslam tarihi adı altında yazılan tarih kitaplarına bakıldığında Tevrat bilgilerinin ne kadar belirleyici olduğu rahatlıkla görülecektir.

Mesela; Müslüman tarihçilerin tamamı Yaruşalim (Kudüs) şehri ve Süleyman tarafından yapılan Bet Ha Mikdaş (Beyti Makdis)’ın, Allah tarafından Yahudilere kıble ve hac yeri yapıldığı hususunda hem fikirdirler. Hatta Muhammed (a.s)’in Allah tarafından resul seçilmesinden hemen sonra, Mekke’de namaz kılarken kıblesinin, hep Kâbe ve Beyti Makdis aynı istikamete gelecek şekilde olduğunu, Medine’de ise namaz kılarken (yaklaşık 16 ay) yönünün Kâbe arkasında kalacak şekilde Beyti Makdis olduğunu söylemektedirler.

Bu söylemi sorguladığımızda ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır. Kur’an Kâbe’nin kutsallık ve eminliğinin insanlık kadar eski olduğunu söylemektedir[11] ve Beyti Atik olarak isimlendirdiği Kâbe’nin herhangi bir grup, millet ve din gözetmeden tüm insanlığın toplanma merkezi kılındığını, İbrahim’e orada bir makam verildiğini bildirmektedir.[12] Bunun yanında onlarca ayette Kâbe’nin kutsallığına vurgu yapılmaktadır.[13] Üstelik, Kur’an’ın iniş süreci göz önüne alındığında Kâbe’nin kutsallığına ve dokunulmazlığına yapılan vurgunun daha ilk inen surelerde başlanmış olduğu görülecektir. Mesela, Mekke’nin emin belde oluşundan bahseden Tin suresi 4. yılda, Beled suresi 5. yılda, “Yalnız şu beytin rabbine kulluk etsinler” diyen Kureyş suresi 2. yılda, İbrahim suresi 11. yılda, Kâbe’nin yerinin İbrahim’e gösterilişini, İbrahim’e insanlığı hacca çağırma görevinin verilişini, hac menasiklerini anlatan Hac suresi ise Mekke döneminin sonlarına doğru inmiştir.

Kur’an’da Kâbe’nin değerini, konumunu, dindeki yerini, insanlık açısından anlamını uzun uzadıya anlatan ayetlerden, Kâbe’nin namaz kılarken dönülecek istikametten çok daha fazla değeri olduğu anlaşılmaktadır.

Bunlara rağmen Müslüman tarihçiler ve hatta tefsirciler, Davut zamanında Kâbe’nin hükmünün kalktığını, Davut aracılığı ile Yaruşalim (Kudüs)’in kıble ve hac merkezi kılındığını söylemektedirler.[14]

Şimdi Kâbe hakkında bu kadar açık ayetler dururken onun hükmünün kaldırılıp yerine Yaruşalim (Kudüs)’in insanlığın merkezi, emin belde, kutsal belde, hac merkezi, namazda dönülmesi gereken kıble olduğunu ve hatta Davut’tan sonra gelen elçilerin Kâbe’yi değil de Yaruşalim’i kutsal belde kabul ettiklerini söyleyebilmek için çok kuvvetli delillerin olması gerekmektedir. Çünkü Yaruşalim’in Kıble ve Hac merkezi olması demek, en azından Kâbe’nin yeniden kıble yapıldığı şeklinde anlaşılan Bakara 144. ayetten önce inen ayetleri anlamsız kılmaktadır. Tin suresi Bakara suresinden çok önceleri inmiş ve “Heze-l beledi-l emin” diyerek Mekke’nin emin belde olduğunu söylemiştir. Daha Muhammed (a.s)’in risâletinin ikinci yılında inen Kureyş suresi “Felya’budu Rabbe heze-l beyt” “Yalnızca şu evin Rabbine kul olsunlar” buyurmuştur.

Eğer Hac merkezi ve kıble Davut zamanında Yaruşalim yapılmışsa ve Beyti Makdis’in kıble ve hac merkezi olduğu hükmü Medine döneminin ortalarından sonra indiği kesin olan Bakara suresindeki 144. ayeti ile Nesh edilmişse, şu durumda bu ayetten önce gelen ve Kâbe’yi işaret eden tüm ayetlerin hiçbir anlamı kalmamaktadır.

Bundan daha da önemlisi, bu durumu açıklayan çok kuvvetli delillerin Kur’an’dan bulunamaması, Muhammed’i (a.s) müşriklerin gözünde iki yüzlü konuma düşecektir. Allah Resulü’nün bir yandan müşriklere “Yalnızca şu beytin rabbine kulluk edin” diyen Kureyş suresini tebliğ etmesi ama kendisinin ise Davut zamanında kıble ve hac merkezi yapılmış Beyti Makdis’e dönüyor olması nasıl izah edilebilir?..

Bu durumda Davut zamanında Kâbe’nin hükmü askıya alındı, onun yerine Yaruşalim’deki Beyti Makdis konuldu ve bu durum Kâbe’ye kıble ve hac merkezi olma statüsünü geri veren Bakara 144. ayet inene kadar devam etti söyleminin Kur’an’da çok kuvvetli delillerinin olması gerekir!..

Davut zamanında Kâbe’nin statüsünün Mekke’den, Yaruşalim’deki Bet Ha Mikdaş (Beyti Makdis)’e kaydırıldığına dair Yaruşalim’in kıble ve hac merkezi kılındığını söyleyenler de bu dönüşle ilgili olarak Kur’an’dan herhangi bir delil ortaya koyamamaktadırlar. Davut zamanında Kâbe’nin hükmünün Yaruşalim’e kaydırıldığını söyleyenlerin getirdiği büyük delil ise şudur.

Bunun üzerine RAB o sabahtan belirlenen zamana dek İsrail ülkesine salgın hastalık gönderdi. Dan’dan Beer-Şeva’ya dek halktan yetmiş bin kişi öldü.  Melek Yeruşalim’i yok etmek için elini uzatınca, RAB göndereceği yıkımdan vazgeçti. Halkı yok eden meleğe, “Yeter artık! Elini çek” dedi. RAB’bin meleği Yevuslu Aravna’nın harman yerinde duruyordu.  Davut, halkı öldüren meleği görünce, RAB’be, “Günah işleyen benim, ben suç işledim” dedi, “Bu koyunlar ne yaptı ki? Ne olur beni ve babamın soyunu cezalandır.”

O gün Gad Davut’a gitti. Ona, “Gidip Yevuslu Aravna’nın harman yerinde RAB’be bir sunak kur” dedi. Davut Gad’ın sözü uyarınca RAB’bin buyurduğu gibi gitti. Aravna bakınca kralla görevlilerinin kendisine doğru yaklaştıklarını gördü. Varıp kralın önünde yüzüstü yere kapandı.  Sonra, “Efendim kral niçin kulunun yanına geldi?” diye sordu.

Davut, “RAB’be bir sunak kurmak üzere harman yerini senden satın almak için” diye yanıtladı, “Öyle ki, salgın hastalık halkın üzerinden kalksın.”

 Aravna, “Efendim kral uygun gördüğünü alıp RAB’be sunsun” dedi, “İşte yakmalık sunu için öküzler ve odun için düvenlerle öküzlerin takımları! Ey kral, Aravna bütün bunları sana veriyor.” Sonra ekledi: “RAB Tanrın senden hoşnut olsun!”

 Ne var ki kral, “Olmaz!” dedi, “Senden malını kesinlikle bir ücret karşılığında satın alacağım. Çünkü Tanrım RAB’be karşılığını ödemeden yakmalık sunular sunmam.”

Böylece Davut harman yerini ve öküzleri elli şekel gümüş karşılığında satın aldı.  Davut orada RAB’be bir sunak kurup yakmalık sunuları ve esenlik sunularını sundu. RAB de ülkeyle ilgili yakarıyı yanıtladı ve salgın hastalık İsrail’den kaldırıldı.[15]

İslam alimlerine göre Davut zamanında Kâbe’nin statüsünün kaldırılıp yerine Bet Ha Mikdaş’ın konulduğunun delili işte bu pasajdır. Bu durumda Davut’un (as) yaklaşık olarak m.ö 1000 yıllarında yaşadığı tahmin edildiğinde Bet Ha Mikdaş’ın hac merkezi ve kıble oluşu yaklaşık 1600 yıl sürmüş demektir. Oysa yine Müslüman alimlere göre, İsa (as) hem de bir resul olmasına rağmen Bet Ha Mikdaş’ı kıble edinmemiş üstüne Yaruşalim için hiçte olumlu konuşmamıştır.

“Ey Yeruşalim! Peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Yeruşalim! Tavuğun civcivlerini kanatları altına topladığı gibi ben de kaç kez senin çocuklarını toplamak istedim, ama siz istemediniz.  Bakın, eviniz ıssız bırakılacak! Size şunu söyleyeyim: ‘Rab’bin adıyla gelene övgüler olsun!’ diyeceğiniz zamana dek beni bir daha görmeyeceksiniz.”[16]

Ortaya konulan bu durumun bünyesinde cevaplandırılması gereken başka çok önemli soruları barındırdığı anlaşılmış olmalıdır. Bu örnek Müslüman, Yahudi, Hıristiyan veya seküler tarihçiler üzerinde Tevrat’ın ne kadar etkin olduğunu göstermeye yetecektir. Ortaya konulan örneğin oluşturduğu sorular ise hiç kimse tarafından nedense hiç sorulamamıştır.

Müslümanlar açısından hayati önem taşıyan kıble konusuna bile Tevrat’ın yön verdiği düşünüldüğünde, tarihçiler ve tefsirciler tarafından verilen tüm bilgilere şüpheci yaklaşmanın nekadar elzem olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.

Tarihçilerimize ve hatta tefsircilerimize göre Tevrat ile tarihi anlamak mümkündür ama Kur’an’ın böyle bir kabiliyeti yoktur. Kur’an’da anlatılan kıssaların insanlık tarihine ışık tutması mümkün değildir. Halbu ki Yusuf Suresi, İsrail oğulları ve onlara bağlı olarak anlatılan Mısır tarihini açığa çıkarmada en güvenilir delil olması gerekirken, kıssayı sadece öğüt ve nasihat çerçevesine hapsetmek İslam ulemasının boynuna yüktür.

Bu kıssanın ihtiva ettiği ibret ve hükümler diğer kıssalarda yoktur. Bundan dolayı bu kıssaya kıssaların en güzeli denmiştir.

Yusuf’un kardeşlerinin eziyetlerine güzel bir şekilde sabretmesi ve onları güzel bir şekilde affetmesinden dolayı bu kıssaya kıssaların en güzeli denmiştir.

Peygamberlerin, salihlerin, meleklerin, şeytanların, cinlerin, insanların, hayvanların, kuşların, hükümdarların ve yönettiklerinin, tüccar, ilim adamları ve cahillerin, kadınların ve kadınların hilelerinin söz konusu edilmesi ve tevhid, fıkıh, siyer, rüya tabiri, siyaset, muaşeret, iktisat gibi hem dine hem dünyaya yarayacak pek çok faydalı huşular bulunmasından dolayı bu kıssaya kıssaların en güzeli denmiştir.

Kıssada sözü edilen herkesin mutlu sona ulaşmasından dolayı kıssaya kıssaların en güzeli denmiştir.[17]

Kur’an’ın kıssa anlatmadaki hedefini Razi’nin ortaya koyduğu şekliyle anlamak elbette Kur’an kıssalarının tarihe yansıyan ve bugünü etkileyen olaylar üzerindeki derinliğinin görülmesine engel olacaktır ve olmuştur!..

Kur’an üzerinden yapılan tarih çalışmaları nedense Tevrat’ı belirleyici olarak baş köşeye koymaktan hiç vazgeçememiş, Kur’an delilleriyle özgün ve orijinal bir bakış açısını sanki bilinçli olarak geliştirmemiştir.

Ne yazık ki, bilinen Kur’an kıssaları işte bu özgün olmayan çalışmaların biçimlendirdiği şekliyle tarih ve tefsir kitaplarındaki yerlerini almış ve bu kitaplar geniş halk kitlelerini besleyen kaynaklar haline getirilmiştir.

Kabul etmek zor gelse de tarih boyunca yapılan Kur’an çalışmaları, Müminleri insanlık hayatına özgün değerler katacak tarihi de kapsayacak bütüncül yaklaşım biçimi geliştirememiştir. Bu çalışmalar ile Kur’an kıssalarında bir sürü açmazlar oluşturulmuştur. İşin daha da vahim boyutu, açmazların farkına varanlar yaklaşım biçimlerindeki yanlışları değil, Kur’an’ı sebep olarak göstermişlerdir. Bu öğrenilmiş anlam açmazlardan kurtulmak yerine Kur’an kelimeleri değiştirilmiştir. Bu kadar çok meal müellifinin bir türlü özgün bir Kur’an meali ortaya koyamaması, apaçık Kur’an ayetleri hakkında bu kadar çok ihtilaf etmeleri bunun en basit bir delilidir.

Kur’an; en anlaşılır[18], en kolay[19], en hatasız[20], en kurallı[21], en açık[22], en uyumlu[23] bir dille ve Allah tarafından açıklanmış[24] olarak inmesine rağmen, birbirinden farklı bu kadar çok mealin[25] olmasının sebebi herhalde Kur’an değildir.

Bu durumdan yakınmak, oturup meal eleştirisi yapmak hiç kimseye bir şey kazandırmayacaktır. Yapılması gereken gerçekten Allah’a ve kitabına inanıp güvenen insanların her türlü soru ve sorunlarına Kur’an’ın cevap vereceğine sarsılmaz bir şekilde inanmaları ve güvenmeleridir. Kur’an her şeyin kitabıdır. Hayatın herhangi bir alanı onun kapsama ve kuşatma alanı dışında değildir. O her şeye karışan bir kitaptır. Her şeye karışan, kapsayan, kuşatan bir kitabın her şeye yetecek kapasitede olması gereklidir.

İşte Kur’an’a iman da tam burada başlamaktadır.

Ya Kur’an’ın her şeye karışan, kapsayan, kuşatan ve aynı zamanda bunu yapma kapasitesinde olan, buna güç yetirebilen bir kitap olduğuna güvenip inanacağız, ya da!..

Bir Mümin için ya da şeklinde başlayan cümleler ile ikinci bir iman şıkkı sizce olabilir mi…

 

[1] Tevrat’ta bu uzun dönemin 430 yıl sürdüğü belirtilir. Eski Ahit, Çıkış 12/40

[2] Nuh Arslantaş. Sâmiriler s.23

[3] Tevrat’ta Şekem olarak geçen bu yerin bu günkü adı Nablus’tur. Jarusalem şehrine 63 km uzaklıktadır.

[4] Kurban kesme yeri, adaklarını yerine getirme yeri.

[5] Nuh Arslantaş, Samiriler s.25

[6] Eski Ahit, 1.Krallar 11/1-13

[7] Samiriler, Yahudiler tarafından dindaşları olarak görülmez ve Yahudi kabul edilmezler. Aynı şekilde Samiriler de Yahudileri Musa dini üzerine saymazlar. Her iki kesimin elinde Tanrı Yehva’dan geldiğini söyledikleri TORA (Musa’ya verilen kitap) vardır. Günümüzde Samiriler’in sayıları oldukça azalmıştır. Abdest alış ve namaz kılış şekilleri Müslümanlarınkine oldukça benzerdir.

[8] Eski Ahit, Levililer 27/4

[9] Nuh Arslantaş, Sâmiriler. S.116, 117

[10] a.g.e s.118

[11] Ali İmran 3/96, 97

[12] Bakara 2/125

[13] Bkz; Hac 22/25-37, Beled 90/1-3, Bakara 2/124-146, Ali İmran 3/96-97, Tin 95/4, Nahl 16/123-125

[14] Taber-i Tarihi c.1.s. 508 – TDV İslam Ansiklopedisi c. 25. S.364 Kıble md. Zamahşeri; El Keşşaf c.1.s.379. Kurtubi, El Camiu li-Ahkami’l Kur’an.c.2.s.370. Razi; Tefsir-i Kebir.c.3.s.545. İbn Kesir; Hadislerle Kur’an’ı Kerim Tefsiri c.3.s. 610. M. İslamoğlu; Hayat Kitabı Kur’an s.49. 270 nolu dipnot; A. Bayındır – Bakara suresi meali S.77.Dipnot 121.

[15] Eski Ahit, 2.Samuel 24/15-25

[16] İncil, Luka 13/34-35

[17] İmam Kurtubi. El Camiu li Ahkami-l Kur’an. C.9 s.186

[18] Casiye 45/6

[19] Kamer 54/17, 22, 32, 40

[20] Nisa 4/82

[21] A’raf 7/52

[22] Fussilet 41/3

[23] Kehf 18/1-4

[24] Hud 11/1-2

[25] Bugün sadece Türkiyede satılan meal sayısı 100’den fazladır.

 

 

 

17) Kur’an Kelimelerinin Anlamları, Kur’an’dan Çıkarılmalıdır

Yayınlanma Tarihi: 6 Mayıs 2018

Kur’an çalışmalarının tamamının böyle olmadığını söylemek elbette haksızlık olacaktır. Ancak yüzyıllardır oluşmuş şablonlardan ne yazık ki kimse tamamen sıyrılabilmiş değildir. Kur’an kelimelerine mana verirken bu şablonları etkisizleştirmenin tek yolu ancak, harfi cer-ine kadar ele alınan tüm Kur’an kelimelerinin Kur’an’da geçtiği diğer yerlere göre anlamının keşfedilmesi ile olabilecek bir şeydir.

Kur’an kelimeleri insanların da konuştuğu bir dil olan Arapçadır. Bu durum birçok Kur’an ayetinde de ifade edilmektedir.[1] Fakat Kur’an’ın insanların konuştuğu dillerden herhangi biri üzerinden indirilmesi O’nu aynı dildeki herhangi bir metin konumuna düşürmemektedir. O metnin oluşumu tamamen Alemlerin Rabbinin takdiriyledir. O Levhi Mahfuz’da[2] olan kitaptan insan diline indirilen anlamlarla oluşturulmuştur. O her haliyle müstesna bir metindir. Bu yüzden O’na Arap dilindeki herhangi bir metin muamelesi yapmak haksızlığın en büyüğü olacaktır.

Kur’an’ın insanların konuştuğu bir dil olan Arapça üzerinden indirilmesi, Yüce Allah’ın söylemek istediklerini bu dildeki manaları kullanarak söylediği anlamına gelmemektedir. Nitekim Kur’an’ın inişinden önce kullanılan onlarca kelime Kur’an’la yepyeni bir anlam almıştır. İslam, Kur’an, şirk, iman, küfür, fısk, nifak, ehli kitap, kitap, ihsan, zekât, sıdk, Esma-ül hüsna’nın tamamı, hikmet, batıl ve daha yüzlerce kelime Kur’an’la gerçek anlamını bulmuştur. Kur’an’ı yapılandıran Arap dili değildir. Tam tersi Arap dilini yapılandıran Kur’an’dır. Kur’an’a mana veren Arap dili değildir, tam tersi Arap diline mana veren Kur’an’dır.

Şu bilinmelidir ki; Kur’an insanlıktan hiçbir şey almamış tam tersi hep insanlığa bir şeyler vermiştir. Kur’an sadece bir toplum oluşturmamıştır. Fakat O düşünme biçimi, değer yargıları ve ölçüleri, zihin, düşünce, tasavvur, akıl, geçmiş anlayışı, ânı yaşama biçimi, geleceği düzenleme yöntemi, eğri ve doğru tanımlamaları, iyi ve kötü sınıflandırması, varlık anlayışını yani kısacası her şeyi yapılandırmıştır. Bunu yaparken mevcut duruma değer katarak devrim gerçekleştirmiştir. Nasıl ki çölün kaba, hırçın, düzen bilmeyen, güçlünün haklı olduğu, insani değerlerin yerlerde süründüğü, cahil, ilimsiz, bilimsiz, aklını kullanmaktan aciz, herkesin herkesle savaş halinde olduğu Arap toplumunu almış, onları dünyanın efendileri, ileri görüşlü, medeni insanları haline getirmişse, tıpkı bunun gibi hiç kimsenin ehemmiyet vermediği çöl dilini alıp onu bambaşka bir yapıya büründürerek, kendi anlamlarıyla yeniden dizayn ederek ilmin vazgeçilmez dili haline getirmiştir.

İşte bu yüzden hiçbir insani dil kuralı ona hükmedememektedir. Hükmetseydi bir benzerini yapmak mümkün olurdu.

Bakara 2/23

وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَىٰ عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

Kulumuza (Muhammed’e) parça parça indirdiğimiz şeyden şüpheniz varsa Allah ile aranıza koyduğunuz ulu kişilerinize yalvarın da ondakine denk bir sure getirin. İddianızda haklı iseniz yaparsınız!

İsra 17/88

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَىٰ أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَٰذَا الْقُرْآنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

De ki “Bu Kur’ân’ın bir benzerini çıkarmak için insanlar ve cinler toplansalar benzerini çıkaramazlar; isterse sırt sırta vermiş olsunlar.” 

Yüce Allah, şanına yakışır vahiylerini Arapça sayesinde yapmamış, kullarıyla konuşmayı Arapçadan öğrenmemiştir. Ama Arapça bir vahiy dili olmayı Kur’an’dan öğrenmiş, varlığın en uç boyutlarına ulaşacak ufka, Kur’an sayesinde ulaşmıştır.

Nedense Kur’an’ın metninin Arapça olması Müslümanların kafasında Arapçanın Kur’an üzerinde bir yönlendiriciliği olduğu izlenimini oluşturmuştur. Kur’an’ın kağıtlara yazılı tomar halinde indirilmemesi sanki metnin insan müdahalesiyle oluştuğu gibi algılanmaktadır. Hatta “Kur’an kitap değil, hitaptır!” söylemi ünlü ilahiyatçılar tarafından bile dillendirilmektedir. Bu yanlış algı Müslümanların Kur’an’ın metnine bakışında bir bulanıklık meydana getirmiştir.

Genelde Arapça dendiğinde homojen bir dil anlaşılır. Halbuki bu doğru değildir. Her dil gibi Arapça da ne Kur’an’ın inişinden önce ne de sonra homojen bir yapıda değildi. Yani Kur’an’ın inişinden önce tüm Araplar tek bir Arapçayı konuşmuyorlardı.

İslam’dan önce Araplar iki büyük ana gruba (Arab-ı aribe ve Arab-ı musta’ribe) ve bu gruplarda binlerce kabileye ayrılmışlardı. Arab-ı aribe denilen grup safkan Arapları, Arab-ı müsta’ribe denilen grup ise asılları Arap olmadığı halde sonradan Araplaşanları ifade ediyordu…

Kur’an çok iddialı bir kitaptır. Her iddiasına delil olarak yine kendisini delil getirmektedir. Yani Kur’an kendi iddialarının ispatı olarak yine kendisini ortaya koymaktadır. Onda kullanılan dilin (Arapçanın) hiçbir şekilde eğriliği olmadığını yine kendisi söylemektedir.[3] Kelimelerinin Allah tarafından açıklandığı da[4] bildirilmiştir. Bu durumda; tüm akıllı varlıklar bir araya gelse benzerinin getiremeyeceği[5] iddiası ile ortaya konulan bir kitabın kelimelerinin anlamlarının ne olduğunu belirlemeye de kimsenin güç yetiremeyeceği açıktır.

Tüm bu sebeplerden dolayı Kur’an kelimelerinin manalarının ne olması gerektiği üzerinde sözlük manalarına başvurulduğunda tercihin hangi yönde olması gerektiğini yine Kur’an’ın belirlemesinin esas alınması gereği ortadadır. Diğer bir deyişle kelimelerin manalarını tercih ederken; rivayet, İsrailiyat ve tefsirlerdeki yorumların değil yine Kur’an’ın etkili olması elzemdir.

[1]Bkz. Fussilet 41/3

[2]Bkz. Buruc 85/21-22

[3]Bkz. Kehf 18/1; Fussilet 41/3

[4]Bkz. Hud 11/1-2

[5]Bkz. Bakara 2/23; Yunus 10/37; Hud 11/13

 

 

 

18) Kur’an Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik! (1)

Yayınlanma Tarihi: 15 Mayıs 2018

Kitabın kelimeleri, dizilişi, ayetleri, ayet grupları, sureleri, dilbilgisi kuralları, ayetleri arasındaki bağlantıları tamamıyla Allah’ın belirlediği şekildedir. Dolayısıyla hiç kimse bu yapıyı bozmaya, eklemeye, çıkarmaya, düzenlemeye, şekil vermeye, eksik gördüğü şeyi tamamlamaya, fazla bulduğu şeyi çıkarmaya, dilbilgisi kurallarını her ne gerekçe ile olursa olsun kendi kafasındaki yoruma uydurmaya yetkili değildir. Bu konuda yapılacak her türlü oynama keyfiliktir. Samimi hiç kimse sözde, bu sayılanlara kalkışmaya cesaret etmek şöyle dursun bunu yapmayı aklından bile geçirmez…

Ancak durum sanıldığı gibi midir?

  1. Gerçeği kuşanmak ile onu kuşatmak arasındaki fark!..

Fussilet 41/54

أَلَا إِنَّهُمْ فِي مِرْيَةٍ مِنْ لِقَاءِ رَبِّهِمْ ۗ أَلَا إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُحِيطٌ

Dikkat edin, onların Rableriyle yüzleşme konusunda tereddütleri vardır. Dikkat edin ki O, kesinlikle her şeyi kuşatandır.

Bir konuda gerçeklerden ne kadar uzaklaşılmışsa, o konuda gerçekleri söyleyenlerden de o denli nefret edilmiştir!.. Bu gerçek maalesef bilimde de, siyasette de, dinde de değişmiyor ve değişmeyecek gibi de duruyor…

Oysa herkes gerçeği arar. Hiç kimse sözde, “gerçek kimden ne şekilde gelirse gelsin alınmalıdır” fikrine karşı çıkmaz. Gerçeğe yönelik küçük bir farkındalığın bile, devasa açılımların kaynağı olabileceği bilinir…

Gerçek nedir?[1]

Bu sorunun cevabı tartışmalıdır. Seküler düşünen biri için gerçek, analitik veriler ile doğrulanmış sonuçlardır. Ancak görelilik teorileri ortaya çıktıktan sonra bilim alanında bile gerçeğin ne olduğu, tartışmalı hale gelmiştir…

İnanç konusunda ise zemin çok daha yumuşaktır. Zira inanılacak değerlerin kesinliği konusu, insan zihninin tam olarak ikna olduğu bir alan değildir. İnanılacak olan şeye hangi düzlemde ne kadar gerçeklik atfedilecektir!..

Kendi dışındaki bir şeyin gerçekliğini soruşturan akıl, önce kendini gerçek olarak kabullenmiş ve konumlandırmış demektir! Bu durumda araştırılan şey hakkında kat-î hüküm vermek ancak o şeyi kuşatan bilgi ile olabilecektir.

İnanılacak şey Kur’an ise…

Bu durumda Kur’an’a nasıl yaklaşılacaktır? Eğer O gerçek ise gerçeği araştıran, gerçeğin neresinde konumlanacaktır? Bu durum; ya teslim olup Kur’an’ın içinde konumlanmayı ya da Kur’an’a yaklaşanın kendi gerçekliğinin içine alacak şekilde O’nu kuşatmasını gerektirir.

Konu Kur’an olunca akan sular durur. Sözde “bir harfi için ölürüm” diyerek yapılan pozisyon almanın, hayata yansıyan bir tasviri olmalıdır.

Kur’an karşısında benliğin konumlanması aslında iman denilen olgunun ta kendisidir…

Düşüncenin sınırını belirlemek olanaklı değildir. Çünkü kavranamayan şeyler üzerinde de düşünceler geliştirilebilir. Düşünce bu yönüyle karşısına koyup ele aldığı her şeyi kavramaya ve kuşatmaya meyillidir. Bu temayül, ele alınan konu her ne olursa olsun o şeyin tüm yönlerini anlamayı ve kavramayı gerektirir. Bu ise tam olarak o şeyin sınırlarının dışına çıkılıp, o şey ihata edilince başarılabilir.

İnsanın bu temayülü din ve bilim arasındaki mücadelenin de dinamiğidir.

İnsan kendi düşüncesini uzay gibi sonsuz kabul ettiği için; bilmesine rağmen, kendi düşünce uzayını da tümüyle kuşatan ve kendisinin kuşatamayacağı bir üst varlığı kabul etmekte zorlanır. Ateistlerin ALLAH kavramı karşısındaki durumları tam da budur!..

Allah’ın sözü olan kitap (Kur’an) konusuna gelince muhatapları açısından durum biraz daha çetrefilli hale gelecektir.

Zira, içinde olduğu durumu kavraması için indirilmiş kitap karşısında birey kendini nasıl konumlandırmalıdır. Gönderici olan Allah’a güvenmek ile gönderdiği kitabına güvenmek aynı şey midir?

Böyle bir sorunun cevabı bir ateist için bellidir. Zira ateistin, kuşatamadığı bir olguyu yok kabul eden zihni, gönderilmiş olan kitaba da aynı muameleyi yapacak, karşısına aldığı kitabı kendince bulabildiği çelişkileri, afaki unsurları ya da çözümlemeleri üzerinden getireceği eleştirel yaklaşımları üzerinden okuyacaktır.

Ancak inanıp teslim olduğunu düşünenler için; Allah konusunda değil ama Kitap (Kur’an) konusunda önemli farklılıklar hatta zıtlıklar söz konusudur.

Bu durumu daha iyi anlayabilmek ve analitik bir tarif ortaya koyabilmek için gayret edelim…

Yukarıdaki şekilde iki tanım söz konusudur. Her iki tanımın tarif ettiği gruba girenler de kendilerini Müslüman, yani Allah’ın dinine kayıtsız teslim olmuş kişiler olarak görürler. Aradaki fark sadece kitap algısı üzerindendir.

Evrenselci Yaklaşım düşüncesine sahip olanlar için kitap; yaratıcının insanlar için belirlediği Yasa konumundadır.[2] Bu durumda insan düşüncesi ile yaratıcının kuşatılamaz oluşu[3], kitap için de geçerlidir. Dolayısıyla her harfi Allah tarafından korunuyor[4] olmasının da verdiği güç ile kitap (Kur’an) kuşatılamaz. Düşünce ne kadar ileri giderse gitsin bu kelimeler ile vaz edilmiş olan yasanın içinde kalacaktır.[5] Yani düşünce, evrene hangi soruyu sorarsa sorsun ne kadar atraksiyon içine girerse girsin, aradığı cevap O kelimeler içinde mevcut olmalıdır…

Tarihselci Yaklaşımı savunanlarsa, Kur’an’ın insanları iyilik adına motive edeceğini inkâr etmezler. Ancak Kur’an’ın; güncel bilim ve hayatın somut gerçeklerini anlayıp yönlendirme adına bir veri sağlayamayacağını, insanlığa gelecek adına bir çerçeve oluşturamayacağını söylerler. Bu yaklaşımın en uç tarafında yer alanlar; “Kitap, resulün kalbine vahiy olarak indirilmiştir. O da kendi diliyle gelen vahyi Arapça olarak tercüme etmiştir!” demektedirler. Bu durumda Kur’an; Allah tarafından bütünlüğü olan insanların kainat ile uyumuna yönelik değerleri vaz’eden indirilmiş bir kitap olmaktan çıkarılıp bölgesel ve o günün problemlerine ve insan ilişkilerine çözüm üreten bir hitap konumuna indirgenmiş olmaktadır…

Kitap, daha ilk adımda hitap olarak benimsendikten sonra; muhatabı olan insan, doğal olarak düşüncesi ile bu kelimeleri kuşatabilme olanağına kavuşmuş olmaktadır.

Enam 6/103

لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ ۖ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ

Hakikat bilgileri O’nu kavrayamaz ama tüm hakikat bilgilerini kavrayan O’dur. El Latif ve El Habir olan O’dur.

Müslümanların Kur’an’a bakışları; Evrenselcilik ve Tarihselcilik olarak nitelenen uç noktalar ile bunların arasında bir yerde pozisyon almaktadır. Alınan bu pozisyonların yerini belirleyen ölçülerden biri, Müslümanların Kur’an’ın hayatın neresinde olması gerektiği ile ilgili siyasal tercihleri olmaktadır. Söz konusu kategoriyi belirleyen ikincisi etken ise, Allah’ın kelamına yaklaşım biçimleri ile alakalıdır. Kur’an’ı bir başka açıklayıcı kaynağa mahkûm eden her tercih ve uygulamaya yönelik kabuller de kişi ve grupları bu iki uç arasında bir yere konumlandıracaktır.

Buraya kadar söylenmek istenilenleri felsefe zannedenler olabilir. Ancak yazının ilerleyen kısımlarında ortaya konacak somut örnekler görüldükçe; en fazla Kur’an’cı olanların bile Kuran karşısında teslimiyetçi bir duruş mu sergiledikleri, yoksa O’nu kafalardaki şablonlar ile kuşatarak teslim mi almaya çalıştıklarına karar verilebilecektir…

  1. Kur’an’ın Çözümsel Yapısı Hakkında Temel Kabuller

İlk olarak; “Kur’an, Allah’ın kelimeleridir!”[6] kesin ön kabulünü ortaya koyalım.

Bu ön kabuller önemlidir! Zira yazının amacı, O’na tabi olması gerekenlerin O’nu nasıl tahrif ettiklerini ortaya koymaya yöneliktir. Bunu anlaşılır kılmak ve sınırları belirlemek için; hiç kimsenin itiraz etmeyeceği ya da şerh koyacağı, herkes tarafından incelenebilir, şeffaf bazı ön kabullerin yapılmış olması gerekmektedir…

  1. Kitaptaki kelimeler, kelimelerin yerleştirilmesi, düzeni ve kuralları tamamen Allah’ın eseridir.
  2. Kur’an’da çelişki[7]söz konusu değildir.
  3. Allah, kitabında; anlam açısından birilerinin doldurabileceği türden bilinçli boşluklar bırakmamıştır. Allah, açıkladım dediği kitabının içinde birilerinin yorumlarına ihtiyaç gerektirecek boşluklara asla yer vermediği gibi, insanların edebi eserlerinde yaptığı ve yanlış anlamlara (iveç) çekilebilecek türden edebi sanatlara başvurmamıştır.[8]
  4. Kur’an’ın yine Kur’an ile anlaşılması bir zarurettir.
  • Kur’an, Arapça olarak indirilmiş bir kitaptır.[9] Dolayısıyla kitabın anlaşılma mekanizmasını, Arapçanın tüm temel kuralları oluşturur. Bu kurallar çerçevesinde oluşan anlamlar belirleyicidir. Allah kuralsız konuşmamış, kavramlarını gelişi güzel ve kuralsız seçmemiştir. Gerçeğin ta kendisi olan Kur’an, insanların çeşitli gerekçelerle verebileceği yanlış bir anlamı mutlaka düzeltecek yapıdadır. Sırf bu sebeple bile Kur’an’ın yine Kur’an ile anlaşılması bir zarurettir.
  • Kur’an insanların yazdığı metinler gibi giriş gelişme sonuç mantığı ile benzeşmez. Ezel ve ebed olan Allah’a, nasıl ki başlangıç ve son izafe edilemezse aynı şekilde Kur’an’ın da başını ve sonunu belirlemek mümkün değildir. Ayetlerin başlangıcını ve bittiğini gösteren mevcut sıralamalar, onun iki kapak arasına konuluyor olmasının bir tezahürüdür. Kur’an’da önemsiz gibi duran hatta kimi durumlarda zaid (artan, fazlalık) sayılan bazı İsm-i Mevsûl’ler bu sıralamaları alt üst edecek yapıdadır. Çok sayıda İsm-i Mevsûl; bazen haber verdiği konunun muhatabını bazen de muhatabın haber ile ilgisini tüm Kur’an içinde aramayı ve tüm Kur’an ayetleri (öncesi ve sonrasındaki) ile bağ kurmayı zorunlu kılar. Hem bazı İsm-i Mevsûl’lerin konumlandırma biçimlerinin gereği, hem de Kur’an’da çok sayıda yer alan marife ibareler; Kur’an’ın yine Kur’an ile açıklanmasını bir zaruret haline getirir.
  1. Kur’an’da gramer hataları yoktur. Tek bir harf bile gereksizanlamsız, boşluk doldurur mahiyette amaçsız değildir.
  • Allah, kitabında; metin kurgusu açısından birilerinin doldurabileceği türden bilinçli boşluklar bırakmamıştır. Yani anlamaya çalışanın kafasındaki kurguya ihtiyaç gösteren bir harf’i cer’in metin de olmaması durumunda metinde olmayan o harf’i cer varmış gibi anlam verilemez. Ya da tersi olarak bir harf’i cer’in var olması durumunda o harf olmasa da olur, anlama bir katkısı yoktur diyerek yok sayılamaz.
  • Bu kurallar çerçevesinde; Kur’an’daki kelimelerin zaman, eylem, tanım, hal ve failleri ifade eden her ibaresi aynıyla karşılanmak zorundadır. Yani; mazi (geçmiş zaman) bir fiil, müzarî (geniş, şimdiki gelecek zaman) olarak (ya da tersi) değiştirilip anlamlandırılamaz. Aynı şekilde isim olarak gelen bir ibare fiil, fiil olarak gelen bir ibare de isim haline dönüştürülemez. Keza erkek (müzekker) ve dişil (müennes) ibarelerdeki bu özellikler hiçbir durumda kuralsız olarak değiştirilemez. Kelimelerin zamirlerinin metne katkısı olmadığı düşünülerek görmezden gelinemez, metinde olmayan bir zamir de eklenemez. Çünkü zamirler de isim gibi olup isimler için geçerli kurallar onlar için de geçerlidir.
  1. Kitapta geçen farklı kelimelerin aynı manaya geldiği düşünülemez. Farklı her kelimenin anlamı birbirine ne kadar yakın olsa da mutlaka ince bir ayrımı işaret ediyor olmalıdır.[10] Bu ince aralıklar anlam açısından çok büyük derinliklerin giriş kapılarıdır.
  2. Her söz kıymetini sahibinden alır!.. Dolayısıyla Allah’ın hiçbir sözü, bir beşerin onayını gerektirmez. Üstünlük ancak denk olanlar arasındadır. Dolayısıyla her türlü beşer unsuru içeren hadis, rivayet ve İsrailiyat; Allah’ın sözünün üstünde, O’nun ispatı için delil olarak ileri sürülemez.
  3. Kur’an üzerinde her ne seviyede olursa olsun yapılan çalışmalar ve sonucunda elde edilen çıkarımlar bir bakış açısıdır. Asla Kur’an’ın kendisi olamaz.[11]

Yukarıda sıralananlar yakından incelendiğinde, Evrenselci anlayışın Kur’an’a yaklaşım biçiminin temel unsurlarıdır. Yazının amacı Kur’an’a tabi olması gerekenlerin O’nu nasıl tahrif ettiklerini ortaya koymak olduğundan, gelebilecek itirazlar için de açık bir anlayışı ortaya koyan çerçeve oluşturma gereği vardır. Bu kabullerin birine ya da bir kısmına itiraz söz konusu olabilir. Bu durumda o tercih üzerinde değerlendirmeler olabilecektir. Ancak bu konunun bütününü değersiz kılamaz. Zira sıralananlar aynı zamanda herhangi bir metnin, çeviri ve anlam verme metodunun da ilkeleridir. Kur’an özelinde bu ilkeler daha da detaylı hale getirilebilir…

Sıradan herhangi bir müellif bile; yazdığı eserin çevirisi söz konusu olduğunda, belirtilen temel dilbilgisi kurallarına sadık kalmayan bir çevirmeni, anlamı çarpıtmakla suçlayacaktır. Bu o müellifin en tabii hakkıdır. Dolayısıyla inzal edicisi Allah olan bir kitabın kelimelerine bu en alt seviyedeki hassasiyetin gösterilmesi gereklidir ve şarttır. Aksi durumda boyutu ne olursa olsun bir tahrifat ile karşı karşıya olunduğunu söylemek kaçınılmazdır. Elbette ki Allah’ın kitabında yapılan her tahrifatın bir karşılığı olmalıdır. Bu karşılığın Yahudilerin kitapları tahrif etmeleri ile denk olup olmayacağı, konunun uzmanları tarafından mutlaka değerlendirilecektir.

Bu ana çerçeveyi ortaya koyduktan sonra, önce kutsal metinlerdeki tahrifi, Yahudilerin nasıl yaptığını Kur’an perspektifinden görelim. Ardından da elimizdeki meal ve tefsirlerde yukarıda sıralanmış olmazsa olmaz en basit kurallara uyulup uyulmadığını örneklerle tespit etmeye çalışalım…

III.  Yahudilerin Kitaplarını Tahrifi!

Maide 5/13

فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً ۖ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ ۙ وَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ ۚ وَلَا تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىٰ خَائِنَةٍ مِنْهُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ ۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ ۚ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

Sözlerinden caydıkları için onları dışladık (lanetledik), kalplerini katılaştırdık. Kelimelerin anlamlarını yerlerinden kaydırarak tahrif ederler. Kendilerine hatırlatılan gerçeklerden nasip almayı unuttular. Pek azı müstesna onların yaptıkları bir hainliği haber alırsın. Yine de Onlara aldırma ve yeni bir sayfa aç. Allah, güzel davrananları sever.

Yaratıcımızın insanlığa gönderdiği kitapların bozulmasını anlatan Tahrif, Kur’an’a ait bir kavramdır. Kur’an’a göre Yahudi ve Hıristiyanların tahrifi şu şekillerde gerçekleşmiştir.

  1. Kendilerine söylenen sözleri başkasıyla değiştirerek tahrif,[12]
  2. İnsan sözü kelime(ler) ilave ederek tahrif,[13]
  3. Kelimelerin anlamlarını bozarak tahrif,[14]
  4. Gizleme yaparak tahrif.[15]

Kur’an, bu tahrifatın açığa çıkarılıp doğru olanın bulunması yönteminin ise tasdik işleminden geçtiğini bildirmektedir.[16]

Görüldüğü gibi Kur’an, Yahudiler’in tahrif tanımı içine giren eylemlerini sınıflamış ve ayrı ayrı açıklamıştır. Bu durum aynı zamanda tasdik için oluşturulması gereken yöntemi de belirlemektedir. Sonuçta Tevrat ve İncil’in orijinal metni üzerinde gerçekleştirilen tahrifin, nasıl hayata geçirildiğini Kur’an’ın bildirdiği ilgili ayetlerden anlama olanağımız mevcuttur…

1)  Kendilerine Söylenen Sözleri Başkasıyla Değiştirerek Tahrif

Araf 7/162

فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ۟

Fakat onlardan zalim olanlar, sözü, kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de zulmetmelerinden ötürü üzerlerine gökten bir azap gönderdik. (Diyanet Vakfı Meali)

Bakara 2/75

اَفَتَطْمَعُونَ اَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللّٰهِ ثُمَّيُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

Size inanacaklarını umuyor musunuz? Oysa onlardan bir takımı Allah’ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra, bile bile onu tahrif ediyorlardı.

Ayet Allah’ın sözlerinin başka sözlere dönüştürülmesini anlatmaktadır. Tahrif konusunu sadece Tevrat ve İncil özelinde ele almak bir eksikliktir. Tevrat’ın, Musa’dan (dahil) İsa’ya (hariç) kadar gelen Resullere indirilen kitaplar olduğunu biliyoruz. Musa (as)’ya kadar gelinen süreçte de indirilmiş kitapların varlığı zaruridir. İbrahim, İshak, Yakup, Yusuf ve Esbat’a (Musa’dan önceki kitaplar) verilenler de üst üste konulduğunda, İsrailoğulları üzerinden anlaşılmaya çalışılan tahrif konusu daha da derinleşecektir. Zira Allah’ın insanlığa imam/önder kıldığı İbrahim[17]ile İsa (a.s.m) arasındaki tüm Nebî ve Resuller birbirinin peşi sıra gelmişlerdir. Hatta aynı dönemde birden fazla Resul olduğu da olmuştur.

Nebîlik silsilesi içinde İbrahim (as)’i bir kesitin başlangıcı olarak ele alacak olursak; Kur’an perspektifinden olaya bakıldığında insan sözü ilavelerle yapılan tahrifatın boyutları, Kur’an’dan somut örnekler ile rahatlıkla ortaya konulabilir.

İsrailoğulları’nın, Musa’dan önce gelen Resullerin vahiyleri üzerinde de çok büyük operasyonları olduğu aşikardır. Hem Musa’dan önceki vahiylerin nakillerinde hem de Musa’dan çok sonra Tevrat’ın İbraniceye çevrilmesi esnasında ayette (7/162) geçen “sözü, kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler” ibaresinin belirttiği tahrifatlar gerçekleşmiş olmalıdır. Bu iddiayı Kur’an perspektifinden şu somut örnek net olarak ortaya koymaktadır.

Kur’an’da “Millete İbrahim” olarak geçen, meal ve tefsirciler tarafından İbrahim’in dini olarak mana verilen,[18] içeriğinin de hac konusu olduğu[19]belli olan ayetler üzerinde İsrailoğulları’nın ihtilafa düştüğünü, Allah bildirmektedir. İlgili ayet şöyledir;

Nahl 16/123-124

ثُمَّ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ أَنِ اتَّبِعْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا ۖ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

(123) Sana da şunu vahyettik: “Hep doğruya yönelen ve müşriklere karışmamış olan İbrahim’in dinine uy.

إِنَّمَا جُعِلَ السَّبْتُ عَلَى الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ ۚ وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ

(124) Başka sebepten değil, Sebt (şabat) yapıldı onda ihtilaf edenlere. Senin Rabbin, (mezardan) kalkış günü, ihtilaf ettikleri konu hakkında aralarında hüküm verecektir.

Tüm insanlığa Millet’e İbrahim’e ittiba edin!emri verilmişken, bu sözler üzerinde kıyamete kadar sürecek bir ihtilafın oluşması ancak Allah’ın sözlerinin tahrif edilmesiyle açıklanabilir bir durumdur.

Kur’an, Hac farizasının insanlara yeniden, İbrahim (as) ile bildirildiğini bizlere haber vermektedir.[20] Bu konu Kur’an’da çok kesin olarak detaylandırılmıştır. Allah’ın değer verdiği İbrahim (as)’den[21] sonra İshak (as)’dan Nebîlik soyunu devam ettiren[22] kolun daha ilk neslinde, Hac ile irtibatın kopmuş olması son derece şaibelidir. Ayrım gözetmeden tüm insanların çağrılıp üzerlerine farz kılınan Haccın ve bu göreve ait menasiklere Tevrat’ta hiç yer verilmemiş olması, ancak ve ancak tahrif ile açıklanabilir.

Keza aynı konuyla ilgili Nisa 4/47 ayeti paralel bir okumaya tabi tutulduğunda durum daha da berraklaşmaktadır.

Nisa 4/47

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ آمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلَىٰ أَدْبَارِهَا أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ ۚ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا

Ey kendilerine Kitap verilenler! Sizin yanınızda olan Kitabı tasdik eden bu Kitaba inanıp güvenin. Yoksa itibarınızı yok eder, sizi yüzsüz hale getiririz. Yahut Sebt ashabını lanetlediğimiz gibi sizi de lanetleriz. Allah’ın emri yerine gelir.

Ehl-i Kitap, Allah’ın kutsal kıldığı beldede hac yapmak yerine, İsrailoğulları’ndan olduğu yine Kur’an’a göre açık olan Firavunların[23] icat ettikleri, kendilerinden menkul Sebt uygulaması ve  ilk günden itibaren insanlık için oluşturduğu mukaddes beldeye[24] alternatif olarak inşa ettikleri ile Allah’ın lanetini hak etmişlerdir.[25] İbrahim (as) ile Musa (as) arasında geçen sürede indirilen kitapların çıkarımları hakkında önemli dönüşümlerin olduğu, bunun da Kur’an’da; Yakupoğulları, Esbat, İsrailoğulları, Hâdu, Yahudiyyen, Ehl-i Kitap, Ûtul Kitap olarak anılanları, derin yanlışlar içine soktuğu görülmektedir.

İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarıp onları Allah’ın tek kutsal kıldığı yere götürmekle görevlendirilen Musa (as)’nın kavmi üzerindeki yegâne amacı; onları içine düştükleri karanlıklardan aydınlıklara çıkarmaktır. İlgili ayet şöyledir.

İbrahim 14/5

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَىٰ بِآيَاتِنَا أَنْ أَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِأَيَّامِ اللَّهِ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ

Musa’yı âyetlerimizle göndermiş, “Halkını karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onları Allah’ın günleri konusunda uyar” demiştik. İşte bu uyarının içinde sabreden ve görevlerini yerine getiren herkes için deliller vardır.

Demek ki İbrahim’den Musa’ya gelinen süreçte, söz konusu kavmin düştüğü derin bir karanlık söz konusudur. Uyarının özellikle Allah’ın günleri üzerinden yapılmış olması da dikkat çekicidir. İbrahim (as)’in en önemli özelliğinin; Nuh tufanı ile Kâbe’nin kaybolması üzerine unutulan Hac Menasiklerini, vahiy ile yeniden ortaya çıkarması ve bunları yeniden insanlığa dikte ettirmesi olduğunu belirtmiştik. Kur’an’da ki bu kadar kesin bilgiye rağmen, Hac konusunda İsrailoğulları’nın, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmasının tek açıklaması, göz göre göre ve bile bile tahriftir. Garip olan ise, Müslümanların bu tahrife alet olmasıdır. Zira Müslümanlar, söz konusu ihtilafın Allah tarafından İsrailoğulları’na emredildiğini savunmaktadır.[26] Bu iddialarını meşrulaştırmak için de; hangi dönemde ve nasıl olduğunu Kur’an ile hiçbir şekilde irtibatlandıramadıkları halde, Mescidi’l Haram’ın kutsallığının Jerusalem’e verildiğinde ittifak etmişlerdir.[27]

Tevrat içerisinde İbrahim, İshak, Yakup, Yusuf ve Esbat (a.s.m)’a indirilmiş olanlara ait Kur’an’dan bildiğimiz bilgilerin yer almayışı bu tahrifin boyutunu gözler önüne sermektedir.

2)  İnsan Sözlerini Vahyin Yerine Koyarak Tahrif

Bakara 2/79

فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَٰذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا ۖ فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ

Fakat elleriyle kitap yazan, sonra geçici bir çıkar için “Bu Allah katındandır!” diyenlerin çekeceği var. Hem yazdıklarından dolayı çekecekleri var hem de kazandıklarından dolayı çekecekleri var!

Bu ayet hemen sonrasındaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere İsrailoğulları’nın din adamlarını merkeze koyarak yapılmış bir tahrif tarifidir.

Musa’dan önceki resullere indirilen ve zaman içinde birçok değişikliğe uğratılmış vahiyler yazılı metin haline getirilmemiş olması sebebi ile kolayca tahrif edilmiştir. Babil sürgünü sonrasında Musa’nın kitabının 6. YY’da Aramca’dan İbranice’ye çevrilmesi de başlı başına bir tahrif kaynağı oluşturmuştur. Dini kavmileştirip din adamlarının insafına terk eden ve kendi akidelerini tüm yazılı unsurlarına yansıtan Yahudiler, bu sebeple defaatle Allah’ın laneti[28] ile karşılaşmışlardır.

Din adamlarının elleriyle yazdıklarının doğrudan kutsal metin olamayacağı açıktır. Yapılan iş, din adamları marifetiyle Allah adına getirilmiş açıklamalardır. Din adına oluşan ruhban sınıfının[29] genel olarak yaptığı tam da budur. Yaptıkları tahrif; Ana metni, kendi kafalarındaki anlamlar doğrultusunda her şekilde eğip bükerek istedikleri manaya getirmektir. Bu din adamları, açıklamalarını Allah adına yaptıklarından, toplumda her zaman bir karşılık bulabilmekte ve bir dokunulmazlık elde edebilmektedirler.  Din adına otorite sayılıp teveccüh edilenlerin açıklamaları, bir müddet sonra dokunulmazlık zırhına bürünmekte ve dinin aslı olarak karşımıza çıkmaktadır. Her geçen gün biriken müktesebata itiraz olanağı da ortadan kalkmaktadır. Bu çerçevede ana metni göz ardı ederek, Allah’ın muradı olarak ortaya konulan manalar ve bu manaları içeren metinler; tahrifin en acımasız ve nesiller boyunca sağlamlaştırdığı, telafisi neredeyse olanaksız olan tahrif ürünleridir. Toplumun her kesiminin dini bilgiye olan ihtiyaçları, bu tür çalışmalara pembe gözlükle baktırmaktadır. Oysa Allah (cc) insanların birbirine kul olmaması için, bu tür açıklayıcılara kapıları tümüyle kapatmış ve indirdikleri ile ilgili tüm açıklamaları ayetler arasındaki bağlantıları Arapça dil kuralları ile kendisinin yaptığını belirtmiştir.[30]

3)  Kelimelerin Anlamlarını Bozarak Tahrif

Maide 5/13

فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً ۖ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ ۙ وَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ ۚ وَلَا تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىٰ خَائِنَةٍ مِنْهُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ ۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ ۚ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

Sözlerinden caydıkları için onları dışladık (lanetledik), kalplerini katılaştırdık. Kelimelerin anlamlarını yerlerinden kaydırarak tahrif ederler. Kendilerine hatırlatılan gerçeklerden nasip almayı unuttular. Pek azı müstesna onların yaptıkları bir hainliği haber alırsın. Yine de Onlara aldırma ve yeni bir sayfa aç. Allah, güzel davrananları sever.

Kelimeler iskelet ise, anlam o iskeletin ete kemiğe bürünmüş halidir. Kelimelere verilen manalar bir metnin nasıl anlaşılacağını belirler. Özellikle ortada bir metnin varlığı söz konusu olduğunda, tahrif ancak anlamlar üzerinden yapılabilir. Bu yöntem ile yapılan tahrif zamanla derinleşerek kazınamaz hale gelebilmektedir. Ancak Allah, Kur’an’ında bu işi hiç kimsenin inisiyatifine bırakmamıştır. Seçtiği kelimelerini yine aynı metin içinde eğip bükmenin söz konusu olamayacağı şekilde konumlandırarak, kitabı hakkıyla anlamak isteyenlere yolu göstermiştir. Orijinal olan metnin içinde hiçbir çelişki olmaması, Yüce Allah’ın bu yerleştirmesinin bir sonucudur.

Anlamlar üzerinden gerçekleştirilen tahrifin özellikle Musa’ya indirilen kitap ile başladığını söyleyebiliriz. İlgili ayet aşağıdaki gibidir.

Enam 6/91

وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُوا مَا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَىٰ بَشَرٍ مِنْ شَيْءٍ ۗ قُلْ مَنْ أَنْزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاءَ بِهِ مُوسَىٰ نُورًا وَهُدًى لِلنَّاسِ ۖ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا ۖ وَعُلِّمْتُمْ مَا لَمْ تَعْلَمُوا أَنْتُمْ وَلَا آبَاؤُكُمْ ۖ قُلِ اللَّهُ ۖ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

Onlar, “Allah beşere bir şey indirmemiştir” derken, Allah’ı lâyıkıyla takdir edemediler. De ki: Öyleyse, Musa’nın insanlara nur ve hidayet olarak getirdiği kitabı kim indirdi? Siz o kitabı kâğıtlara yazar, bir kısmını açıklar, birçoğunu da gizlersiniz. Sizin ve atalarınızın bilmediği pek çok şey de size onunla öğretildi. Sen Allah de, sonra bırak onları, daldıkları batakta oynaya dursunlar.

Kutsal metin yazılı hale geldikten sonra onun değiştirilmesi ancak anlam üzerinden olabilecektir. Üzerine bir de güçlü ve kurumsal ruhbanlık yapısı oluştuğunda, ortaya konulan manaların sorgulanması, söz konusu dahi edilemeyecektir. İsrailoğulları Mısır’da yaşadıkları uzun tarihsel süreç içinde, İbrahim ve sonrasında gelen resullerin getirdiklerini, sistematik olarak değiştirip yepyeni bir din oluşturmuşlardır. Yakup ve Yusuf zamanında, resullüğü kendilerine geçirmek için amansız mücadele vermiş olan kardeşlerin soyu sahneye çıkıp tüm ilahi bilgileri kendilerini merkeze alarak yeniden oluşturmuş ve insanlığa kıyamete kadar sürecek fitneyi miras bırakmışlardır.

Kur’an; İsa (as)’nın getirdiklerini de görmezden gelen Yahudilerin, Eski Ahid olarak tanımladıkları ve Musa’dan İsa’ya (hariç) kadar Resullere verilmiş vahiylerin derlendiği Tevrat’ı bu çerçevede ele almaktadır. İbrahim’in soyundan devam eden tüm resullerin her birinin insanlığa imam olarak belirlendiği kesinlikle unutulmamalıdır.[31]

İsrailoğulları, Allah’ın insanlık için göndermiş olduğu dini kavmileştirip kendi yorum ve dar çerçevelerine hapsetmişlerdir. Kur’an’ın; sonradan Yahudiliğe evrilen İsrailoğulları’nın bu davranışlarını ve vahye yapmış oldukları müdahaleleri defalarca lanetlediğine tanık oluyoruz.[32]

4)  Gizleyerek Tahrif

Hemen yukarıda verilen Enam 6/91 ayetinde vahyin Ehl-i Kitap tarafından gizlendiği açıkça ifade edilmiştir. Vahiyler metin olarak fiziki bir unsura geçirildikten sonra insanları orijinal metinden uzaklaştırmak için; “Rabbiler (ilahiyatçılar) aracılığı ile ancak Allah’a ulaşılabilir!” kuralı kurumsallaştırılmıştır. Böylelikle vahyin gerçek muhatapları orijinal metinden uzaklaştırılıp, din Rabbilerin (ilahiyatçıların) insafına terkedilmiştir. Kur’an’ın öncesinde indirilen kitaplar üzerinde oluşmuş olan sis perdesi ve ortada dayanılabilecek sağlam bir metnin olmayışı, Kur’an öncesi vahiyler konusunda oluşan kaotik ortamın ana sebebidir. İnsanları yönetmek ve kendisine kul etmek için iktidar gücünün din üzerinde her dönemde belirleyici olması; yönetilecek kitle üzerinde etkin olması istenen hususların abartılmasını, aleyhte olabilecek hususların ise görmezden gelinmesini sağlayacak şekilde dinin içine sokuşturulmuştur. Bir iki nesillik süre bile; böylelikle oluşturulmuş dini ritüelleri, dinin aslı olarak göstermeye yetmiştir.

Al-i İmran 3/187

وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلَا تَكْتُمُونَهُ فَنَبَذُوهُ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا ۖ فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ

Allah, kendilerine kitap verilenlerden kesin söz aldığında “Bu Kitabı insanlara açık açık anlatacaksınız, asla gizlemeyeceksiniz!” dedi. Verdikleri sözü göz ardı ettiler ve karşılığında geçici bir bedel aldılar. Aldıkları o şey, ne kötüdür!

Vahiy; nesilden nesile, içinden hiçbir şey çıkarmadan ve hiçbir şey ilave edilmeden aktarılması gereken bilgidir. Bu aktarım sürecinde gerçekleştirilecek her türlü gizleme O vahyi tahrif anlamını taşır. İyi niyet ile de olsa orijinal metne yapılacak her türlü müdahale tahriftir!

Maide 5/15

يَا أَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ كَثِيرًا مِمَّا كُنْتُمْ تُخْفُونَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ ۚ قَدْ جَاءَكُمْ مِنَ اللَّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ

Ey Ehl-i Kitap! size, Kitap’tan gizlediğiniz birçok şeyi ortaya çıkaran, birçoğuna da dokunmayan Elçimiz geldi. Size Allah’tan bir nur ve açık bir kitap geldi.

Hud 11/5

أَلَا إِنَّهُمْ يَثْنُونَ صُدُورَهُمْ لِيَسْتَخْفُوا مِنْهُ ۚ أَلَا حِينَ يَسْتَغْشُونَ ثِيَابَهُمْ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ ۚ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

Bilin ki onlar, O’ndan (Allah’ın Kitabından) gizlenmek için göğüslerini iki büklüm ederler. Yine bilin ki örtülerine büründükleri zaman neyi gizlediklerini ve neyi açığa vurduklarını Allah bilir. Göğüslerde olanı da O bilir.

Nahl 16/55

لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ ۚ فَتَمَتَّعُوا ۖ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ

Bunu, bizim verdiğimizi gizlemek için yaparlar. Keyfini sürün bakalım; yakında öğrenirsiniz.

Yukarıdaki ayetler vahye el sürülmemesi konusunda Ehl-i Kitap’ın hiç de iyi bir imtihan vermediğinin açık kanıtlarıdır.

  1. Örneklerle Kur’an’ın Anlamları Üzerinde Yapılan Saptırmalar

Müslümanlar ellerinde kitabın orijinalinin olması ile övünmekte ve sırf bu olgunun Kur’an’ın tahrifini mümkün kılmayacağına inanmaktadırlar. Bu söylem ilk bakışta kulağa hoş gelen doğru bir söylemdir. Gerçekten de orijinal metnin herkesin erişimine açık bir şekilde ortada olması, tek başına bu görüşü haklı çıkarır niteliktedir. Rabbimize şükürler olsun ki vahyin orijinaline, herkesin her ortamda erişebiliyor olması inanılmaz büyük bir nimettir. Her isteyen son Allah Resulü Muhammed (sav)’e ulaşmış olan vahyin orijinali ile muhataptır. Yine Allah O’ndan razı olsun ki, Muhammed (sav) Allah’tan Arapça olarak aldığı vahyi[33] aynı şekilde hiçbir harfine dokunmadan ve gizlemeden[34] kendisinden sonrakilere aktarmıştır. Allah Resul’ünden bizlere kadar gelen ve Mushaf olarak isimlendirdiğimiz elimizin altındaki kitap; Allah’ın Cebrail vasıtasıyla Muhammed’e indirdiği O kitaptır.

Kitabın kelimeleri, dizilişi, ayetleri, ayet grupları, sureleri, dilbilgisi kuralları, ayetleri arasındaki bağlantıları tamamıyla Allah’ın belirlediği şekildedir. Dolayısıyla hiç kimse bu yapıyı bozmaya, eklemeye, çıkarmaya, düzenlemeye, şekil vermeye, eksik gördüğü şeyi tamamlamaya, fazla bulduğu şeyi çıkarmaya, dilbilgisi kurallarını her ne gerekçe ile olursa olsun kendi kafasındaki yoruma uydurmaya yetkili değildir. Bu konuda yapılacak her türlü oynama keyfiliktir. Samimi hiç kimse sözde, bu sayılanlara kalkışmaya cesaret etmek şöyle dursun bunu yapmayı aklından bile geçirmez…

Çünkü O kitap bizzat; her şeyi görüp gözetenin bilgisi, tüm varlığı kuşatmış olanın eseridir…

O’nda; bir eksiklik, hata, tamamlanacak bir boşluk, şartlara uymayan bir fazlalık olduğu, varlık sahnesinde yetersiz kaldığı, çözümleri tatmin etmediği, insanları birbirine düşürdüğü ve çaresiz bıraktığı vehim edilmedikçe, hiç kimse bile bile ve göz göre göre ona müdahale etmeye cesaret edemez!..

Durumun özü böyleyken, yaşama yansıyan gerçek de böyle midir?

Bu sorunun cevabı; “Maalesef, hiç de öyle değil!” dir. Yani Müslümanlar da maalesef Kur’an’ın anlamlarını fena halde ve göz göre göre tahrif etmişlerdir. Bugün de; Kur’an daha iyi anlaşılsın diye aslında görünüşte iyi niyet ile yapılan Kur’an kelimelerini anlamlandırma çalışmaları, geçmişin sebebi malum anlam hatalarının taklitçiliğini göz göre göre sürdürmektedir.

Yazının girişinde belirttiğimiz Tarihselcilik ve Evrenselcilik kategorilerinin; “Kur’an’ın hayatın akışı üzerinde ne kadar belirleyici olması gerektiği” hakkında, Müslümanların tercihlerini sınıflandırmaya yönelik olduğunu hatırlatmak isteriz.

Yukarıda altı çizilen paragraftaki, Kur’an ile ilgili tespit edilen kurallar hakkında problemi olanlar için herhangi bir söz sarf etmenin anlamı olmayacağı açıktır…

Günümüzde “Meseleler sınırsız, ayetler sınırlı!..” görüşü, ilahiyatçılar ve bu ilahiyatçıları takip eden kitleler tarafından yaygın olarak ifade edilmektedir.

Tembellik ve asıldan kopulduğu için girilen her alandaki geri kalmışlığın verdiği atalet ile İslami sayılan coğrafyalarda oluşan ahval; kendisini Müslüman olarak tanımlayan çok geniş kitlelerde Kur’an’ın çözüm değil, kargaşa ürettiği fikrini yaygınlaştırmıştır. Bu sonuç; Kur’an ile Müslüman’ın arasını açtıktan sonra, araya bir takım Rabbîler yerleştirilerek oluşturulmak istenen “Kur’an’sız İslam” için her şeyi yapan oryantalistlerin de desteğiyle gelişmiştir.

Oysa ki Allah şöyle buyurmaktadır;

Bakara 2/213

كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ وَأَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ ۚ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلَّا الَّذِينَ أُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ ۖ فَهَدَى اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ ۗ وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَىٰ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

İnsanlar tek bir toplumdu. Allah, onlara müjde veren ve uyarılarda bulunan nebîler gönderdi; onlarla birlikte, gerçekleri içeren kitap da indirdi ki ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında o kitap hükmetsin. Kendilerine kitap verilenlerden başkası ayrılığa düşmedi. Bu da açık belgeler geldikten sonra birbirlerine üstünlük kurma gayretlerinden kaynaklandı. Sonra anlaşamadıkları konuda, Allah, müminleri, kendi onayıyla doğruya ulaştırdı. Allah, doğruları tercih edeni doğru yola yöneltir.

Ayette, Allah tarafından indirilen kitabın insanlar arasında hükmetmesi ve problemleri çözmesi beklenirken, kendi konumlarını belirleyici kılma hastalığının insanları ayrılığa ve derin kavgalara ittiği belirtilmektedir.

Görüleceği üzere Müslüman kimliğe sahip olanların, Kur’an karşısındaki tercih ve duruşlarına göre tasnifler yapıldıkça, önemli büyüklükteki grupların ayrışıyor olması dikkat çekicidir.  Kur’an’ı; tüm bağlantılarıyla her şeyi kuşatan ve daima insanlığın önünde giden bir yol gösterici (huden) olarak gören ve bu imanıyla Kur’an’a tam olarak güvenen Müslüman kitle maalesef yok denilecek seviyede azdır. Bu değerlendirmenin kaynağı, Kur’an’ın belirleyiciliği üzerindeki kabulün, Müslümanlar arasındaki karşılığıdır. Zira Müslümanların; Kur’an’ı, yaşamlarında tam ve nihai yeterlilikte bir başvuru kaynağı olarak görmeye hazır olmadıkları rahatlıkla görülebilmektedir! Bunun en önemli etkenlerden ilki, herhangi bir konu gündeme geldiğinde Kur’an’a bakmak yerine daha ilk adımda; kaynak olarak zihinlerde akredite edilmiş Hadis ve İcma’nın dayatılıyor olmasıdır. İşin İlginci, İslamî Kaynak olarak Kur’an – Hadis – İcma – Kıyas sıralamasını savunanların; her konuda öncelikle Kur’an ayetlerine bakmaya çalışanlara ısrarla dayattıkları Hadis ve İcma’nın, aslında Kur’an’dan sonra bakılması gereken kaynaklar olduğunu unutuyor olmalarıdır!..

Bugün aramızda Allah resulü yoktur ama Allah’ın son Nebî’ye indirdiği vahyin orijinali herkesin elinin altındadır!.. Buna rağmen Kur’an’ın gerçeğin ta kendisi olduğuna güvenerek her problemin öncelikle ve ısrarla O’na götürülmesini savunan kitle günümüzde maalesef yok denecek kadar azdır!

Yapılan şey ise tam bir kolaycılık örneği olarak; yol gösteren (huden) O Kitabı rafa kaldırıp, yerine onu açıkladığını iddia eden Rabbî’lerin peşinden gitmek olmaktadır!.. Halbuki biraz düşünülse; Alemlerin Rabbi Allah’ın Kur’an’ında bahsettiği her konuda ve getirdiği düzenlemelerde, kendisinden başka hiçbir otoriteyi kabul etmeyeceği kolayca akledilebilecektir!.. Kendisi “Tasdik Eden” ve bir şeyin belge olma değerini belirleyen durumdayken; hiçbir tutarsızlığı, eksiği, gediği olmayan, hiçbir haberi, kanunu, düzenlemesi tartışmaya açık olmayan, hiçbir müdahaleyi kabul etmeyen böylesi bir kitabın ikinci plana atılıp, O’nu yaratılmış olanın Tasdikine muhtaç duruma düşürmek akla ziyan bir durumdur!..

Kur’an’ın ikinci plana atılmasına sebep olan bir diğer etken de; “Kur’an’ın manaları üzerinde geçmişte yapılmış olan ve kabul görmüş çıkarımlar esastır. Bu çıkarımlar tartışmaya açık değildir!” iddiasıdır. Bu iddia geçmiş ulemaya olan itimattan ve bu kadar insanın yanlışta icma edemeyeceği düşüncesinden kaynaklanmaktadır.

Yazımızın bu bölümünde konuyla ilgili olarak herhangi bir mugalataya girişmeden felsefi ve tarihi söylemlere sığınmadan sadece bazı dilbilgisi kurallarından somut örnekler ile Kur’an’ın manalarına, geçmişten itibaren nasıl ve hangi yöntem ile müdahale edildiği gösterilmeye çalışılacaktır.

Not; Verilen örneklerin Kur’an’da yer alan kullanımları ve arapça kök kaynakları ile kelimelerin dilbilgisi özellikleri konularında www.kuranmeali.com sitesinden yararlanılmıştır. Böylesi detaylı çalışmayı karşılaştırmalı mealler ile birlikte herkesin kullanımına sunanlardan Allah razı olsun.

1)  Kuran’da Çelişki Yoktur!

Kur’an’da bir çelişki asla kabul edilemez! Böyle bir durum her türlü eksiklikten münezzeh bir yaratıcıya atfedilebilecek büyük bir yalan olur. Şöyle düşünmek de aynıdır: “Allah kendi katında her türlü eksiklikten münezzehtir. Kitap ise yeryüzünde türlü türlü eksikleri olan insanların konuştuğu bir dil iledir ve sınırlıdır. Yaradılıştaki mükemmelliğin tümüyle ve aynı muhteşemlikle bu kitapta da olması beklenemez. Zira hadiseler sınırsız ama ayetler sınırlıdır. Dolayısıyla insan kendisinde olan idrak ve muhakeme yeteneği ile Allah’ın murad ettiği şeylere uygun çözümler üreterek, ayetlerde bulunamayan meselelere çözümler getirmek durumundadır.” 

Kanaatimiz, böylesi bir yaklaşım Müslüman için intihar ile eşdeğerdir!

Ancak ne var ki Müslümanların Kur’an’a yaklaşımları bu yöndedir. Kur’an’da münafıklığın cezası yoktur (Bu ifade, olmadığı anlamına gelmeyip biz bulamadığımız içindir). Diğer taraftan; “Allah Resulünün münafıkların reisi sayılan Abdullah bin Übeyy bin Selûl’e karşı bir yaptırım uygulamadığı, ona saygı gösterdiği hatta cenaze namazını dahi kıldırdığı” rivayet edilir. Halbu ki kafalara yer etmiş bu kadim bilgi, Tevbe 9/84 ayetiyle açıkça çelişen bir durumdur. Yakup (as)’ın oğullarının münafıklığı da ayrı bir konudur. Tüm bunlar; “Müslüman olduğunu belirten bir kişiye, sen mümin değilsin demeyin!”[35]ayetine yüklenen anlam ile toplum nezdinde oluşturulmuş bir hassasiyetin sonucudur. Diğer yanda ise “Dinde zorlama olamaz!”[36] ayeti de yeryüzünde olması gereken türden bir inanç hürriyetinin garantisidir.

Hal böyle olunca dinin temel kaynağını çelişkili ve yetersiz gösteren görüşler pusuda beklemekte ve fırsat kollamaktadır. Müslümanların kitaplarından sıyrılıp, kendi oluşturdukları anlayışlar ile dini hakim kılan sistemler üretmeye çalışmaları, çelişkilerin de kaynağını oluşturmaktadır. Müslümanların Kitaptan bağımsız anlayışlarının kitapla olan çelişkilerini tevil ile gidermeye çabalayan süreçler; bugün ilahiyatçılar, felsefeciler, akademisyenler hülasa ulema olmaksızın anlaşılamaz bir kitap ile insanlığı karşı karşıya getirmiştir.

Bu çalışmada konuya işaret etmesi maksadıyla yer verdiğimiz kısıtlı örnekler maalesef katlayarak çoğaltılabilecek potansiyeldedir…

a)   Örnek 1 : ŞAHİT (ش ه د) Kelimesi

Şahit kavramının kök harfleri ش ه دolup, aynı kökten üretilmiş Kur’an’da 160 kelime kullanımı mevcuttur.[37]

شَهَادَة  Şehadet ve  شُهُود şuhud göz veya basiretle görerek hazır olmaktır. Kimi zaman sadece “hazır olmak” anlamında kullanılır. Ancak en uygun olanı شُهُود formunun sadece “hazır olmak”; شَهَادَة şehade formunun ise sadece “görmek” anlamında olmasıdır. Hazır bulunulan yere مَشْهَد meşhed kocası yanında bulunan kadına مُشْهِد müşhid denir.

شَهَادَة Şehadet,basiret veya gözle görmekten kaynaklanan bir bilgiye dayalı sözdür.  أَشَهِدُوا خَلْقَهُمْ   “Onların yaratılışına şahit mi oldular.” (Zuhruf 43/19) Yani gözleriyle gördüler mi?

شَهِدتُ Şahidetu kelimesi iki anlamda söylenir. Biri bilgi yerine kullanılır ve onunla tanıklık yapılır.  اَشْهَدُ بكذا “Şuna tanıklık ederim” denir. Şahidin اعْلَمُ “biliyorum” demesi kabul edilmez. Onun اَشْهَدُ “şehadet ederim” demesi bilgisinin görmeye dayandığını belirtmesi gerekir. İkincisi ise yemin anlamındadır.

شَهِيد Şahid hazır olan, bir şeye şahit olan, ölmekte olan kişi.[38] Şahitlik yapmak, tanık olmak, görmek, göstermek, seyretmek, izlemek, delil getirmek, göz önünde, belge, vesika, görünen, seyirci.[39]

Kelimenin tüm anlamlarından, şahitliğin; kesinlikle görmek veya duymakla olacağı anlaşılmaktadır. Kişinin görmediği, duymadığı bir şeye şahit olması mümkün değildir. Bu kelime Kur’an’da ulaşmak,[40] görünen,[41] şahitlik[42] anlamlarında kullanılmıştır.

Kur’an’da delil getirmek ve delil olmak noktasında en temel kavram olan şahit hakkında bir tek istisna söz konusu edilir.

Yusuf 12/26

قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَنْ نَفْسِي ۚ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ أَهْلِهَا إِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنَ الْكَاذِبِينَ

Yusuf dedi ki “Israrla benden yararlanmak isteyen odur.” Kadının ailesinden bir bilirkişi/şahit şöyle dedi/şahitlik etti: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın haklı, o yalancının tekidir.

Bu ayette وَشَهِدَ شَاهِدٌ veşehide şahidun ibaresi gözle gören şahit değil de bir belge ile bilirkişilik yapan kişi olarak anlamlandırılmıştır. İstisnasız tüm tefsir ve mealler ayeti bu şekilde anlamlandırmıştır. Eğer bu ayetteki şahitlik; tüm Kur’an’da olması gerektiği gibi gözle görmek şeklinde anlamlandırılırsa, kodlarını İsrailiyat kaynaklarından almış bir hikaye ile uyumsuz bir anlam çıkacak ve dikte edilen hikaye çökecektir!..

Diğer taraftan bu anlamlandırma Kur’an’da önemli bir çelişkinin de kaynağı gibi durmaktadır. Zira bu yorum ile çok önemli bir karışıklık ortaya çıkmaktadır. Nisa 4/15; Nur 24/4, 13, ayetlerinde, kadına zina iftirası için dört şahit getirilmesi şartı vardır.

Nur 24/6

وَالَّذِينَ يَرْمُونَ أَزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ شُهَدَاءُ إِلَّا أَنْفُسُهُمْ فَشَهَادَةُ أَحَدِهِمْ أَرْبَعُ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ ۙ إِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ

Eşlerine zina suçu atan ve kendileri dışında şahitleri olmayanlar… Böyle birinin şahitliği, kesinkes doğru söylediğine dair dört defa Allah’ı şahit tutması ile olur.

Ayette eşini zina halinde gören kişinin şahitliği kabul edilmemekte ve suçlama için yeterli sayılmamaktadır.

Nisa 4/15

وَاللَّاتِي يَأْتِينَ الْفَاحِشَةَ مِنْ نِسَائِكُمْ فَاسْتَشْهِدُوا عَلَيْهِنَّ أَرْبَعَةً مِنْكُمْ ۖ فَإِنْ شَهِدُوا فَأَمْسِكُوهُنَّ فِي الْبُيُوتِ حَتَّىٰ يَتَوَفَّاهُنَّ الْمَوْتُ أَوْ يَجْعَلَ اللَّهُ لَهُنَّ سَبِيلًا

Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin, şahitlik ederlerse, onları, ölünceye veya Allah bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.

Nur 24/4

وَالَّذِينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَأْتُوا بِأَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانِينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً أَبَدًا ۚ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

İffetli kadınlara zina suçu atan sonra dört şahit getiremeyenlere seksen kamçı vurun; ebediyen onların şahitliğini kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.

Nur 24/13

لَوْلَا جَاءُوا عَلَيْهِ بِأَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ ۚ فَإِذْ لَمْ يَأْتُوا بِالشُّهَدَاءِ فَأُولَٰئِكَ عِنْدَ اللَّهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ

Bir de o çete bu suçlama için dört şahit getirseydi ya? Getiremediklerine göre onlar Allah’ın yanında yalancı kimselerdir.

Bu ayetlerde; kadınlara zina iftira edenlerden dört şahit istenmekte, aksi taktirde had uygulanacağı açıkça belirtilmektedir. Bu getirilecek olanlarda şahit olabilme vasfından dolayı mutlaka olayı tüm detayı ile görmüşolma şartı aranmaktadır. İslam fıkhı bu konuda hiçbir şekilde bilirkişiyi kabul etmez.

Oysa Yusuf suresinde hem bir kadın, hem de bir Allah resulü, zina suçlaması ile  karşı karşıyadır.[43] Zina iftirası şeklinde algılanan Seyyid’in[44] karısının karıştığı olaydaki şahidin sadece bu ayete özel olarak bilirkişi şeklinde anlaşılması, (haşa) Kur’an’da açık bir çelişkinin varlığını kabul etmek olacaktır.

Bu durumda ortada şöyle bir ikilem (çelişki) söz konusudur. Eğer bilirkişi, şahit olarak kabul edilebiliyorsa kadına zina iftirası atanların da iftiralarını ispat için, olayı gözüyle gören dört şahit arama zahmetine girmeden dört bilirkişi getirmeleri yeterli olmalıdır. Eğer bu olmayacaksa -ki yeterli olmamalıdır- Yusuf suresi 12/26’daki şahit, Yusuf ve Kadın ile aynı ortamda bulunmuş ve gömleğin yırtılmasına şahit olmuş biri olmalıdır. Yani Seyyid’in yanında bulunan ve odadaki olayı görmeyen kişiye şahit denemez! Böyle biri olsa olsa bilirkişi olabilir. Ama Allah bu kişiyi bilirkişi değil, وَشَهِدَ شَاهِدٌ veşehide şahidun ibaresiyle şahit olarak belirtmiştir.

Yazının hedefi somut sorunları tespit etmek olduğundan konuyu uzatmanın gereği yoktur. Bu konu ile ilgili tefsirlere bakılarak neler söylendiği incelenebilir. Bilirkişiliğin Kelime-i Şehadet konusuna ve Al-i İmran 3/18 ayetine dayanarak ispat edilmeye çalışılması sorunu ortadan kaldırmayacağı gibi, aksine “zina suçlamasında bulunanın dört bilirkişi getirmesinin yeterli olacağı”görüşüne yani çelişkiye haklılık kazandıracaktır. Ali İmran 3/18 deki şahit, ayette (وَأُولُو الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ – ve ullulilmi kaimen bilkıst) kıstı ayakta tutan ulul ilim sahipleri olarak belirtiliyor. Kur’an gerçeğin ta kendisidir.[45] Bu gerçek de kainatta zaten kendisini her daim gösterir. Dolayısıyla her insan vahiy gerçeğine gözleriyle de tam anlamıyla emin olarak şahit olur.

Ancak burada şöyle bir aldatmaca yapılmaktadır. “Allah’ı görmediğimiz halde onun varlığına ve birliğine şahidiz. Dolayısıyla burada gözle görmeden şahitlik yapılıyor!”denilmektedir. Bu yaklaşımdaki aldatmaca şudur. “La İlahe İllallah” derken söylediğimiz “Allah’dan başka İlah yoktur!” sözüdür. Burada Allah’ı gördüğümüze değil Allah’a denk sayılabilecek Allah’dan başka İlah görmediğimizi ve olamayacağını söylemiş oluyoruz. Unutulmamalıdır ki bir olaya dair şahitlik yapan kişi, gördüğünü anlatırken olaya dahil edilmeye çalışan herhangi bir unsur, olay ile ilgili değilse, şahidin onu görmediğini ifade etmesi de bir şahitliktir. Kelime-i Tevhid’e dönecek olursak, Allah’ın cc tam olarak görülmesi söz konusu bile değildir. Bu durumda Kul’un şahitliği; müşahede edilebilen yaratılmış hiçbir şeyin onun yanında ilah olamayacağına şahitliktir. İbrahim’in gökyüzü ile ilgili müşahedesi tam da buna örnektir.[46] Elçiye şehadet konusuna gelince; elçinin elçiliği getirdiği şey üzerindendir. Muhammed’e indirilen, Kur’an, bilip anlayabileceğimiz şekilde elimizin altındadır. Kur’an’a inanmak ve onun elçi olduğunu kabul etmek için aracılara ihtiyaç yoktur. Unutmamalıdır ki, Nebî’miz hayattayken onu gördüğü halde Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmeyen bir çok insan vardır.

Sonuç olarak; Yusuf 12/26 ayetinde ki şahid kavramının anlamı doğrultusunda ya kafada oluşturulmuş hikaye terk edilecektir ya da anlamı kesin olarak duymak ve görmek olan şahit kavramı bir kereliğine de olsa çarpıtılıp, Yusuf hikayesi İsrailiyata uydurulacaktır. Aksi halde hiçbir şekilde bu çelişki giderilemeyecektir.

 

b)  Örnek 2 : EL KESME (قَطَّعْنَ katta’nâ fiili)[47]

Geleneğin şekillendirdiği Yusuf kıssasının efsanevi el kesme olayı da görünürde bir başka çelişkinin kaynağıdır.

Yusuf’un güzelliğine hayran kalıp, bıçakla ellerini kesmelerine rağmen bunun farkına varmayan kadınların anlatıldığı sahneyi hemen herkes bilir.

Yusuf 12/31

فَلَمَّا سَمِعَتْ بِمَكْرِهِنَّ أَرْسَلَتْ إِلَيْهِنَّ وَأَعْتَدَتْ لَهُنَّ مُتَّكَأً وَآتَتْ كُلَّ وَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ سِكِّينًا وَقَالَتِ اخْرُجْ عَلَيْهِنَّ ۖ فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ وَقُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ مَا هَٰذَا بَشَرًا إِنْ هَٰذَا إِلَّا مَلَكٌ كَرِيمٌ

Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti; koltuklar hazırladı; geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf’a: “Yanlarına çık” dedi. Kadınlar Yusuf’u görünce şaşıp ellerini kestiler ve “Allah’ı tenzih ederiz ama, bu insan değil ancak çok güzel bir melektir” dediler. (DİB Meali)

Ayette geçen فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ وَقُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ مَا هَٰذَا بَشَرًا إِنْ هَٰذَا إِلَّا مَلَكٌ كَرِيمٌ cümlesini “Kadınlar Yusuf’u görünce şaşıp ellerini kestiler ve “Allah’ı tenzih ederiz ama, bu insan değil ancak çok güzel bir melektir” dediler” şeklinde çevrilmiştir. Ayetin öncesinde ve sonrasında Yusuf’un güzelliğine ait hiçbir emare söz konusu edilmediği halde bu ayetten Yusuf’un kadınlara ellerini kestirip üstelik farkına vardırmayacak kadar güzel olduğu çıkarılmıştır. Konumuz Yusuf (as)’ın güzelliği değildir. Bu ayette sıkıntı oluşturan şey ayette kadınların ellerini kesme fiilinin وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ katta’na eydiyehunne şeklinde gelmiş olmasıdır.

Yukarıdaki ayette verilen mana ile Kur’an üzerinde çelişki oluşturan ibare قَطَّعْنَ katta’nâ kelimesidir. Kök harfleri قطع olan bu kelime Kur’an’da 36 kez geçmiştir. Anlamı kesmek/koparmaktır. قطع kelime;

Cisimler gibi gözle görülen bir şeyi veya varlıkları sadece akılla bilinen şeyler gibi basiretle algılanan şeyleri birbirinden ayırmak demektir. İnsan bedenindeki organların kesilmesi bunun bir misalini oluşturmaktadır. Elbiseyi kesmek de bu mananın içinde yer alır.[48]

Bu kelimenin fiil olarak manaları kesmek, alıkoymak, kat etmek, men etmek, meyvesini toplamak, akraba ile ilişkiyi kesmek, yol almak, yolu kesmek, hasmını susturmak, aşama kaydetmek, namazı kesmek şeklindedir. İsim olarak ise kıta, bir şeyden kopan parça, parsel, mutlak, kesin, kesici dişler, kesişen, boykot, kesme cihazı gibi anlamlarda kullanılmaktadır.

Kelime Kur’an’da 7 defa isim olarak kullanılmıştır. Bitmez, tükenmez, kesilmez,[49] kestirip atan,[50] kesilmiş,[51] bütünün bir parçası,[52] kıtalar[53] şeklinde gelen isimler haricinde kalan 30 kullanımın tamamı fiildir. Bu fiillerin tamamında anlam hem maddi hem de mecazi anlamda kesmektir. Neslin devamını kesmek,[54] insanlar arasındaki bağları kesmek,[55] Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini kesmek,[56] ilişki kesmek,[57] ateşten elbise biçmek,[58] zalimlerin kökünün kesilmesi,[59] herhangi bir şeyi (ağaç) kesmek,[60] zalimlerin ardını kesmek,[61] parçalamak,[62] geçmek, kat etmek,[63] ayırmak, parçalamak,[64] bozguncuların el ve ayaklarını çapraz kesmek (koparmak),[65] hırsızın elini kesmek (koparmak),[66]

Kelimenin lügat anlamlarında ve Kur’an kullanımlarında ön plana çıkan anlam bir şeyi kesip ayırmaktır.

Kelimenin bu anlamlarına göre Yusuf suresindeki وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ ibareye maddi anlamda bir şeyi kesmek anlamı verilecekse bu anlam “ellerini kesip kopardılar” şeklinde olmalıdır. Tüm meal ve tefsirler bu kelimeye ellerini kestiler manası vermişlerdir. Kast ettikleri anlam ise “ellerini yaraladılar”manasınadır. Hiç kimse Yusuf 12/31 ayetindeki bu kelimeden ellerini kesip kopardılar sonucunu çıkarmadığı gibi bunu ima bile etmemiştir. Katta’na وَقَطَّعْنَ kelimesine yüklenen anlam “yaraladılar” olmuştur. Oysa bu kelimenin ne sözlüklerde ne de Kur’an’da yaraladılar şeklinde bir anlamı hiç bulunmamaktadır.

Maide 5/33

إِنَّمَا جَزَاءُ الَّذِينَ يُحَارِبُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الْأَرْضِ فَسَادًا أَنْ يُقَتَّلُوا أَوْ يُصَلَّبُوا أَوْ تُقَطَّعَ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ أَوْ يُنْفَوْا مِنَ الْأَرْضِ ۚ ذَٰلِكَ لَهُمْ خِزْيٌ فِي الدُّنْيَا ۖ وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ

Allah’a ve elçisine karşı savaşan ve ortalığı birbirine katmaya çalışanların cezası öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, dünyada uğrayacakları rezilliktir. Ahirette ise onları büyük bir azap beklemektedir.

Maide 5/38

وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنَ اللَّهِ ۗ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

Erkek hırsız ile kadın hırsızın ellerini kesin ki kazandıklarına karşılık bir ceza, Allah tarafından bir caydırma olsun. Üstün olan ve doğru kararlar veren Allah’tır.

Ayette kelime Yusuf suresindeki ibareye benzer şekilde geçmiştir. فَاقْطَعُٓوا اَيْدِيَهُمَا “İkisinin ellerini kesin” (Maide 5/38). Üstteki ayette de (Maide 5/33) kavram aynıdır. Ayetlerde gayet açık bir şekilde kavram, ceza olarak el ve ayak organlarını kesip koparmaktan bahsetmektedir.

Çelişki olarak karşı karşıya kalınan yer de tam burasıdır. Anlam, Yusuf suresinde meallerin verdiği şekliyle ellerin ve ayakların yaralanmasını kast etmemektedir. Eğer Yusuf suresinde geçen وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ katta’na eydiyehunne ibaresine elleri yaralamak manası verilebiliyorsa, hırsızın elinin kesilmesini bildiren ayetteki kelimeye de ellerin yaralanması manası verilmesinin önünde hiçbir engel kalmamaktadır. Nasıl ki bu kabul edilemez ise Yusuf suresindeki ayette geçen kelimeye de o anlamın verilmesi doğru olmamalıdır.

Yine bu kelime bir organı belirtir şekliyle Enam 6/45 ayette فَقُطِعَ دَابِرُ şeklinde geçmektedir. Burada geçen “dabir” kelimesi, insanın arkasını ve arkasındaki organı kast etmesine rağmen burada kelimenin bir mecazı kast ettiği açıktır.

Dolayısıyla Yusuf suresindeki kullanımın da mecazi olması gerekmektedir. Bu durumda وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ ibaresinin manası “ellerini çektiler” şeklinde olmak durumundadır.

Bu açıklamaya şöyle bir itiraz gelecektir. Madem Yusuf suresindeki ibareye mecazi olarak ellerini çektiler manası verilebiliyor, o halde hırsızın ellerinin kesilmesini emreden ayetteki (Maide 38) فَاقْطَعُٓوا اَيْدِيَهُمَا ibare mecazi anlaşılamaz mı?

Bu mümkün değildir. Zira, asıl olan bir kelimenin maddi anlamıdır. Mecaz anlamak için cümle içinde kuvvetli başka karinelerin bulunması gerekir!.. Ayetteki sahneyi gözümüzün önüne getirecek olursak; ellerin kesilip koparılması büyük bir acıya, elini kesenlerde aşırı kan kaybına yol açacaktır. Bu durumdaki bir insanın hiçbir şey hissetmemiş olmasının olanağı yoktur. Yusuf suresinde “kadınlar ellerini kestiler”dedikten sonra, ellerini kesen kadınların büyük bir acı içinde olduklarını belirten hiçbir karine yoktur. Tam tersi hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etmişlerdir. İşte bu durum ayette geçen وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ ibaresini mecaz olarak ve “ellerini çektiler, onunla uğraşmayı bıraktılar”şeklinde anlamayı zorunlu kılmaktadır.

Maide 5/33 ve 38 ayetlerinde ise mecaz anlamak için bir karine yoktur. (.. جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنَ اللَّهِ..) Üstelik ayete göre cezanın nekel, yani başkalarının da görüp ibret alması için görünür olması gereği vardır. Bu durumda ibareyi maddi anlamın dışında anlamlandırmak olanaksızdır.

Yusuf suresinde geçen söz konusu ibarenin anlamının maddi olduğunu söylemek, yani Yusuf’un güzelliğinin etkisiyle kadınlar ellerini kestiler ama bunun farkına varmadılar şeklinde açıklamak tam bir garabettir. Bu kelimenin kesmek koparmak manasını, -kelimenin böyle bir anlamı olmamasına rağmen- bıçağın ucuyla ellerini yaraladılar şekline çevirmenin ise ne tür karışıklıklara yol açacağı ortadadır.

Ulemanın, İsrailiyat ve olmadık rivayetler ile[67] Kur’an’ı; çelişkili, en sıradan hadiselerde bile akla ve mantığa tamamen aykırı güvenilmez, çelişkiler yumağı bir kitap durumuna düşürmesi hiçbir şekilde kabul edilemez. Özellikle; Kur’an, Kur’an ile açıklanmalıdır diyenlerin bu noktalarda biraz olsun ortaya fark koymaları beklenirken, meal ve tefsirlerinde çelişkileri görmezden gelmeleri kabul edilir bir durum değildir.

Bu gibi her türlü özensiz yaklaşımlar karşısında; Kur’an’ın, değerinden ve insanlara yol gösterici olma özelliğinden, bir şeyin eksilmesi elbette ki söz konusu dahi değildir.

2)  Allah (cc) Kur’an’da Bilinçli Boşluklar Bırakmamıştır

 

c)   Örnek 3: KALPLERE MÜHÜR VURULMASI (Bakara 2/7)[68]

Bakara 2/7

خَتَمَ اللَّهُ عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ وَعَلَىٰ سَمْعِهِمْ ۖ وَعَلَىٰ أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ ۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır. (DV Meali)

Kur’an’ın daha en başında “kalpleri ve kulakları mühürlenmiş gözleri perdeli” birilerinden bahsedilmektedir. İbareler sağa sola bükülemeyecek netliktedir. Burada üstelik söz konusu edilen fiillerin faili Allah’dır. Allah’ın kullarının ahireti kazanmak için kullanmaları gereken Kalplerine mühür vurması; çok sayıda, Allah’ın affediciliği[69] ve kullarını imtihan ettiği ile ilgili ayetlerle görünürde çelişmektedir. Zira kalb karar verme mekanizmasının merkezidir. Bu merkezin mühürlenmesi kulun iradesini yok edeceğinden, o kulu doğruya yönelme noktasında çaresiz bırakacak ve mantık çerçevesinde o kula din gününde; “Eğer Kalbimi mühürlemeseydin ben de doğru yolu bulabilirdim!” mazeretini ileri sürme olanağı verecektir. Bu durum hem tefsircileri hem de Kur’an’a yaklaşmak isteyenlerin zihinlerini meşgul etmektedir. Ayette mecaz sayılmayı gerektirecek herhangi bir somut ibare olmamasına rağmen, bahsi geçen çelişkiden kurtulabilmek için hatemkelimesinin mecaz olduğu kanaatine varılmıştır. Bazı müellifler bunu meallerine yansıtırken meali olduğu gibi verip tefsirlerinde mecaz yaklaşımını savunmuşlardır.

Bu durumda Allah’ın ayetinde açıkça belirtmediği bir boşluk, kullar tarafından doldurulmuş olmaktadır. Oysa bu türden boşluk doldurmak maksadıyla oluşturulan köprüler, asıl bağlantıların üzerini örtmekte ve ayetin anlamının derinliksiz kalmasını sağlamaktadır. Böylelikle oluşan ezberler, Kur’an gerçeğini arayanların yolunu en fazla yanıltan yön işaretlerine dönüşmektedir.

Bakara 2/7 ayetinde öncelikli olarak iki kelime; kalb ve hatem belirleyici durumdadır. Ayetin anlaşılması için mutlaka; semi ve basar kelimeleri de detaylı bir şekilde analize eklenmelidir. Çalışmaya başlandığında bunların da yetmeyip daha birçok kavramın devreye gireceği görülecektir…

Kalp sözcüğü El Müfredatta şu şekilde geçmektedir:

Bir şeyin kalbi, onun bir şekilden başka bir şekle çevrilmesi, döndürülmesidir. Bu insanın kendi yolundan çevrilmesi/alıkonulması anlamına gelir (29/21). Aynı kökten gelen “inkilab” ise, döndürülmek, bir işi bırakmak, geri dönmek, çekilmek anlamlarına gelir (3/144-7/125-83/31). İnsanın kalbine gelince, deniyor ki: Çokça değiştiğinden/aşırı değişkenliğinden bu adı almıştır. Kalbin eylemi veya özelliği olan ruh, ilim, şecaat gibi manalar da kalp diye adlandırılır. Taklib; bir şeyin bir halden başka hale geçmesi. Taklibul Umur; İşleri evirip çevirmek, onlara derinlemesine bakmak. Akıl. (Müfredat KLB maddesi)

Hatem kelimesinin anlamları ise şu şekildedir.

“Kelime iki şekilde açıklanır. Birincisi; Fiil mastar olup mühür ve damganın nakşı ile bir şeye tesir etmek” anlamı taşır. İkincisi: Bu nakşın sonucunda ortaya çıkan, elde edilen eser, iz” Nakıştan elde edilen eserin kendisini ifade eder. Bir şeyi sağlamlaştırma ve koruma altına alma anlamında kullanıldığına da rastlanır ki, bu kitaplara ve kapılara vurulan mühür onların korunmasını ve sağlama alma anlamını da taşıdığından bu kavramla ifade edilir”.

“Bazen de meydana gelen nakış baz alınarak bir şeyden bir etkinin meydana gelmesi anlamında kullanılır. Kimi zaman da bir işin sonuna gelmeyi, sonuna ulaşmayı anlatır. Bu bağlamda “hatemtu-l Kur’an” “Kur’an’ı hatmettim, O’nu okuyarak sonuna kadar ulaştım” denmesi de bundandır”.

Ayrıca bu kelime sözlüklerde “bir şeyi sona erdirmek, tamamlamak, bitirmek, son, netice, bir şeyin en ucu, yüzük” gibi manalara gelmektedir.

Ayette geçen Hatemallah ibaresi mazi (geçmiş zaman) fiil formundadır. Yani bu mühürlenme şu anda değil geçmiş zamanda yapılmıştır. Yine aynı ibare başka bir ayette vahye duyarsız kalanlara ileride başlarına gelebilecek bir tehdit olarak geçmektedir.

Enam 6/46

قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَخَذَ اللَّهُ سَمْعَكُمْ وَأَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلَىٰ قُلُوبِكُمْ مَنْ إِلَٰهٌ غَيْرُ اللَّهِ يَأْتِيكُمْ بِهِ ۗ انْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْآيَاتِ ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ

De ki “Düşünsenize, Allah dinleme ve görme özelliğinizi alsa, kalplerinizi çalışmaz hale getirirse Allah’tan başka onları size geri verecek hangi ilah vardır?” Baksana, bu ayetleri evire çevire biz nasıl açıklıyoruz sonra onlar nasıl yüz çeviriyorlar? (SV Meali)

Bu durumda ayetten, mühür vurulmanın bir süreci gerektirdiği anlaşılmaktadır. Ayetlerden yüz çevirmiş olmalarına rağmen onların kalpleri mühürlenmemiş, göz ve kulakları perdelenmemiştir. Süreç bir örneklik olarak misal verilmiştir. Zira hatem aynı zamanda tamamlamak anlamındadır. Kur’an’ın tamamı okunduğunda hatim edilmiş sayılması bundandır.

Kalp; görme ve dinleme ile vahy’in buluşup aklın açığa çıktığı yerdir. Dolayısıyla kalp, işleri evirip çevirecek kararları verebilmek için sürekli hareket halindedir.

Görme ve dinleme, aynı zamanda şahitliğin gerektirdiği fiillerdir. Resullerin aldığı vahiyler ancak bu yoldan insanlara ulaşır. Vahiy, duyu organları ile, onu elde eden insanın kalbine ulaşır. Burada oluşan kabul ile vahiy, kalbin merkezini oluşturan ve her daim sabit olan Fuad’a yerleşir. Vahyin Fuad’a yerleşmesi teslimiyettir. Bundan sonra kalb, fuadın etrafında döner. Vahye tam teslim olmuş olan Fuad, kalb ile vahyi zikrederek (hatırlayarak) kararlar verir. Böylece Sadr’ından vahiy doğrultusunda işler meydana getiren kişi; baktığını vahiy ile görür, işittiğini vahiy ile işitir, kararlarını vahiy ile alır ve adımlarını vahyin ölçüsünde atar…

İşte bu şekilde Fuadını,[70]Kalbini[71]ve Sadrını[72]vahiy ile yönetebilen bir mümin, Allah katında şahitlerden olacaktır.

Hadid 57/19

وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ أُولَٰئِكَ هُمُ الصِّدِّيقُونَ ۖ وَالشُّهَدَاءُ عِنْدَ رَبِّهِمْ لَهُمْ أَجْرُهُمْ وَنُورُهُمْ ۖ وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُولَٰئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ

Allah’a ve elçisine inanıp güvenenler, Rableri katında özü sözü doğru ve şahit sayılacak kimselerdir. Onların hem alacakları ödül hem de ışıkları (nurları) vardır. Ayetlerimiz karşısında yalan yanlış şeylere sarılarak ayetleri görmezlikten gelenler ise cehennem ahalisidir. (SV Meali)

Bu şahitlik elbette ki görülerek, bilinene şahitliktir. Görülmeyene şahitlik söz konusu değildir. İlgili ayet bu konuda şüpheye yer bırakmayacak niteliktedir.

Maide 5/117

مَا قُلْتُ لَهُمْ إِلَّا مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ ۚ وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا مَا دُمْتُ فِيهِمْ ۖ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنِي كُنْتَ أَنْتَ الرَّقِيبَ عَلَيْهِمْ ۚ وَأَنْتَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

Bana ne emrettiysen onlara onu söyledim. “Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah’a kul olun” dedim. Aralarında bulunduğum sürece onlara şahittim. Beni vefat ettirdikten sonra onlar, sadece senin gözlemin altındaydılar. Her şeye şahit olan sensin. (SV Meali)

Vahiy ile hareket etmemek Sünnetullah’a göre aklı doğru işletmemektir.

Bakara 2/171

وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ إِلَّا دُعَاءً وَنِدَاءً ۚ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ

Kendilerini âyetlere kapatanların durumu, anlamadığı sese karşı öten karganın durumu gibidir; onların duyduğu sadece bir çağrı ve seslenmedir. Sağır, dilsiz ve kör kesilirler. Onlar akıllarını kullanmazlar. (SV Meali)

Kur’an’da akıl kavramı ile ilgiliع ق ل kökünden 49 kullanım mevcut olup bunların 47 tanesi يَعْقِلُونَ aklı kullanma şeklindedir.

Sudur – Kalb– akılarasındaki ilişki şu ayette belirgindir.

Hac 22/46

اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ

Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat sudurlarda olan kalbler de körleşir.. 

Fuad > Kulub > Sudur birbirine bağlantılı halkalar gibidir. Akıl, bu üçünün doğru ve senkronize şekilde biribirleriyle olan bağlantısı olmaktadır. Allah; vahy ile beslenmediği taktirde, Fuad > Kulub > Sudur arasındaki bağlantıyı oluşturan akıla olumsuzluk atfetmektedir.[73] Bu durumda kalbi vahiy ile besleyip hareket ettirmeyen her düşünce/akıl, Sünnetullah’a göre kör ve sağır olarak kabul edilmektedir. Allah, ilk beşer Nebî’den itibaren Kalplerin yapısını bu şekilde belirlemiştir. Hiçbir dönemde de insanlık vahiyden mahrum bırakılmamıştır. İnsanlar; Allah’ın biçimlendirip kararlaştırdığı Fuad > Kulub > Sudur’ları ile Allah’ın indirdiği vahy karşısında imtihandadır!..

Allah Nuh’un soyundan gelen[74] İbrahimi gönderdi. Onu ve soyunu insanlığa önder yaptı.[75] Oğlu İshak’ı ve İsmail’i nebi kıldı. İbrahim’in oğlu İshak’ın ardından torunu Yakup’u ve peşisıra İsa’ya kadar nebilerini gönderdi. Yakup’dan sonra kendilerini İsrailoğulları[76] olarak tanımlayanları; Vahye sadık kalıp, onu rehber edinmeleri ve zalimlerden olmamaları karşılığında alemlere üstün kıldı.

Bakara 2/122

يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ

Ey İsrailoğulları! Ettiğim onca iyiliği ve sizi çağdaşlarınıza üstün kıldığımı aklınızdan çıkarmayın! (SV Meali)

Casiye 45/16

وَلَقَدْ آتَيْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ

İsrailoğullarına Kitap, hikmet ve nebîlik verdik. Onları temiz şeylerle rızıklandırdık. Onları çağdaşlarından üstün kıldık. (SV Meali)

Bu vaade rağmen İsrailoğulları; İnsanlık için gönderilmiş o kutlu Nebi/Resulleri[77] dinlemediler. Onlar ile insanlığa gönderilmiş vahiyleri tahrif ettiler.[78] İbrahim ile insanlığa dikte ettirilen hac görevini değiştirdiler.[79] Kendilerine mahsus kutsallar oluşturdular.[80] Özü tevhid olan insanlığa ait Allah’ın dini olan İslam’ı, Yahudiliğe evirerek kavmileştirdiler.

Nihayetinde Allah; İsa (as) ile o soydan gelen Nebîleri sonlandırdı yani hitama erdirdi.[81] Bu kutlu nebilerin müjdelediği son Nebî[82] ise İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan geldi. Kavmileştirdikleri dinlerine göre, reddettikleri İsmail’in soyundan gelen Muhammed’i de reddettiler. Ona indirilen vahye arkalarını dönüp şöyle dediler;

Bakara/88

وَقَالُوا قُلُوبُنَا غُلْفٌۜ بَلْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ فَقَل۪يلًا مَا يُؤْمِنُونَ

“Bizim kalbimiz kapalı!” dediler. Hayır, âyetleri görmezlikten gelmeleri sebebiyle Allah onları dışladı. Artık pek azı inanır. (SV Meali)

Bakara 2/91

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُوا بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا نُؤْمِنُ بِمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرُونَ بِمَا وَرَاءَهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَهُمْ ۗ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ أَنْبِيَاءَ اللَّهِ مِنْ قَبْلُ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

Onlara, “Allah’ın indirdiğine inanıp güvenin!” denince, “Biz bize indirilene güveniriz!” der, gerisini görmezlikten gelirler. Hâlbuki o, tümüyle gerçektir ve yanlarındakini onaylayıcı özelliktedir. De ki “Kitabınıza inanıyordunuz da şimdiye kadar Allah’ın nebîlerini ne diye öldürüyordunuz?” (SV Meali)

Allah, ayetinde lanetin sebebinin; “kalplerimiz perdelidir diyenlerin” kendilerini vahye kapatmaları olduğunu söylemektedir. Kendilerini kurdukları krallıktan sonra Yahudi olarak tanımlayanlar (MÖ 930); Musa’nın kitabı diyerek tahrif ettikleri kitap[83] dışında hiçbir şeyi artık kabul etmediler. Kendi anlayışlarına göre; “Allah sözlerinde değişiklik yapmaz ve yeni vahiy göndermez!” diyerek sonrasında gelen tüm vahiylere kalplerini kapattılar. Kalplerinin merkezi olan Fuad’larına “tahrif ettikleri kitaba” imanı yerleştirdiler.

Allah Bakara 2/7 de elleriyle yazdıklarına vahiy muamelesi yapanlara, Sünnetullah’ın değişmeyeceğini bildirmektedir. Zira artık vahiy sonlanmıştır (hitam). Tek seçenek ehli kitabın ellerindekini tasdik ettiğini söyleyerek insanlığa seslenen vahye tabi olmaktır!

Nisâ/155

فَبِمَا نَقْضِهِمْ م۪يثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِمْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَقَتْلِهِمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌۜ بَلْ طَبَعَ اللّٰهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ اِلَّا قَل۪يلًاۖ

Sözleşmelerini bozmaları, Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri, nebileri haksız yere öldürmeleri, “Kalblerimiz perdelidir” demelerinden ötürü Allah, evet, inkarlarına karşılık onların kalblerini tabaa yaptı, onun için bunların ancak pek azı inanır.

Ehl-i Kitap buna rağmen tahrif ederek oluşturdukları ve Allah’ın vahyi budur diye inandıkları şeyleri Fuadlarının merkezine sabitlediler. Artık onların Kalbleri yanlış bir temel üzerinde dönmektedir. Allah, yanlışta ısrar edenlerin bu hallerini düzeltmemiş, resullüğün onlardan gelmesini sonlandırmış (hitam) ve din gününe kadar bu yapılarıyla onları baş başa bırakmıştır. Artık sadece kendisini düzeltip doğru yolda yürüyen Müminlere tabi olan ehl-i kitap kurtuluşa erebilecektir.[84]

Dikkat edilirse, Bakara 2/7 ayetinde geçen hitam kelimesi yerine Nisa 4/155 ayetinde tabaa kelimesi gelmiştir. Halen de Ehl-i Kitap, rabbileri aracılığı ile kalplerini baskı altına alarak vahye karşı durmaktadırlar. Ancak gerçekler karşısında oluşturdukları onca baskıya rağmen iman etmelerinin önü kapalı değildir. Allah; bu durumda olan Ehli Kitab’ın pek azı haricinde gereği gibi iman etmeyeceklerini, son vahye Yahudi olanların, Hıristiyanlardan daha sert karşı koyacaklarını da belirtmiştir.[85]

Sonuç olarak; Kur’an’ın en başında Allah insanlara, kalbin nasıl çalıştığında doğruya, neleri yapmazsa yanlışa sürükleneceğini kesin çizgilerle açıklamıştır. Şüphesiz Allah, söylemek istediğini; şaşmayan kesinlikte, eğip bükmeden, mış gibi yapmadan doğrudan söyleyendir. Bakara 2/7 ayeti ve daha birçok ayete, metninde olmadığı halde mecaz anlamlar yükleyerek adeta boşlukları dolduran türden yaklaşımlar ile anlamlar vermek, ayetin söylediklerini perdelemekten başka bir işlev oluşturmamaktadır. Maalesef daha birçok ayetin; parçacı yaklaşımlarla insanların dar görüşlerine mahkum edildiği görülmektedir.

Bakara 2/7 ayetindeki hatem; yüce Allah Yakup’tan sonra gelen tüm elçileri, Yakup’un soyundan göndermiştir. O soy, ilk önce ataları Yakup’un adını tanrı ve insanlarla güreşip yenen (İsrail) olarak değiştirmiş, daha sonra ise kendilerini tanrı ve insanlarla güreşip yenenin oğulları (İsrailoğulları) olarak nitelemişlerdir. Tarihlerinde isimleriyle müsemma olarak sürekli Yüce Allah ve onun resulleri ile güreşmişler ve daima galip geldiklerini zannetmişlerdir. Yüce Allah Yakup’dan sonra onlara Yusuf’u, Esbat’ı, Musa’yı, Harun’u, Davud’u, Süleyman’ı, Eyyüp’ü, Yunus’u, İlyas’ı, Elyesea’yı, Üzeyir’i ve Kur’an’da adları anılmadığı halde onlara geldiği belli olan başka resulleri de göndermiştir. Merhameti sonsuz olan Allah, bunların üstüne onların kendi içinden; Zekeriya’yı, Yahya’yı ve İsa’yı göndermiştir… Gelen tüm elçiler beraberlerinde onları karanlıklardan kurtaracak vahiyler getirmiştir. Onlar ise; Yüce Allah’ın gönderdiği tek dinden ilk önce iki ayrı Yahudilik dini olan Yahudi’liği ve Samiri’liği, ardından herbiri din hükmünde olan Ferisi’lik, Saduki’lik, Esseni’lik, Hazari’lik, Kabbala’cılık vs meshepleri çıkarmışlardır. Allahın gönderdiği resulleri beğenmeyip öldürmüş ve her defasında Yüce Allah’a verdikleri sözlerden dönmüşlerdir. Onunla da yetinmeyip yine kendi içlerinden gelen İsa’ya ihanet ederek Hıristiyanlık diye bir din icat etmişlerdir. İşte İsa’dan sonra Yüce Allah’ın artık onlar içinden resuller göndermemesi, kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesi, gözlerinin de perdelenmesidir. Ellerinde bulunan ve vahiy zannettikleri kitaplar onlar için gerçeğin klavuzu değil, körlüğün, sağırlığın ve taş kalpliliğin yolunu açmıştır.

Katıksız saf vahye sahip olmamak, mühürlenmiş bir kalbe ve kulağa, perdelenmiş bir göze sahip olmanın ta kendisidir.

3)  Kur’an’ın Dilbilgisi İle Oynayarak Anlamı Bozma

Örneklere geçmeden önce birkaç hatırlatma yapma gereği vardır… Özellikle bu yazıyı kaleme alan gibi sıradan, Arapçası olmayan ancak kendisini inançlı sayan hemen her Müslüman’a böyle bir başlık son derece garip gelecektir. Çünkü hemen herkesin kafasında Kur’an’ın bir tek harfinin değişmediği kanaati kesinlikle hakimdir. Bu Arapça orijinal metin açısından gerçekten de doğrudur…

Diğer taraftan Arapça, istisnası en az olan dünyanın en kurallı dilidir. Böyle olunca da Kur’an kelimelerinin adeta matematiksel bir şekilde anlaşılır halde olması beklenir. Dolayısıyla bu işin uzmanları için, Allah’ın gönderdiği kelimelerin; isim, fiil, edat, tekil, çoğul, erkek, dişil durumları çok az istisna ile apaçıktır. Bugün bazı internet sitelerinde Kur’an’da yer alan yaklaşık 78.000 kelime tüm bu özellikleri belirtilerek yayınlanmaktadır.[86] Hal böyle olunca, zaten tamamı bir kurala bağlı olan bu ibarelerin çözümlenmesinin de o kadar zor olmaması gerektiği düşünülecektir. Kur’an’ın kolaylaştırılmış olması tam da bu olmalıdır. İlgili ayetlerden[87] biri şöyledir.

Meryem 19/97

فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ الْمُتَّقِينَ وَتُنْذِرَ بِهِ قَوْمًا لُدًّا

Kur’ân’ı senin dilinle kolaylaştırdık ki kendini koruyanlara onunla müjde veresin, karşı koyan topluluğu da uyarasın.

Allah’ın boş söz sarf etmediği, hata yapmadığı, eksik bırakmadığı, açıkladığı, detaylandırdığı, insanları yanıltmadığı, onlara tuzak kurmadığı, üstüne üstlük bir de kolaylaştırdım dediği bu kitap ile ilgili olarak onca tartışma ve ayrılık nedendir!.. Tartışanlar ve ayrışanlar İslam dinini tercih etmeyenler değil, Müslümanlardır!..

Bu çalışmada; fark ettiğimde beni, sanırım karşılaştığınızda sizleri de şok edecek örneklerin sadece birkaçından bahsedilecektir. Arapça uzman kişiler ile yürütülmekte ulan Yusuf suresi ile ilgili olabildiğince detaylı çalışma, neredeyse her ayette birden fazla çarpıtmayı gözler önüne sermiştir…

Bu duruma çarpıtma ifadesi mecburen kullanılmıştır!.. Düz ve saf bir inanç ile bu konulara eğilmemiş hemen herkes hiç kimsenin bu işleri bile bile yapabileceğine ihtimal vermeyecektir. Ancak Kur’an’ın dilinin detaylarına hakim olanlar karşılarına bir gramer pürüzü çıktığında çoğunlukla işin içinden çıkmak için konuya yine Kur’an’dan çözüm aramak yerine, garip istisnalar üreterek ya da “böyle de olur” deyip kural dışılığı meşrulaştırarak yollarına devam etmişlerdir. Kafalarda oluşmuş çoğu İsrailiyat ve hadis dışı rivayet kaynaklı hikayelere, Kur’an’ın metninin sigortası olan gramer yapısı da hiçbir şekilde engel teşkil edememiştir. Bu durumda ilimde derinleşenler Kur’an’a ya hiç bakmayıp kafalarında ki yerleşik anlamları, asıl olan met’ne sorgulatmadıklarından ya da karşılaştıkları gramer sıkıntılarını önemsemediklerinden olsa gerek; maalesef kendilerinde vehmettikleri iyi niyetin Allah’ın muradı ile örtüştüğü zannına kapılarak ayetlere anlamlar yüklemektedirler. Tarih boyunca bu anlamların, sözlükler de dahil, derin tahrifatlar oluşturduğu artık bir sır değildir. O yüzden Kur’an’ın açıklamasını, Allah hiç kimseye bırakmamış ve Kur’an’ı açıkladığını iddia ederek ortaya çıkanlara kul olunmaması için çeşitli bağlantılar ile bu açıklamaları kendisi yapmıştır.[88]

Bu söylenenleri boyu aşan söylemler olarak değerlendirenlere, Kur’an’daki mücmel meseleler hakkında bir araştırma yapmaları önerilir!.. Sadece bir kaçını sıralayalım…

Ø  Kalbin mühürlenmesi…

Ø  Ashabı Kehf kimdir…

Ø  Zülkarneyn kimdir…

Ø  Lokman kimdir…

Ø  Musa kul kıssası…

Ø  Esbat kimlerdir

Ø  Ona bir parçasıyla vurun ayeti…

Ø  Harut ve marut meselesi…

Ø  Yasin suresinde bahsedilen ve üç tane oldukları anlaşılan gönderilen kişiler kimlerdir…

Ø  Tuva vadisi neresidir…

Ø  Nuh tufanı genel mi yoksa lokal midir?

Ø  “Kunu kıradeten hasiun” Maymunlar olma (mesh) meselesi…

Çözüldü sanılan ancak içinde büyük sorunlar ve çelişkiler barındıran konular da mücmel meselelerden az değildir.

Ø  İsrailoğulları’nın ilk atası kimdir.

Ø  İkinci Kıble meselesi…

Ø  Mescid’i Dırar meselesi

Ø  Yusuf kıssası…

Ø  Tebbet suresi

Ø  Allah’ın insanlara ayrı ayrı şeriatlar indirdiği meselesi…

Ø  İsa’nın durumu…

Ø  İlk yaradılış…

Ø  Adem ilk insan mıdır…

Ø  Musa İsrailoğulları’nı nereye götürdü…

Ø  Muhammed (as) günah işlemiş midir…

Listeyi sayfalarca uzatmak mümkündür…

Bu meselelerin, bugünün Müslümanlarını ilgilendirmediğini söyleyenler de çıkacaktır! Onlar büyük bir yanılgı içindedirler. Zira, Allah’ın ilk günden itibaren kurduğu düzenin kriterleri, geçici olduğu aşikar olan şu dünya yaşamındaki huzurun garantisidir. Bugün ve yarın, insanlığın temel gayesi de aslında budur. Gelişim ve paylaşım ancak bu kriterler ile insana hizmet edebilir. Sadece savaşa engel olmanın bile insanlığa ne büyük getirileri olacağı malumdur.

Bakara 2/253

تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ ۘ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللَّهُ ۖ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ ۚ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ ۗ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَ ۚ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلَٰكِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ

Allah, bu elçilerden kimini kimine üstün kıldı. Kimiyle konuştu, kimini birkaç basamak yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya da açık belgeler verdi ve onu Kutsal Ruh ile destekledi. Allah, tercihi (insanlara bırakmayıp) kendi yapsaydı, sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inanıp güvendi, kimi âyetleri görmezlikten geldi (kâfir oldu). Tercihi Allah yapsaydı, birbirleriyle savaşamazlardı. Ama Allah dilediğini yapar.

Dolayısıyla her harfi hikmet taşıyan Kur’an’ın, her harfi herkesi ilgilendirecektir. Onu parçalamamak, tümünü olabildiğince bağlantılarıyla anlamaya çalışmak Mümin olmanın gereğidir.

Firavun dahi olsa her yaratılmış insanın, Allah’ın ayetlerini bilmeye ve öğrendikleriyle de kendini arındırmaya hakkı vardır.[89]Hiç kimsenin ayetler konusunda seçici davranma lüksü de yoktur. Kur’an’ın çok büyük bir bölümü İsrailoğlu, Hâdu, Yahudi, Hıristiyan, Ehl-i Kitap ile ilgilidir. Bu ayetler aynı zamanda Kur’an’ın tasdik ettiğini söylediği Tevrat ve İncil’in nasıl ve neye göre tasdik edileceğinin de ayetleridir…

Bu alanda oluşmuş; müktesebata, yerleşmiş algılara ve kendini ulema sınıfına koymuş, dinlemeye ve öğrenmeye değil dikte edip yöneltmeye odaklanmış her biri uzman sayılan titr sahibi kalabalığa karşı, gerçeği fark ettirmek bile neredeyse olanaksızdır. Buna rağmen samimi gayretler kıyamete kadar sürecektir. Bu gayretler global bir netice oluşturmasa bile Rabbimize karşı mazeret sunmak için olacaktır…

d)  Örnek 4: FİİL ve İSİM Kurallarını Yoksayma!..

Bu başlık altında yüzlerce kelimeyi inceleme gereği söz konusudur. Ancak bu yazının amacı bir tespit yapmak ve farkındalık oluşturmaktır. Örnekleri görmek yetmemelidir. Arapça bilinmese dahi Kur’an gramerini detaylı olarak sunan bir çok siteden tespitler kolaylıkla yapılabilmektedir.

Allah’ın; Kur’an’ı kolaylaştırdık[90] demesinin, O’nu biz açıkladık[91] demesinin ve bu dinde ruhban, ilahiyatçı, akademisyen, ulema gibi ayrıcalıklı hiçbir sınıfı kabul etmeyişinin,[92] bu kitabın çarpıtmalara karşı kendisini koruyacak bir yapıya sahip olduğunu[93] söylemesinin mutlaka bir karşılığı olmalıdır. Basit olanı zorlaştıranlara, zaten açık olanı açıklayıp üzerinden prestij, titr ve gelir devşirenlere söyleyecek söz yoktur!

Ancak ortadaki durum gerçekten akıllara durgunluk verecek vahim bir boyuttadır.

Ahzab 33/72

إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنْسَانُ ۖ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا

Biz emaneti; göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkup titrediler. Onu insan yüklendi. O da çok zalimleşti ve kendine hakim olamadı.

       i. HÂDU (هَادُوا) Kavramı[94]

Hâdu Kur’an’da 21 defa geçen bir kavramdır.[95]هَادُوا şeklinde geçen kavramın kök harfleri ه و د şeklindedir. Hevdun; hakka dönmek, tevbe etmek, yumuşak bir biçimde dönüş yapmak. Tehvid; Yumuşak, gecikmeli, ağır biçimde yürümek. Örfte “Hevdun” kelimesi tevbe anlamında kullanılır.

Bazıları derki: Asıl itibariyle Yehud (Yahudiler) ifadesi “Hudne ileyke” (7/156) “biz sana döndük”, sözünden alınmıştır. Bu daha önce, medih için kullanılan bir isimdi. Sonra şeriatleri nesh edilince, artık medih anlamı kalmasa da, onlar için kullanılmaya devam etti.

Din konusunda Yahudilerin yoluna giren kişiye “Hede fulanun” denmektedir. “Hud” kelimesi aslında tevbe eden anlamına gelen “Heide” sözcüğünün çoğuludur. Bu aynı zamanda bir resulün ismidir.[96]

Rağıp El İsfahani bu kelimenin Yahudilere isim olmasını böyle açıklasa da, Kur’an bu kelimeyi hiçbir şekilde medih olarak kullanmamıştır. Daha da önemlisi kavram Kur’an’da 10 kez fiil olarak geçmesine rağmen tüm tefsir ve meallerimiz bu kelimeyi hep isim olarak Yahudi şeklinde çevirmişlerdir. Her bir harfinde hikmet olduğu bilinen kitaba ait bir kavrama bu şekilde özensiz yaklaşanlar için; “Ne önemi var! Sonuçta anlatılanlar Yahudiler!” denilebilir ki böyle de olmuştur… Tüm mealler fiil olan bu kavramı Araf7/156 ayeti hariç isim olarak karşılamışlardır. Kelimenin Yahudi şeklinde çevrilmesi Kur’an’ın bir gerçeği ifade etmek için isim olarak verdiği “dönücüler, dönenler, dönekler” manasının üstünü örtmektedir. Kur’an’ın fiil olarak asıl istikametten dönme anlamında kullandığı bu kavram, kutsal topraklardan Medine’ye, oradan da günümüze kadar hala kullanılan bir kavramdır. Bu kavramların hiçbiri diğerinin yerine geçirilemez. Yani ne Esbat, İsrail oğullarıdır ne de İsrail oğulları, Yahudidir.

Bakara 2/140

أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَىٰ ۗ قُلْ أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللَّهُ ۗ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللَّهِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbat’ın Huden (Hedu) veya Nasara olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi iyi bilirsiniz, Allah mı?” Allah’ın, kendisine gösterdiği bir gerçeği gizleyenden daha kötü kim olabilir? Yaptığınız hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz. 

Yukarıdaki ayet, gayet açıkça ve şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde Yakup’un İsrail, çocuklarının İsrailoğullarıheduve Yahudi olmadığını söylemektedir. Yakup’un çocukları Esbat olarak anılmış ve onların; Musa zamanında, hıtta diyerek girmeleri gereken O yere[97]girmeyip geri dönmelerinden sonra ortaya çıkan Hâdu kavramıyla anılamayacağını bildirmiştir.

Kur’an’da açık açık hem kavram hem de tür olarak ayrılmış; fiil olarak kullanılan هَادُوا hâdukelimesi ile Arapça olmadığı gibi kökeni ile ilgili bambaşka bir dayanağı olan Yahudi kelimesi birbirine karıştırılmıştır. Oysa Yahudi kelimesi Kur’an hatta İncil inmeden önce de kullanılan bir kelimedir. Yahudi kelimesi bir dine mensup olanlar için değil daha çok bir soya(ırk) mensup olanlar için kullanılmıştır. Dini tanımlama ile hiçbir ilgisi yoktur. Hatta bugün bile biri Yahudilerin dinine girse ona Yahudi denmez! Yahudi olmak, ancak Yahudi bir anneden doğmakla mümkündür…

Yahudi kelimesi köken olarak Yakup’un Lea isimli karısından olma dördüncü oğul Yahuda (kelimenin İbranice anlamı “Övgü”dür)’ya dayanmaktadır.

 Dördüncü kez hamile kaldı ve bir erkek çocuk daha doğurdu. “Bu kez RAB’be övgüler sunacağım” dedi. Onun için çocuğa Yahuda adını verdi…(Yaratılış 29/35)

Bu Tevrat pasajını tefsir eden Yahudi din bilginleri şöyle demektedirler.

“Yeuda”- Bu isim, Tanrının ağza alınamayacak kadar Yüce isminin (Y-E-V-E) tüm harflerini içerir. Aynı zamanda bu ismin kökü “şükran” ve “övgü” anlamındadır (Sforno). Bu nedenle bu isimde “Tanrı’ya teşekkür” anlamı vardır. Lea özellikle bu noktada Tanrı’ya çok minnettardır. Çünkü Yaakov (Yakup)’un oniki oğlundan üçte birinin annesi olmuş, kendisine, payına düşen üç çocuktan fazlası bağışlanmıştır (Raşi)[98]”.

“Hiduşe Arim “Yahudiler” tanımının, Yeuda isminden geldiğine dikkat çeker. Günümüzde yaşayan tüm Yahudiler’in Yeuda’nın soyundan gelmediği göz önünde bulundurulduğu zaman bu özellikle ilgi çekicidir (Zira en azından Koen ve Levi soyadlı olanlar Levi kabilesine mensupturlar)[99]”.

Bizzat Yahudi din alimleri bile Yahudi kelimesinin nereden geldiğini bu şekilde açıklarlar.

Bu kadar kısa bir açıklama bile Kur’an’da fiil olan bir kavramın yerine gelişi güzel monte edilmiş bir ismi kullanmanın nasıl büyük bir karışıklığa yol açtığını göstermeye yetmektedir.

Kur’an’da “Esbat, Yakupoğulları, İsrailoğulları, Hâdu, Yahudi, Yahudiyyen, Utul Kitap, Ehli Kitap,” kavramları; İshak ve İsa (a.s) arasında gelen aynı soydan nebiler ile onların takipçileri için kullanılmıştır. Kıssaları farklı surelere serpiştirilmiş olarak karşımıza çıkan bu Nebilerin takipçileri üzerinde her nedense, Kur’an kaynaklı kronolojik tarihi tespit etme üzerine hiçbir çalışma yapılmamıştır. Bu sis perdesinin en önemli sebeplerinden biri; Müslümanların tek bir harfinin değişmediğine inandıkları kitaplarına, en basit dilbilgisi kurallarına mecburen gösterilmesi gereken özeni göstermemiş olmalarıdır. Bunun da temelinde; Kur’an kelimelerinin, kafalarda iyice yer etmiş oluşturulmuş hikayelere feda edilmesi gerçeği yatmaktadır. Örneğin; İsrailoğulları’nın Musa önderliğinde  denizi geçtikten hemen sonra yaşadıkları hadiseler ile bağlantılı sebt konusu etrafındaki ayetler, çeşitli rivayetlerin de desteğiyle asırlar sonrasında Davud (as) zamanındaki meçhul bir kasabaya tarihlenmiştir. Keza bu sis perdesi ile Musa (as) zamanındaki hâdu’ya (yani döneklere) ait olan ayetler de, Muhammed zamanının Medine Yahudilerine ait gösterilebilmiştir.

Önemsiz gibi duran(!) fiillerinkuralsızca isime çevrilmesinin ayetler üzerinde meydana getirdiği anlam kaymaları ve doğurduğu sonuçlar ortadadır. Bu durum ulema tarafından; ya fark edilmemiş -ki mümkün değildir- ya içinden çıkılamadığı için küçümsenmiş ya da göz göre göre İsrailoğulları’nın tahrif ettikleri dine meşruiyet kazandırmak için yapılmış olmalıdır. Son şıkkın ağır bir suçlama olduğu açıktır. Ancak şunu hiç kimse mazur göremez ve görmemelidir de!… Geçmişte bir dönem, kavramların anlamları üzerinde oynamaları birilerinin organize olarak oluşturduğu varsayılsa bile bu neyi değiştirir? Allah’ın, Cebrail ile Muhammed’e indirdiği vahiy, orijinal olarak eldedir. Bugün bu metni orijinaline sadık kalarak değerlendirmenin önünde bir engel yoktur. Arapça bilgisiyle övünen ulemanın elini tutan nedir?

Sayılamayacak kadar sık karşılaşılan bu çarpıtma türüne maruz kalan diğer ayetler de tek tek incelendiğinde, işlenen cinayetin boyutları, görenlerde hayretler uyandıracaktır…

       ii. “NECVE” (ن ج و) Kavramı[100]

Allah’ın kuluna vahy ettiği ve tek harfi değişmemiş olan metinde; isim olan bir kavramın fiil, fiil olan bir kavramın isim olarak anlaşılıp aktarılmasının yüzlerce örneğinden biri de Yusuf 12/42 de geçen nacikavramıdır. Normal koşullarda, vahyin orijinal olduğunda şüphesi olmayan herhangi birisinin yaptığı çevirilerde, böylesi tek bir örnek dahi akla ziyandır… Ancak iş bir kere şirazesinden çıkarılıp temel ilkeler bozulunca, çarpıtmanın da ardı arkası kesilememiştir. Ele aldığımız ibarenin Kur’an’daki 84 kullanımdan dördünün geçtiği Yusuf suresindeki ayetlerde, ibarenin dilbilgisi/gramer değerlendirmesidir. (Bkz. Yusuf suresi; 12/42; 12/45; 12/80; 12/110) Bu ve daha nice temel dilbilgisi çarpıklıkların manalara yansıması akıllara durgunluk verecek boyuttadır. Göz göre göre yapılan bu tür çarpıtmaların arkasındaki gerçek; sure ve ayetler ile ilgili aktarılmış hikayeler ve rivayetlerin baskın algısının, Kur’an metnine tercih edilmesidir. Somut örnekler bunu açıkça göstermektedir.

Yusuf 12/42

وَقَالَ لِلَّذِي ظَنَّ أَنَّهُ نَاجٍ مِنْهُمَا اذْكُرْنِي عِنْدَ رَبِّكَ فَأَنْسَاهُ الشَّيْطَانُ ذِكْرَ رَبِّهِ فَلَبِثَ فِي السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ

Yusuf kurtulacağınıdüşündüğü kişiye dedi ki “Efendinin yanında benden bahset.” Ancak Şeytan efendisine bahsetmeyi önemsiz gösterdi. Dolayısıyla Yusuf hapiste birkaç yıl kaldı.

Bu ayette tüm meal ve tefsirlerin “kurtulacağını” şeklinde gelecek zaman (muzari) fiil anlamı verdiği kelime, her şeyden önce fiil değil isimdir. Ulemamıza göre demek ki oradaki kelime isim değil fiil olmalıydı!.. Bu şekilde Kur’an’ın orijinal metnine müdahale edilemese de çeviri yaparken hiçbir kurala dayanmayan bu tür müdahaleler ile güya yanlışlığı düzeltmiş olmaktadırlar!..

Ayette geçen نَاجٍ naci kelimesi ن ج و kök harflerinden türemiştir ve Kur’an’da bu kelimeden türemiş 84 kullanım bulunmaktadır. Bu kökten fiil olarak; kurtulmak, fısıltı halinde konuşmak, kurtarmak, gizlice söylemek, sırdaş olmak, büyük abdestten sonra temizlenmek (istinca)[101] anlamlarına gelen kelimeler türemiştir. İncelediğimiz ayette ele aldığımız kelime fiil değil isim formundadır. Ancak istisnasız tüm tefsir ve meallerde ibareye gelecek zamanlı fiil manası verilmiştir.

Aynı kelime üç ayet sonra yeniden karşımıza çıkacaktır…

Yusuf 12/45

وَقَالَ الَّذِي نَجَا مِنْهُمَا وَادَّكَرَ بَعْدَ أُمَّةٍ أَنَا أُنَبِّئُكُمْ بِتَأْوِيلِهِ فَأَرْسِلُونِ

Hapisteki iki kişiden hayatta kalanı neden sonra Yusuf’u hatırladı da dedi ki “Ben size bu rüyanın nasıl çıkacağının haberini getireceğim; beni hemen gönderin.”

Bu kez tam tersi bir durum vardır. Vahiy olan Arapça metninde geçen; نَجَا necâ, Fi’l-i Mazi –Müfred Müzekker Gaib niteliklere sahip bir kelimedir.[102]Ancak tüm mealler kelimeye isim formunda mana vermişlerdir.

Keza yine aynı kelime Yusuf 12/80 ayetinde نَجِيًّاۜ şeklinde geçmiştir. Bu ibare de bir isim kelimesidir. Ancak istisnasız tüm tefsir ve meal müellifleri bu ayete de fiil muamelesi yapmıştır.

Kur’an’da 84 kez geçen ن ج و kök kelimesinin dördü Yusuf suresinde geçmiştir. Bunlardan sadece biri olan 12/110 ayetindeki فَنُجِّيَ fe-nucciye ibaresi; Fi’l-i Mazi (geçmiş zaman)olarak gelmiş olup tüm meal ve tefsirlerimiz tarafından fiil olarak anlamlandırılmıştır. Bu sefer kelimeyi çeviren meal müelliflerimizin ekseriyeti gramer olarak doğru karşılığı vermişlerdir. Ancak, fiilin mazi (geçmiş zaman) oluşuna aldırış etmeksizin, ibareye fi’l-i müzari (geniş-şimdiki-gelecek zaman) olarak anlam veren müellifler de yok değildir.

Yukarıdaki tablo gerçekten şaka gibidir!..

Bu garabetin sebebi; ayetin galat-ı meşhur olmuş hikayesine, ayet metnini uydurma çabasından başka bir şey değildir. Bu Kur’an meallerini Arapça bilmeyen sokaktaki vatandaşlar yapmamıştır. Bunların tümü Arapçaya takla attıran uzmanların eseridir. Ancak hazindir ki alt yapısı bu şekilde olan, her yönüyle özensizce ve ilkesizce yapılan mealler üzerinden, insanlar din edinmektedir. Edindikleri bu din üzerinden de biri diğerini gözünü kırpmadan tekfir edebilmektedir. Her şeyden önce bu mealleri yayan meal yazarlarının sorumlulukları, sadece birkaçını ortaya koyduğumuz binlerce delil ile tüm çıplaklığı ile ortadadır.

e)   Örnek5 : Ayetlerdeki Dilbilgisi Çarpıtmaları – Bakara 2/62 

Ayet şöyledir:

Bakara 2/62

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالنَّصَارَىٰ وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(Muhammed’e) inananlar ile Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîler’den Allah’a ve Ahiret gününe inanan ve iyi işler yapanların ödülleri Sahipleri (Rableri) katındadır. Onların üzerinde korku olmaz, üzüntü de çekmezler. (A. Bayındır Meali)

Şüphesiz, inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden (her bir grubun kendi şeriatında) “Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır” (diye hükmedilmiştir). (DİB Yeni Meali)

Şüphesiz iman edenler; yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden de Allah’a ve ahiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar üzüntü çekmeyeceklerdir. (Diyanet Vakfı Meali)

Şüphe yok ki iyman edenler ve Yehudîler, Nasranîler, Sabiîler bunlardan her kim Allaha ve Ahıret gününe hakikaten iyman eder ve salih bir amel işlerse elbette bunların Rableri yanında ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun olacak değillerdir. (Elmalılı Orjinal Meal)

Şüphesiz inananlar; yahudiler, hıristiyanlar ve sabiiler(den) Allah’a ve ahiret gününe inanan ve iyi iş(ler) yapanlara, Rableri katında mükafat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Süleyman Ateş Meali)

Şu bir gerçek ki, iman edenlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan, Sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe inanıp barışa ve hayra yönelik iş yapanların, Rableri katında kendilerine has ödülleri olacaktır. Korku yoktur onlar için, tasalanmayacaklardır onlar. (Yaşar Nuri Öztürk Meali)

Yukarıda örneğimiz olan Bakara 2/62 ayeti ile ilgili alınan kısmın, detaylı kelime meali incelendiğinde ve yukarıda verilen mealler ile karşılaştırma yapıldığında kelimelerin isim ve fiil oluşlarına dikkat edilmediği net bir şekilde görülecektir.

Üçüncü kelimemiz (أ م ن) a+m+n kök harflerinden oluşan اٰمَنُوا amenu kelimesidir. İf’al Babı’ndan olan kelimenin gramer özellikleri; Fi’l-i Mazi (geçmiş zamanlı fiil) / Cem’i Mü-zekker Gaib şeklindedir.

Şimdi bu kelimenin yukarıdaki alıntılanan meallerin tamamında verilmiş karşılıklarına bakalım. Tüm meallerde kelime“inananlar”veya “iman edenler”şeklinde çevrilmiştir. Çevirilerin her ikisi de isimdir. Halbuki orijinal vahiye göre ibarenin karşılığının geçmiş zamanlı fiil olması gerekirdi. Bu durumda kelime ancak güvendiler/inandılar veya güvenmişler(di)/inanmışlar(dı) şeklinde çevrilebilir. Cümlede ellezine / الَّذ۪ينَ ilgi zamiri olarak yer alan ibarenin varlığı; …ki… ya da o kimseler şeklinde bir karşılığı gerektirdiği için yukarıdaki şekilde mealler oluşmuştur. Ancak fiilin ve geçmiş zaman niteliğinin kaybolmuş olması, çeviride tarihsel bağlamlar üzerinde bir sis perdesi oluşturmuştur.

Fiil olan beşinci kelime هَادُوا/ hâdu[103] kavramının isim olarak çevrilmesi ise bu sis perdesini görüşü tamamen kapatacak seviyede kalınlaştırmaktadır. Yukarıda verilen Üçüncü Örnek hâdu kavramı ile ilgiliydi ve kavramın fiil olarak karşılığının döneklik yapmak olduğu işlenmişti. Onlar Musa ile birlikte Mısır’dan sonra doğru yolu bulmuş ama sonra bu doğru yoldan döneklik yapmış olanlardır. Çevirilerde -sanki anlaşmışçasına- tüm tefsir ve meal çıkaranların; fiil olan bu kavramı, Yahudiler şeklinde bir özel isimile karşılaması İsrailoğulları’nın tarih sürecinde geçirdikleri evreleri göz ardı ettirmektedir.

Sonrasında gelen; amile ve amene fiilleri de mazi/geçmiş kalıptadır. Çevirilerin çoğunda bu ibarelere karşılık gelen anlamlarında mazi olma gerekliliğine yine uyulmamıştır.

Bu ayette belirtilen kişileri anlamak için Musa ile İsrailoğullarının denizi geçmesi ve sonrasını hatırlamak yerinde olacaktır. Zira; İsrailoğulları önce Musaya inanıp Mısırdan geldiler. Ancak hıtta diyerek girmeleri gereken yere girmediler.[104]Sonra çok küçük bir grup hariç[105]Musa’dan kopanlar döneklik yaptılar.[106]Musa döneklik yapanlara beddua etti.[107]Allah döneklik yapanlara mutlaka girmeleri gereken o beldeye girmelerini kırk yıl yasakladı ve şaşkın vaziyette dolaştılar.[108]Çok az bir kısım Mümin olarak Musa ile kalmıştı. Bu süreçte döneklik yapanlar Yüce Allah’ın tek dininden Yahudilik, Hristiyanlık (Nasara) ve Sabiilik şeklinde farklı dinler oluşturdular.

Bakara 2/62

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالنَّصَارَىٰ وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

Kesin güvenmiş o kimseler (den) ve döneklik yapmış o kimseler (den) ve Nasaralar (dan) ve Sabiinler (den), Allah’a ve ahiret gününe kim inanmış ve salih ameller yapmışsa, elbette onların karşılıkları Rableri katındadır. Ve onlara (geçmişten dolayı) korku yoktur ve onlar (geleceğe dair) asla hüzünlenmeyecekler.

Ayetten inanma fiili açısından aşağıdaki iki temel grup tespit edilebilmelidir ki ayetteki isim ve fiil ayrımı ile zamanlara dikkat edildiğinde bu bağlantılar net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Ø  Musa ile beraber olanlar yani inananlar.

Ø  Musa’dan ayrılarak döneklik yapanlar (hâdu)

  • Yahudiyyen[109]
  • Sabii[110]
  • Nasara[111]

Ayetteki birinci İsm-i Mevsul olan ilgi zamiri hemen sonrasında bir sıla cümlesi ya da ait zamir gerektirmektedir. Aynı zamanda ellezine ibaresinin bilinen (marife) şeklinde olması, sıla cümlesinde belirtilen fiil ile ilişkilendirilebilir bir olayın bağlantısını gerektirir.

Bu durumda birinci ellezine; “Hangi inananlar! Neye, nasıl inanıyorlar!” sorularını sordurmaktadır. İkinci ellezine ise; “Dönekliği kim yaptı?” ve “Ne zaman nasıl döneklik ettiler?” sorularını gündeme getirmektedir.

Bakara 2/62 ayeti öncesindeki Bakara 2/47-61 ayetlerinin, İsrailoğulları’nın denizi geçip kutsal topraklara (el ard) ilerleyiş sürecini anlatan ayetler olması, ilginin bu ayetler üzerine olduğuna işaret etmektedir. İkinci ellezine ise döneklik fiili ile bağlantılı bir olayı metinde aramayı zorunlu hale getirmektedir. Çünkü İsm-i Mevsul’ler konumları gereği iki cümle arasında bağ kurmakla görevlidirler. Eğer bir cümle ayette olduğu gibi ellezine şeklinde bir İsm-i Mevsul ile başlıyorsa bu kesinlikle o cümlenin öncesinin olduğunu göstermektedir. Ellezine İsm-i Mevsulü’nden sonra gelen cümledeki olayların faillerinin, ellezine den önce aranması gerekmektedir. Bu durum, cümlenin öncesinin tüm Kur’an’da aranmasını gerektirmektedir.

Öncesinin devamı şeklinde aranan bu olayın, Bakara 2/47-61 ayetlerinin devamı mahiyetindeki Maide 5/21-26 ayetleri olduğu anlaşılmaktadır. Böylesi bir çalışma ile o inananlar ve o döneklerin eylemleri bir bütün halinde Kur’an’da karşılığını bulmuş olmaktadır.

Sonuç olarak; görüleceği üzere bu gibi tahlillerin yapılabilmesi ve çoğunlukla hafife alınan İsm-i Mevsul, harfi cer vb edatların fonksiyonlarının tam olarak ortaya çıkabilmesi için Allah’ın indirdiği orijinal metnin gramerine hiçbir şekilde dokunulmaması ve O’na herhangi bir şeyin söyletilmeye çalışılmaması olmazsa olmaz zorunluluktur. Vahyin aslı olan Arapça orijinal metinde bazılarına göre anlamsız gibi duran bu tarz kelimeler; aslında bağlantı noktası olmakta ve böylelikle insanları, Kur’an’ı Kur’an ile anlamaya zorlamaktadır. Aksi halde birçok ibare; gelenekte yapıldığı gibi, gereksiz ve olmasa da olur denilerek yok sayılıp fonksiyonsuz hale gelecektir…

f)    Örnek 6: Ayete Olmayan Kelimeyi Ekleme – Yusuf 12/36

Yusuf 12/36

وَدَخَلَ مَعَهُ السِّجْنَ فَتَيَانِ ۖ قَالَ أَحَدُهُمَا إِنِّي أَرَانِي أَعْصِرُ خَمْرًا ۖ وَقَالَ الْآخَرُ إِنِّي أَرَانِي أَحْمِلُ فَوْقَ رَأْسِي خُبْزًا تَأْكُلُ الطَّيْرُ مِنْهُ ۖ نَبِّئْنَا بِتَأْوِيلِهِ ۖ إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ

Yusuf’la birlikte iki delikanlı da hapse girmişti. Onlardan biri dedi ki; “Ben rüyada şaraplık üzüm sıktığımı gördüm. Diğeri; “Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı gördüm. Onu kuşlar yiyordu” dedi. Bunların yorumu konusunda bizi bilgilendirir misin? Görüyoruz ki sen, güzel davrananlardansın.” (A. Bayındır Meali)

Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: ‘Ben (rüyamda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm.’ dedi. Öbürü: ‘Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi’ dedi. ‘Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz.’ (Ali Bulaç Meali)

Ve onunla beraber iki genç de hapse girdiler. Biri dedi ki: “Ben içki için üzüm sıktığımı görüyorum.” Diğeri de: “Ben başımda ekmek taşıdığımı, bir kuşun da o ekmekten yediğini görüyorum. Bunun tevilini bize bildir. Çünkü senin iyi bir insan olduğunu görüyoruz” dedi. (Bahaaddin Sağlam Meali)

Onunla beraber zindana iki delikanlı daha girdi. Biri, “Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm” dedi. Diğeri, “Ben de rüyamda başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik yapanlardan görüyoruz” dedi. (D.İ.B. Meali)

Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi. (D.V. Meali)

Onunla birlikte hapishaneye iki genç adam da girdi. Onlardan biri: “(Rüyamda) kendimi şarap yaparken gördüm,” dedi. Diğeri: “Ben de başımın üzerinde ekmek taşırken kendimi gördüm, onu kuşlar yiyordu. Bunların yorumunu bize bildir. Seni iyilerden görüyoruz.” (Edip Yüksel Meali)

Onunla beraber zindana iki delikanlı daha girdi, birisi ben, dedi: ru’yada kendimi görüyorum ki şarap sıkıyorum, diğeri de ben, dedi: ru’yada kendimi görüyorum ki başımın üstünde bir ekmek götürüyorum ondan kuşlar yiyor, bize bunun ta’birini haber ver, çünkü biz, seni muhsinlerden görüyoruz. (Elmalılı H. Yazır Orijinal Meali)

O ARADA onunla birlikte iki genç daha hapse girdi. (Bir gün) o iki gençten biri dedi ki: “Rüyamda kendimi şaraplık üzüm sıkarken gördüm.” Diğeri ise; “Ben de rüyamda başımın üzerinde ekmek taşıdığımı, kuşların (da) ondan yediğini gördüm” dedi. (Birlikte şunu talep ettiler): “Bize bu (rüyaların) altında yatan anlamı haber ver! Çünkü biz senin (bu işi) iyi bilen biri olduğunu düşünüyoruz.” (Mustafa İslamoğlu Meali)

Ve O’nunla beraber iki genç de zindana girdi. Bunlardan biri dedi ki: «Muhakkak ben kendimi (rüyâdagörüyorum ki, şarap sıkıyorum.» Diğeri de dedi ki: «Ben de kendimi görüyorum ki, başımın üstünde bir ekmek yükleniyorum. Ondan kuşlar yiyor. Bize bunun tâbirini haber ver. Şüphesiz ki, biz seni iyilik sahiplerinden görüyoruz.» (Ömer Nasuhi Bilmen Meali)

Onunla beraber iki genç daha zindana girdi. Onlardan biri dedi ki: “Ben düşümde şarap sıktığımı görüyorum.” Öteki de: “Ben de, görüyorum ki başımın üstünde ekmek taşıyorum, kuşlar ondan yiyor. Bunun yorumunu bize haber ver, zira biz seni güzel davranan(iyi rü’ya yoran)lardan görüyoruz.” dedi.(Süleyman Ateş Meali)

Onunla birlikte zındana iki genç daha girmişti. Bir tanesi dedi ki: “Rüyada gördüm, şarap sıkıyordum.” Öteki de şöyle dedi: “Ben de gördüm ki, başımın üstünde ekmek taşıyorum, kuşlar ondan yiyor. Bunun yorumunu bize bildir. Biz senin, güzel düşünüp güzel davrananlardan olduğun kanısındayız.” (Y. Nuri Öztürk Meali)

Mealler www.kuranmeali.comsitesi; http://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=12&ayet=36linkinden alınmıştır.

Ele aldığımız ayet son derece meşhur ve herkesin bildiği Yusuf (as)’un zindana kendisi ile giren iki kişiye durumlarını haber veren ayettir. Bu ayetin üzerinde gerçekleştirilen tahrif haddinden fazladır. Burada sadece Vahiy olan Arapça orijinal met’ne kelime monte edilmesini ele alacağız. Ayet üzerindeki derinlikli çalışma yayınlandığında diğer hususlar da geniş bir tahlil ile sunulacaktır.

Yukarıda alınan Türkçe mealler yanı sıra Arapça tefsirler de aynı işlemi istisnasız gerçekleştirmişlerdir. Bu ayet; rivayet ve İsrailiyat çerçevesinde efsaneleşmiş bir hikayeye Allah’ın kelimelerini zorla uydurma cinayetinin en kesif, en fütursuz, en hoyrat en bariz örneklerinden biridir.

Ele alacağımız kelime اَرٰين۪ٓي erânî fiil ibaresidir. Bu ayete iki kez geçmektedir. Konuyu dağıtmamak için kelimenin anlam tahlili ve Kur’an’daki diğer kullanımları üzerinde durulmayacaktır. Aşağıdaki tabloda ayetin tamamı, kelime meali olarak dilbilgisi özelliklerini gösterecek şekilde incelenebilir.

Başlarken bir de şu iki temel soruyu soralım!

–       Bir kişi gördüğü rüyayı hangi zaman kipiyle anlatır? (Cevap: Geçmiş zaman / Mazi)

–       Bir kişi rüya görürken aynı anda (canlı yayın) anlatabilir mi? (Cevap: Soru saçmadır!)

Bir kişinin rüyasını gelecek zaman kipiyle anlatması olanaksızdır. Zira rüya görüldükten sonra hatırlanan bir şeydir…

Yusuf 12/36 ayeti kelime meal tablosu aşağıdaki gibidir.

اِنّ۪ٓي

şüphesiz ben

حرف نصب + ضمير

Harf-i Nasb + Zamir

اَحَدُهُمَٓا

onlardan

biri

اسم + ضمير

İsim + Zamir

قَالَ

dedi ki

فعل

Fi’l-i Mazi

Fiil

Müfred Müzekker Gaib

فَتَيَانِۜ

iki genç daha

اسم

İsim

اٰالسِّجْنَ

zindana

اسم

İsim

الَّذ۪مَعَهُ

onunla beraber

Mekan Zarfı + Zamir

وَدَخَلَ

ve girdi

Fi’l-i Mazi

Bağlaç + Fiil

Müfred Müzekker Gaib

اَرٰين۪ٓ

erânî

görüyorum ki

فعل + ضمير

Fi’l-i Muzari

Fiil + Zamir

Nefs-i Mütekellim Vahde

اِنّ۪ٓي

ben de

حرف نصب + ضمير

Harf-i Nasb

+ Zamir

الْاٰخَرُ

öteki de

اسم

İsim

وَقَالَ

ve dedi

حرف عطف + فعل

Fi’l-i Mazi

Bağlaç + Fiil

Müfred Müzekker Gaib

خَمْرًاۚ

şarap

اسم

İsim

اَعْصِرُ

sıktığımı

فعل

Fi’l-i Muzari

Fiil

Nefs-i Mütekellim Vahde

اَرٰين۪ٓي

erânî

(düşümde) görüyorum

فعل + ضمير

Fi’l-i Muzari

Fiil + Zamir

Nefs-i Mütekellim Vahde

مِنْهُۜ

ondan

حرف جر + ضمير

Harf-i Cer + Zamir

الطَّيْرُ

kuşlar

اسم

İsim

تَأْكُلُ

yiyor

فعل

Fi’l-i Muzari

Fiil

Müfred Müennes Gaibe

خُبْزًا

ekmek

اسم

İsim

رَأْس۪ي

başımın

اسم + ضمير

İsim + Zamir

فَوْقَ

üstünde

اسم

İsim

اَحْمِلُ

taşıyorum

فعل

Fi’l-i Muzari

Fiil

Nefs-i Mütekellim Vahde

الْمُحْسِن۪ينَ

güzel davranan-lardan

اسم

İsim

مِنَ

حرف جر

Harf-i Cer

نَرٰيكَ

seni görüyoruz

فعل + ضمير

Fi’l-i Muzari

Fiil + Zamir

Nefs-i Mütekellim Meal Gayr

اِنَّا

zira biz

حرف نصب + ضمير

Harf-i Nasb + Zamir

بِتَأْو۪يلِه۪ۚ

bunun yorumunu

حرف جر + اسم + ضمير

Harf-i Cer + İsim + Zamir

نَبِّئْنَا

bize haber ver

فعل + ضمير

Emir

Fiil + Zamir

Müfred Müzekker Muhatab

Tef’îl Bâbı

Yunus 12/36 ayetinde geçmiş zaman (mazi) sığasında olan tek fiil, ayetin en başında gelen ve “girdi” anlamına gelen دَخَلَ dehale fiilidir. Daha sonrasında gelen أَرَانِي erânî – أَعْصِرُ ea’siru – أَحْمِلُ eh’milu – تَأْكُلُ te’kulu fiillerinin hepsi muzari (Şimdiki-Geniş-Gelecek Zaman) fiillerdir. Yukarıda alıntılanan, biri hariç[112] tüm meallerde bakıldığında muzari olan fiillerin tamamının mazi olarak çevrildiği fark edilecektir.

Bu ayetteki muzari fiillere mazi anlam vermenin hiçbir dayanağı yoktur. Ayette rüya kelimesi de mevcut değildir. Zaten böyle olduğu için müelliflerin bir kısmı rüya/düş kelimesini parantez içine almışlardır. Ayetin öncesinde ve sonrasında anlatılan şeylerin bir rüya olduğunu bildirir tek bir işaret bulunmamasına rağmen, mealler ısrarla bu ayette anlatılanları rüya şekline sokmak için uğraşmışlardır. Bu anlamı çıkarmak için kelimelerin işaret ettiği zaman kipleri değiştirilmiştir. Bunu yapanlara göre Yüce Allah’ın bu kelimeleri muzari olarak belirlemesinin hiçbir önemi yoktur. Demek ki bu anlamı verenler için asıl olan kelimelerin kast ettiği anlamlara ulaşmak değil, kelimeleri kendi kafalarındaki hikayenin anlatımına alet etmektir.

Yukarıdaki meallerde geçen ve “ben rüyamda gördüm” şeklinde çevrilen kelime أَرَانِي erânî kelimesidir. Bu kelime asla “ben rüyamda gördüm” anlamına gelemez. Çünkü cümlede “rüya” anlamı verilebilecek hiçbir kelime yoktur. Ortada sadece bir tek أَرَانِي kelimesi vardır ve fiil olan bu kelimeye “görmek” anlamı ön plana çıkarılarak mana verilecekse “ben kendimi görürüm/görüyorum/göreceğim” anlamlarından birinin verilmesi zorunludur. Eğer kelime mazi fiil olarak gelseydi ancak o taktide anlamı görmek olan erânî kelimesine rüyada görmek anlamı verilmesi düşünülebilirdi. Ancak ibare müzari olduğundan paranteze alarak veya almayarak ne kadar zorlansa bile rüyada görmek uymayan bir anlamdır.

Tefsir müellifleri söz konusu bu iki kişinin kralın iki uşağı olduğunu, birinin yiyecek diğerinin ise içecekleri hazırlamak ve kontrol etmekle görevli kişiler olduklarını, yiyeceklerden sorumlu olan kişinin kralı zehirlemeye kalkıştığını, diğerinin ise ona yardım ettiği sanılarak tutuklandığını ancak suçsuz olduğu anlaşılınca bırakıldığını söylemişlerdir.[113] Bu söylemin delili olarak ise kişilerin gördükleri rüyaları! getirmişlerdir. Önce ayete hiç olmayan rüya temasını eklemek, ardından bu temayı işlemek için dilbilgisi kurallarını görmezlikten gelip altüst etmek nasıl bir şeydir!..

g)  Örnek 7: Ayette Yer Alan Zamirleri Yoksayma – Yusuf 12/37

Yusuf 12/37

قَالَ لَا يَأْتِيكُمَا طَعَامٌ تُرْزَقَانِهِ إِلَّا نَبَّأْتُكُمَا بِتَأْوِيلِهِ قَبْلَ أَنْ يَأْتِيَكُمَا ۚ ذَٰلِكُمَامِمَّا عَلَّمَنِي رَبِّي ۚ إِنِّي تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ

Yusuf dedi ki “Size yedirilecek yemek gelmeden onun ne maksatla geldiğini dahi bildirebilirim. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Çünkü ben Allah’a güvenmeyen inancı olmayan ve ahireti yok sayan bir topluluğun dinini reddetmiş bulunuyorum. (A. Bayındır meali)

Dedi ki: ‘Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terkettim.’ (Ali Bulaç Meali)

Yusuf: (Rüyada) size yedirildiğini gördüğünüz hangi yemek olursa olsun, o rüya(nın manası) başınızda gerçekleşmeden onun yorumunu size mutlaka haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Ben, Allah’a tam inanmayan ve ahreti tamamen inkâr eden bir toplumun dinini bıraktım.” (Bahaddin Sağlam Meali)

Yûsuf dedi ki: “Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce, onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir milletin dinini bıraktım.” (D.İ.B. Meali)

(Yusuf) dedi ki: Size yedirilecek yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben Allah’a inanmayan bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar ahireti inkâr edenlerin kendileridir. (D.V. Meali)

“Size ayrılan karavana yemeği elinize geçmeden önce size onun yorumunu bildirebilirim. Bunlar, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Ben, ALLAH’a inanmıyan bir toplumun dinini terketmiş bulunuyorum, onlar ahiret konusunda da inkarcıdırlar.” (Edip Yüksel Meali)

Dedi ki: size merzuk olacağınız bir taam gelecek a her halde o gelmezden evvel ben size bunun ta’birini haber vermiş bulunurum, bu bana rabbımın ta’lim buyurduklarındandır, çünkü ben, Allaha inanmıyan ve hep Âhıreti inkâr edenlerden ıbaret bulunan bir kavmin milletini bıraktım (Elmalılı H. Yazır Meali)

(Yusuf) dedi ki: “Öğününüz size ulaşmadan, ben her ikinize de rüyanızın altında yatan anlamı, (onun sonucu) başınıza gelmeden haber vereceğim. Zira bunlar Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Ama (önce) şunu bilmeniz şart: Ben, Allah’a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir toplumun dinini terk ettim; (Mustafa İslamoğlu Meali)

Hazreti Yusuf da dedi ki: «İkinize merzûk olacağınız bir taam gelmez ki, illâ ben onu daha size gelmeden evvel haber veririm. Bunlar bana Rabbimin talim buyurmuş olduğu şeylerdendir. Şüphe yok ki, ben Allah Teâlâ’ya imân etmez olan bir kavmin milletini (dinini) terkettim ve onlar (evet), onlar ahireti münkir kimselerdir.» (Ömer N. Bilmen Meali)

(Yusuf) şöyle dedi: “Size rızık olarak verilen yemek henüz size gelmezden önce bunun yorumunu size haber vermiş olurum. Bu (yorum) Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir (bu bilgileri Rabbim bana lutfetti). Ben, Allah’a inanmayan, ahireti de inkar eden bir kavmin dinini terk ettim: (Süleyman Ateş Meali)

Yûsuf dedi ki: “Rızıklanacağınız herhangi bir yemek size gelmeden önce onun yorumunu ikinize mutlaka bildiririm.” BuRabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Ben, Allah’a inanmayan ve âhireti de tamamen inkâr eden bir toplumun milletini terk ettim.” (Yaşar N. Öztürk Meali)

Yukarıda alıntılanan ayet de tüm tefsir ve meal yapıcılarının ters köşe olduğu bir ayettir. Burada yapılan toplu hata için birçok şey söylenebilir. Tüm tefsir ve meal yapıcılarının hataları taklit eden birer intihalci olduklarını söylemek bunların en hafifi olacaktır.

Ayette Yusuf “rızıklanacağınız yemek size gelmezden önce onun tevilini size bildireceğim” dedikten sonra şöyle bir cümle sarf etmiştir.

ذَٰلِكُمَا مِمَّا عَلَّمَنِي رَبِّي

Bu cümlecik istisnasız tüm mealler tarafından “bu bana Rabbimim öğrettiği şeylerdendir” şeklinde çevrilmiştir. Böyle bir çeviri ayette geçen كُمَا kuma zamirinin kaybolmasına ve cümlenin anlamının başka bir yöne kaymasına neden olmuştur. Ayette geçen ذَٰلِكُمَا  zelikuma kelimesi işaret zamiri + zamirden oluşmuş bir kelimedir ve anlamı “işte siz ikiniz” veya“çünkü siz ikiniz olmak” durumundadır. Fakat hiçbir meal ve hatta tefsir bu zamiri görmemiş “zelikuma” (siz ikiniz) olan kelimeyi “zelike” (bu) şeklinde çevirmişlerdir.

Allah’ın Cebrail aracılığı ile Muhammed’e -insanlığa yol göstersin diye- inzal ettiği Arapça orijinal vahiyde bu kadar göz önünde olan bir ibareyi; görmeyerek, yok sayarak ve anlamın istikametini değiştirerek ne yapmaya çalışmaktadırlar!..

Ulemamız “Yusuf gelecekle ilgili nasıl böyle kesin konuşur?” sorusuna cevap veremediği için ayetteki küma zamirini, hiçbir yetkileri olmamasına rağmen tıpkı Yahudi rabbilerin yaptıkları gibi Allah adına karar vererek yok saymışlardır. Oysa basit görülen bu zamir görülmeyerek, bu zamirin bağlantıları ile açılacak Kur’an’ın birçok mücmel meselesinin anahtarı göz göre göre gömülmüş olmaktadır.

Konumuz sadece Kur’an’da yapılan tahriflere dikkat çekmek olduğundan örneği derinleştirmeden burada kesmek yeterlidir.

Not: Bu yazı başlangıçta, bir süredir farkettiğim Kur’an çevirilerindeki keyfilikler üzerine başlayan ve Kur’an’ın Kur’an ile anlaşılması gerektiği anlayışını temellendiren kendi çapımda bir bildiri oluşturma çalışmasıydı. Sonrasında örnekler ile genişledi. Örneklerin çoğu Ramazan Demir’in yürüttüğü Yusuf suresi ağırlıklı çalışmalarının hemen her aşamasında gerçekleştirdiğimiz müzakereler sırasında ortaya çıkan meselelerin sadece az bir kısmıdır. Çalışma bu çerçevede örnekler artırılarak Allah’ın izniyle devam ettirilecektir…

Hasan Mustafa Arslan

[1]Bkz. Nahl 16/102; İsra 17/105; Zümer 39/41

[2]Bkz. Yusuf 12/40

[3]Bkz. Ta-Ha 20/98; Nisa 4/26

[4]Bkz. Hicr 15/9

[5]Bkz. Enam 6/103

[6]Bkz. Hicr 15/9

[7]Bkz. Nisa 4/82

[8]Bkz. Hud 11/1-2; Kehf 18/1

[9]Bkz. Yusuf 12/2; Rad 13/37; Nahl 16/103; Ta Ha 20/113; Zümer 39/28; Fussilet 41/3; Şura 42/7; Zuhruf 43/3

[10]Bu kural hem Arapça’ya hem de diğer tüm dillere ait temel bir kuraldır.

[11]Bkz. İsra 17/88

[12]Bkz. Araf 7/162; Bakara 2/75;

[13]Bkz. Bakara 2/79

[14]Bkz. Maide 5/13

[15]Bkz. Maide 5/15, 41; Nisa 4/46

[16]Bkz. Bakara 2/41

[17]Bkz. Bakara 2/124

[18]Bkz. Bakara 2/130, 135; Al-i İmran 3/95; Nisa 4/125; Enam 6161; Yusuf 12/38; Nahl 16/123; Hac 22/78;

[19]Bkz. Hac 22/27; Bakara 2/128; Ali İmran 3/97

[20]Bkz. Hac 22/27; Bakara 2/128; Ali İmran 3/97

[21]Bkz. Nisa 4/125; Bu ayette geçen وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلً ibaresine tüm mealler “Allah’ın dost edindiği İbrahim” manasını vermişlerdir. Oysa bu Allah’a yapılmış büyük bir iftiradır. Zira Allah kullarına muhtaç olamaz. Aynin bu kısmının manasının “Allah İbrahim’i iki ucu birleştiren kişi olarak belirledi” olması çok daha doğru bir mana olmalıdır. Konuyla ilgili olarak geniş açıklama için www.tuvavadisi.org sitesi, “Süleyman (as) ve Zülkarneyn -41- MAKAM” yazısında Nisa 4/125 ile ilgili açıklamalara bakınız.

[22]Bkz. Ankebut 29/27; Meryem 19/58; Hadid 57/26; En’am 6/84

[23]Bkz. Araf 7/110; Ta-Ha 20/57, 63: Bu ayetlerde; Musa’nın “İsrailoğulları’nı bizimle gönder”(Şura 26/17; TaHa 20/67; Araf 7/105) çağrısına karşı, Firavun ve Mele’ler karşılıklı olarak kendilerini muhatap göstermektedirler. Mısır’da zenginliği ile bilinen Karun’un da Musa’nın kavminden (Kasas 28/76) olduğu unutulmamalıdır.

[24]Bu belde Tuva Vadisidir. www.tuvavadisi.orgsitesindeki yazılara bakılabilir. Ayrıca ilgili ayetler için bkz. Ta-Ha 20/12; Naziat 79/16 :

[25]Bir cümlede toparlanmaya çalışılan bu büyük iddia hakkında geniş bilgi “Yorgun Maymunlar Günü Sebt/Şabat” kitabında mevcuttur. Ücretsiz e-kitap www.tuvavadisi.orgsitesinde mevcuttur.

[26]Bkz. Araf 7/163- 166 ayetleri tefsir ve mealleri… Bu konuda maalesef en fazla hadis ve rivayet karşıtı olup, “Kur’an Kur’an ile anlaşılmalıdır!” diyen gruplar da hiçbir delile dayanmaksızın ittifak halindedir.

[27]Bu konuda dayanılan Bakara 2/143 ayetinin Allah resulünü Mekke’nin fethine yönlendirmenin ilk işareti olduğu görüşüne sahibiz. Konuyla ilgili kapsamlı bir çalışma yürütülmektedir. Bu çerçevede sadece şunu söylemekle yetinelim. Allah cc. Bedir savaşında kafirlerin önünü kesmeyi ve melekler ile desteklediği İslam ordusunun Mekke ordusuna yönelmesini arzu etmiştir. (Enfal 8/7) Müslümanlar ise zayıf ticaret kervanına yönelmişlerdir. Üstelik yapmamaları gereken bir şeyi yapıp esirler aldılar. (enfal 8/67-70) Sonuçta Mekke kolaylıkla Bedir savaşı ile feth olunabilecek durumdayken bu gerçekleşemedi. Ardından Mekke’nin Fethinin önündeki engelin; “… Onların arasındaki tanımadığınız mümin erkekler ile mümin kadınları bilmeden çiğneme ve ondan dolayı üzüntü çekme ihtimali…” olduğu Fetih 48/25 ayeti ile bildirilmiştir. Bu durumda Bakara 2/143 ayeti Mekke’nin Fethi için Allah Resulüne verilmiş izin olmalıdır…

[28]Bkz. Bakara 2/88, 89, 159, ; Nisa 4/46, 47, 52; Maide 5/13, 60, 64, 78;

[29]Bkz. Tevbe 9/31

[30]Bkz. Hud 11/1-2

[31]Bkz. Bakara 2/124

[32]Bkz. Bakara 2/88, 89, 159, ; Nisa 4/46, 47, 52; Maide 5/13, 60, 64, 78;

[33]Bkz. Yusuf 12/2; Rad 13/37; Nahl 16/103; Ta-Ha 20/113; Zümer 39/28; Fussilet 41/3; Şura 42/7; Zuhruf 43/3

[34]Bkz. Tekvir 81/22-24: Sizin arkadaşınız cinlerin etkisinde değildir. / O, Cebrail’i apaçık ufukta görmüştür. / Kendindeki gayb bilgisini kimseden saklamaz.

[35]Bkz. Nisa 4/94 ; Bu ayet sefere çıkan Mü’minlere hitap etmektedir!.. Sefere çıkıldığında Mü’minlere; (لِمَنْ أَلْقَىٰ إِلَيْكُمُ السَّلَامَ) “size selam veren kimseye” (DİB Meali) ganimet gözeterek (لَسْتَ مُؤْمِنًا) “sen mü’min değilsin” demeyin, denmektedir. Kelimelerine biraz dikkat edildiğinde, “لِمَنْ أَلْقَىٰ إِلَيْكُمُ السَّلَامَ” (limen elkâ ileykumu-sselâme) ayetin bu kısmına “Size barış ulaştırmış kimselere” çevirisinden başka bir anlam verilemeyeceği görülecektir. (س ل م) S+L+M kökünden Kur’an’da 140 kullanım söz konusudur. Bu ayetlerin birçoğunda yukarıdaki ayete bu manayı verenler ibareye; barış ve selam manalarını da kullanmışlardır. Kaldı ki burada, din adına çıkabilecek bir savaşın engellenmesi durumunun söz konusu olduğu açıkça bellidir. Ayette kendilerine barış teklifi ulaşmış o din adına savaşa çıkanlara; size barış teklifi getiren olursa لَسْتَ مُؤْمِنًا (leste mu/minen) “sen mü’min değilsin / siz güvenilen kişiler değilsiniz / size güvenilmez / sizde eminlik yok,” demeyiniz denilerek ganimet için savaş yapılmaması uyarısı yapılmaktadır…

[36]Bkz. Bakara 2/256

[37]Bkz. http://www.kuranmeali.com/Kok.php?kok=ش%20ه%20د&sayfa=1

[38]R. El İsfahani; El Müfredat ŞHD md.

[39]Yrd. Doç, Dr. İlyas Karslı; Yeni Sözlük ŞHD md.s.1374

[40]Bkz. Bakara 2/185

[41]Bkz. Enam 6/73; Bakara 2/140, 282, 283; Maide 5/106, 108; Enam 6/19, 73; Tevbe 9/94, 105; Rad 13/9; Müminun 23/92

[42]Bkz. Nisa 4/69

[43]Bkz. Yusuf 12/30

[44]Bkz. Yusuf 12/25; Bu surede kadın ve Yusuf kapıya koşarlar ve Seyyid ile karşılaşırlar. Tüm tefsir ve mealler Seyyid’e kadının kocası anlamını verirler. Oysa seyyid kavramının eş/koca manasına gelmesi mümkün olmamalıdır. Kur’an’da ز و جzevc kavramı ile karı koca birlikteliği üstelik 81 kez ifadelendirilmiştir. Buradaki kullanımda mutlaka bir fark olmalıdır. Aynı kök kelime (س و د) Ali İmran 3/39 da Yahya’nın sıfatlarından biri, Ahzap 33/67 ayetinde ise reis, önder, lider olarak anlamlandırılmıştır. Kelimenin sözlük manası da; Beyazın zıddı olan siyah renk, uzaktan görünen kişi, gözbebeği, topluluğu idare eden kişi, toplumun efendisi, toplumun yöneticisi, önderler(R. El İsfahani; El Müfredat SVD md.), başkan, egemen olmak, hâkim olmak, siyah olmak, büyük kalabalık, iktidar, hakimiyet, güç, bey, efendi, yüce, en üstün (Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı; Yeni Sözlük. SVD md.s.1300)anlamlarına gelmektedir.

[45]Bkz. Rad 13/1; Enam 6/66; Araf 7/53; Lokman 31/30; Yunus 10/5, 32, 35; Hac 22/62; Furkan 25/33 vd.

[46]Bkz. Enam 6/76-78

[47]Bu örnekte Yusuf suresinde geçen وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّkatteğna eydiyehunne ibaresi ile ilgili açıklamalar için yürütülen (henüz yayınlanmamış) “Yusuf Kıssası” çalışmasından yararlanılmıştır.

[48]R. El İsfahani; El Müfredat KTA md.

[49]Bkz. Vakıa 56/33

[50]Bkz. Neml 27/32

[51]Bkz. Hicr 15/66

[52]Bkz. Hicr 15/65; Hud 11/81; Yunus 10/27

[53]Bkz. Rad 13/4

[54]Bkz. Ankebut 29/29

[55]Bkz. Bakara 2/166

[56]Bkz. Bakara 2/27

[57]Bkz. Hac 22/15; Enam 6/94

[58]Bkz. Hac 22/19

[59]Bkz. Enam 6/45

[60]Bkz. Haşr 59/5

[61]Bkz. Araf 7/72

[62]Bkz. Muhammed 47/15; Tevbe 9/110

[63]Bkz. Tevbe 9/121

[64]Bkz. Araf 7/168; Rad 13/31; Enbiya 21/93

[65]Bkz. Maide 5/33

[66]Bkz. Maide 5/38

[67]Yusuf suresi ayetleri ile ilgili olarak aktarılan rivayetlerin hiçbiri hadis kaynaklı değildir. Yusuf (as) ile ilgili olarak bilinen iki hadis söz konusudur. Bunların hiçbiri surenin baştan sona geçen süreçleri ile ilgili değildir.

[68]Bu konu başlı başına hacimli bir kitabın konusu olabilecek detayları içeren bir başlıktır. Bazı müellifler; Kur’an’ın başlangıcında Allah’ın kalpleri mühürleyip ve kafirleri ebedi azaba dücar kıldığını söylemesinin yanlış anlamalara sebep olacağı, bunun da Kur’an’ın nuzül sırasına göre okunması gerektiğinin sebeplerinden biri olduğunu ifade etmişlerdir. Bu çalışmanın niteliği gereği ayet, Allah’ın çelişkili ifadeler kullanmayacağı konusunda bir farkındalık oluşturması amacıyla ele alınmıştır.

[69]Bkz. Casiye 45/22; Fussilet 41/46; Hadid 57/9 vd.

[70]Fuad (فؤاد- ف أ د) kavramı ile ilgili ayaetler için bkz. : En’âm/110; En’âm/113; Hûd/120; İbrahim/37; İbrahim/43; Nahl/78; İsrâ/36; Mü’minûn/78; Furkân/32; Kasas/10; Secde/9; Ahkâf/26; Ahkâf/26; Necm/11; Mülk/23; Hümeze/7

[71]Kulub (kalb – قُلُوبِهِمْ- ق ل ب) kavramı ile ilgili ayetler için bkz. : Bakara/7, 10, 74, 88, 93, 97, 118, 204, 225, 260, 283; Âl-i İmrân/7, 8, 126, 151, 154, 156, 159, 167; Nisâ/63, 155; vd.

[72]Sadr (sudur – صُدُور- ص د ر) kavramı ile ilgili ayetler için bkz. : Âl-i İmrân 3/29, 118, 119, 154(2 kez); Nisa 4/90; Maide 5/7; Enam 6/125(2 kez); Araf 7/2, 43; Enfal 8/43; Tevbe 9/14; Yunus 10/57; Hud 11/5(2 kez), 12; Hicr 15/47, 97; Nahl 16/106; İsra 17/51; Ta-Ha 20/25; Hac 22/46; Şuara 26/13; Neml 27/74; Kasas 28/23, 69; Ankebut 29/10, 49; Lokman 31/23; Fatır 35/38; Zümer 39/7-22; Mümin 40/19, 56, 80; Şura 42/24; Hadid 57/6; Haşr 59/6, 9, 13; Tegabun 64/4; Mülk 67/13; İnşirah 94/1; Zilzal 99/6; Adiyat 100/10; Nas 114/5

[73]Aklın kullanılmadığını (olumsuzluk) belirten ayetler için bkz. ; Bakara 2/44, 76, 170, 171; Ali İmran 3/65; Maide 5/58, 103; Enam 6/32; Araf 7/169; Enfal 8/22; Yunus 12/16, 42, 100; Hud 11/51; Enbiya 21/10, 67; Müminun 23/80; Kasas 28/60; Ankebut 29/63; Yasin 36/68: Saffat 37/138; Zümer 39/43; Hucurat 49/4; Haşr 59/14; Mülk 67/10

[74]Bkz. İsra 17/3

[75]Bkz. Bakara 2/124

[76]Bkz. Makale Ramazan Demir; İsrailoğulları İsminin Kökeni; http://www.tuvavadisi.org/israil-ogullari-isminin-kokeni/

[77]Bkz. Bakara 2/124

[78]Bkz. Bakara 2/75

[79]Bkz. Bakara 2/125

[80]Bkz. Tevbe 9/107-110

[81]Bkz. Bakara 2/87, 253; Ali İmran 3/49; Maide 5/46; Zuhruf 43/59; Hadid 57/27; Saf 61/6

[82]Bkz. Ahzap 33/40

[83]Bkz. Bakara 2/75

[84]Bkz. Ali İmran 3/112

[85]Bkz. Maide 5/82

[86]Bu konuyla ilgili Arapça bilmeyen ancak harfleri tanıyıp kelimelere az çok aşina olan herkes; www.kuranmeali.comsitesine girip, “DETAYLI İNCELEME” başlığından istediği ayeti kelime kelime karşısına alıp her bir kelimenin gramer özelliklerini görebilir. Hatta bu özelliklerin sonunda yer alan büyüteç işaretine basarak, baktığı ibarenin kök harflerinden türemiş Kur’an’da geçen tüm ibarelere ve bu ibarelerin geçtiği ayetlere ulaşabilir.

[87]Bkz. Kamer 54/17, 22, 32, 40; Meryem 19/97;

[88]Bkz. Hud 11/1, 2;

[89]Bkz. Naziat 79/18;

[90]Bkz. Kamer 54/17, 22, 32, 40; Meryem 19/97;

[91]Bkz. Hud 11/1-2;

[92]Bkz. Tevbe 9/31;

[93]Bkz. Kehf 18/1

[94]Bu örnek için;[ http://www.tuvavadisi.org/israil-ogullari-isminin-kokeni/] linkinde yer alan “İsrailoğulları İsminin Kökeni” başlıklı yazıdan yararlanılmıştır.

[95]Bkz. Fiilolarak (هَادُوا) hâdu: Bakara 2/62; Nisa 4/46, 160; Maide 5/41, 44, 69; Enam 6/146; Araf 7/156; Nahl 16/118; Hac 22/17; Cuma 62/6 – Bkz. İsimolarak (هُودُ) hud: Bakara 2/111, 135, 140; Araf 7/65; Hud 11/50, 53, 58, 60, 89; Şuara 26/124;

[96]El Müfredat. HVD maddesi

[97]Bkz. Bakara 2/58

[98]Yahudi alimleri burada Yakup’un dört karısı olduğuna ve 12 sayısı dörde bölündüğünde her kadının payına 3 erkek evlat düştüğüne fakat Lea’nın dört evlat doğurarak bu paydan daha çok hisse aldığına dikkat çekmektedirler. İlgili pasaj için Kitab-ı Mukaddes; Yaratılış 29 a bakılabilir.

[99]Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla TORA ve Aftara. Birinci kitap. Bereşit. S.222

[100]Bu örnek için Ramazan Demir’in yürüttüğü ve yazının müellifinin de dahil olduğu Yusuf Kıssası çalışmasının 2. Bölümündeki bulgulardan yararlanılmıştır.

[101]Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı; Yeni Sözlük NCE md.s.1991

[102]Bkz. http://www.kuranmeali.com/Elfaz.php?sure=12&ayet=42

[103]Bkz. Fiilolarak (هَادُوا) hâdu: Bakara 2/62; Nisa 4/46, 160; Maide 5/41, 44, 69; Enam 6/146; Araf 7/156; Nahl 16/118; Hac 22/17; Cuma 62/6 – Bkz. İsimolarak (هُودُ) hud: Bakara 2/111, 135, 140; Araf 7/65; Hud 11/50, 53, 58, 60, 89; Şuara 26/124;

[104]Bkz. Maide 5/21

[105]Bkz. Maide 5/23

[106]Bkz. Maide 5/24

[107]Bkz. Maide 5/25

[108]Bkz. Maide 5/26

[109]Bkz. Bakara 2/113, 120; Ali İmran 3/67; Maide 5/18, 51, 64, 82; Tevbe 9/30

[110]Bkz. Bakara 2/62; Maide 5/69; Hac 22/17

[111]Bkz. Bakara 2/62, 111, 113, 120, 135, 140; Ali İmran 3/67; Maide 5/18, 69, 51, 82; Hac 22/17; Tevbe 9/30

[112]Alıntılanan tüm mealler arasından sadece Bahaeddin Sağlam Mealinde, ayette ele alınan kelimelerin dilbilgisi kuralına riayet edildiği açıkça görülmektedir. Ancak kelime olarak geçirmese de görülenin sanki canlı yayında rüya anlatımı olduğu açıktır. Arapçanın anlam açısından bu tarz muğlaklıklara yer vermeyen kurallı bir dil olduğu düşünülürse bu durum ayrı bir eleştiri konusu teşkil etmektedir. Buna rağmen müellifin Vahyin bir dilbilgisi kuralı olduğunu görmesi bile onu diğerlerinden ayırmaktadır.

[113]Er Razi; Tefsir-i Kebir c.13.s.230: – İmam Kurtubi; El Camiu Li Ahkami’l Kur’an c.9.s.286

 

 

 

19) Kur’an’ın Çözümsel Yapısı Hakkında Temel Kabuller

Yayınlanma Tarihi: 2 Haziran 2018

İlk olarak; “Kur’an, Allah’ın kelimeleridir!”[1] kesin ön kabulünü ortaya koyalım.

Bu ön kabuller önemlidir! O’na tabi olanların O’nu nasıl tarif ettiklerini ortaya koyması ve görüşlerini anlaşılır kılacak sınırları belirlemesi için; herkes tarafından incelenebilir, şeffaf bazı ön kabullerin yapılmış olması gerekmektedir…

  1. Kitaptaki kelimeler, kelimelerin yerleştirilmesi, düzeni ve kuralları tamamen Allah’ın eseridir.
  2. Kur’an’da çelişki[2]söz konusu değildir.
  3. Allah, kitabında; anlam açısından birilerinin doldurabileceği türden bilinçli boşluklar bırakmamıştır. Allah, açıkladım dediği kitabının içinde hariçten birilerinin yorumlarına ihtiyaç gerektirecek boşluklara asla yer vermediği gibi, insanların edebi eserlerinde yaptığı ve yanlış anlamlara (iveç) çekilebilecek türden edebi sanatlara da başvurmamıştır.[3]
  4. Kur’an’ın yine Kur’an ile anlaşılması bir zarurettir.
    • Kur’an, Arapça olarak indirilmiş bir kitaptır.[4]Dolayısıyla Arapça’nın tüm temel kuralları, kitabın anlaşılma mekanizmasını oluşturur. Ancak bu kurallar doğrultusunda oluşan anlamlar belirleyicidir. Allah kuralsız konuşmamış, kavramlarını gelişi güzel ve kuralsız seçmemiştir. Dolayısıyla ancak gerçeğin ta kendisi olan Kur’an, insanların çeşitli gerekçelerle verebileceği yanlış anlamları yine kendisi düzeltebilecek yapıdadır.
    • Kur’an sadece ve sadece Kur’an ile açıklanabilir! Bir yazarın eserindeki herhangi bir detayı, bir başkasının kitabında aramak beyhudedir. İhtiyaç duyulan bilgi geçtiği kitapta yoksa bu yazarın eksikliği sayılır… Bilineceği üzere sıklıkla kullanıldığı için ehemmiyet verilmeyen İsm-i Mevsul’ler (ilgi zamirleri), gramer kuralı olarak metin içinde marife isimlerin yerine kullanılırlar. Bu zamirlerin görevi, önceden anlatılmış olanı sonraki cümleye (sıla cümlesine) bağlamaktır. Sırf bu gramer kuralı dahi bir kitabın içindeki bilginin ancak o kitap içindeki bilgi ile açıklanmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi halde araya başka açıklayıcıların girmesiyle, aracıların keyfî açıklamalarına mahkum edilen manalar, tüm orijinalliğini yitirecektir
    • Kur’an insanların yazdığı metinler gibi giriş gelişme sonuç mantığı ile benzeşmez. Ezel ve ebed olan Allah’a, nasıl ki başlangıç ve son izafe edilemezse aynı şekilde Kur’an’ın da başını ve sonunu belirlemek mümkün değildir. Ayetlerin başlangıcını ve bittiğini gösteren mevcut sıralamalar, onun iki kapak arasına konuluyor olmasının bir tezahürüdür. Kur’an’da önemsiz gibi duran hatta kimi durumlarda zaid (artan, fazlalık) sayılan İsm-i Mevsûl’ler bu sıralamaları alt üst edecek yapıdadır. Çok sayıda İsm-i Mevsûl; bazen haber verdiği konunun muhatabını bazen de muhatabın haber ile ilgisini tüm Kur’an içinde aramayı ve tüm Kur’an ayetleri (öncesi ve sonrasındaki) ile bağ kurmayı zorunlu kılar. Hem İsm-i Mevsûl’lerin konumlandırma biçimlerinin gereği, hem de Kur’an’da çok sayıda yer alan marife ibareler; Kur’an’ın yine Kur’an ile açıklanmasını bir zaruret haline getirir.
  5. Kur’an’da gramer hataları yoktur. Tek bir harf bile gereksizanlamsız, boşluk doldurur mahiyette amaçsız değildir. Kâinattaki nesnelerin durdukları yerleri nasıl ki Allah belirlemişse, Kur’an kelimelerinin durdukları yerleri de Allah belirlemiştir. Yüce Allah kelimelerini Arap diline, harf, isim ve fiil olarak koymuştur. Kelimelere yüklenen anlamı kendisi belirlemiş ve bu anlamları Kur’an bütünlüğü ile korumuştur.
    • Allah, kitabında; metin kurgusu açısından birilerinin doldurabileceği türden bilinçli boşluklar bırakmamıştır. Yani anlamaya çalışanın kafasındaki kurguya ihtiyaç gösteren bir harf’i cer’in metin de olmaması durumunda metinde olmayan o harf’i cer varmış gibi anlam verilemez. Ya da tersi olarak bir harf’i cer’in var olması durumunda o harf olmasa da olur, anlama bir katkısı yoktur diyerek yok sayılamaz.
    • Bu kurallar çerçevesinde; Kur’an’daki kelimelerin zaman, eylem, tanım, hal ve failleri ifade eden her ibaresi aynıyla karşılanmak zorundadır. Yani; mazi (geçmiş zaman) bir fiil, müzarî (geniş, şimdiki gelecek zaman) olarak (ya da tersi) değiştirilip anlamlandırılamaz. Aynı şekilde isim olarak gelen bir ibare fiil, fiil olarak gelen bir ibare de isim haline dönüştürülemez. Keza erkek (müzekker) ve dişil (müennes) ibarelerdeki bu özellikler hiçbir durmda kuralsız olarak değiştirilemez. Kelimelerin zamirlerinin metne katkısı olmadığı düşünülerek görmezden gelinemez, metinde olmayan bir zamir de eklenemez. Çünkü zamirler de isim gibi olup isimler için geçerli kurallar onlar için de geçerlidir.
  6. Kitapta geçen farklı kelimelerin aynı manaya geldiği düşünülemez. Farklı her kelimenin anlamı birbirine ne kadar yakın olsa da mutlaka ince bir ayrımı işaret ediyor olmalıdır.[5]Bu ince aralıklar anlam açısından çok büyük derinliklerin giriş kapılarıdır.
  7. Her söz kıymetini sahibinden alır!.. Dolayısıyla Allah’ın hiçbir sözü, bir beşerin onayını gerektirmez. Üstünlük ancak denk olanlar arasındadır. Dolayısıyla her türlü beşer unsuru içeren hadis, rivayet ve İsrailiyat; Allah’ın sözünün üstünde, O’nun ispatı için delil olarak ileri sürülemez.
  8. Kur’an üzerinde her ne seviyede olursa olsun yapılan çalışmalar ve sonucunda elde edilen çıkarımlar bir bakış açısıdır. Asla Kur’an’ın kendisi olamaz.[6]

Yukarıda sıralananlar yakından incelendiğinde, bu kabullerin Evrenselci bir anlayışın Kur’an’a yaklaşım biçiminin temel unsurları olduğu görülür. Kur’an’a tabi olması gerekenlerin O’nu nasıl tarif ettiklerini ortaya koyması önemlidir.

Kur’an’a ait çeşitli görüşler hakkında olası tartışmaların aynı düzlemde yapılabilmesi için bir anlayışı ortaya koyan çerçevenin oluşturulmasının gereği vardır. Bu kabullerin birine ya da bir kısmına itiraz söz konusu olabilir. Ancak itirazlar bu kabulleri değersiz kılamaz. Zira sıralananlar aynı zamanda herhangi bir metnin, bir başka dile çevrilmesi ve anlam verme metodunun da temel ilkeleridir. Kur’an özelinde bu ilkeler daha da detaylı hale getirilebilir…

[1]Bkz. Hicr 15/9

[2]Bkz. Nisa 4/82

[3]Bkz. Hud 11/1-2; Kehf 18/1

[4]Bkz. Yusuf 12/2; Rad 13/37; Nahl 16/103; Ta Ha 20/113; Zümer 39/28; Fussilet 41/3; Şura 42/7; Zuhruf 43/3

[5]Bu kural hem Arapça’ya hem de diğer tüm dillere ait temel bir kuraldır.

[6]Bkz. İsra 17/88

 

 

 

20) Yusuf Suresi (12. Sure) – Ayet Mealleri

Yayınlanma Tarihi: 6 Ağustos 2018

Kıymetli okuyucu; Yusuf Suresi Yahudi’ler konusunda başlattığımız SEBT çalışmasının akabinde yaklaşık bir yıldır gündemimize girmiş bir konudur. Son 6-7 ay geceli gündüzlü bu sure üzerinde çalışıldı… Bir kısmının aşk hikayesi deyip ilgilenmediği, çoğunluğun da İsrailiyat kaynaklı kemikleşmiş anlamlar üzerinden kimi dersler çıkarmaya çalıştığı Yusuf Suresi; hakkında neredeyse hiç hadis bulunmayan, ancak afaki rivayetler ile sarılmış ve üzerinde neredeyse hiç İsrail ve oğullarını arama çabası sarf edilmemiş bir suredir. Oysa ki geleneğimiz tamamen, bir İsrailiyat yaftası olan “Yakup İsraildir (Allah ile Güreşen)” fikrini benimsemiştir. Bu iddianın doğru olup olmadığının en fazla araştırılması gereken yer, Kur’an’ın Yusuf suresidir… Her nedense en fazla karartma da bu sere üzerinde yapılmıştır. Yusuf Suresi; aynı zamanda eski ulemanın Arapça gramer kuralları açısından en fazla açmaz ile karşılaştığı ve çözümsüz bıraktığı bir suredir. Günümüz uleması da bu karartmayı kaldırmayıp sürdürmekte ısrarlıdır.

Bütün olarak yayınladığımız bu mealin her aşamasının, mevcutların çok dışında anlamlar içermesi ve özellikle Mısır sürecinde geleneğin hikâye haline getirdiğinden daha fazla kahramanı içermesi, tamamen Arapça gramer kurallarına bağlı kalmanın sonucudur. Bu çalışmada İsrailiyat kaynaklı anlamlara itibar edilmemiş, en küçük harfi-cer’ine kadar güç nispetinde Kur’an’ın metnine itibar edilmiştir. Enyeşaallah, kısa bir süre sonra yayınlayacağımız ücretsiz üç e-kitap ile surenin çözülmemiş ve çelişkiler yumağı haline dönmüş meselelerinin hemen tümünün Arapça tahlilleri görüşlerinize sunulmuş olacaktır.

Allah’tan ki elimizde tek kelimesi değişmemiş Kur’an var ve yine Allahtan ki Kur’an eğip bükmeye müsait olmayan son derece belirgin kurallara sahip Arapça dili ile indirilmiştir…

Kur’an kavramlarını ve kıssalarını anlamlandırırken, Arapça gramer kurallarına uyulmadığına dair tefsir ve meallerimiz maalesef binlerce örnekle doludur. Kritik ve şaibeli hemen her yerde; fiillerin isme (ya da tersi), mazi olanın muzariye (ya da tersi) dönüştürüldüğüne, müzekker ve müennes ayrımlarına dikkat edilmediğine, ibarelere yapışık zamirlere dikkat edilmediğine ve manaya hiç katılmadığına, ibare anlamlarının keyfi olarak hikâyeye uydurulduğuna tanık olunmaktadır. Bu tahlillerin en azının bile normal koşullarda ilgili birinin kanını dondurması gerekirken, ulemanın bu hataları halen ve göz göre göre, fütursuzca sürdürmesinin bir mantığını biz bulamadık!.. Kur’an’ın, “gerçeğin ta kendisi” olmasına gölge düşüren tarihselci ve rivayet esaslı bu yaklaşımları değerlendirmelerinize bırakıyoruz.

Sonuç olarak tüm tahliller ve varılan sonuçlar elbette ki Kur’an’ın kendisi değildir. Bu surede varılan tahlillerin gerekçelerini aynı dilin kuralları ile sonuna kadar eleştirmek elbette herkesin hakkıdır. Eleştirenlerden eleştirilerini söz konusu dilin kuralları çerçevesinde yapmaları, bu çıkarımları eleştirecek olanlar üzerinde de bizlerin hakkıdır. Ancak böylelikle doğruya ulaşmanın önü açılabilir…

Gayret bizden başarı Allah’tandır.

 

 سُورَةُ يُوسُفَ

YUSUF SURESİ 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

Bismillahirrahmanirrahim

Er Rahman, Er Rahim Allah adıyla

 

الر ۚ تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ

(12/1) ELİF! LAM! RA! İşte bunlar El Mubin (açık ve açıklayıcı) o kitabın ayetleri.

إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

(12/2) Onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik. Belki siz aklınızı kullanırsınız

نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَٰذَا الْقُرْآنَ وَإِنْ كُنْتَ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنَ الْغَافِلِينَ

(12/3) Sana vahyettiğimiz işte bu (Arapça) Kur’an’la, bundan önce iç yüzünü bilmeyenlerden[1] biri olduğun kıssaların en güzelini sana biz anlatıyoruz.

إِذْ قَالَ يُوسُفُ لِأَبِيهِ يَا أَبَتِ إِنِّي رَأَيْتُ أَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ

(12/4) Bir zamanlar Yusuf babasına: “Babacığım, ben kesinlikle on bir Kevkeb ve o Şems’i ve o Kamer’i gördüm. Onları da benim için secde ediciler olarak gördüm!” demişti.

قَالَ يَا بُنَيَّ لَا تَقْصُصْ رُؤْيَاكَ عَلَىٰ إِخْوَتِكَ فَيَكِيدُوا لَكَ كَيْدًا ۖ إِنَّ الشَّيْطَانَ لِلْإِنْسَانِ عَدُوٌّ مُبِينٌ

(12/5) (Babası): “Evladım! Rüyanı kardeşlerine kıssa etme. Yoksa, hileli bir yöntemle sana bir komplo kurarlar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık düşmandır.” demişti.

وَكَذَٰلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَىٰ آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَىٰ أَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ ۚ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

(12/6) İşte sana bildiriyorum: Rabbin seni bir süreçten geçirecek, sana hadiselerin te’vilinden öğretecek. Tıpkı daha önce önderlerin İbrahim ve İshak’a tamamladığı gibi sana ve Yakup âl’ine de o nimetini tamamlayacak. Şüphesiz ki Alim, Hakim olan sadece Rabbin’dir.

لَقَدْ كَانَ فِي يُوسُفَ وَإِخْوَتِهِ آيَاتٌ لِلسَّائِلِينَ

(12/7) Gerçeği talep edenler için[2] Yusuf ve kardeşleri hakkında bu anlatılanların,[3] gerçeği gösteren işaretler[4] olduğunda[5] hiç şüphe yoktur[6].

إِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَىٰ أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

(12/8) Bir gün (kardeşleri şöyle) demişlerdi: “Elbette ki Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha tercihe şayandır. Oysa güçlü bir topluluk olan biziz. Babamız gerçekten açık bir sapkınlık içinde.[7]

اقْتُلُوا يُوسُفَ أَوِ اطْرَحُوهُ أَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ أَبِيكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِهِ قَوْمًا صَالِحِينَ

(12/9) “Öldürün Yusuf’u veya (görünür şekilde)[8] bir kökten söküp atın onu ki; babanızın şeref ve itibarı (Resullüğü)[9]size geçsin. Bundan sonrasında bir Salihler kavmi olursunuz.”

قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَأَلْقُوهُ فِي غَيَابَتِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ إِنْ كُنْتُمْ فَاعِلِينَ

(12/10) İçlerinden sözü dinlenen: “Eğer uygulayanlar (ben değil)[10] sizler olacaksanız, yemin olsun ki[11] Yusuf’u o hadımlığın bilinmezliklerine[12] kavuşturarak[13] kahredin/etkisiz hale[14] getirin ki; (o zaman bildiğiniz)[15] o kervan onu köle olarak[16] alacaktır.” dedi.

قَالُوا يَا أَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا عَلَىٰ يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ

(12/11) “Ey babamız! Ne oldu sana ki; Yusuf hakkında bize güvenmiyorsun? Gerçekten biz onun için elbette ki samimi olanlarız.

أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

(12/12) Yarın onu bizimle gönder de yesin içsin, eğlensin. Kesinlikle biz onun için yemin olsun ki koruyucularız.

قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَنْ تَذْهَبُوا بِهِ وَأَخَافُ أَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ

(12/13) Dedi ki; “Ona ilgisiz kalmanız elbette beni hüzünlendirir fakat o kurt gibi gaddar ve kurnaz olanın[17] onu heder etmesinden[18] de korkuyorum. Siz onun iç yüzünden[19] gaflette olanlarsınız.”

قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَخَاسِرُونَ

(12/14) Dediler ki “Biz güçlü bir toplulukken onu o kurt gibi kurnaz ve gaddar[20] olan gasp[21] ederse o zaman biz elbette ki hüsranda olanlarız demektir!”

فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ وَأَجْمَعُوا أَنْ يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَتِ الْجُبِّ ۚ وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُمْ بِأَمْرِهِمْ هَٰذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

(12/15) Ne zaman ki onu götürdüler ve hadımlığın bilinmezliklerine sokmak için bir araya geldiler,[22] ona; “Bu tuzaklarını (hiç beklemedikleri bir anda)[23] kendilerine bildireceğinin farkına varamıyorlar!” diye vahy ettik.

وَجَاءُوا أَبَاهُمْ عِشَاءً يَبْكُونَ

(12/16) Ağıtlar yakarak akşamüzeri babalarına geldiler.

قَالُوا يَا أَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ ۖ وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ

(12/17) “Ey babamız! Gitmiştik, yarışacaktık. Yûsuf’u da eşyamızın yanında terk etmiştik. (Bir de ne görelim) o kurt gibi gaddar ve kurnaz olan[24] onu gasp etmiş.[25] (Onu koruma sözümüze) Sadıklar olsaydık da sen zaten bize hiçbir zaman[26] güvenen biri değildin.

وَجَاءُوا عَلَىٰ قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ ۚ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنْفُسُكُمْ أَمْرًا ۖ فَصَبْرٌ جَمِيلٌ ۖ وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَىٰ مَا تَصِفُونَ

(12/18) Onun nefretini[27] yalancı bir makyajla[28] büründüler.[29] (Yakup) Dedi ki; hayır öyle değil, hasediniz[30] size bir tuzağı süslü göstermiş. Bundan sonrası[31] güzel sonucu beklemektir.[32] Vasıflandıracağınız şeye karşı yardımı umulacak sadece Allah’tır.

وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَأَدْلَىٰ دَلْوَهُ ۖ قَالَ يَا بُشْرَىٰ هَٰذَا غُلَامٌ ۚ وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً ۚ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ

(12/19) (Bekledikleri o) Kervan geldi,[33] bunun üzerine[34] onlar (Yusuf’un kardeşleri) azmettiricilerini[35] gönderdiler. O da üzerine düşen[36] aracılığını yaptı[37]. (Kervandakilere) Şu köle çocuk[38] (sizin için) ne kadar iyi bir haber.[39] Ve onun etinin kesik olduğunu[40] açığa çıkardılar (gösterdiler).[41] Allah bu şeyi (tasarlayarak) yapıyor olduklarını elbette bilendir.

وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُوا فِيهِ مِنَ الزَّاهِدِينَ

(12/20) Onun eşsiz değerini[42] düşürerek,[43] sayılabilir[44] dirhemlere[45] sattılar. Zaten[46] daha önce de, onun[47] değerini bile bile küçümseyenlerden olmuşlardı.[48]

وَقَالَ الَّذِي اشْتَرَاهُ مِنْ مِصْرَ لِامْرَأَتِهِ أَكْرِمِي مَثْوَاهُ عَسَىٰ أَنْ يَنْفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا ۚ وَكَذَٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ ۚ وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَىٰ أَمْرِهِ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

(12/21) Mısır’da Onu satın alıp kadınına: “Bize faydalı olacağını veya evlat edinmeyi umduğum için, asıl konumunu (özgürlüğünü) ona bağışla!” diyen de o kişiydi. İşte bu şekilde; Hadiselerin tevilinden ona öğretmemiz için o yerde Yusuf’a imkân verdik. Allah, o tuzağa karşı üstün gelendir. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyor!..

وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا ۚ وَكَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

(12/22) Olgunluk çağına ulaştığında ona (Yusuf’a), bir muhakeme yeteneği ve bir ilim verdik. Biz, Muhsinlere işte böyle karşılık veririz.”

وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِهِ وَغَلَّقَتِ الْأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ ۚ قَالَ مَعَاذَ اللَّهِ ۖ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ ۖ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ

(12/23) O esnada, (Kadın) kapıları sıkıca kilitleyip “haydi anlatsana” diyerek onu (Yusuf’u) kendisi hakkında ısrarla sorguladığında, o (Yusuf), onun (kadının) evindeydi. (Yusuf da) Şüphesiz ki konumumu ihsan eden rabbim, kendisine sığınılan Allah’tır. Bundan dolayı o zalimler (kardeşler) asla başaramayacaklar” demişti.

وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ ۖ وَهَمَّ بِهَا لَوْلَا أَنْ رَأَىٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ ۚ كَذَٰلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاءَ ۚ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ

(12/24) (Kadın) Buna (anlattıklarına) kesinlikle çok üzülmüştü. Eğer (Yusuf) Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, o da (başına gelenlere) çok üzülmüştü. Bunu açıklaması (ona isnat edilen) o fuhşu ve o kötülüğü ondan uzaklaştıracağımız içindi. Çünkü o zaten (o fuhuş ve o kötülükten) arındırılmış kullarımızdandır.

وَاسْتَبَقَا الْبَابَ وَقَدَّتْ قَمِيصَهُ مِنْ دُبُرٍ وَأَلْفَيَا سَيِّدَهَا لَدَى الْبَابِ ۚ قَالَتْ مَا جَزَاءُ مَنْ أَرَادَ بِأَهْلِكَ سُوءًا إِلَّا أَنْ يُسْجَنَ أَوْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

(12/25) O konuda ikisi rekabet etti. (İkisinden kadın olanı) Onun (Yûsuf’un) görevine bir tedbirle son verdi. Aradıkları ülkenin (Mısır’ın) Seyyidini makamında buldular. (Kadın) “Sadece acı veren bir işkence veya geçici olarak tutuklanması, senin (yönetim) ehline herhangi bir kötülük tasarlamış kişi için (henüz) bir ceza değildir.”

قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَنْ نَفْسِي ۚ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ أَهْلِهَا إِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنَ الْكَاذِبِينَ

(12/26) (Yûsuf) “Ama o (kadın) benim hakkımda soruşturma yapmıştı!” dedi. Ve oranın (Mısır’ın) ehlinden bir şahit (şu) tanıklığı yaptı. Eğer herhangi bir itiraftan dolayı onun görevi iptal edilmişse (kadın) isabet etmiş, o ise yalancılardan biridir.

وَإِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِنَ الصَّادِقِينَ

(12/27) “Eğer görevi bir tedbir ile iptal edilmişse (kadın) yalan söyledi, o ise (kraliyet ailesine) sadıklardan biridir.

فَلَمَّا رَأَىٰ قَمِيصَهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ قَالَ إِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّ ۖ إِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظِيمٌ

(12/28) (Seyyid) Onun (Yusuf’un) görevinin tedbiren iptal edildiğini anladığında “Şüphesiz ki bu, sizin yönteminizdir. Sizin yöntemleriniz kesinlikle çok zorludur” dedi.

يُوسُفُ أَعْرِضْ عَنْ هَٰذَا ۚ وَاسْتَغْفِرِي لِذَنْبِكِ إِنَّكِ كُنْتِ مِنَ الْخَاطِئِينَ

(12/29)“Yûsuf! Sen bunun hakkında bir açıklık getir, (kadın) sen de ithamın için (Yusuf’tan) özür dile. Çünkü sen hatalılardan biri olmuşsun.”

وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَدِينَةِ امْرَأَتُ الْعَزِيزِ تُرَاوِدُ فَتَاهَا عَنْ نَفْسِهِ ۖ قَدْ شَغَفَهَا حُبًّا ۖ إِنَّا لَنَرَاهَا فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

(12/30) (O esnada) “O (Mısır’ın) yönetimindeki kadınlar, “Aziz kadın nefsi hakkında danışmanını ayartıyor. (Yusuf) Bir sevgiyle onun (Aziz kadının) aklını başından almış. Şüphesiz ki biz elbette onu (kadını) açık bir sapkınlık içinde görüyoruz” dedi.

فَلَمَّا سَمِعَتْ بِمَكْرِهِنَّ أَرْسَلَتْ إِلَيْهِنَّ وَأَعْتَدَتْ لَهُنَّ مُتَّكَأً وَآتَتْ كُلَّ وَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ سِكِّينًا وَقَالَتِ اخْرُجْ عَلَيْهِنَّ ۖ فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ وَقُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ مَا هَٰذَا بَشَرًا إِنْ هَٰذَا إِلَّا مَلَكٌ كَرِيمٌ

(12/31) (Aziz kadın) Onların tuzaklarını duyar duymaz, onları davet etti ve onlar için rahat bir ortam hazırladı ve (geldiklerinde) her birine çok sakin davrandı. Sonra (Yusuf’a) dedi ki; “Açıkla onlara!”  Sonunda onu anlayıp, onu çok zorladıklarında ve ardından ittifaklarını bozduklarında: “Allah için nitelemelerimizden beriymiş. Eğer bu değerli bir melekten başkası değilse, bunda bir beşerlik de bulunmamaktadır.” dediler.

قَالَتْ فَذَٰلِكُنَّ الَّذِي لُمْتُنَّنِي فِيهِ ۖ وَلَقَدْ رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِهِ فَاسْتَعْصَمَ ۖ وَلَئِنْ لَمْ يَفْعَلْ مَا آمُرُهُ لَيُسْجَنَنَّ وَلَيَكُونًا مِنَ الصَّاغِرِينَ

(12/32) (Aziz kadın) dedi ki: “İşte siz busunuz ki; onun hakkında beni kınamıştınız. Andolsun, ben sadece kendisi hakkında onu sorgulamıştım ama o hep sustu, konuşmadı. Ama eğer ona emredeceğim şeyi yapmaz ise tutuklanacağı ve aşağılananlardan biri olacağı kesin.”

قَالَ رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ ۖ وَإِلَّا تَصْرِفْ عَنِّي كَيْدَهُنَّ أَصْبُ إِلَيْهِنَّ وَأَكُنْ مِنَ الْجَاهِلِينَ

(12/33) (Yûsuf); Rabbim, benim için o (şimdilik) gizli olan, beni ona evlat nispet etmelerinden daha sevgilidir. Eğer sen onların benim hakkımdaki yöntemlerini boşa çıkarmazsan onlara evlat olacak ve gerçeği bildiği halde bilmiyormuş gibi davrananlardan biri olacağım” dedi.

فَاسْتَجَابَ لَهُ رَبُّهُ فَصَرَفَ عَنْهُ كَيْدَهُنَّ ۚ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

(12/34) Rabbi, onun duasını kabul etti ve Onların (kadınların) onun hakkındaki yöntemlerini boşa çıkardı. Çünkü; Es-Semi, El-Alim olan sadece O’dur.

ثُمَّ بَدَا لَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا رَأَوُا الْآيَاتِ لَيَسْجُنُنَّهُ حَتَّىٰ حِينٍ

(12/35) Sonra, ayetleri görememenin ardından (ortaya çıkış) zamanına kadar onlar, onu gizlemeye başladılar.

وَدَخَلَ مَعَهُ السِّجْنَ فَتَيَانِ ۖ قَالَ أَحَدُهُمَا إِنِّي أَرَانِي أَعْصِرُ خَمْرًا ۖ وَقَالَ الْآخَرُ إِنِّي أَرَانِي أَحْمِلُ فَوْقَ رَأْسِي خُبْزًا تَأْكُلُ الطَّيْرُ مِنْهُ ۖ نَبِّئْنَا بِتَأْوِيلِهِ ۖ إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ

(12/36) O gizliliğe onunla beraber (yardımlaşmaya) iki danışman da dahil olmuştu. İkisinden biri; “Şüphesiz ki ben, herhangi bir saklananı kendim gözetler, aslını ortaya çıkarırım.” dedi. Ve o diğeri de; “herhangi bir yoruma kendi görüşümü belirtir, daha üst reisime iletirim de (kadın) bununla herkese üstün gelir” dedi. (İkisi birden) “Bize onun (sana yapılan isnadın) aslının doğru haberini sen bildir. Çünkü biz senin Muhsinlerden biri olduğuna kesinlikle eminiz (görüyoruz, dediler).”

قَالَ لَا يَأْتِيكُمَا طَعَامٌ تُرْزَقَانِهِ إِلَّا نَبَّأْتُكُمَا بِتَأْوِيلِهِ قَبْلَ أَنْ يَأْتِيَكُمَا ۚ ذَٰلِكُمَا مِمَّا عَلَّمَنِي رَبِّي ۚ إِنِّي تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ

(12/37) (Yusuf) “İşte rabbimin bana öğrettiği şeyden ikinize bildiriyorum. İkinize gelmezden önce onun aslını ikinize bildirmiş olmam dışında; o, rızıklandırılacağınız buğdayı ikinize sunmayacak. Şüphesiz ki ben Allah’a ve kendilerinden olan o sonrakine güvenmeyen, kendilerini de gizlemiş bir kavmin diktesini kendi haline bıraktım” dedi.

وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ آبَائِي إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ ۚ مَا كَانَ لَنَا أَنْ نُشْرِكَ بِاللَّهِ مِنْ شَيْءٍ ۚ ذَٰلِكَ مِنْ فَضْلِ اللَّهِ عَلَيْنَا وَعَلَى النَّاسِ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ

(12/38) “(Çünkü) Atalarım İbrahim İshak ve Yakup’un bildirisinde, peşleri sıra (ben) geldim. Bizim herhangi bir şeyde Allah’a ortak olmamızın imkânı yoktur. İşte bu (Atalarımın milleti), bizim üzerimize de ve insanların üzerine de Allah’ın tercihinden dolayıdır, fakat insanların çoğu (Allah’ın tercihiyle) yetinmeyecekler.”

يَا صَاحِبَيِ السِّجْنِ أَأَرْبَابٌ مُتَفَرِّقُونَ خَيْرٌ أَمِ اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ

(12/39) “Ey o gizlilikteki arkadaşlarım!” Ne yani; parçalanmayan (bir tek) otoritesi olan Allah’tan, ayrılık çıkarıp parçalayan yöneticiler mi daha iyi?

مَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِهِ إِلَّا أَسْمَاءً سَمَّيْتُمُوهَا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ ۚ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ ۚ أَمَرَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ ۚ ذَٰلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

(12/40) “Siz, Allah’ın astında, sizin ve atalarınızın birtakım yüceliklerle nitelediğiniz dişiden başka bir şeye tapmıyorsunuz. Allah ona (dişiye) herhangi bir otorite indirmemiştir. Onun Hükmü, Allah’tan başkasının değildir. (Allah) Kendisinden başkasına kul olmanızı emretmemiştir. Geçerli olan o din işte budur ama insanların çoğunluğu bunu bilmiyor.

يَا صَاحِبَيِ السِّجْنِ أَمَّا أَحَدُكُمَا فَيَسْقِي رَبَّهُ خَمْرًا ۖ وَأَمَّا الْآخَرُ فَيُصْلَبُ فَتَأْكُلُ الطَّيْرُ مِنْ رَأْسِهِ ۚ قُضِيَ الْأَمْرُ الَّذِي فِيهِ تَسْتَفْتِيَانِ

(12/41) “Ey o gizlikte arkadaşlarım: İkinizden birine gelince, rabbine gizlilik iletmeye devam edecek. (İkinizden) O diğerine gelince; konumunu güçlendirecek. Böylelikle (kadın) onun başkanlığında herkese üstün gelecek. İşte onun hakkında görüş de isteyeceğiniz o işin zamanına gelindi.”

وَقَالَ لِلَّذِي ظَنَّ أَنَّهُ نَاجٍ مِنْهُمَا اذْكُرْنِي عِنْدَ رَبِّكَ فَأَنْسَاهُ الشَّيْطَانُ ذِكْرَ رَبِّهِ فَلَبِثَ فِي السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ

(12/42) İkisinden -ki kesinlikle onu sırdaş bilmişti- işte o kişiye “beni efendinin yanında an” dedi. Şeytan rabbinin doğru bilgisini ona unutturdu. Bu yüzden birkaç yıl o gizliliğin içinde kalmaya devam etti.

وَقَالَ الْمَلِكُ إِنِّي أَرَىٰ سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ ۖ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَفْتُونِي فِي رُؤْيَايَ إِنْ كُنْتُمْ لِلرُّؤْيَا تَعْبُرُونَ

(12/43) O kral “Ben, kesinlikle onları cılız bir yırtıcının yediği yedi semiz ineği ve en sonunda kupkuru olan yedi yeşil başağı görüyorum. Ey önde gelenler ailesi! Rüyayı tabir ediyor (bilinmeyenin bilgisine ulaşıyor) olduğunuzu iddia ediyorsanız, haydi rüyam hakkında da bana bağlayıcı fikir verin.

قَالُوا أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ ۖ وَمَا نَحْنُ بِتَأْوِيلِ الْأَحْلَامِ بِعَالِمِينَ

(12/44) Dediler ki: “Bunlar derlenmiş asılsız düşlerdir. Biz asılsız düşlerin te’vilinin alimleri değiliz.

وَقَالَ الَّذِي نَجَا مِنْهُمَا وَادَّكَرَ بَعْدَ أُمَّةٍ أَنَا أُنَبِّئُكُمْ بِتَأْوِيلِهِ فَأَرْسِلُونِ

(12/45) İkisinnden (Yusuf’a) sırdaşlık yapmış o kişi, nice zamandan sonra hatırladı ve “Ben size onun aslını bildirebilirim, beni elçi olarak belirleyin!” dedi.

يُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ أَفْتِنَا فِي سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعِ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ لَعَلِّي أَرْجِعُ إِلَى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ

(12/46) “Sıddıklara mensup Yûsuf! Onları cılız bir yırtıcının yediği yedi semiz inek, sonunda kupkuru olan yedi yeşil başak hakkında bize görüş bildir! Ümit ediyorum ki insanlara faydalı olacağım, umulur ki (bundan dolayı) onlar da bilecekler.

قَالَ تَزْرَعُونَ سَبْعَ سِنِينَ دَأَبًا فَمَا حَصَدْتُمْ فَذَرُوهُ فِي سُنْبُلِهِ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّا تَأْكُلُونَ

(12/47) (Yûsuf) Dedi ki: “Yedi yıl ara vermeden ekersiniz. Hasat ettiklerinizi, yiyeceğiniz az bir kısım dışında başağından ayırmayın.

ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَٰلِكَ سَبْعٌ شِدَادٌ يَأْكُلْنَ مَا قَدَّمْتُمْ لَهُنَّ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّا تُحْصِنُونَ

(12/48) “Çünkü bunun ardından şiddetli bir sıkıntı (korku) başlayacak. (İnsanlar) Koruma altına aldığınız az şeyden başka siz ne sunmuşsanız onları yiyecekler.

ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَٰلِكَ عَامٌ فِيهِ يُغَاثُ النَّاسُ وَفِيهِ يَعْصِرُونَ

(12/49) “Çünkü; onda yağmurun yağacağı ve yine onda insanların sağım yapacakları yıl, (ancak) bunun ardından gelecek.

وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ ۖ فَلَمَّا جَاءَهُ الرَّسُولُ قَالَ ارْجِعْ إِلَىٰ رَبِّكَ فَاسْأَلْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ اللَّاتِي قَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ ۚ إِنَّ رَبِّي بِكَيْدِهِنَّ عَلِيمٌ

(12/50) Kral, “Onu bana getirin” dedi. O elçi (olarak) geldiğinde, (Yûsuf) “Efendine dön, o kadınların derdi neydi o soruştursun, ki onlar ittifaklarını da bozmuşlardı. Hiç şüphesiz Rabbim onların yöntemlerini hakkıyla bilendir” dedi.

قَالَ مَا خَطْبُكُنَّ إِذْ رَاوَدْتُنَّ يُوسُفَ عَنْ نَفْسِهِ ۚ قُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ مَا عَلِمْنَا عَلَيْهِ مِنْ سُوءٍ ۚ قَالَتِ امْرَأَتُ الْعَزِيزِ الْآنَ حَصْحَصَ الْحَقُّ أَنَا رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِهِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ

(12/51) Kral (kadınlara), hani siz Yusuf’un nefsi hakkında bir soruşturma yapıyordunuz son durumunuz nedir? dedi. (Kadınlar) “Biz onun aleyhinde (tasarladığı) herhangi bir kötülük öğrenemedik, Allah için o (isnadımızdan) uzaktır.” dediler Aziz kadın dedi ki: “Nihayet! Sonunda gerçek ortaya çıktı. Ben zaten onun hakkında soruşturma yapmıştım ve kesinlikle o elbette ki sadıklardan biridir.

ذَٰلِكَ لِيَعْلَمَ أَنِّي لَمْ أَخُنْهُ بِالْغَيْبِ وَأَنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي كَيْدَ الْخَائِنِينَ

(12/52) “İşte bu, benim o sırda hiçbir zaman ona (Yusuf’a) hainlik yapmadığımı bilmesi içindir. Zaten Allah o hainlerin yöntemini doğru sonuca ulaştırmaz.

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي ۚ إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلَّا مَا رَحِمَ رَبِّي ۚ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَحِيمٌ

(12/53) Kendimi aklamıyorum. Rabbimin esirgediğinin dışında, kıskançlık kesinlikle kötülüğü emredicidir. Rabbim bağışlayıp, esirgeyendir.

وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ أَسْتَخْلِصْهُ لِنَفْسِي ۖ فَلَمَّا كَلَّمَهُ قَالَ إِنَّكَ الْيَوْمَ لَدَيْنَا مَكِينٌ أَمِينٌ

(12/54) Kral, “Onu bana getirin, onu kendim için özel (veliaht – danışman) yapacağım” dedi. Ama onunla karşılıklı konuştuğunda, bugün sen bizim yanımızda dokunulmaz ve güvenilir birisin” dedi.

قَالَ اجْعَلْنِي عَلَىٰ خَزَائِنِ الْأَرْضِ ۖ إِنِّي حَفِيظٌ عَلِيمٌ

(12/55) (Yûsuf) “Beni bu toprağın hazinelerinin (yetiştirdiklerinin) üzerine ata, ben kesinlikle bilgili bir koruyucum.

وَكَذَٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ يَتَبَوَّأُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَاءُ ۚ نُصِيبُ بِرَحْمَتِنَا مَنْ نَشَاءُ ۖ وَلَا نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ

(12/56) İşte böylece Yusuf’a o yerde (Mısır’da) oranın dileyeceği yerine (buğday) yerleştirebileceği imkanını verdik. Rahmetimizi (yağmuru) dileyeceğimiz kişiye ulaştırırız. Muhsinlerin ödülünü eksik bırakmayız.

وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ

(12/57) En sondaki o mükafat; güvenmiş, ardından sorumlu davranmaya devam etmiş işte o kişiler için en hayırlıdır.

وَجَاءَ إِخْوَةُ يُوسُفَ فَدَخَلُوا عَلَيْهِ فَعَرَفَهُمْ وَهُمْ لَهُ مُنْكِرُونَ

(12/58) Yûsuf’un kardeşleri geldi, sonunda onun huzuruna girdiler, (Yusuf) onları tanıdı. (İşte) Onlardı onun (Yusuf’un) kimliğini gizleyenler.

وَلَمَّا جَهَّزَهُمْ بِجَهَازِهِمْ قَالَ ائْتُونِي بِأَخٍ لَكُمْ مِنْ أَبِيكُمْ ۚ أَلَا تَرَوْنَ أَنِّي أُوفِي الْكَيْلَ وَأَنَا خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ

(12/59) (Yûsuf) onların yüklerini donattığında dedi ki: “Babanızdan size kardeş olanı bana getirin. Görmüyor musunuz, ben kesinlikle o ölçeği tam veriyorum ve misafir ağırlayanların en iyisi benim.”

فَإِنْ لَمْ تَأْتُونِي بِهِ فَلَا كَيْلَ لَكُمْ عِنْدِي وَلَا تَقْرَبُونِ

(12/60) “Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda sizin için de bir ölçek olmayacak ve bir daha da bana yaklaşamayacaksınız.

قَالُوا سَنُرَاوِدُ عَنْهُ أَبَاهُ وَإِنَّا لَفَاعِلُونَ

(12/61) Dediler ki: Onun hakkında babasını ikna edeceğiz ve biz elbette ki (onu ikna etmede) etkin olanlarız.

وَقَالَ لِفِتْيَانِهِ اجْعَلُوا بِضَاعَتَهُمْ فِي رِحَالِهِمْ لَعَلَّهُمْ يَعْرِفُونَهَا إِذَا انْقَلَبُوا إِلَىٰ أَهْلِهِمْ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

(12/62) (Yûsuf) Yardımcılarına dedi ki: “Nakit sermayelerini yolculuk yüklerinin içine sokuşturun. Ailelerine geri döndüklerinde umulur ki onlar onu tanırlar da belki onlar (yapmayı düşündüklerinden) vaz geçerler.

فَلَمَّا رَجَعُوا إِلَىٰ أَبِيهِمْ قَالُوا يَا أَبَانَا مُنِعَ مِنَّا الْكَيْلُ فَأَرْسِلْ مَعَنَا أَخَانَا نَكْتَلْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

(12/63) Onlar, babalarına döner dönmez, “Ey babamız! O ölçek bizden men edildi, Artık kardeşimizi bizimle gönder ki ölçüp alalım, Onun koruyucuları kesinlikle biziz.

قَالَ هَلْ آمَنُكُمْ عَلَيْهِ إِلَّا كَمَا أَمِنْتُكُمْ عَلَىٰ أَخِيهِ مِنْ قَبْلُ ۖ فَاللَّهُ خَيْرٌ حَافِظًا ۖ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

(12/64) (Yakup onlara) “Başka şekilde değil, daha önce Yusuf hakkında size güvenmiş olduğum gibi onun hakkında da size güveneyim mi? dedi. Bir koruyucu olarak en hayırlısı sadece Allah’tır ve merhametlilerin en merhametlisi de sadece O’dur” dedi.

وَلَمَّا فَتَحُوا مَتَاعَهُمْ وَجَدُوا بِضَاعَتَهُمْ رُدَّتْ إِلَيْهِمْ ۖ قَالُوا يَا أَبَانَا مَا نَبْغِي ۖ هَٰذِهِ بِضَاعَتُنَا رُدَّتْ إِلَيْنَا ۖ وَنَمِيرُ أَهْلَنَا وَنَحْفَظُ أَخَانَا وَنَزْدَادُ كَيْلَ بَعِيرٍ ۖ ذَٰلِكَ كَيْلٌ يَسِيرٌ

(12/65) Metalarını açıp nakit sermayelerinin kendilerine iade edilmiş bulduklarında, “Ey babamız! Daha ne isteriz? Bu sermayemiz bize iade edilmiş, ailemizin geçimini sağlarız, kardeşimizi de korur, ölçeği bir deve fazlalaştırırız, bu ölçek azdır.

قَالَ لَنْ أُرْسِلَهُ مَعَكُمْ حَتَّىٰ تُؤْتُونِ مَوْثِقًا مِنَ اللَّهِ لَتَأْتُنَّنِي بِهِ إِلَّا أَنْ يُحَاطَ بِكُمْ ۖ فَلَمَّا آتَوْهُ مَوْثِقَهُمْ قَالَ اللَّهُ عَلَىٰ مَا نَقُولُ وَكِيلٌ

(12/66) (Yakup), “başka şekilde değil, sadece sizin tarafınızdan kuşatılmış olarak, onu bana kesin getireceğinize dair, Allah’tan bir teminatı bana verinceye kadar asla sizinle beraber onu göndermem” dedi. Teminatlarını ona verdiklerinde ise “(artık bundan sonrasında) diyeceklerimizin üzerinde vekil olan sadece Allah’tır” dedi.

وَقَالَ يَا بَنِيَّ لَا تَدْخُلُوا مِنْ بَابٍ وَاحِدٍ وَادْخُلُوا مِنْ أَبْوَابٍ مُتَفَرِّقَةٍ ۖ وَمَا أُغْنِي عَنْكُمْ مِنَ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ ۖ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ ۖ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ ۖ وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ

(12/67) Sonra da “Ey oğullarım! Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam. Hüküm kendisini vekil edindiğim Allah’tan başkasının değildir ve vekil edinenler sadece onu vekil edinsinler” dedi.

وَلَمَّا دَخَلُوا مِنْ حَيْثُ أَمَرَهُمْ أَبُوهُمْ مَا كَانَ يُغْنِي عَنْهُمْ مِنَ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا حَاجَةً فِي نَفْسِ يَعْقُوبَ قَضَاهَا ۚ وَإِنَّهُ لَذُو عِلْمٍ لِمَا عَلَّمْنَاهُ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

(12/68) Babalarının emrettiği yerden girmeleri Allah’tan olan herhangi bir şeyi onlardan savması için değil sadece Yakup’un kendisinin vardığı o (oğlunu onlarla gönderme) kararının bir gereği idi. Şüphesiz o, bizim kendisine öğrettiğimiz bir ilmin sahibidir lakin insanların çoğu bilemeyecekler.

وَلَمَّا دَخَلُوا عَلَىٰ يُوسُفَ آوَىٰ إِلَيْهِ أَخَاهُ ۖ قَالَ إِنِّي أَنَا أَخُوكَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

(12/69) Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; kardeşini koruma altına aldı ve “ben senin kardeşinim, artık onların yapacak oldukları şeye üzülme” dedi.

فَلَمَّا جَهَّزَهُمْ بِجَهَازِهِمْ جَعَلَ السِّقَايَةَ فِي رَحْلِ أَخِيهِ ثُمَّ أَذَّنَ مُؤَذِّنٌ أَيَّتُهَا الْعِيرُ إِنَّكُمْ لَسَارِقُونَ

(12/70) (Yûsuf), onların yüklerini hazırlatırken su kabını kardeşinin yüküne sokuşturdu. Sonra da bir çağırıcı şöyle seslendi: “Ey bu kervanın mensupları Hırsızlar kesinlikle sizsiniz.”

قَالُوا وَأَقْبَلُوا عَلَيْهِمْ مَاذَا تَفْقِدُونَ

(12/71) (Yûsuf’un kardeşleri) Onlara yönelerek, “Neyi yitirdiniz?” dediler.

قَالُوا نَفْقِدُ صُوَاعَ الْمَلِكِ وَلِمَنْ جَاءَ بِهِ حِمْلُ بَعِيرٍ وَأَنَا بِهِ زَعِيمٌ

(12/72) Dediler ki: “Hükümdar’ın tahıl ölçeğini yitirdik. Onu getirene bir deve yükü ödül var ve ben ona kefilim.”

قَالُوا تَاللَّهِ لَقَدْ عَلِمْتُمْ مَا جِئْنَا لِنُفْسِدَ فِي الْأَرْضِ وَمَا كُنَّا سَارِقِينَ

(12/73) Dediler ki: “Allah’a andolsun, siz de biliyorsunuz ki biz bu ülkede fesat çıkarmaya gelmedik ve biz hırsızlar da değiliz”

قَالُوا فَمَا جَزَاؤُهُ إِنْ كُنْتُمْ كَاذِبِينَ

(12/74) Onlar, “Eğer siz yalancılarsanız, onun cezası nedir? dediler.

قَالُوا جَزَاؤُهُ مَنْ وُجِدَ فِي رَحْلِهِ فَهُوَ جَزَاؤُهُ ۚ كَذَٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ

(12/75) “Onun cezası, kimin yükünde bulunursa, karşılığı kendisidir; biz o zalimleri işte böyle cezalandırırız” dediler.

فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَاءِ أَخِيهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِنْ وِعَاءِ أَخِيهِ ۚ كَذَٰلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ ۖ مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِي دِينِ الْمَلِكِ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ ۚ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَاءُ ۗ وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ

(12/76) (Bunun üzerine), onun kardeşinin kaplarından önce onların kaplarını aramaya başladılar. Sonra onu (su tasını) kardeşinin kaplarının içinden çıkardı. İşte bunu Yûsuf için planlamıştık. Yoksa kralın dinine göre kardeşini alıkoyamayacaktı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.

قَالُوا إِنْ يَسْرِقْ فَقَدْ سَرَقَ أَخٌ لَهُ مِنْ قَبْلُ ۚ فَأَسَرَّهَا يُوسُفُ فِي نَفْسِهِ وَلَمْ يُبْدِهَا لَهُمْ ۚ قَالَ أَنْتُمْ شَرٌّ مَكَانًا ۖ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا تَصِفُونَ

(12/77) Dediler ki: “Eğer o çalmışsa, daha önceden onun kardeşi de çalmıştı.” Yûsuf, bunu içinde sakladı ve onlara belli etmedi. İçinden, “Siz kötü bir durumdasınız; neyi tasarlıyorsanız Allah en iyi bilendir.

قَالُوا يَا أَيُّهَا الْعَزِيزُ إِنَّ لَهُ أَبًا شَيْخًا كَبِيرًا فَخُذْ أَحَدَنَا مَكَانَهُ ۖ إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ

(12/78) “Ey o en üstünlere mensup olan! Bunun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizden birini alıkoy. Şüphesiz biz senin Muhsinlerden biri olduğunu düşünüyoruz” dediler.

قَالَ مَعَاذَ اللَّهِ أَنْ نَأْخُذَ إِلَّا مَنْ وَجَدْنَا مَتَاعَنَا عِنْدَهُ إِنَّا إِذًا لَظَالِمُونَ

(12/79) (Yûsuf), “Allah tek sığınaktır, Malımızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoyacaksak  işte o zaman elbette ki zalimler biziz” dedi.

فَلَمَّا اسْتَيْأَسُوا مِنْهُ خَلَصُوا نَجِيًّا ۖ قَالَ كَبِيرُهُمْ أَلَمْ تَعْلَمُوا أَنَّ أَبَاكُمْ قَدْ أَخَذَ عَلَيْكُمْ مَوْثِقًا مِنَ اللَّهِ وَمِنْ قَبْلُ مَا فَرَّطْتُمْ فِي يُوسُفَ ۖ فَلَنْ أَبْرَحَ الْأَرْضَ حَتَّىٰ يَأْذَنَ لِي أَبِي أَوْ يَحْكُمَ اللَّهُ لِي ۖ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ

(12/80) Ondan ümitlerini kesince, gizlice buluşup konuşmaktan kurtuldular. Büyükleri dedi ki: “Babanızın sizin üzerinize (onu yalnız bırakmayacağınıza dair) Allah’tan sağlam bir mevsika aldığını ve daha önce de Yusuf da eksilttiğiniz o şeyi bilmiyor musunuz? Artık babam bana izin verinceye veya Allah, benim için hükmedinceye kadar buradan asla ayrılmayacağım. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.”

ارْجِعُوا إِلَىٰ أَبِيكُمْ فَقُولُوا يَا أَبَانَا إِنَّ ابْنَكَ سَرَقَ وَمَا شَهِدْنَا إِلَّا بِمَا عَلِمْنَا وَمَا كُنَّا لِلْغَيْبِ حَافِظِينَ

(12/81) “Siz babanıza dönün ve deyin ki: “Ey babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti, biz ancak bildiğimize şahitlik ettik. (Sana söz verdiğimiz zaman) gaybı (oğlunun hırsızlık edeceğini) bilemezdik.”

وَاسْأَلِ الْقَرْيَةَ الَّتِي كُنَّا فِيهَا وَالْعِيرَ الَّتِي أَقْبَلْنَا فِيهَا ۖ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ

(12/82) Orada olduğumuz o karye halkına da ve aralarında bulunduğumuz kervana da sor ve elbette ki doğruyu söyleyenler kesinlikle biziz.”

قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنْفُسُكُمْ أَمْرًا ۖ فَصَبْرٌ جَمِيلٌ ۖ عَسَى اللَّهُ أَنْ يَأْتِيَنِي بِهِمْ جَمِيعًا ۚ إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

(12/83) (Yakup), “hayır öyle değil, hasediniz sizi bir tuzağa teşvik etmiş. Bundan sonrası güzel sonucu beklemektir. Onların hepsini birden bana getireceğini Allah’tan umuyorum. Çünkü El Alim, El Hâkim olan yalnızca O’dur.

وَتَوَلَّىٰ عَنْهُمْ وَقَالَ يَا أَسَفَىٰ عَلَىٰ يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظِيمٌ

(12/84) Ve onlar hakkındaki ümidini tamamen yitirdi. “Yusuf’un (üzüntüsü) üstüne (gelen) üzüntüme ne yazık!” dedi. Ve O hüznün (gerçekleştiğini anlamasın)’dan dolayı anne baba bir iki evladının değeri arttı ama artık O (bunu) içinde tutan biridir.

قَالُوا تَاللَّهِ تَفْتَأُ تَذْكُرُ يُوسُفَ حَتَّىٰ تَكُونَ حَرَضًا أَوْ تَكُونَ مِنَ الْهَالِكِينَ

(12/85) Oğulları, “Allah’a yemin ederiz ki, hasta oluncaya yahut kaybolup gidenlerden oluncaya kadar Yusuf’u anmaya devam edeceksin” dediler.

قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللَّهِ وَأَعْلَمُ مِنَ اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ

(12/86) (Yakub), “Ben (sizden kaynaklanan) tasamı ve (sizden kaynaklanan) hüznümü sadece Allah’a şikâyet edeceğim ve ben sizin asla öğrenemeyeceğiniz şeyi Allah’tan öğrenirim” dedi.

يَا بَنِيَّ اذْهَبُوا فَتَحَسَّسُوا مِنْ يُوسُفَ وَأَخِيهِ وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللَّهِ ۖ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللَّهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

(12/87) “Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın ravhinden (vahyinden) ümit kesmeyin. Çünkü o kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın ravhinden (vahyinden) ümidini kesmez.”

فَلَمَّا دَخَلُوا عَلَيْهِ قَالُوا يَا أَيُّهَا الْعَزِيزُ مَسَّنَا وَأَهْلَنَا الضُّرُّ وَجِئْنَا بِبِضَاعَةٍ مُزْجَاةٍ فَأَوْفِ لَنَا الْكَيْلَ وَتَصَدَّقْ عَلَيْنَا ۖ إِنَّ اللَّهَ يَجْزِي الْمُتَصَدِّقِينَ

(12/88) Yûsuf’un yanına girdiklerinde, “Ey o en üstünlere mensup olan! Bize ve ehlimize o darlık yapıştı. Değersiz bir sermaye ile geldik. Zahiremizi tam ölç, ayrıca bize sadaka ver. Şüphesiz Allah, sadaka verenleri mükâfatlandırır” dediler.

قَالَ هَلْ عَلِمْتُمْ مَا فَعَلْتُمْ بِيُوسُفَ وَأَخِيهِ إِذْ أَنْتُمْ جَاهِلُونَ

(12/89) Yûsuf dedi ki: “Siz, bildiği halde bilmiyormuş gibi davranan kimseler iken Yûsuf ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz? Dedi”

قَالُوا أَإِنَّكَ لَأَنْتَ يُوسُفُ ۖ قَالَ أَنَا يُوسُفُ وَهَٰذَا أَخِي ۖ قَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَيْنَا ۖ إِنَّهُ مَنْ يَتَّقِ وَيَصْبِرْ فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ

(12/90) Dediler ki “Sen misin? Evet, sen gerçekten Yusuf’sun.” (Yusuf:) “Ben Yusuf’um. Bu da kardeşimdir. Allah bize iyilik etti. Kim Allah’tan çekinir ve sabırlı olursa Allah, güzel davrananların ödülünü eksiltmez”dedi.

قَالُوا تَاللَّهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللَّهُ عَلَيْنَا وَإِنْ كُنَّا لَخَاطِئِينَ

(12/91) “Tallahi, Allah bize rağmen seni tercih etmiş. (Bu) Kesinlikle Biz yanlış davrananlar olduğumuz içindir.

قَالَ لَا تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ ۖ يَغْفِرُ اللَّهُ لَكُمْ ۖ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

(12/92) Yûsuf dedi ki: “Bugün size günahınızdan dolayı kınama yok. Allah sizi bağışlayacaktır. O, merhametlilerin en merhametlisidir.

اذْهَبُوا بِقَمِيصِي هَٰذَا فَأَلْقُوهُ عَلَىٰ وَجْهِ أَبِي يَأْتِ بَصِيرًا وَأْتُونِي بِأَهْلِكُمْ أَجْمَعِينَ

(12/93) Şu bana olan nefretinizi terk edin, babamın veçhi üzerinde içten davranın, hakikatin bilgisi gelecektir. Ve tüm ehlinizle bana gelin.

وَلَمَّا فَصَلَتِ الْعِيرُ قَالَ أَبُوهُمْ إِنِّي لَأَجِدُ رِيحَ يُوسُفَ ۖ لَوْلَا أَنْ تُفَنِّدُونِ

(12/94) Kervan ayrıldığında önderleri, “Eğer, siz beni geçersiz hale getirmezseniz, ben kesinlikle Yusuf’un Rih’ını (gücünü) yemin olsun elde edeceğim” dedi

قَالُوا تَاللَّهِ إِنَّكَ لَفِي ضَلَالِكَ الْقَدِيمِ

(12/95) “Allah’a yemin olsun ki sen hala o eski sapıklığını devam ettirmektesin” dediler.

فَلَمَّا أَنْ جَاءَ الْبَشِيرُ أَلْقَاهُ عَلَىٰ وَجْهِهِ فَارْتَدَّ بَصِيرًا ۖ قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ مِنَ اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ

(12/96) O müjdeci (Cebrail) gelip de Onu (Yakup’u) onun (Yusuf’un) şeref ve itibarı (Resullüğü) üzerine yönlendirdiğinde hakikati gören biri olarak tekrarladı. “Ben size sizin asla öğrenemeyeceğiniz şeyi Allah’tan öğrenirim demedim mi” dedi.

قَالُوا يَا أَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا إِنَّا كُنَّا خَاطِئِينَ

(12/97) Oğulları, “Ey babamız! Allah’tan bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hatalılar olmuşuz” dediler.

قَالَ سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّي ۖ إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

(12/98) Yakub, “Rabbimden sizin bağışlanmanızı dileyeceğim. Çünkü sadece O’dur El Ğafur, Er Rahim” dedi.

فَلَمَّا دَخَلُوا عَلَىٰ يُوسُفَ آوَىٰ إِلَيْهِ أَبَوَيْهِ وَقَالَ ادْخُلُوا مِصْرَ إِنْ شَاءَ اللَّهُ آمِنِينَ

(12/99) Yusuf’un yanına vardıklarında anne babası onunla ikamet etti. (Yusuf) “Allah izin verdiği için kendilerine güvenilenler olarak Mısır’a dahil olun (yerleşin)” dedi.

وَرَفَعَ أَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ وَخَرُّوا لَهُ سُجَّدًا ۖ وَقَالَ يَا أَبَتِ هَٰذَا تَأْوِيلُ رُؤْيَايَ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَعَلَهَا رَبِّي حَقًّا ۖ وَقَدْ أَحْسَنَ بِي إِذْ أَخْرَجَنِي مِنَ السِّجْنِ وَجَاءَ بِكُمْ مِنَ الْبَدْوِ مِنْ بَعْدِ أَنْ نَزَغَ الشَّيْطَانُ بَيْنِي وَبَيْنَ إِخْوَتِي ۚ إِنَّ رَبِّي لَطِيفٌ لِمَا يَشَاءُ ۚ إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

(12/100) O ülkenin yönetimini iki atasına (İbrahim ve İshak) nispet etti. Hepsi O’na (Allah’a) secdeye kapandılar. Yusuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önceki rüyamın aslıdır. Rabbim onu bir hakikat kıldı. Rabbim bana, şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra; beni o gizlilikten çıkararak ve sizi o çölden getirerek de ihsanda bulunmuştu. Şüphesiz Rabbim, dileyeceği şeyi tam zamanında yapandır. Çünkü El Alim, El Hâkim sadece O’dur.

رَبِّ قَدْ آتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ وَعَلَّمْتَنِي مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ ۚ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَنْتَ وَلِيِّي فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ ۖ تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ

(12/101) “Rabbim, o mülkten bana verdin, hadiselerin tevilinden öğrettin. Göklerin ve yeri yarıp çıkaran, o öncesinde ve bu sonrasında velim sadece sensin. teslim olmuş biri olarak bana tam karşılık ver ve beni Salihlere ulaştır.

ذَٰلِكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهِ إِلَيْكَ ۖ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ إِذْ أَجْمَعُوا أَمْرَهُمْ وَهُمْ يَمْكُرُونَ

(12/102) İşte budur o bilinmeyenin haberleri, onu sana vahy ediyoruz. hani işlerine hep beraber karar vermişlerdi, onlar tuzak da kuracaklardı ya o zaman sen yanlarında değildin.

وَمَا أَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِنِينَ

(12/103) Sen çok istesen de insanların çoğunluğu inanan değildir.

وَمَا تَسْأَلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۚ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ

(12/104) Bunun için onlardan bir karşılık istemiyorsun. O, alemler için doğru bilgiden başka bir şey değildir.

وَكَأَيِّنْ مِنْ آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ

(12/105) Göklerde ve yerde ayetlerden nicesinin yanından geçerler ama onlar, onun (ayetlerin) içeriğine sırtını dönenlerdir.

وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللَّهِ إِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ

(12/106) Onların çoğu Allah’a güvenmiyor ve onlar ortaklık taslayanlardan başkası değildir.

أَفَأَمِنُوا أَنْ تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِنْ عَذَابِ اللَّهِ أَوْ تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

(12/107) Allah’ın azabından bir kapsayıcının kendilerine geleceğinden veya farkına varamayacakları o saatin kendilerine ansızın başlayacağından güvende mi oldular?

قُلْ هَٰذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ ۚ عَلَىٰ بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي ۖ وَسُبْحَانَ اللَّهِ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ

(12/108) De ki “Allah’a çağırıyorum işte budur benim yolum. Ben ve bana tabi olanlar bir basiret üzereyiz. Allah subhandır ve ben o müşriklerden biri değilim.

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ مِنْ أَهْلِ الْقُرَىٰ ۗ أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ ۗ وَلَدَارُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا ۗ أَفَلَا تَعْقِلُونَ

(12/109) Senden önce gönderdiğimiz elçiler, o kura’nın ehlinden olan kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başkası değildi. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki kendilerinden öncekilerin akıbetinin ne olduğuna görsünler? O son yurt sorumlu davranmış o kimseler için daha hayırlıdır. Bağlantı kuramıyor musunuz?

حَتَّىٰ إِذَا اسْتَيْأَسَ الرُّسُلُ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا جَاءَهُمْ نَصْرُنَا فَنُجِّيَ مَنْ نَشَاءُ ۖ وَلَا يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ

(12/110) O elçiler umutlarını kestiği ve kendilerinin yalanlandığına emin oldukları zaman, dileyeceğimiz kimseleri kurtaracağımız yardımımız onlara gelmiştir. O mücrimler kavminden azabımız engellenemez.

لَقَدْ كَانَ فِي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِأُولِي الْأَلْبَابِ ۗ مَا كَانَ حَدِيثًا يُفْتَرَىٰ وَلَٰكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ كُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

(12/111) Uli’l Elbab için Onların kıssalarında bir ibret vardır. (Kıssalar) Uydurulabilecek bir hadise değildir. Aksine iman edecek bir topluluk için kendinden öncekini tasdik edici ve her şeyi açıklayan, bir önder, bir rahmettir.

[1] بِمَا kelimesi bir harfi cer ve bir ismi mevsulden oluşmuş bir kelimedir. “şeylerle” ya da “şeyle” anlamı vermektedir. Kelimede kullanılan ismi mevsulün tekili ve çoğulu aynıdır.

[2] Soru sormanın amacı gerçeği öğrenmektir. Hele bu soru Kur’an’a soruluyorsa kişinin ulaşacağı şey gerçekten başka bir şey değildir. Bu yüzden لِلسَّائِلِينَ kelimesine “gerçeği talep edenler için” anlamı verilmiştir.

[3] “hakkında bu anlatılanlar” şeklinde çevirimiz ayette geçen فِي harfi cer’i’ne dayanmaktadır. Bu harfi cer bir şeyin içeriğine işaret etmektedir. فِي يُوسُفَ ibaresi normal olarak Yusuf’ta şeklinde çevrilmesi gerekmektedir. Fakat Yusuf dendiğinde Kur’an dışındaki bilgiler değil, Yusuf’un Kur’an’da anlatılan kıssası kast edilmektedir. Yusuf’un ve kardeşlerini soranlar için ayetler olması, Yusuf’un sorulacağı tek yerin Kur’an olmasındandır. Bu yüzden  harfi cer’i’ne “Yusuf ve kardeşleri hakkında bu anlatılanlar” anlamı uygun görülmüştür.

[4]  آيَاتٌ Kelimesinin işaret, alamet, belge anlamlarına dayanarak bu mana verilmiştir. Allah’ın tüm ayetleri gerçeğin belgeleridir.

[5] كَانَ Fiilinin oldu, idi, ..haline geldi anlamlarına dayanarak.

[6] لَقَدْ İbaresini oluşturan ل harfinin ve قد edatının kesinlik anlamına dayanarak.

[7] Bu ayette geçen أَحَبُّ kelimesi yine Yusuf suresinin 33. ayetinde “daha çok tercih etmek” manasında kullanılmıştır.

[8] Ayette geçen “evitrahuhu” kelimesinin asıl anlamı “bir şeyi görünsün diye atmaktır” Parantez içi yaptığımız (görünür bir şekilde) şeklindeki açıklamamız bundan dolayıdır.

[9] وَجْهُ Kelimesinin şeref ve itibar anlamına dayanarak.

[10] (beni karıştırmadan) şeklindeki parantez içi cümlemiz, bu kardeşin fikir veren, azmettiren ama fiili olarak yapılanlardan uzak durmasından kaynaklanmaktadır. 19. ayette aracılık yapan, 83 ve 84. ayetlerde konuşurken hep kendini yapılanların dışında tutmasından dolayı bu parantez içi cümle konulmuştur.

[11] لَا Kasem Lam’ı olarak alınmıştır.

[12] الْجُبِّ Kelimesinin cinsel organı kökten kesilmek anlamına dayanarak. Ayrıca bu kelimenin başındaki ال takısının bilinen bir şeyden bahsediyor olmasına dayanarak.

[13] وَأَلْقُوهُ Fiilinin kavuşmak, iletmek manalarına dayanarak.

[14] تَقْتُلُوا Kelimesinin kahretmek, etkisiz hale getirmek anlamlarına dayanarak. Bu şekilde Kur’an’da pek çok kullanım vardır. Mesela; Müddessir 19 ve 20. Ayetlerde geçen KUTİLE öldürmek manasında değildir.

[15] Bildiğiniz o kervan diye çevirmemizin gerekçesi السَّيَّارَةِ kelimesinin başında bulunan EL takısıdır.

[16] Köle yapsın diye çevirdiğimiz يَلْتَقِطْهُ kelimesindeki LKT “buluntu veya atılmış çocuk” anlamındadır. Kardeşlerin Yusuf hakkında özellikle bu kelimeyi kullanmasının temel sebebi Lakit yani buluntu olan biri hiç kimse ile vela bağı kuramaz ve kimse de ona vela yoluyla mirasçı olamaz. Üstelik bu hadım edilmiş bir çocuk olursa resul bile olsa devamı olmayacak demektir. Öte yandan kardeşlerin bu kelimeyi kullanması onların Yusuf’u kervana buluntu çocuk olarak satmayı planladıkları anlamına gelmektedir. Zira onlar kervanlardan herhangi biri dememiş “o kervan demişlerdir. LKT kelimesi ile ilgili bkz. El Müfredat LKT md. Ve İmam Kurtubi; El Camiu li Ahkamil Kur’an c.9.s.206.

[17] 17. ayetteki dipnotlar.

[18] 17. ayetteki dipnotlar

[19] غَافِلُونَ kelimesi bir şeyden habersiz olmayı değil, haberli ve göz önünde olanın iç yüzünü bilmemeyi ifade eder.

[20] 17. ayetteki dipnotlar

[21] 17. ayetteki dipnotlar.

[22] أَنْ يَجْعَلُوهُ  kelimesindeki CEALE fiilinin “kılmak, yapmak, atamak, şekle sokmak, biçim vermek, tayin etmek” anlamlarına dayanarak.

[23] Nebee “tüm yalanlardan arınmış şok edici haberi vermek” anlamındadır. Şok ediciliği iki şekildedir. Birincisi hiç beklenmeyen bir anda gerçekleşmesi, ikincisi, şok edici bir şekilde gerçekleşmesi. Parantez içi açıklama buna daynamaktadır.

[24] الذِّئْبُ Kelimesinin “kurt gibi kurnaz ve gaddar oldu ve bir kavmin lideri” anlamına dayanarak. Kelimenin başındaki ال takısı çeviriye “o” şeklinde yansımıştır.

[25] Kelimesinin gasp etti, heder etti  ve haksız yere birinin malını yemek anlamındaki “mal yemenin” bildiğimiz manada malı ağız yoluyla yemek olmadığı, malı sahibinden alıp başkasının zimmetine geçirdi anlamından yola çıkarak bu manaya ulaşılmıştır.

[26] Olumsuzluğun ب harfi cer’i ile gelmesi, güven ihtimalinin hiç olmadığını pekiştirmektedir.

[27] قَمِيصِه Kelimesinin nefret etmek manasına dayanarak.

[28]  بِدَمٍ kelimesinin sıvamak, boyamak manasına dayanarak.

[29] وَجَاءُوا عَلَىٰ İbaresinin ala harfi ceri ile geldiğinde bir şeyin üzerine, bir halin üzerine geldiler anlamına dayanarak.

[30] نفس Kelimesinin “kıskançlık, haset” manaları için bkz. Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı, Yeni Sözlük, NFS md.s. 2032

[31] Bundan sonrası anlamı ف harfinden kaynaklanmaktadır.

[32]صبر kelimesinin “sakin etmeksizin sonucu beklemek” manası için bkz. Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı, Yeni Sözlük, SBR md.s.1390

[33]  سَيَّارَةٌ Kelimesinin başında  takısı olmadığı halde “o kervan” diye çevirmemizin sebebi, bu kelimenin 10. ayetteki kullanımına dayanmaktadır.

[34] Bunun üzerine anlamı fiilin başındaki ف harfine dayanmaktadır.

[35]  وَارِدَ Kelimesinin önder, lider, bir fikir ve düşünce etrafında insanları birleştiren, onları yönetip sevk eden anlamlarına dayanarak bu anlam tercih edilmiştir.

[36] دَلْوَهُ Kelimesinin “üzerine düşen görev” anlamına dayanarak.

[37] فَأَدْلَىٰ Kelimesinin aracılık yapmak anlamına dayanarak.

[38] غُلَامٌKelimesinin köle çocuk anlamına dayanarak.

[39] بُشْرَى Kelimesinin beklenen ve umulan bir şeyin haberi anlamına dayanarak.

[40] بِضَاعَةً  Kelimesinin bütünden bir parçayı koparıp atmak manasına dayanarak.

[41] وَأَسَرُّوهُ  Kelimesinin açığa vurmak anlamına dayanarak.

[42] بِثَمَنٍ Kelimesinin yüksek değer, paha anlamına ve kelimenin nekira gelmesine dayanarak.

[43]  بِثَمَنٍ Kelimesinin ayıplamak, kusurlu göstermek manalarına dayanarak.

[44] مَعْدُودَةٍ Kelimesinin sayılmış, sayılması mümkün olan anlamlarına dayanarak.

[45]  دَرَاهِمَ Kelimenin ayette cem’i (çoğul) kullanımına dayanarak.

[46]  وَ Harfine ve sonrasında gelen anlamın harfe yüklediği misyona dayanarak.

[47] فِيهِ Harfi cer ve zamir kullanımına dayanarak.

[48]  الزَّاهِدِينَ Kelimesinin “bir şeyin değerini bildiği halde onu küçümsemek, ona iltifat etmemek” manalarına dayanarak.

 

21) Kurban Bayramı Mesajı – 2018

Yayınlanma Tarihi: 21 Ağustos 2018

İnsanlık Tuva vadisinde, Allah’a kurban olmuşların liderliğinde şu dünyayı daha yaşanabilir bir yer yapmak için toplandıklarında Bayram olacaktır… Kabe; dizleri titreyenlerin etrafında döndüğü taş parçası olmaktan çıkıp, insanlığın iyilik adına birleştiği bir merkez, bir dünya halkları platformu olduğunda Bayram olacaktır. Tüm eziyeti zavallı hayvanların sırtına yükleyip, onların akan kanlarının Allah’a ulaşacağını zanneden, etini kebap yapıp bundan sevap uman din anlayışından kurtulup, bu günlerin din, dil, ırk, güç, saltanat gözetilmeden insanlığın barış günleri olduğunu bilen MÜSLÜMANLIĞA ulaşıldığında BAYRAM olacaktır…

 

 

 

 

22) Kur’an’la yürü(yeme)mek!..

Yayınlanma Tarihi: 12 Kasım 2018

Hiçbir mü’min Allah’tan korkmadığını, O’nun en küçük ayrıntıyı bile ortaya çıkaracak hesabından ve bu hesap sonucu karşılaşacağı dehşetli azabından korkmadığını söyleyemez. Kur’an Allah ile biz kullar arasındaki en somut bağdır. Yani O’na olan sevgimizin, saygımızın, korku ve ümidimizin en bariz şekilde görüleceği yegâne göstergedir. Bir mü’min’in Allah korkusunun olup olmadığının en kolay anlaşılacağı hatta tek anlaşılacağı şey O’nun Allah kelamına karşı takındığı tavır ve yaklaşım biçimlerindedir. Eğer kendisini mü’min sayan bir kişinin Allah’tan korkup korkmadığı Kur’an üzerinden anlaşılmayacaksa hiçbir şekilde anlaşılmayacak demektir. Allah lütfetmiş kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kelimeler göndermiştir. Bu kelimeleri kendisi seçmiş, kendisi beğenmiş, kendisi dizayn etmiş, editörlüğünü kendisi yapmıştır. Bunun tek nedeni vardır.

Hud 11/1-2

الر ۚ كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ

أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ ۚ إِنَّنِي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ

Allah’tan başkasına hiçbir şekilde kul olmayasınız diye, ayetleri (birbirine) sımsıkı bağlanmış sonra başkasına ihtiyaç duymayacak şekilde açıklanmış Hâkim ve Habir katından bir kitaptır. Sizin için O’ndan bir uyarıcı bir müjdeci de hiç şüphesiz ki benim.

Evet bu neden hiçbir şekilde Allah’tan başkasına kul olmayalım diyedir. Yüce Allah’ın hiç kimseye ihtiyaç duymayacak şekilde açıkladığı bir kitap asırlardır açıklana açıklana öyle anlaşılmaz bir halde getirilmiştir ki, Allah’tan başkasına kul olmayalım diye gönderilen kitap Allah’tan başkasına kullar olmanın enstrümanı haline getirilmiştir. Şu bilinmelidir ki Allah’ın kitabına iman ettiğini söyleyen bir mü’min Yüce Allah’ın kelimelerini kendi canından, sahip olduğu malından mülkünden, yaşadığı şu kısacık dünyanın ve evrenin içindeki her şeyden daha değerli görmüyorsa, Kur’an’a verilen keyfi ve ilkesiz manaları kendi canına ve malına yapılmış ilkesiz bir saldırıdan daha büyük bir saldırı ve tecavüz olarak görmüyorsa, Kur’an’ın sırtından profesör, doktor, ilahiyatçı, şeyh, parti lideri, cami imamı, müftü, diyanet işleri başkanı vs gibi titr sahibi olanların elinde mesleki bir enstrümana dönüşmüş Kur’an için ciğeri parçalanmıyorsa bu hiçbir zaman sadece Allah’a kul olunmayacak anlamına gelecektir. Kur’an; üzerinden meslek, makam, mevki, çıkara dayalı şan şöhret, vakıf, cemaat, parti, çıkar elde edilecek bir rant kaynağı değildir. Kur’an; her tarafı imtihan olan şu geçici dünyanın, sosyal ve siyasal düzenlerin, kitle ya da kavimlerin halden hale sokacakları nesnesi değildir. O her zaman en etkin tek özne olan Yüce Allah’ın alemlere özne olsun diye kullarına rehber olarak gönderdiği kelimeleridir. Kendisi başkasının elinde oyuncak olan bir kitabın rehber olması, başkası tarafından açıklanmaya muhtaç olan bir kitabın etrafı tanıtan bilge bir kılavuz olması, kendisi kapalı olan bir kitabın kapalı olanı açması, kendisi ihtilaflı olan bir kitabın insanlığa tevhidi önermesi, herkesin kendine göre anlam yükleyen kelimelerle dolu bir kitabın insanları sadece Allah’a kul olmaya çağırması asla mümkün değildir. Kur’an’a iman ettiğini iddia eden her mü’min şunun kararını vermek zorundadır. Ya Yüce Allah’ın kelimelerinin müdahale edilemez tek gerçek, yol gösteren tek kılavuz, tüm kapalılıkların kendisiyle giderildiği, tüm ihtilafların kendisiyle çözüldüğü, tevhidin sadece onunla geldiği tek ölçü olduğuna iman edecek ve ona göre yaşayacak, ya da ismini anmayı bile zül telakki ettiğimiz ikiyüzlü tefsir ana bilim dalı bölüm başkanı profesörün dediği gibi; Kur’an tarihseldir, anlamlı cümleleri yoktur, durmadan ihtilaf üretir, insanlığa asla yeterli değildir diyecek ve Kur’an’a iman etmediğini açıkça deklere edecektir.

İki arada bir derede, ne ondan ne bundan yaşamayı, hayat boyunca iman ile küfür arasında alternatif bir yol aramayı mü’minlik zannetme yanılgısından bir an önce kendisini kurtarmalıdır. Mesele ansiklopediler yazacak kadar karmaşık ve çetrefilli değildir. Basittir, ortadadır. Ya Kur’an iman edilip her şeyde ona güvenilecek ya da güvenilmeyecektir. İtikatta Kur’an’a, sosyal düzende Fransızlara, ceza hukukunda İtalyanlara, ekonomik değer anlayışında Amerika’ya, bilim anlayışında Nasa’ya müracaat ederek fikir ve hayat sahibi olmanın bizi değil iki yüzlülüğe, bin yüzlülüğe getirdiği artık saklanamayacak kadar ortadadır. Hayatına, anlayışına, düşünce biçimine, değer yargılarına bakıp da mü’min diyemeyeceğimiz insanların kendilerini mü’min saymalarının hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı ve olamayacağı, mü’minim diyenlerin memleketlerinde akan oluk oluk kanlardan artık tevil edilemeyecek kadar gözümüzün içine batmaktadır.

Akıl alacak gibi değildir: 1400 küsür yıl önce tek bir insanın “ben Müslimlerin ilkiyim” demesi insanlık tarihini değiştirecek bir etki oluşturmuşken, şimdi yaklaşık iki milyar insanın “biz müslümiz” demesinin hiçbir esamesi okunmamaktadır.

Ne oldu?

Yüce Allah söz verdiği rahmetini mi kıstı?

Ne oldu?

Çöle sıkışmış hiçbir değeri olmayan küçük bir kasabadaki Arab’ı dünyanın hakimi haline getiren Kur’an mı eskidi?

Ne oldu?

Her zaman ve zeminde kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkaracağına söz veren Allah, (haşa) sözünden mi caydı?

Ne oldu?

Yüce Allah’ın gönderdiği vahiy tek gerçekken (haşa) yalan mı çıktı?

Ne oldu? Tüm resullere yeten vahiy (haşa) yetmez mi oldu? Eğer bir kula Allah yetmeyecekse Ya Rab! Daha ne yetebilir?

Eğer bir kulu Allah’ın sözü bağlamayacaksa Ya Rab! daha hangi söz bağlayabilir?

Eğer bir kula Allah’ın sözü kılavuzluk etmeyecekse Ya Rab! daha hangi söz kılavuzluk edebilir?

Dikkat edilirse çalışmanın en başından beri Kur’an’ın ne dediği ile değil ne demediği ile uğraşmakta, o çerçevede değerlendirmeler yapmaktayız. Bundan sonra biri kalkıp bize “madem Kur’an açık ve anlaşılır ve hatta Allah tarafından kimseye ihtiyaç duymayacak kadar açıklanmıştır, o halde siz neden hepi topu 20 ayeti geçmeyen Zel-Karneyn kıssası ile ilgili ciltler dolusu yazıyorsunuz?” şeklinde bir soru yöneltirse haksızlığın en büyüğünü yapmış olacaktır. Kaldı ki her söylediğimizde isabetli ve kusursuz şeyler söylediğimizi asla iddia etmedik ve etmiyoruz. Bizim çabamız Yüce Allah’ın kelimeleri hakkında söylenmiş tüm sözleri dışladığımızda ve Kur’an’da anlatılan herhangi bir şeyi yine Kur’an’ın içinde aradığımızda daha isabetli ve daha anlaşılır şeylere ulaşıldığını göstermekten başka bir anlam taşımamaktadır. Yoksa söylediklerimiz asla ve kat’a Kur’an’ın kendisi değil, bizim sadece Kur’an’ı önceleyerek Kur’an’dan anladıklarımızdır. Hepsi bu.

Ümit ediyoruz ki Kur’an’ı Kur’an’dan başka bir şey ile anlamamak bir metot olarak yaygınlaşır ve şu mübarek kitabın sırtına yapışmış kene misali olan tüfeylilerden temizlenir. O tüfeyliller ki kanımızı emdiler, bizi parti, tarikat, cemaat, hizip, mezhep, ekol ve daha bilimum parçalara böldüler, çocuklarımızı bizden bizi çocuklarımızdan kopardılar, cennet ümidimizi heba ettiler, şerefli bir yaşamı böcek misali yaşamlarla değiştirdiler, onurlu bir duruşu elini ovuşturan kölenin duruşuna çevirdiler, Allah’tan başkasına muhtaç değilken her şerefsize muhtaç hale getirdiler, Allah’a sattığımız ve karşılığında cennet satın aldığımız beş para etmez canımızı kapitalist kan emicilerin kemirdiği cesetlere çevirdiler, akılsızlıklarını akıl, ahlaksızlıklarını ahlak diye bize yutturdular. İşte buna yeter demenin tek ve biricik yolu Kur’an’ın her bir kelimesini hatta her bir harfini ve hatta her bir harekesini en aziz, en değerli, en şerefli özne olarak görmekten geçmektedir. Doğru yolu bulmanın Kur’an’dan başka yolu hiç olmadı ve olmayacak da.

23) “Mukaddes Tuva Vadisi neresidir?” Bağlamında İsrâiliyatın Müslümanlar Üzerindeki Belirleyiciliği…

Yayınlanma Tarihi: 13 Ocak 2019

Mukaddes Tuva Vadisi Neresidir?” sorusu klasik İslam geleneği müktesebatını allak bullak edecek niteliktedir. Müslümanlar; bu yerin günümüzde sadece Yahudileri ilgilendirdiği görüşündedir. Dolayısıyla da o yere karşı duyarsızdırlar. Verilen sığ yanıtların hiçbir altyapısı yoktur. Oysa marife bir sıfat tamlaması olarak “bil vadil mukaddesi tuva” (بالوادي المقدس طوى) Kur’an’ın bir terimidir. Arapça dil kurallarına göre belirli (marife) olması, o yerin bilinmesini gerektirir. Biliniyor olması gereken, sadece o yerin koordinatları değil, aynı zamanda mukaddesliğidir!

Böylesi önemli bir konuyu mücmel hale getiren sebep nedir?

Müslümanların; İbrahim, İsmail ve Muhammed (as) haricinde Kur’an’da ismi geçen hiçbir Nebi ve Resul’ü, Allah tarafından mukaddesliği bildirilmiş tek yer olan ve içinde O Beyt’i barındıran bölge ile irtibatlandırmaması tuhaftır. İbrahim (as) hem Kitab-ı Mukaddes’in hem de Kur’an’ın geniş yer verdiği nebi ve resuldür. Ancak Kitab-ı Mukaddes’in İbrahim’i ile Kur’an’ın İbrahim’i arasında keskin farklar vardır. En temel fark; Hac ve Haccın menasikleridir. Ayrıca İbrahim (as) bir soyun değil insanlığın önderidir. İnsanlık için kurulan ilk evde İbrahim’in makamı vardır…

En azından bu bilgiler Kitab-ı Mukaddes’te neden hiç yer almaz? sorusu her nedense Müslümanları meşgul etmemiştir. Öte yandan Kudüs’ün kutsallığı, Kur’an’da hiçbir şekilde yer almamasına rağmen özellikle kutsallık boyutunda, Müslümanların gündeminden hiç düşmemiştir…

Müslümanlar genel olarak bu ve benzeri açmazların kaynağının, İsrailiyat kültü olabileceğinden şüphe etmezler. Ancak mevcut tefsir müktesebatı Müslümanlara; bir İsrailiyat dogması olan “Yakub, İsraildir!” tanımının Kur’an’dan çıkarılamayacak olmasına rağmen bir Kur’an gerçeği gibi sunmuştur! Kur’an’ın konularının rivayetlerden arındırılarak yine Kur’an içindeki bağlantılar ile aydınlatılması çalışmaları her nedense en fazla Müslümanlar tarafından dışlanmaktadır…

Mukaddes Tuva Vadisi’nin; İbrahim’in duvarlarını yükselttiği, O Beyt’i de içine alan ve Allah tarafından “insanlığın toplanma merkezi” kılınan yerin Mekke haricinde bir yer olması mümkün değildir!.. Allah, bu kararını değiştirdiğine dair hiçbir belge indirmemiştir… Allah’ın insanlık için ortaya koyduğu şeylerin yerine, insanların alternatif konumlandırmalar yapması, onları yerelleştirmesi ve kavmîleştirmesi Allah’ın fitne saydığı işlerdendir…

Anahtar Kelimeler: Mukaddes Tuva Vadisi, İsrailiyat, Kudüs, Mekke, İbrahim, Yakub

Abstract: WHERE IS THE SACRED TUVA VALLEY?

The question ‘’where is the sacred Tuva valley’’ is such as to perplex the acquirements of classical Islamic tradition. Muslims have the opinion that nowadays this place is the only area of concern for Jews. This is the reason that they are apathetic to this place. All shallow responses about this place are baseless. However as a significant adjective clause ‘’bil vadil mukaddesi tuva’’ (بالوادي المقدس طوى) is a term of Quran. In respect to Arabic language rules, being significant indicates that place to be known. The thing that should be known is not only the coordinates of that place but also its sanctity!

What makes such an important subject to become a secret ?

It’s strange that muslims don’t correlate any prophet or messenger mentioned in Qur’an except Abraham, İsmail and Mohammed  with that place although it is the only sacred place stated by Allah and it hosts the people of the house. Abraham is the prophet and messenger that Qur’an and Torah both mentioned in detail. But there are significant differences about Abraham mentioned both in Torah and Qur’an. The basic difference is between the hajj and the rituals of hajj. And also Abraham is not only a leader of an ancestry but also the humanity. There exists a position of Abraham in the first house that has been built for humanity.

However the question ‘’Why these informations doesn’t exist in Torah’’ didn’t occupy to muslims. On the other hand, although the sanctity of Jerusalem have never been mentioned in Qur’an, it has been always popular for Muslims in terms of its sanctity.

Muslims generally don’t be suspicous about the source of these secretiveness can be İsrailite cult. But existing comment acquirement presented Muslims an İsrailite dogma which is ‘’Yakub is İsrail’’ as it is a Qur’an reality although it never exists in Qur’an. However, defining Qur’an subjects with the definitions exists in Qur’an itself has been usually rejected by the Muslims.

It is impossible that the sacred Tuva valley can not be any place apart from Mecca where its walls had been raised by Abraham and stated as ‘’humanity collecting center’’ by Allah including the people of the house inside. Allah never stated any evidence that he has changed his decision. Instead of the things that Allah revealed for the mankind, alternative positions, localizations and tribalizations that mankind does, are the instigations that Allah assumes. 

Key words: the sacred Tuva valley, İsrailite, Jerusalem, Mecca, Abraham, Yakub

  1. Giriş

“Mukaddes Tuva Vadisi neresidir? Sorusu, klasik İslam geleneğini ve müktesebatının sil baştan dizayn edilmesini gerektirecek kritik bir sorudur. Konu Allah’ın sözlerinin bir başkasına onaylatılmasını dışlayan ve evrenselci düşünen herkesi yakından ilgilendirmektedir. Allah Kur’an’da hiçbir şeyi eksik bırakmadığını belirtir.[1] Eğer İslam bir teslimiyet dini ise ve bu bilginin kaynağı da Kur’an ise en azından böyle düşünenler için kendi kitaplarındaki söylem bağlayıcı olmalı ve tüm kurgular da bu çerçeveye uygun olmalıdır.

Mukaddes Tuva Vadisi (بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۚ) kavramı Kur’an’ın kavramıdır! Marife bir sıfat tamlaması olan ibareye ait bilginin Kur’an’da olmadığını söylemek ya inanç eksikliğidir ya da ortada bir metot yanlışlığı olmalıdır.

Soru, ister “Mukaddes Tuva neresidir?” isterse, “Kur’an’da sayılan Nebîlerden İbrahim, İsmail ve Muhammed dışında hiçbir Nebî, Hac ve Mekke ile neden ilişkilendirilemez? olsun ya da “Onca Nebî ve Resul, neden seküler tarihin ve arkeolojik bulguların bir öznesi değildir? şeklinde olsun, fark etmez!.. Bu sorular sorulduğu anda eğer cevapsız kalınıyorsa, mevcut dinler tarihi anlayışı ile ilahi kitap arasında bir problem var demektir!

  • Metod

Görüşlerin anlaşılır kılınması için; herkes tarafından incelenebilir, şeffaf bazı ön kabullerin yapılması zaruridir…[2]

Bu çerçevede ilk olarak; “Kur’an, Allah’ın kelimeleridir!”[3] ön kabulünü belirtelim. Kur’an’da çelişki söz konusu değildir.[4] Kitaptaki kelimeler, kelimelerin yerleştirilmesi, düzeni ve kuralları tamamen Allah’ın eseridir. Allah, kitabında; anlam açısından dışarıdan birilerinin doldurmasına ihtiyaç duyulan bilinçli boşluklar bırakmamıştır. Allah; “ben açıkladım” dediği kitabının içinde birilerinin yorumlarına ihtiyaç gerektirecek boşluklara asla yer vermediği gibi, insanların edebi eserlerinde yaptığı ve yanlış anlamlara (iveç) çekilebilecek türden edebi sanatlara da başvurmamıştır.[5] Kur’an’da gramer hataları yoktur. Tek bir harf bile gereksiz, anlamsız, boşluk doldurur mahiyette amaçsız değildir.

Her söz, kıymetini sahibinden alır!.. Allah’ın hiçbir sözü, bir beşerin onayını gerektirmez. Üstünlük ancak denk olanlar arasındadır. Dolayısıyla insanlar tarafından aktarılan, üretilen ve geliştirilen hadis, rivayet ve İsrâiliyat; Allah’ın sözünün üstüne, O’nun ispatı için delil olarak ileri sürülemez.[6] Kur’an gerçeğin ta kendisidir.[7]

Kur’an sadece ve sadece Kur’an ile açıklanabilir! Bir yazarın eserindeki kahramanı ya da herhangi bir detayı, bir başkasının kitabında aramak saçma ve beyhudedir. İhtiyaç duyulan bilgi okunulan kitapta yoksa bu yazarın eksikliğini gösterir… Bilineceği üzere sıklıkla kullanıldığı için ehemmiyet verilmeyen İsm-i Mevsul’ler (ilgi zamirleri), gramer kuralı olarak metin içinde marife isimlerin yerine kullanılırlar. Bu zamirlerin görevi, önceden anlatılmış olanı sonraki cümleye (sıla cümlesine) bağlamaktır. Sırf bu gramer kuralı dahi bir kitabın içindeki bilginin ancak o kitap içindeki bilgi ile açıklanmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi halde araya başka açıklayıcıların girmesiyle, aracıların keyfî açıklamalarına mahkûm edilen manalar, tüm orijinalliğini kaybedecektir.[8]

  • Kendini din ile muhatap sayanların temel söylemleri.

Geleneksel anlayışlara göre ilahi vasıflara sahip Allah’ın indirdiği üç din (Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık) vardır. O sebeple Allah her üç dine de ayrı ayrı, haftada bir özel gün, ayrı kıbleler, ayrı şeriatlar belirlemiştir![9]

Her üç dinin ellerinde olan kitapları da adı geçen Nebîleri de hemen hemen aynıdır. Ancak bu ortak figürler dinleri birbirine yakınlaştırmamış, tam tersi ayrılıkları temellendirmiştir.[10] Çünkü her üç kitabın inananları da aynı şeyleri iddia etmektedir;

  • Elimizdeki kitap Allah’ın vahyidir.
  • Elimizdeki vahyin tek bir harfi ile oynamadık.
  • Allah’ın sözleri kat’idir. O bir öyle bir böyle konuşmaz.
  • Kitabımızın tek bir kelimesini reddedersek Allah’ın dininin dışına çıkmış oluruz.

Bu kabuller Allah’a inanan ve aynı kaynaktan beslenen gruplar arasında kalın duvarlar örmüştür. Öncekilerin mutlak bir Nebî beklentisi olmasına rağmen, sonradan kitap ile gelen Nebîlerin öncekilere; “Elinizdekini tasdik için geldim!”[11] söylemi de bu duvarı yıkmaya yetmemiştir.

Müslümanların durumu bu üç din mensupları içinde en ilginç olanıdır! Önceki dinlerin ihdas ettikleri ve onları olumsuzluğa sevk eden, neredeyse tüm kurumlar, Müslümanlar tarafından da aynen oluşturulmuştur. Resûlulah’ın vefatının ardından; asabiyet, hadis geleneği, ulema hakimiyeti, Kur’an dışı kaynaklar, Vahy-i Gayri Metluv, ebcet, rivayet kültürü, vahye parçacı yaklaşım, İslam’ı temsil ettiği düşünülen ekonomik ve sosyal türlü kuruluşlar, tarikat ve cemaatler gibi daha birçok yapı birkaç yüzyıl içinde Müslümanların da vazgeçilmezleri arasına girmiştir… Garip olan ise korumasını Allah’ın üstlendiği[12] vahiy elde taptaze dururken bunların gelişebilmiş olmasıdır. Muhammed (as)’a atfedilen meşhur “Andolsun ki, sizden öncekilerin yoluna karış karış, kulaç kulaç uyacaksınız. Öyle ki, onlar keler deliğine girseler siz de gireceksiniz” sözü gecikmeden hayata geçmiştir.

  • Müslümanlar üzerinde İsrâiliyat’ın etkisi.

Bugün gelinen noktada temel kaynak olan Kur’an’ın veri olarak sunduğu bilgi ne kadar güçlü olursa olsun, maalesef oluşmuş kesif müktesebata karşı bir etkisi olamamaktadır. Zira binlerce yıllık İsrâiliyat kültürü örnekliğiyle Müslümanlar, oluşturdukları taklit yapıların meşruiyetini Kur’an’dan elde etmek için türlü çözümler geliştirmeyi başarmışlardır!..[13] Ne yazık ki tartışmalı bu konular; ayetler arasında mutlaka olması gereken bağlantıların yerine, türlü parçacı yaklaşımların[14] ikame edilmesiyle kendine yer açıp bir meşruiyet zemini oluşturmuştur.

Kur’an kendisini; açık olan,[15] gizlisi saklısı olmayan,[16] kendisi açıklayıcı olan,[17] ayetlerin birbirini açıkladığı[18] ve insanlar birbirine kul olmasın diye Allah tarafından açıklanmış,[19] bir kitap olarak ortaya koyar. Bu durumda Müslümanların da; anlama ve kavrayış için dil ve kurgu bakımından aynı zamanda kolaylaştırılmış[20] yapısı ile müheymin[21] ve Allah tarafından korunan[22] O kitabın metinlerine uymalarını zorunlu hale gelir. Bu zorunluluk; karşılaşılan sorunların, kendini rehber olarak niteleyen[23] O kitaba başvurularak çözülmesini gerektirir.

Tüm bu şeffaflığa rağmen halen binlerce Üniversiteleri, medreseleri, okulları, yüzbinlerce ilahiyatçısı, uleması olan Müslümanların; ana kitaplarında, üstelik marife[24] olarak belirtilmiş konular arasında bile, yüzlerce mücmel meseleleri mevcuttur!.. Kalbin mühürlenmesi! Ashabı Kehf! Zülkarneyn! Zülkarneyn’in seyahatleri! Süleyman’ın iktidarı! Lokman kimdir! Musa kul kıssası! Esbat kimlerdir! Ona bir parçasıyla vurun[25] ayeti! Harut ve marut meselesi! Yasin suresinde bahsedilen ve üç tane oldukları anlaşılan mürseller! Tuva vadisi neresidir! Nuh tufanı genel mi yoksa lokal midir! Nuh’un gemisine aldığı canlılar! “Kunu kıradeten hasiun” Maymunlar olma (mesh) meselesi! Cinler nasıl varlıklardır! Meleklere iman nasıl olmalıdır! vb sayısız konu bilinemeyen, ihtilaflı, acaip meselelerdir…

Diğer yandan çelişkiye yer vermeyen Kur’an[26] ile ilgili; ulema tarafından ele alınıp açıklanmış, içinde binlerce çelişkiyi ve çözümsüzlüğü barındıran meseleler ise ayrıca sorunlu bir alandır…[27] İsrâiloğulları’nın ilk atası kimdir! İkinci Kıble meselesi! Mescid’i Dırar meselesi! Yusuf kıssasındaki birçok kısım! Tebbet suresi! Allah’ın insanlara ayrı ayrı şeriatlar indirdiği meselesi! İsa’nın durumu! İlk yaradılış! Adem ilk insan mıdır! Musa İsrâiloğulları’nı nereye götürdü! Muhammed (as) günah işlemiş midir! Nesih meselesi ve mensuh ayetler! Muhammed (as)’in okuma yazma bilmemesi! Yakub İsrail’dir açıklaması! vd…

Bunlar ve daha sayısız konular üzerinde bir fikir geliştirmenin önündeki en büyük engel, binlerce yıldan bu yana İsrailiyatın gölgesinde oluşturulmuş müktesebattan daha fazla, Müslümanların Kur’an’a yaklaşım metotlarıdır…

Kur’an’ın yalınlığı karşısında Tevrat’ın sıra dışı detaycılığı Müslümanları; Allah’ın Kur’an’da bilinçli boşluklar bıraktığı vehmine yönlendirmiştir. İbn Kesir’in (aslında tüm tarihçilerin de) masum gibi duran şu cümlesi, tarih oluşturmak için girilen yolun nasıl belirlendiğini göstermesi açısından önemlidir.

Allah izin verirse burada kitaptan, sünnetten, selef ulemasıyla diğerlerinin anlattıkları İsrailiyat haberlerinden nakiller yaparak Musa’nın yaşantısını başından sonuna kadar anlatmaya çalışacağız.[28]

Tevrat’ın verdiği tüm detayların ve ondaki her bilginin, İslam’ın bakış açısıyla Kur’an’ın tasdikine (onay ve tekzip) muhtaç olduğu açıktır. Kur’an önceki kitapları tasdik etmeye geldiğini söylerken bir yandan da önceki kitapların orijinalinin kendi içinde olduğunu söylemiş olmaktadır. Aksi halde bir tasdik eyleminin gerçekleşmesi söz konusu edilemez. Böyle yaklaşılmazsa insanların çeşitli kişisel takdirleri devreye girecektir. Bu durumda din bilginlerinin İlahi Kitaplar arasındaki muhtelif benzerlikler üzerinden yapacağı tasdik işleminin herhangi bir anlamının olamayacağı açıktır!..

Tüm bunlara rağmen meselelerin açıklanmasında, önceki kitaplara müracaat edilmesi gereği bir metod haline getirilmiştir.

“… Kaldı ki, önceki ilahi kitaplarda Rasûlullah’ın geleceğini müjdeleyen âyetleri doğru sayıp diğerlerini tümden yok saymak da çok tutarlı olmayacaktır.

İlahi kitapların son nüshası Kur’ân’dır. Kur’ân tüm önceki kitapları neshetmiştir. Bununla birlikte, Kur’ân’dan çıkartılan bazı hükümlerin test edilmesi aşamasında önceki ilâhî kitaplardan yararlanılabilir.” [29]

Oysa aşağıdaki tanımlara riayet edilerek değerlendirildiğinde, İslam tarihini oluşturmak için başvurulan kaynakların, Kur’an karşısında bir kıymetinin olamayacağı açıktır.

Kur’an; Doğruluğunda asla şüphe olmayan, herhangi bir eksikliği de bulunmayan, kendi doğruluğuna yine kendisi delil olan, kimsenin değerinden bir şey eksiltmeye ve artırmaya güç yetiremeyeceği kaynaktır.

Rivayet; Değeri müellifleri tarafından belirlenmiş metotlara göre ölçülen, zayıf, uydurma, sahih gibi tasnife tabi tutulan, güvenilirliği rivayeti taşıyanın güvenilirliğine bağlı olan bir tür kaynaktır.

İsrailiyat; Takipçileri tarafından tahrif,[30] gizleme,[31] değiştirme,[32] insan sözü karıştırma[33] gibi ihanetlere maruz kaldığı için doğru bilgileri üzerinde bile şüphe oluşmuş, doğrusunun yalanından ayrılması için Kur’an’ın tasdikine (doğruyu ortaya çıkarıp onayına, yalanı ortaya çıkarıp tekzip) muhtaç bir kaynaktır.

Esbab-ı Nuzul; Müslüman alimlerimiz yaklaşık 500 kadar ayetin Esbâb-ı Nüzûl’ünü Muhammed (as)’in dönemindeki tarihsel kaynaklara dayandırmışlardır. Esbâb-ı nüzûl tabiri bu dönemde özellikle belirli bir sebebe bağlı olarak indiği iddia edilen âyetler için kullanılır

Tefsir ilminin âyet veya sûrelerin iniş sebeplerini araştıran dalı. “Nüzûl sebepleri” anlamına gelen bu tabir, Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya birkaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olayı, durumu ya da soruyu ifade etmek üzere kullanılır. [34]

İbn Teymiyye, bu tespit edilenler (beşyüz kadar ayet) dışında kalan (önemli bir kısmı geçmiş peygamberlerin kıssaları ile âhiret haberlerinden oluşan) çok sayıdaki âyetin iniş sebeplerini, doğrudan âyetlerin kendi muhteva ve mânalarında aramak gerektiğini belirtmiştir. (Muḳaddime fî uṣûli’t-tefsîr, s.10).

Böylelikle Tefsir konusunda en değerli başvuru unsuru haline gelen Esbâb-ı Nüzûl; tarihsel olguları, Kur’an’ın tüm ayetleri arasında olması gereken bağların önüne geçirmiştir. Önceki Nebîlerin kitaplarının ve Muhammed (as)’a indirilenlerin ayrı ayrı dinler olduğu ön kabulü, yanı sıra tüm Kur’an ayetlerinin arasında olması gereken ayetler arası bağların varlığının önemsenmemesi, parçacı bir yapıyı ortaya çıkarmıştır. Hem önceki kitaplar hem de Kur’an içindeki kimi kıssaların, Müslümanların güncelini ilgilendirmediği anlayışı ve bu anlayış üzerine bina edilen Kur’an’a yaklaşım biçimleri, en başta Kur’an’ı hayattan koparmıştır. Artık Kur’an, Müslümanlar için bile günümüzde hiçbir konunun birincil derecede çözüm aracı değildir.[35]

  • Mukaddes Tuva Vadisi nerededir?

Bil’vadil’mukaddesi tuva (بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۚ) ibaresi ilk kez Musa (as) bağlamında Ta-Ha 20/12’de geçer. Aynı ibare Naziat Suresi 79/16 da bir kez daha karşımıza çıkar… İbare bir sıfat tamlaması olup hem vadi hem de mukaddeslik kısımları ayrı ayrı marifedir (bilinmesi gereken). Yahudiler bu yerin Mısır’da Sina Dağı olduğunu iddia ederler. Müslümanlar ise Mısır ile Suriye arasında bir yer olduğunu söylerler. Ancak bunları söyleyenler de söylediklerine yeterince inanmıyor olmalılar ki hem Musa için değerli hem de Allah tarafından Kuddüs kılınmış ve mukaddesliği insanlar tarafından kabul görmüş[36] bu yer için hiç kimse tarih boyunca kılını dahi kıpırdatmamıştır! Mısır toprakları içinde Sina dağı olarak bilinen ve Musa’nın ilk vahyi aldığı yer olarak üzerinde en fazla durulan yerin Mukaddes Tuva Vadisi olması birçok bakımdan inandırıcı değildir.

Musa bu yerde Firavun’a iletilmek üzere; “Benî İsrâil’i bırak da bizimle gelsinler!”[37] emrini almıştır.

Tam burada şu soruları da Kur’an’ın cevaplaması gerekmektedir. Benî İsrâil kimlerdir? Musa, Benî İsrail’i nereye götürme emri almıştır?

Aslında bu sorulardan ilki, yani İsrâil’in kim olduğu doğru tespit edildiğinde, günümüzdeki ayrışmanın temelindeki anlayış ortaya konulabilecek ve İsrâiliyat başlığı altında oluşmuş kült hakkında ilk düğme doğru iliklenmiş olacaktır.

İkinci sorunun cevabında ise bu kez Tur dağı devreye girecektir. Firavundan kurtulduktan sonra gelinen Tur’un sağ yamacında Benî İsrail ile yapılan bir sözleşmeden bahsedilir.[38] Aynı zamanda Allah Musa’ya burada seslenmiştir.[39]

  • İsrail Kimdir?

İsrâil kimdir sorusunun cevabı hemen tüm İslâmi kaynaklarda Yakub (as)’dur. Bu vargının kaynağının İsrâiliyat olduğunu belirtmeye gerek dahi yoktur. Zira Müslüman ulemanın: “Allah’ın Kur’an’da bıraktığı bilinçli boşluklar vardır. Bu boşluklar önceki kitaplar, hadis ve diğer kaynaklar ile doldurulur!” yaklaşımı İsrâil kavramının anlamı konusunda da değişmemiştir. Konuyla ilgili Kur’an ayetlerine rağmen Yakub’a İsrail denilmesi tam bir akıl tutulmasıdır… Bu kavramın da içeriği; (tahrif edildiği için[40]) Kur’an’ın tasdikine[41] sunulan Tevrat’a göre şekillendirilmiştir.

Doğum vakti gelince, Rebeka’nın ikiz oğulları oldu. İlk doğan oğlu kıpkırmızı ve tüylüydü; kırmızı bir cüppeyi andırıyordu. Adını Esav koydular. Sonra kardeşi doğdu. Eliyle Esav’ın topuğunu tutuyordu. Bu yüzden İshak ona Yakup adını verdi. Rebeka doğum yaptığında İshak altmış yaşındaydı. (Yaratılış 25/24-26)

Yakup isminin İbranice karşılığı hakkında “Kutsal Kitap Sözlüğü” adlı çalışmada şu tarif geçmektedir:

“Yakup İsrail oğullarının üçüncü büyük atasıdır. İÖ 1800 yıllarında yaşadı. İshak’ın Rebaka’dan doğan ikizlerden biri. İkizlerden, önce Esav, hemen ardından Yakup doğdu. Adını doğumunda gerçekleşen bir olaydan almıştır. Yakup doğduğunda eliyle kardeşi Esav’ın topuğunu tutmuştur. Bu yüzden İshak ona, İbranicede “topuk tutar” anlamına gelen bu adı verdi.”[42]

Tevrat kitabı, Yaratılış 32;24,28 bölümünde anlatılan Yakub’un tanrı ile güreşmesi[43] sahnesinden sonra şu sonucu bildirilir…

Yakup Paddan-Aram’dan dönünce, Tanrı ona yine görünerek onu kutsadı. “Sana Yakup diyorlar, ama bundan böyle adın Yakup değil, İsrail olacak” diyerek onun adını İsrail koydu. (Yaratılış 35;9,10)

Bundan sonra Yakub artık İsrail, Yakub oğulları ise İsrail oğullarıdır… Tevrat’a göre Yakub’un isminin İsrail olarak değiştirilmesi, Yusuf ve kardeşleri arasında geçecek olaylardan hemen önce olmuştur. Yani Kur’an’ın da anlattığı Yusuf kıssası sırasında Yakup artık İsrail(!) olmuştur.[44]

Oysa Kur’an’da bu veya bununla benzeşen bir kıssa mevcut değildir. İsrâil kelimesi sadece şu iki ayette geçer.[45]

كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلًّا لِبَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اِلَّا مَا حَرَّمَ اِسْرَٓاء۪يلُ عَلٰى نَفْسِه۪ مِنْ قَبْلِ اَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرٰيةُۜ قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرٰيةِ فَاتْلُوهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrâil’in (Ya’kub’un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrailoğullarına helâl idi. De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat’ı getirip onu okuyun. (Ali İmran 3/93) (DVM – Diyanet Vakfı Meali)

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْرَٓاء۪يلَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا

İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrâil (Ya’kub)’in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara, çok merhametli olan Allah’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Meryem 19/58 – DVM)

Görüleceği üzere yukarıdaki her iki ayetin ana metninde Yakub ismi geçmemektedir. Ancak hemen tüm meallerde Yakub isminin ya parantez içinde ya dipnot olarak ya da İsrail olmaksızın doğrudan yazılmasında bir beis görülmemektedir. Ancak her nedense ne eski ulemamız ne de yeni müellifler Meryem 19/58’de anılan Yakub’un zaten İbrahim (as)’in soyu olduğunu[46] hiç sorgulamamışlardır. Oysa ki İshak ve Yakub’un ikisi de daha doğmadan isimleriyle İbrahim’e ve karısına müjdelenmiştir.

O esnada hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak’ı, İshak’ın ardından da Ya’kub’u müjdeledik. (Hud 11/71 – DVM)

Ona İshak ve Ya’kub’u bağışladık. Peygamberliği ve kitapları, onun soyundan gelenlere verdik. Ona dünyada mükâfatını verdik. Şüphesiz o, ahirette de sâlihler (zümresin) dendir. (Ankebut 29/27 – DVM)

Biz O’na İshak ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh’u ve O’nun soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u doğru yola iletmiştik; Biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız. (Enam 6/84 – DVM)

Yakub’tan yüzlerce yıl sonra Allah elçisi olan Zekeriyya, bir çocuk vermesi için Allah’a dua ederken İsrâil lakabını değil Yakub ismini zikreder…

Ki o bana vâris olsun; Ya’kub hanedanına da vâris olsun. Rabbim, onu rızana lâyık kıl! (Meryem 19/6 – DVM)

Tüm bu ayetler Allah ile güreşen[47] Tevrat’ın (tahrif edilmiş) betimlediği Yakub’un, hiçbir şekilde Kur’anın anlattığı Yakub olamayacağını ortaya koymaya yetecek niteliktedir…

İsrâil’in izlerinin sürüleceği yegâne yer Yusuf kıssasıdır. Zira Yakub ve çocukları ile ilgili kıssa, bütün olarak Yusuf suresinde anlatılmıştır. Detaylıca incelendiğinde Yusuf suresinin, Kur’an’da dil kuralları açısından üzerinde en fazla operasyon yapılan ayetleri içerdiği görülecektir. Bu karartma ile gerçek İsrâil’e ait tüm izlerin silinmesine hizmet edildiği ortadadır. Allah’ın, “kıssaların en güzeli” olarak belirttiği Yusuf kıssası; hiç bilinmeyen içeriği ile [48] anlatılacağını ayet özellikle belirtilmesine rağmen, mevcut tefsir ve meallerin İsrâiliyatın binlerce yıllık söyleminin hemen her şeyiyle aynı hatta kötü bir kopyası olması, altı çizilmesi gereken bir konudur!.. Hakkında afaki ve son derece çelişkili rivayetler dışında bir hadis bulunmayan Yusuf Suresi maalesef, iftiralar zinciri ile bir aşk hikayesine dönüştürülerek değersizleştirilmiştir.[49] Yakub ise bu senaryoda sadece, resul olarak etkisiz, gözü yaşlı bir ak sakallıdır…

Yusuf suresi tam bir hassasiyetle irdelendiğinde; Nebîliğin Yakub’dan Yusuf’a geçmemesi için her şeyi göze alarak Allah’ın kararını değiştirme mücadelesi verenin, Yusuf’un soyunun kesilmesini sağlayıp onu köleleştirenin, sözü dinlenen büyük kardeş olduğu net olarak görülecektir.[50] Bu çerçevede İslam ulemasının; Yusuf’un güçlü kuvvetli kardeşlerinin[51] bir olup henüz gulam[52] olan kardeşlerini öldürmeye yeltenmelerini, Yakub (as)’un çocukları arasında ayrım yapmasından doğan bir kıskançlık ile açıklamaları hem tuhaf hem de Yakub’a iftiradır.[53]

İsrâiliyat kaynaklarına göre, sözü dinlenen o kardeş Yakub’un büyük oğlu Yehuda’dır.[54] Tevrat’a göre Yeuda (Yehuda), Yusuf’un öldürülmesini istememiş onun kuyuya bırakılmasını sağlamıştır.[55] Sonrasında İsmailî bir kervan, Yusufu bularak Mısır’a götürüp köle olarak satacaktır. Bu hikâye de Kur’an’ın onayladığı bilgiler olmakla birlikte, ulemamız Kur’an’da verilen çok farklı ve ince birçok detayı büyük ustalıklarla İsrailiyatın hikayesine uydurmayı başarmıştır. Sonuçta İslam ulemasının zihninde; tahrif edilmiş Tevrat’ın “Allah ile güreşen” olarak kıssalaştırdığı İsrail lakabının Yakub’a mâledilmesi hususunda hiçbir şüphe söz konusu bile değildir…

  • Neden İbrahim, İsmail ve Muhammed (as) dışında hiçbir Nebî hac ve Kâbe ile ilişkilendirilmez?

Kur’an’da şu ayetler açık şekilde durmakta ve aslında başlıktaki soruyu bu ayetler sormaktadır!..

Allah, Kâbe’yi, o saygıya lâyık evi, haram ayı, hac kurbanını ve (kurbanın boynuna asılan) gerdanlıkları (maddi ve manevi yönlerden) insanların belini doğrultmaya sebep kıldı…  (Maide 5/97 – DVM)

Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. / Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. (Bakara 2/127-128 – DVM)

İnsanlar arasında haccı ilan et ki gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler. (Hacc 22/27 DİB Meali)

Geleneğimiz her nedense; teslim olunup güvenilmesi gereken Kur’an’da, İbrahim soyundan olan Resul ve Nebîlerden İsmail ve Muhammed (as) hariç diğer hiçbir Nebî’yi Hac ve Kâbe ile ilişkilendirmemiştir!..

Allah’ın dostum dediği[56] İbrahim’in, oğulları İsmail ve İshak’dan başlayarak Nebî torunlarının, onun İnsanlığa yaptığı Hac çağrısını duymamış olmaları mümkün olabilir mi!.. İshak soyundan, kendisine kitap ve hikmet verilmiş, Kur’an’da haberleri aktarılan onca Nebî’nin bu bilgiden mahrum edilmiş olduğunu zannetmek mümkün müdür!

Yakup (as) Oğullarına; “Benden sonra neye kul olacaksınız?” diye sormuştu. Onlar da, “Senin İlahına; ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın İlahına, o bir tek İlaha kul olacağız. Biz, zaten ona teslim olmuş kimseleriz!”[57] demişlerdi. Dolayısıyla Yakub’un oğullarının da sadece kendi soylarından değil İsmail’den de haberlerinin olmaması söz konusu dahi edilemez!..[58]

Allah, İbrahim’e, seni insanlığa imam kılacağım demiş ve ona Hac menâsiklerini göstermişti.

Bir zamanlar Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. «Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)» dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez buyurdu. (Bakara 2/124 – DVM)

İbrahim’in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o ahirette de iyilerdendir. (Bakara 2/130)

Allah; insanlığı ilgilendiren temel bazı öğretileri İbrahim ile bizlere bildirmiş ve tüm insanlığa, Millet-e İbrahim (مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ) olarak yüceltilen bu yoldan yüz çevirenin zavallı konumuna düşeceği uyarısını yapmıştır.[59] Buna rağmen İbrahim’in soyundan gelen ve övülen Nebîlerin[60], İbrahim ile indirilenlere uymaması hayret vericidir. Bu sonuca nasıl varıldığı ve O Beyt ile ilişkisi olmayan Nebî anlayışının nasıl kökleştirildiği bir tarafa, olmadık konulara kafa yoran ulemanın bu tuhaflığı hiç sorgulamayıp normalleştirmesi ayrı bir muammadır!

Bu sonucu İsrâiliyat’a bağlayanlara şu itirazı yapmak burada bir borçtur! Kur’an apaçık ortada dururken asıl suçlunun İsrâiliyat olduğunu iddia etmek olsa olsa ikiyüzlülüktür.[61]

  • Musa (as) ilk vahyi nerede aldı?

İbrahim’in soyundan olan ve Firavun’un sarayında yetişip ona hizmet eden Musa,[62] Mısır’lı birisini öldürdüğü için[63] memleketinden kaçar.[64] Sekiz hac dönemi[65] Medyen’de kaldıktan sonra[66] başka bir yere yerleşmek için ailesi ile birlikte göç eder.[67]

Yaşadıklarından sonra Musa’nın, Mısır’a geri dönmeyi düşünmesi artık mümkün değildir. Zira o, Mısır’a dönerse öldürüleceğinden emindir. Allah kendisine Elçilik görevi yükleyip Mısır’a gitmesini söyleyince, Musa şu gerekçeyi ileri sürecektir… “Rabbim! Ben onlardan bir kişiyi öldürdüm; korkarım onlar da beni öldürür.”[68]

Bu durumda; Medyen’de salih bir kul ile anlaşmasını tamamlayan Musa (as)’nın ailesi ile beraber varmak istediği yer, kesinlikle Mısır’dan başka bir yer olmalıdır!

Musa (as) ilk vahyini, işte bu yolculuğu sırasında Mukaddes Tuva Vadisi’nde almıştır. Gece vakti yolu üzerinde gördüğü ateşe yönelir.[69] Musa tam burada; “Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, Kutsal vadi Tuva’dasın”[70] uyarısını alacaktır. Bu yer, öldürülme korkusu yaşadığı için üstelik ailesi ile beraber gitmeyi asla düşünmeyeceği Mısır değilse, neresidir?

  • Bilinen O yer (Mukaddes Tuva Vadisi) neresidir?

Şu hususlar Kur’an’a inananlara, Mukaddes Tuva Vadisi’nin yeri ve nitelikleri hakkında noktasal tespit için kesin ipuçlarını vermeye yeterli görülmelidir.

  • “…Mukaddes Vadi Tuva’dasın.”(Ta-Ha 20/12) Ayete göre Tuva Vadisinin Mukaddesliği Musa’dan önce de mevcuttur.
  • Kasas 28/33’de öldürüleceğinden korktuğunu açıkça beyan eden Musa’nın Mısır’a geri dönmesinin imkansızlığı sebebiyle, Mukaddes Tuva Vadisi’nin Medyen ile Mısır arasında olması mümkün değildir.
  • Bir yerin Mukaddesliği ancak; Kuddüs olanın (Allah) Kuddüs kılması ve muhataplarının da (insanların) bunu kabul etmesiyle mümkün olabilir.[71]Bu niteliklere haiz yeryüzünde tanımlanmış tek bir yer mevcuttur. Bu yer Kur’an’da Millet-e İbrahim kavramı ile paralel olarak açıklanmıştır.[72] O yerin Kur’an perspektifinden bakıldığında Mekke’nin dışında bir yer olması mümkün değildir.
  • Bir yerin mukaddesliği, sadece oraya has menasiklerin ve ritüellerin varlığını gerektirir. “Ayakkabılarını çıkar…” (Ta-Ha 20/12)ifadesi bunun bir örneğidir.
  • Mukaddes bölge demek aynı zamanda haram bölge demektir. Sadece oraya has haramlar söz konusu olmalıdır.[73]
  • Tuvakelimesi iki kere manasındadır. “Bil’vadil’mukaddesi tuva” (بِٱلْوَادِ ٱلْمُقَدَّسِ طُوًىiki kere mukaddes kılınmış vadi  İnsanlık için kurulan ilk ev ile tufan sonrası izleri kaybolan, ardından İbrahim ve İsmail (as)’ın temellerini yükselttiği yerin aynı olması bu sıfata haiz olan yerin neresi olduğu konusunda yeterince açıklayıcıdır.
  • İsrailiyat kaynakları, Yakub’un yaşadığı ve Yusuf’un kuyuya atıldığı yerin Jerusalem’in kuzeyinde Şekem civarında Dotam olarak anılan yer[74]olduğunu söyler. Bu bölge İsrâiloğullarının, Yakub’un yaşadığı yer olması sebebiyle kutsal saydıkları bir yerdir. Aynı zamanda süt ve bal akan verimli bir diyardır.[75] Kur’an’da ise Yakub ve ailesinin şüphe götürmeyecek şekilde Mısır’a çölden geldikleri belirtilir…[76] Tarih boyunca Akdenizin doğusu ve Mezopotamya, toprak unsuru olarak olarak verimli bir bölgedir. Arabistan yarımadası ise çöl olarak bilinir ve böyle anılmıştır. Aşağıdaki iki örnek de bu durumu teyid eder…

İbrahim (as); “Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını senin dokunulmaz Beytinin yanında, bitkisiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı tam kılsınlar diye öyle yaptım. İnsanlardan kiminin gönlünde onlara karşı özlem uyandır. Bir de onları birtakım ürünlerle azıklandır; belki görevlerini yerine getirirler.”[77] demiştir.

Kur’an’a göre Benî İsrail, Mısırdan çıktıktan sonra Musa’nın kendilerini getirdiği yerin verimsizliğinden şikâyet ederler; “Hani, “Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O hâlde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin” demiştiniz. O da size, “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise inin şehre! (Mısır’a) İstedikleriniz orada var” demişti…” [78]

  • Mukaddes bölgenin mutlaka herkes tarafından bilinen sınırlarının olması, bu sınırların nerede başlayıp nerede bittiğinin insanlar tarafından biliniyor olması gerekmektedir. İsimlerin başında bilinirlik (Marife) işareti olanٱل takısı bunu zorunlu kılar. Böylesi bir yerin bilinmez hale getirilmesi; ancak ard niyetli bir sürecin ardından bu süreci destekleyen ilim sahiplerinin gayreti ile olabilecek bir sonuçtur. Kur’an, bir kısmı yukarıda verilen Beyt hakkındaki çok sayıdaki ayetler ile bu yerin Mekke olduğunu teyid eder.

İnsanlık için önder kılınmış her biri Nebî olan elçilerin; Allah tarafından insanlığın ilk gününden beri yöneleceği merkez olarak tanımlanmış yanısıra “O Beyt’te hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır…” [79] ayetine rağmen bu yer ve coğrafya ile ilişkisinin olmaması düşünülemez!

  • Muhammed (as)1.400 yıllık bir geçmiş ile yakın sayılabilecek aynı zamanda tarihi bir kimliktir. İsrail tarihi ise çok daha eski bir döneme aittir. Bu döneme ait özellikle Mısır’da ve Jerusalem’de yapılan arkeolojik çalışmalar İsrail tezlerini doğrulayacak veriler sunmamaktadır. Eldeki bilgilerin efsane boyutu ağır basmaktadır.

Sadece yukarıdaki gerekçeler, Kur’an’da marife bir sıfat tamlaması olarak geçen Mukaddes Tuva Vadisinin Mekke olduğunu yeterince açıklıkla ortaya koymaktadır. Bu durumda Musa (as)’nın İsrâiloğullarını Mısır’dan çıkarıp getirdiği yer de Mekke olmak durumundadır. İlgili ayetler bu bağlamda ele alındığında İsrailiyat kurgusunun çok dışında ama Kur’an gerçekleri ile örtüşen yepyeni bir senaryo en azından Müslüman ilahiyatçı ve tarihçilerin ilgisini beklemektedir.

  • Sonuç;

Sonuç olarak insanlığın geldiği noktada; din adına yürütülen çözümsüz savaşlar insanlığı, çevreyi yıpratmış ve artan bir hızla da yıpratmaya devam etmektedir. Devletlerin mevzi menfaatlerinin üzerine yerleşmiş baskıcı sömürü unsurları, insanlığın birbiri ile olan kavgalarını yönetmekte ve her konuda ayrılıkları derinleştirerek buluşma unsurlarının yollarını her fırsatta harap etmektedir.[80]

Tüm bunların temelinde yatan gerekçe; Yahudi, Hristiyan ve Müslümanların kendilerine verildiğine inandıkları dinlerini diğerlerinden kıskanmaları[81] ve üstünlük kurma[82] arzuları neticesinde, Allah’ın tek dini olan İslam’ı çoğaltarak, “İnsanlığın Dini” olmaktan çıkarmalarıdır.

“Allah, bu elçilerden kimini kimine üstün kıldı. Kimiyle konuştu, kimini birkaç basamak yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya da açık belgeler verdi ve onu Kutsal Ruh ile destekledi. Allah, tercihi (insanlara bırakmayıp) kendi yapsaydı, sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inanıp güvendi, kimi ayetleri görmezlikten geldi (kâfir oldu). Tercihi Allah yapsaydı, birbirleriyle savaşamazlardı. Ama Allah dilediğini yapar.” (Bakara 2/253)

Bugün her biri ayrı telden çalan Yahudi, Hristiyan ve Müslümanların; kendi inanç dairesi dışındakilere reva gördükleri esaret, eziyet ve aşağılamanın körüklediği dışlamaları, kökten gözden geçirmeleri gerekmektedir. Zira bu kavganın arasından sıyrılan ateizm, kapitalizm, narsizm, emperyalizm gibi, insanın Allah nezdindeki fabrika ayarlarını etkisizleştiren sayısız tağuti akımlar hayat bulmaktadır.

Mukaddes Tuva Vadisi Mekke ve civarında sınırları belirli olan bölgedir.

“İnsanlar için kurulan ilk ev, elbette Bekke’de olandır. Bereketlidir ve herkese doğru yönü göstersin diye kurulmuştur.” (Ali İmran 3/96)

İnsanlık için belirlenen bu ilk ev ve ilk yön yalnızca ibadetlerde dönülen bir istikamet olmanın dışında aynı zamanda tüm koordinatların sıfır noktası olarak da yaratıcının insanlığa gösterdiği bir merkezdir. Musa’ya “Halkını karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onları Allah’ın günleri konusunda uyar” [83] talimatı verilmiştir. Takdir edilmelidir ki bu alanlarda yapılacak hesaplamalar için beynelmilel bir sıfır noktasına ihtiyaç vardır. Allah’ın belirlediği böyle bir unsurun göz ardı edilmesini hafife almanın ayetler karşısında doğru bir tavır olmayacağı açıktır.

O Beyt’in yerinin ilk belirlenmesinin ardından bu yerin konumunun değiştiğine dair, Kuran’da en ufak bir ima dahi söz konusu edilmemiştir. Bilakis; tufan ile belirtileri kaybolan bu yerin İbrahim (as) ile yeniden insanlığın gündemine kadim bir şekilde ikinci kez oturtulması esastır.

Yahudi ve Hıristiyanların İbrahim’i ile Müslümanların İbrahim’i arasındaki bariz farkın, Müslümanlar tarafından örtbas edilmesi, günümüzde yaşanan muhtelif siyasi sorunları ve insanlığın bitmeyen savaşlarını engelleyici değil körükleyici etki yapmaktadır.

İsrailiyatın belirlediklerinin Müslümanların gerçeği olması, bugün Kur’an’ın anlamları etrafında aşılamaz duvarlar örmüştür. Böylesi bir müktesebatın örgüsünü içselleştirmiş din insanları da hayatı aklı selim ile sorgulayan zihinler karşısında inandırıcılıktan uzaklaşmakta ve yol kesiciler haline dönüşebilmektedir. Konu din olunca herhangi bir temelden[84] ne kadar yoksun olsa bile; inancın bireye pompaladığı öz güven ile en umulmadık ayrışma ve çatışmalar kolaylıkla tetiklenebilmektedir.

Kendini İslam dairesinde tanımlayanların tevhid anlayışının, insanlığı kapsayıcı değerler üretmemesi ciddi bir sorundur. Böylesi bir sorunu hissetmeden, bugün Kur’an’ı; çarpık siyasi süreçlerin imal ettiği anlayışların labirentlerinde hapsetmek insanlık için onulmaz bir kayıptır…

Allah’ın belirlemesine ve ilan etmesine rağmen Mukaddes Tuva Vadisi’nin bilinmiyor olması anlamsızdır. Müslümanların bu yer ile ilgili duyarsızlığının gerekçesi, Mukaddes Tuva Vadisi’ni; Kudüs olarak kabul etmek durumunda Mekke’nin, Mekke olarak kabul etmek halinde ise Jerusalem’in kutsallığının anlamsız hale geleceği ihtimalinden dolayı olabilir mi?

 

24) Neml Suresi / 15-44 Ayet Mealleri

Yayınlanma Tarihi: 6 Mart 2019

Aşağıdaki çevirilere nasıl ulaşıldığı ile ilgili açıklamalara; 45 dosya halinde ele alınmış ve yayınlanmış olan SÜLEYMAN / ZELKARNEYN dosyalarından ulaşabilirsiniz.

Bismillahirrahmanirrahim;

Neml 27/15

وَلَقَدْ آتَيْنَا دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ عِلْمًا ۖ وَقَالَا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي فَضَّلَنَا عَلَىٰ كَثِيرٍ مِنْ عِبَادِهِ الْمُؤْمِنِينَ

Andolsun ki Davud’a ve Süleyman’a bir ilim vermiştik. (İkisi de) “O hamd sadece, çok olmasına rağmen mü’min kullarından bizi tercih eden Allah içindir” dediler.

Neml 27/16

وَوَرِثَ سُلَيْمَانُ دَاوُودَ ۖ وَقَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ وَأُوتِينَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ ۖ إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُبِينُ

Ardından Süleyman Davut’a mirasçı oldu. “Ey insanlar Tayr (uçabilen şeytanlar)’ın mıntıkasına bildirildik ve bize şeylerin tamamından sadece bir kısmı verildi. Hiç kuşkusuz buydu O’nun (daha önceden) beyan edilmiş (duyurulmuş) o tercihi” dedi

Neml 27/17

وَحُشِرَ لِسُلَيْمَانَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ

Cin’den, İns’den ve Tayr (uçabilen şeytanlar)’dan olan onun askerleri, Süleyman için toplatılmış, ardından onlar (görevlerine) sevk edileceklerdi.

Neml 27/18

حَتَّىٰ إِذَا أَتَوْا عَلَىٰ وَادِ النَّمْلِ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

En sonunda (Süleyman’ın emrine verilen) o maharetlilerin vadisine vardıklarında bile (liderleri olan) maharetli kişi “Ey (görevlendirilen) maharetli kişiler! Yerleştirildiğiniz görevlerinize dahil olun (başlayın). Süleyman ve askerleri kesinlikle sert davranıp sizi ezmeyecekler ve onlar asla duygusal davranmayacaklar!” diyordu.

 

Neml 27/19

فَتَبَسَّمَ ضَاحِكًا مِنْ قَوْلِهَا وَقَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَىٰ وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَدْخِلْنِي بِرَحْمَتِكَ فِي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ

Onun (maharetli dişi liderin) inancından dolayı çok şaşıran Süleyman, güçlükle sevinebildi ve “Rabbim senin o tahsisatının gereğini yerine getirmem için – ki bana ve iki validime tahsis ettiğin (tahsisat)’da işte oydu – ve ondan razı olacağın bir Salih olarak çalışmam için beni yönlendir, böylece sende rahmetinle o Salih kullarının arasına beni de dahil et.

Neml 27/20

وَتَفَقَّدَ الطَّيْرَ فَقَالَ مَا لِيَ لَا أَرَى الْهُدْهُدَ أَمْ كَانَ مِنَ الْغَائِبِينَ

(Süleyman) Gözden kaybettiği o tayrı soruşturdu. Ne oldu bana da Hüdhüd’ü göremiyorum, yoksa (o da) gaiblerden (görünmeyenlerden) biri mi oldu.

Neml 27/21

لَأُعَذِّبَنَّهُ عَذَابًا شَدِيدًا أَوْ لَأَذْبَحَنَّهُ أَوْ لَيَأْتِيَنِّي بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ

“Kesinlikle ona çetin bir azap ile azap ettireceğim yani onu oldukça zora sokacağım veya kesinlikle bana (gaiblerden olma sebebini açıklayan) beyan edilmiş açık bir yetki getirecek.

Neml 27/22

فَمَكَثَ غَيْرَ بَعِيدٍ فَقَالَ أَحَطْتُ بِمَا لَمْ تُحِطْ بِهِ وَجِئْتُكَ مِنْ سَبَإٍ بِنَبَإٍ يَقِينٍ

“Ardından (Süleyman) uzak olmayan bir yerde (onun) gelmesini bekledi. Hemen sonra da (Hüdhüd geldi ve): Şöyle dedi; “Senin ona kavratamadığın şeyi ben (ona) kavrattım ve Sebe’den endişelerini giderecek (beklediğin) kesinlikle doğru (yalan olmayan) bir haberi sana getirdim.

Neml 27/23

إِنِّي وَجَدْتُ امْرَأَةً تَمْلِكُهُمْ وَأُوتِيَتْ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ وَلَهَا عَرْشٌ عَظِيمٌ

Kesinlikle ben (uzak yolculuk yapanlara) çok kızdım, (müennes) bir kişi onları yönlendiriyor. (İstediğin) şeylerin hepsinden (ona) verdirtilmiş ama onun da zorlu bir yöneteni var”

 

Neml 27/24

وَجَدْتُهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَ

“Ona ve kavmine çok kızdım (çünkü) Allah’tan önce o dik başlı için emre amade oluyorlar ve şeytan (bana değil) onlara yaptıklarını aşırı güzel gösterdikten sonra onları yoldan çevirdi. Artık onlar zorla kılavuzluk yapmazlar.

Neml 27/25

أَلَّا يَسْجُدُوا لِلَّهِ الَّذِي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ

“Sadece Allah için emre amade olsalar ya!” ki zaten O, göklerde ve yerde de (olsa) o gizleneni (saklandığı yerden) çıkarır ve (söylemeyerek) örtbas ettiğinizi de (söyleyerek) açığa vuracağınızı da bilir.

Neml 27/26

اللَّهُ لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

O zorlu yönetenin rabbi de kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır.

Neml 27/27

قَالَ سَنَنْظُرُ أَصَدَقْتَ أَمْ كُنْتَ مِنَ الْكَاذِبِينَ

(Süleyman) Şöyle dedi: “(Gönderdiğim haberi) Doğru mu aktardın yoksa (sen de) o yalancılardan biri mi oldun göreceğiz.

Neml 27/28

اذْهَبْ بِكِتَابِي هَٰذَا فَأَلْقِهْ إِلَيْهِمْ ثُمَّ تَوَلَّ عَنْهُمْ فَانْظُرْ مَاذَا يَرْجِعُونَ

Bu ilkelerim ile (kitabım ile) git ve onu hepsine ilettir. Sonra onlara dostluk göster de bak bakalım ne ricada bulunacaklar.

Neml 27/29

قَالَتْ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ إِنِّي أُلْقِيَ إِلَيَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ

(Müennes kişi) Şöyle dedi; “Ey ileri gelenler! Hiç kuşkusuz bana rezil etmeyen ilkeler ulaştırıldı.”

Neml 27/30

إِنَّهُ مِنْ سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

“Hiç şüphesiz ki o Süleyman’dandır ve hiç şüphesiz o Er-Rahman, Er-Rahim Allah namınadır.

Neml 27/31

أَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَأْتُونِي مُسْلِمِينَ

Haydi benim huzurumda ortaya çıkın da ardından (görevlerinizi) Müslimler olarak yerine getirin.

Neml 27/32

قَالَتْ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَفْتُونِي فِي أَمْرِي مَا كُنْتُ قَاطِعَةً أَمْرًا حَتَّىٰ تَشْهَدُونِ

“Ey ileri gelenler! Siz şahit oluncaya kadar hiçbir işe karşı çıkan olmadım, şimdi içinde bulunduğum durumum hakkında bana bağlayıcı görüşlerinizi bildirin

Neml 27/33

قَالُوا نَحْنُ أُولُو قُوَّةٍ وَأُولُو بَأْسٍ شَدِيدٍ وَالْأَمْرُ إِلَيْكِ فَانْظُرِي مَاذَا تَأْمُرِينَ

Dediler ki: “Biz kuvvet sahiyiz dahası çok şiddetli cesaret sahibi kimseleriz” ve (bahsettiğin) durum seni bağlar, bundan sonrasında ne önlem alacağını kendin düşün.”

Neml 27/34

قَالَتْ إِنَّ الْمُلُوكَ إِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً أَفْسَدُوهَا وَجَعَلُوا أَعِزَّةَ أَهْلِهَا أَذِلَّةً ۖ وَكَذَٰلِكَ يَفْعَلُونَ

(Müennes kişi) Şöyle dedi: “Hiç şüpheniz olmasın ki; o egemenler bir karyeye müdahale ettikleri zaman, (bilin ki) o karyeyi (topluluğu bağlayan değerler sistemini) hükümsüz kılmışlardır ve en değerli kural belirleyicilerini en rezil hale sokmuşlardır (demektir). Ve (onlar da) kesinlikle böyle yapacaklardır.

Neml 27/35

وَإِنِّي مُرْسِلَةٌ إِلَيْهِمْ بِهَدِيَّةٍ فَنَاظِرَةٌ بِمَ يَرْجِعُ الْمُرْسَلُونَ

“Hiç şüpheniz olmasın ki; (size rağmen) sadece ben onlara (onun yerine başka) kılavuzluğa mensup birinin göndericisi ardından gönderilenlerin ne ile döneceklerinin bekleyicisiyim.”

Neml 27/36

فَلَمَّا جَاءَ سُلَيْمَانَ قَالَ أَتُمِدُّونَنِ بِمَالٍ فَمَا آتَانِيَ اللَّهُ خَيْرٌ مِمَّا آتَاكُمْ بَلْ أَنْتُمْ بِهَدِيَّتِكُمْ تَفْرَحُونَ

Nihayet (elçiler hediye ile) Süleyman’a geldiğinde, (Süleyman) şöyle dedi: “Siz sevdiğiniz birine zaman mı (uzattırıyorsunuz) kazandırıyorsunuz. Lakin Allah’ın bana verdirdiği sizin bana getirdiğiniz şeyden daha iyidir. Hayır öyle olmaz, sizler iyi kılavuzlarsınız diye çok şımarıyorsunuz.

Neml 27/37

ارْجِعْ إِلَيْهِمْ فَلَنَأْتِيَنَّهُمْ بِجُنُودٍ لَا قِبَلَ لَهُمْ بِهَا وَلَنُخْرِجَنَّهُمْ مِنْهَا أَذِلَّةً وَهُمْ صَاغِرُونَ

“Onlara dön, artık bundan sonra elbette ki onlara (meydan okuyanlara) askerlerle geleceğiz lakin onlar (askerler) ona (müennes kişiye) yönelik değillerdir. Aslında onlar (meydan okuyanlar) zaten aşağılıktırlar ama kesinlikle biz onları daha zelil bir şekilde oradan çıkaracağız.

Neml 27/38

قَالَ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَنْ يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ

(Onlar gittikten sonra Süleyman) “Ey ileri gelenler! Hanginiz (onlar) Müslimler olarak bana gelmeden önce, onun (müennes kişinin) yönlendirenini bana getirebilir.

Neml 27/39

قَالَ عِفْرِيتٌ مِنَ الْجِنِّ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَ ۖ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ

Cinlerden (ona) akranlığı olan biri, “ben, sen henüz konumundan kaynaklanan yetkilerini uygulamaya başlamadan önce onu sana getirim. Hiç şüphesiz benim onun üzerinde kesinlikle güvenilir bir gücüm (etkinliğim) var” dedi.

Neml 27/40

قَالَ الَّذِي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ ۚ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هَٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ ۖ وَمَنْ شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ ۖ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ

Onun (Süleyman’ın) huzurunda o ilkelerden dolayı bir bilinci olan o (maharetli) kişi de şunu dedi. “Ben onu (arşı) tarafının (senin yandaşının) sana gittiği gibi (yine eli boş) geri dönmesinden önce getiririm. Ne zaman ki (her şey onun dediği doğrultuda gerçekleşti) onu hükmünün altında gördü. “Bu, karşılığını verecek miyim veya görmezden gelecek miyim diye beni sınaması için Rabbimin tercihindendir. Kim karşılığını tam verirse sadece kendisi için karşılık verir ama kim de görmezden gelirse şurası kesindir ki benim Rabbim Ğaniyyun ve Kerimun’dur.

 

Neml 27/41

قَالَ نَكِّرُوا لَهَا عَرْشَهَا نَنْظُرْ أَتَهْتَدِي أَمْ تَكُونُ مِنَ الَّذِينَ لَا يَهْتَدُونَ

(Süleyman), Onun yönlendirenini onun için hoşa gitmeyecek şekle sokun da görelim bakalım, (o müennes kişi) doğruya yönelecek mi yoksa o da doğruya yönelmiyor olanlardan (kavminden) birisi mi olacak.

Neml 27/42

فَلَمَّا جَاءَتْ قِيلَ أَهَٰكَذَا عَرْشُكِ ۖ قَالَتْ كَأَنَّهُ هُوَ ۚ وَأُوتِينَا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِهَا وَكُنَّا مُسْلِمِينَ

(Beklendiği gibi) Nihayet (o müennes kişi) geldiğinde, “senin egemenin (özellikleri) böyle (böyle) miydi” denildi. (Müennes kişi) Hiç şüphesiz ki o, onun gibidir ama zaten (onun hakkındaki) bu bilgi bize verilmişti ve bizde gönüllü boyun eğiciler olmuştuk” diye cevapladı.

Neml 27/43

وَصَدَّهَا مَا كَانَتْ تَعْبُدُ مِنْ دُونِ اللَّهِ ۖ إِنَّهَا كَانَتْ مِنْ قَوْمٍ كَافِرِينَ

(Daha en başında) Onu yoldan döndüren şey, Allah’tan önce başkasına kulluk ediyor olmasıydı. Çünkü o kafirlerden oluşmuş kavmin bir ferdiydi.

Neml 27/44

قِيلَ لَهَا ادْخُلِي الصَّرْحَ ۖ فَلَمَّا رَأَتْهُ حَسِبَتْهُ لُجَّةً وَكَشَفَتْ عَنْ سَاقَيْهَا ۚ قَالَ إِنَّهُ صَرْحٌ مُمَرَّدٌ مِنْ قَوَارِيرَ ۗ قَالَتْ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي وَأَسْلَمْتُ مَعَ سُلَيْمَانَ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ona (müennes kişiye) “görünür olarak görevine başla” diye emredildi. Nihayet (kendisine emredildiği gibi görünür olup da) onu gördüğünde, ısrar ve hınçla ona (yaptıklarının) hesabını sordu ve ardından iki yönlendiricisi hakkında açıklamalarda bulundu. (Süleyman) “hiç şüphen olmasın ki o, meşru kararlara katıksız isyan halinde olan biridir” dedi. (Müennes kişi ise) “Rabbim! hiç kuşkusuz ki ben kendimi yanlış konumlandırmışım artık sadece Alemlerin Rabbi Allah için Süleyman’ın yardımına gönüllü boyun eğdim” dedi.

25) Kuran Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik – 2

Yayınlanma Tarihi: 13 Mayıs 2019

Cin 72/5

وَأَنَّا ظَنَنَّا أَنْ لَنْ تَقُولَ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا

Şüphesiz biz, insanların ve cinlerin Allah hakkında asla yalan söylemeyeceklerini sanıyorduk (DİB Meali).

(Not: Çalışmamızda yeri geldikçe verilen ayetlerin çevirileri çoğunlukla Diyanet İşler Başkanlığı Mealinden verilmiştir. Bu tercih; söz konusu mealin, anlamı doğru yansıttığını kabul etiğimiz anlamına gelmemektedir.)

Tıpkı bu sözü söyleyenler gibi bizler de din konusunda karşımıza çıkanların iyi niyetinden şüphe etmiyoruz! Beğensek de beğenmesek de din konusunda alim olarak ortaya çıkan hiçbir hocanın art niyetli olabileceğini aklımıza dahi getiremiyoruz.

Hem bu nasıl olabilir ki!…

Hayatını dine vermiş, birçok dünya zevkini terk etmiş, üstelik Arapça bilgisi ve ezberi karşısında birkaç kelâm dahi edilemeyecek kadar donanımlı ve müktesebata hâkim olan bir alimin karşısına çıkıp, nasıl olurda “Sen art niyetle Kur’an’a yanlış şeyler söyletiyorsun!” denilebilir… Bunu söyleyebilmek için sağlam bir burhana ihtiyaç vardır. Ne var ki ne kadar güçlü delilleriniz olsa ve bunları ortaya koymuş olsanız da muhatap bu sefer; “Vay! Beni tekfir ediyorlar!..” diyerek feveran edecektir. İçinde bulunulan toplum ise hemen şu ayeti önünüze koyacaktır!

Nisa 4/94

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَتَبَيَّنُوا وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ أَلْقَىٰ إِلَيْكُمُ السَّلَامَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللَّهِ مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ ۚ كَذَٰلِكَ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلُ فَمَنَّ اللَّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُوا ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا

Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. (DİB Meali)

“Ben Müslümanım!” diyenleri tekfir etmenin önüne kalın bir çizgi olarak konulan bu ayet iyi ki var! Ancak ayetin içeriği tam olarak neyi anlatıyor diyerek ona yakından bakan var mı acaba?..

Ayetin sefere çıkan Mü’minlere hitap ettiği açıktır!.. Allah, sefere çıkıldığında Mü’minlere; (لِمَنْ أَلْقَىٰ إِلَيْكُمُ السَّلَامَ) “size selam veren kimseye” (DİB Meali) ganimet gözeterek (لَسْتَ مُؤْمِنًا) “sen mü’min değilsin” demeyin, demektedir. Oysa kelimelerine biraz dikkat edildiğinde, “لِمَنْ أَلْقَىٰ إِلَيْكُمُ السَّلَامَ” (limen elkâ ileykumu-sselâme) ayetin bu kısmına “Size barış ulaştırmış kimselere” çevirisinden başka bir anlam verilemeyeceği görülecektir. (س ل م) S+L+M kökünden Kur’an’da 140 kullanım söz konusudur. Bu ayetlerin birçoğunda yukarıdaki ayete bu manayı verenler ibareye; barış ve selam manalarını da kullanmışlardır. Kaldı ki burada aslında, din adına çıkabilecek savaşın engellenmesi durumunun söz konusu olduğu açıkça bellidir. Ayette kendilerine barış teklifi ulaşmış o din adına savaşa çıkmış olanlara; barış teklifi getirenlere لَسْتَ مُؤْمِنًا (leste mu/minen) “sen mü’min değilsin / siz güvenilen kişiler değilsiniz / size güvenilmez / sizde eminlik yok,” demeyiniz uyarısı yapılmaktadır…

Savaş zaten doğal olarak mümin olmayanlar ile yapılır. Ayetin temelinde; eğer karşı taraftan barış teklifi gelmişse, “aşırı gitmeyin” prensibi gereğince, ganimet uğruna bir savaşa tutuşulmaması vurgusu olduğu bellidir…

Savaş sürecinde barış teklifi ile gelenlerin ikrarına itimat etmek üzerine olduğu anlaşılan bu ayet; yorumla insanları tekfir etmemenin delili haline getirilmiştir. Ayetin belirlediği çerçeve bir uluslararası hukuk normu olmasına rağmen; masum bir yorumun (!) yaklaşım tarzına sığınılarak, münafıkların işlerini kolaylaştıran bir ortam hazırlanmış olmaktadır. Bu işin bir cihetidir…

Diğer tarafta ise tekfir eden ve elinde bir kuvvet bulunduran kişi ya da grubun, gerçekten Allah’ın yolunda olduğunun delili nedir? Tekfir eden; kendisini, hangi gerekçe ve hangi kriter ile karşısındakini kırıp dökmeye yetkili görmektedir?

İnsanların böylesi türden bir işe soyunmuş olmaları gerçekten manidardır.

Durumun zorluğu, konuya ancak bu açıdan da ve samimiyetle bakıldığında anlaşılabilmektedir. Haçlı savaşlarında bile, Allah ve din adına savaşıldığı ve her iki tarafın da karşısındakileri sapık saydığı unutulmamalıdır…

Araf 7/30

فَرِيقًا هَدَىٰ وَفَرِيقًا حَقَّ عَلَيْهِمُ الضَّلَالَةُ ۗ إِنَّهُمُ اتَّخَذُوا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ

Allah, bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık lâyık oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı. (DİB Meali)

Bu ayette ise kendini doğru yolda sandığı halde Allah tarafından hareketleri onaylanmayan bir gruptan bahsedilmektedir. Üstelik kendilerini doğru yolda sayan, aslında şeytanların çizdiği yolda yürüyen bu grup, yollarının doğruluğundan emin olarak yaşamlarını sürdürmekte ve Allah adına mücadele edip dünyaya nizam vermede kendilerini yetkili görmektedirler…

Zuhruf 43/37

وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ

Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. (DİB Meali)

Oysa ki esas olan Allah’ın belirleyiciliğidir ve tüm değerlendirme de O’nun esaslarına göre yapılmalıdır. Bu çerçeveyi sunan ayetler çoğaltılabilir…[1]

O halde akla tek bir soru gelmektedir. Allah; kimi, hangi esaslara göre doğru yolda sayacaktır?

Bu kritik soruya cevap olarak ciltler dolusu kitaplar yazmak mümkündür. Biz ise sadece şu ayeti hatırlatmakla yetinelim.

Zuhruf 43/43

فَاسْتَمْسِكْ بِالَّذِي أُوحِيَ إِلَيْكَ ۖ إِنَّكَ عَلَىٰ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

Öyle ise sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen doğru bir yol üzeresin. (DİB Meali)

Allah (cc) kullarına sürpriz yapacak değildir. O’nun, kulları ile olan iletişiminde belirlediği ölçüler; insanların ölçemeyeceği hassaslık, doğruluk ve kesinliktedir. Bu hassaslık, doğruluk ve kesinlik her iki taraf için de belirleyicidir ve vaz edilen ilkeler bağlayıcıdır. Öyleyse tek nirengi noktası değiştirilemez ölçü olan vahiydir. Tüm değerlendirmeler de vahiy ile belirlenmiş ilkeler üzerinden yapılmak zorundadır…

İnsanoğlu aslında, tüm cevapların içinde olduğu kaynaklar önünde açık iken imtihan olmaktadır. Bitiş zili çaldığında ise; yaşadığı dönem içinde, her türlü yapılanlar, tercihler ve neye inanılıp neye hizmet edildiği, artık insanın geri döndürülemez verileri olmaktadır. Geçirdiği hayat artık bireyin kara kutusudur… Aslında, kesinlikle işin şakaya gelir bir yönü yoktur. Ancak insanlar her nedense kendilerini; hep haklı tarafta olan, mükemmel, mazlum, ayrıcalıklı kişiler olarak görmeye meyillidir. Bunun sonucunda Allah’ın, diğer insanlar karşısında kendisini kayıracağını, eksikliklerini gidereceğini ve hesap gününde adeta sol şeritten hızlıca geçirileceğini düşünür! Bu beklentilerin tamamı, aslında sadece insanların kendilerini duygusal olarak tatmin ettikleri hayalleridir…

Fatır 35/5

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ ۖ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا ۖ وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللَّهِ الْغَرُورُ

Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Sakın çok aldatıcı (şeytan), Allah hakkında sizi aldatmasın. (DİB Meali) 

Şeytanın insanı aldatması, ancak vesvese şeklinde onu beklenti içine sokarak gerçekleşen bir şeydir.[2] Yoksa şeytan, insanın karşısına geçip tehditle ona bir iş yaptıracak durumda değildir ve buna gücü de yoktur.[3] Ama hal böyleyken şeytanın ve dostlarının güdümüne girmek işten bile değildir. Sonrasında ise insan ve cin şeytanlarının insanın yakasını bırakmadıkları aşikardır…

Araf 7/202

وَإِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِي الْغَيِّ ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ

Şeytanlara kardeş olanlara gelince, şeytanlar onları azgınlığın içine çekerler, sonra da bundan hiç geri durmazlar. (DİB Meali) 

Tüm bu süreçler ve tehlikeler karşısında insanın sığınabileceği güvenilir korunak neresidir?

Bu sığınağa nasıl girilir?..

Yukarıda fazlaca detayına girmeden, seçilmiş elçiler de dahil olmak üzere, insanın yegâne güvencesinin vahiy olduğu belirtilmişti. Bu tespit uzun uzadıya açıklamalar gerektirmemektedir. Zira; bir imtihan süreci içinde olduğunu kabul eden yeryüzündeki her akıllı varlık için bu yanıt, tartışmasız geçerli bir kabuldür…

Tuhaftır ki ayrışma, bundan sonra başlamaktadır!

Bakara 2/213

كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ وَأَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ ۚ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلَّا الَّذِينَ أُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ ۖ فَهَدَى اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ ۗ وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَىٰ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi. Kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra o konuda ancak; kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir. (DİB Meali) 

İnsanlar arasındaki bu ayrışmada; vahyin hangi kaynaktan, kimin aracılığı ile geldiği üzerinden girilen tartışmalar kişi ve/veya gruplar için belirleyici olmaktadır. Vahyin ana kaynağının Allah, onu getirenin de Cebrail olduğu konusunda genel olarak[4] şüphe yoktur. Problem, beşer ve insan düzleminde baş göstermektedir. Vahiy; her biri beşer olan Nebîler reddedilerek ya da ötekileştirilerek, daha iyi açıklama yaptığına güvenilen kişi ve gruplar üzerinden kurgulanıp Allah’a rağmen[5] paramparça[6] hale getirilmektedir. Sonuçta her grup, elindekiyle gururlanarak ortalığı kasıp kavurmaktadır!..

Rum 30/32

مِنَ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا ۖ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ

Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir. (DVM)

Üzerine odaklanacağımız ayrışma, aslında tam da bu ayette bahsedilen türdendir… Eski ümmetlerin yeni gelen elçiyi beğenmeyip dışlamaları bu yazının konusu değildir. Bu yazıda; önceki yazıda da[7] olduğu gibi Muhammed (as)’i nebilerin sonuncusu kabul eden ve ondan bize intikal eden kitap olan Kur’an’ı tanıyıp iman edenlerin, vahiy ile olan ilişkilerine değinilecektir. Çalışmada “niyet okuması” asla yapılmayacak, sadece meal ve tefsirleri gözümüzün önünde olan müelliflerin; çıkarımlarının kaynağı olan vahyin metnine (Kur’an’a) yapılan ve olsa olsa (haşa) “yaratıcıya editörlük yapmak” şeklinde isimlendirilebilecek türden somut örnekler ele alınacaktır…

Bu söylemi somutlaştıracak başlıklar aşağıdaki gibi derlenmiştir.

  • Gerekçesiz olarak, kelimenin anlamını değiştirme!
  • Gerekçesiz olarak, fiilolan kelimelerin isim olarak (ya da tersi) çevrilmesi!
  • Gerekçesiz olarak, maziolan kelimelerin muzari olarak (ya da tersi) çevrilmesi!
  • Gerekçesiz olarak, müenneskelimelerin müzekker olarak (ya da tersi) çevrilmesi!
  • Gerekçesiz olarak, zamirlerin görülmemesi!
  • Gerekçesiz olarak, akıllı varlıklaraait zamirlerin akılsız varlıklara atfedilmesi!
  • Gerekçesiz olarak, ana metinde olmayan kelimeleri çevirilere ekleyerek anlamı saptırma!
  • Kavramların geldiği vezinlere/Bab’lara ait kurallarının anlama yansıtılmaması!
  • İsm-i Mevsullerin (ilgi zamirleri) bağlantılarının, Kur’an dışından rivayetlerle kurgulanması.

Aslında bu başlıkların her birinin altına, Kur’an çevirileri içerisinden sokulacak tek bir örnek dahi bir cinnet ve cinayet alametidir…

“Kuran Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik! – 1” başlıklı aynı konudaki ilk makalede aslında bu başlıkların hemen her birinden birer ikişer örnek verilmişti. Açıkçası o yazıyı kaleme alırken, verilen örneklerden birinin dahi duyanı hoplatacağını ve bu tür cinayetlere yataklık etmenin ağır sorumluluğunu hissettireceğini ummuştuk. Özellikle; Kur’an üzerine çalışmalar yürüten, meal çıkaran, tefsir yazan, Arapça bilgisiyle övünen ve bundan geçimlik ya da bir ayrıcalık elde etmiş hemen hiç kimsenin, konuya sarıldığına ve bir dönüşüm başlattığına şahit olmadık. Oysa günümüzün teknik olanaklarıyla birçok çözümlemeyi analitik bir yaklaşımla en azından soru(n) olarak ortaya koymak oldukça kolay ve mümkün hale gelmiştir. Esas olan da sorunun kendisidir. Ancak ne yazık ki kendisine soru sorulanlar ya da sorun iletilenler; soruyla değil, soranın kimliği ve yetersizlikleriyle meşgul olmayı tercih ederek, malum ezberlerini topluma empoze etmeyi sürdürmeyi tercih ediyorlar…

Oysa ki “sadece ama sadece vahyin metnine ve kurallarına tamı tamına uyma dirayetini ayakta tutmak” temel kabul olmalı değil midir?

Uygulama ise maalesef hiç de böyle olamamakta, nüzul sebepleri ile kült haline getirilmiş; hikayeler, rivayet ve İsrailiyat’ın yanı sıra insan uydurması yorumlarla geliştirilen müktesebatın baskısı altında kalınarak oluşturulmuş genel kabullerin dışına çıkılamamaktadır. Yani Kur’an’ın kelimeleri; tüm meşru gramer kurallarını hiçe saymak pahasına, kafada var olan ve çoğu İsrailiyat’a ait hikayelere uygun hale getirilmekte, Allah’ın indirdiğinin (tenzil) ve ulaştırdığının (inzal) kendi içindeki (ayetler arası) bağlantılarının hiçbir önemi kalmamaktadır.

Müslümanlar bu bağlamda İsrailiyat’a nispetle “Sebeb-i Nüzûl/Nuzül Sebepleri” başlığı altında bir disiplin oluşturarak kendilerine aşılamaz bir duvar örmüşlerdir.

Sebeb-i nüzûl, iniş sebebi demektir. Kur’ân-ı Kerim’in bazı sure ve ayetlerinin, bir kısım olaylar sebebiyle inmesine bu isim verilmiştir. Her âyet için bir nüzul sebebi yoktur. Nüzul sebeplerini bilmenin yolu sahih hadislerdir. Bir olay birçok âyetin inmesine sebep olabilir. Nüzul sebeplerinin bilinmesi, âyetlerin anlamının ve emredilen şeyin hikmetinin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır. (Kaynak: Diyanet Kur’an Sözlüğü)

Allah’ın (haşa) niyetini okuyan bu disiplin; “âyetlerin anlamının ve emredilen şeyin hikmetinin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır” gibi masum (!) bir maskenin ardında, tüm manalara şekil vermektedirler.

Halbu ki bu Şeytanın metodudur!.. Allah Adem’e şeytanın apaçık bir düşman olduğunu,[8] bulunduğu yerde sıkıntı çekmeyeceğini[9] bildirmesine rağmen şeytan ademe bilgiçlikle yaklaşıp ona yasaklanan şeyin esbab-ı nüzulünü bildireceğini söylemiştir.

Ta Ha 20/120

فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَىٰ شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَا يَبْلَىٰ

Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” (DİB Meali)

Demek ki Adem’e vahiy yetmemiş,[10] bir başkasının vahyi açıklamasının lüzumunu hissetmiştir!..

Günümüz müellifleri için yaklaşık 500 ayet üzerine oluşturulmuş olan Sebeb-i Nüzûl kültü de adeta, konforlu asfalt bir yol gibidir. Ne var ki bu yolu kimin inşa ettiği hiç sorgulanmamakta, tıpkı en baştaki ayette (72/5) belirtilen yaklaşım ile güvenli sanılan bu yol üzerinde sorgulamaksızın seyahat edilmektedir…

Oysa otomobil ile yola çıkıldığında, görülen tabelalar karşısında her sürücü bir tavır geliştirmek zorundadır. Hiç kimse o uyarıların dikkate alınmaması gerektiğini söyleyemez. Çünkü oradaki uyarılar karşılaşılacak fiziki durumların habercisidir. Kur’an ayetleri de tıpkı bu trafik levhaları gibidir. Ancak yaratıcımızın varlık sahnesinde yolumuza diktiği bu tabelalar, nedense hiç dikkate alınmamaktadır. Hür iradesiyle, vahyi ret edenleri bir kenara bırakalım… Ulema, hoca, ilahiyatçı, akademisyen sıfatlarıyla kendisini, Allah’ın belirlediği yol üzerindeki işaretler arasında konumlandırıp insanları yönlendirenleri nasıl değerlendireceğiz?..

Bu sitedeki yazıları yayınlayanların da aynı değerlendirmelere tabi kılınacağı ironisi de akıldan çıkarmadan şöyle bir cevap ile yukarıdaki soruyu da açıklamış olalım…

Öncelikle kişisel olarak kimseye hocalık yapmak ve yol göstermek gibi bir derdimiz olmadığını, hiçbir surette örnek olma iddiamızın da bulunmadığını her fırsatta belirtiyoruz. Bizim yaptığımız şey; insanların yaşamları süresince, yollarının üzerine Allah’ın yerleştirdiği tabelaları, kendimiz için doğru anlama çalışmasıdır. Bu maksatla yolumuz üzerinde şeytanın; Allah’ın tabelalarının tam da önüne diktiği sahte tabelaları[11] gücümüz nispetinde ayıklamaya çalışıyoruz. Sahte tabelaların son derece bildik ve tanıdık olması karşısında nasıl altüst olduğumuz tahmin edilemez!.. Onun için yazının girişindeki Cin 72/5 ayetini, şeytanın doğru yolun üzerine oturacağı vaadiyle, (7/16) insan ve cin şeytanları ayetlerinden[12] bağımsız anlamıyoruz. Ortaya koyduğumuz örnekler ve bu örnekler ile bağlantılı meseleleri; somut, analitik ve üzerinde yorum gerektirmeyen bir platforma oturtmanın aracı olarak ise gramer kurallarının tam olarak belirleyici olduğuna inanıyoruz.[13] Hud 11/2 ayeti orada dururken; Kur’an’ın kendisinin belirlediği ölçüler ile önyargısız olarak kişisel yorumları bir tarafa bırakarak onu anlamaya çalışmanın daha güvenli başka bir yolunu biz bilmiyoruz!.. Yüzeysel bir çalışma ile dahi görülen şudur ki; gelenek adıyla kemikleşmiş müktesebat, hemen her adımına şeytanın çeldiriciler yerleştirdiği bir yapıya dönüşmüştür… Her türlü sorgulamanın önüne set çeken bu yapı, sürü haline getirdiği insanlara sadece nasıl davranılacağını değil nasıl düşünüleceğini de empoze etmektedir. Günümüzde bu yapıya en şiddetli karşı çıkanların bile oradan beslendiklerini görmek akla ziyan bir durumdur. Özellikle Kur’an’ı Kur’an ile anlamalıyız metodunu savunanların, çözümlemelerinde kendilerini bu ilkeye mecbur kılmamaları anlaşılır gibi değildir…

Mesela; metin içindeki görevi, konuları ayrıştırmak ve fiilin muhatabına işaret ederek ayetler arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmak olan İsm-i Mevsulleri, küçücük bir sıkışıklıkta bile yok sayarak konuları kapalı hale getirip sonra da açıklamak için Kur’an dışı kaynaklara sarılmak başka nasıl değerlendirilmelidir? Kur’an’ın ortaya attığı herhangi bir mesele Kur’an içinde anlaşılıp çözülecek yerde; hadis, rivayet, nüzul sebepleri, tarih, arkeoloji, delili muğlak ulema görüşü, İsrailiyat, gelenek ya da insan tercihleriyle şekillenmiş oluşumlar ve yorumlar ile Kur’an dışı kaynaklar tercih edilerek çözümleniyorsa, orada “Kur’an’ı Kur’an ile anlama” ilkesinden bahsedilemez!..

Sözün özü şudur! Kur’an’ı Kur’an ile anlama dışında hiçbir yöntem bizi tatmin etmemektedir. Bir tutam Kur’an, bir tutam rivayet, bir tutam da ulema(!) yorumuna şiddetle karşıyız… İşte tam da bu gerekçeyle kendimize bir yol çizdik ve ilerlemeye çalışıyoruz. Bu yazı da sitemizdeki[14] diğer yazılar da Kur’an’ı anlama çabamızın çıktılarıdır. Bu yaklaşımın temelinde; din gününde herkesin hesabını, bireysel olarak vereceği gerçeği yatmaktadır. Kur’an yaşam süreci içinde; fuadımıza[15] vahyin birliğini değil de yol göstericiliğe soyunan ulemanın güvenilirliğini koymanın, gözleri vahye kapayıp ulema rehberliğinde yola koyulmanın, en hazin sonun başlangıcı olacağını gösteriyor!..

Allah’ın, vahyinde hiçbir şeyi eksik bırakmadığına inanmak, olmazsa olmaz yaklaşım olmalıdır.

Enam 6/38

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ ۚ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ۚ ثُمَّ إِلَىٰ رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

Ne yeryüzüne bağımlı dabbe (cin)’lerden ne de her iki boyutuyla öfkeli (düşman) şekilde durmadan koşturuyor olanlardan (şeytan) hiçbiri sizin emsaliniz olan ümmetlerden başka bir şey değildir. Biz O Kitap’ta hiçbir şeyden eksik bırakmadık. Sonunda hepsi (ümmetlere bölen) rableriyle birlikte, bir araya getirilecekler. [16]

Bu anlayıştan en ufak bir taviz, savrulmayı başlatacaktır. Elinde vahiy olan Adem’e şeytanın yol göstermeye kalkması[17] ve Ademin de buna olanak vermesi,[18] tefsir yoluyla (esbab-ı nuzül) kişi ile vahiy arasına girilerek saptırmanın ilk örneğidir… Tam da bu sebeple Kur’an, ancak Kur’an ile anlaşılmalı, aradaki tüm kişi ve kaynaklar Vahy’in (Allah’ın sözünün) üzerine delil olmaktan çıkarılmalıdır. Ancak ne hazindir ki insanlarımız azimle; “Kur’an yeter!” diyemeyen, dolayısıyla gerçeği ve çözümleri ek kaynaklardan ve/veya insanların oluşturduğu birikimler ile temellendirmeliyiz diyebilen, rabbi nitelikli yol göstericilerin önderliğinden felah bulma gayretindeler… Şeytan denilen unsurun cirit attığı ortamda geleneğe ait müktesebattan kopyala yapıştır yapan müellifler ise maalesef Müslüman olmak arzu ve isteğinde olanları oyalamaktalar…

Bu muazzez dinde ayrıcalıklı bir sınıfın olamayacağı resulün uygulamalarıyla da açıkça belliyken Yahudi ve Hıristiyanların oluşturdukları tüm uygulama ve müesseselerin ihdas edilmiş olması hayret vericidir. Kilise, papaz, havra, rahip, kohen vb tüm rabbiler eleştiriye tabi tutulurken; öğretmenlik ile yetinilmeyip hoca, şeyh, ulema gibi muhtelif titrler altında, işi sırf din olan ve bu işten geçimlik sağlayan ve dinin anlaşılmasını da bilenler topluluğu adı altında ancak bu taifeden oluşan grupların onayına bağlayan sınıflar ihdas edilmesi, ayrı bir tuhaflıktır. Bu olgunun Kur’an’a söylettirilmesi ise işin en acı tarafıdır. Herkesi doğrudan vahye yöneltmek yerine Tevbe 9/11, Neml 27/52, Fussilet 41/3 vb ayetleri, adeta seçkin insanlardan müteşekkil karar verici konsüller oluşturulması gerektiğine delil göstermek, anlaşılır gibi değildir…

Böylesi toplulukların anlayışları; tarih boyunca hâkim siyasi unsurların anlayışları ile harmanlanıp şekillenmiş ve oluşturulan müktesebat da İcma, meshep, tarikat vb adlarla geleceğe miras bırakılarak kemikleştirilmiştir. Hemen her dönemde dünya üzerinde; kalıcılık, geçim, beklenti, menfaat, korku ve diplomasiler üzerine oluşturulan yasaları bina edenlerin değirmenine su taşıyanlar da temelde hep profesyonel din insanları olmuştur…

Muttaki olanlar, varlığa karşı kendini sorumlu addederler. Kur’an ayetlerine verilen çelişkili ve evrensel olmayan manalar ile ilgili ileride sıralayacağımız örneklerin aklı selim üzerinde etki edeceğini umuyoruz.

Vahyin önünde nasıl tuzaklar kurulduğunu anlamaya bir nebze olsun gösterge olabileceği temennisiyle…

Bakara 2/2

ذَٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ۛ فِيهِ ۛ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

İşte o Kitap budur; içinde şüpheye yer yoktur. Müttakîler için rehberdir. (SV Meali)

Hasan Mustafa ARSLAN

[1] Bkz. Kur’an; Araf 7/186; İsra 17/97; Kehf 18/17; Rum 30/29; Sebe 34/24; Zümer 39/23, 36-37; Mümin 40/33; Zuhruf 43/37; Casiye 45/23

[2] Şeytanın insanı aldatması üzerine yapılmış bir çalışmaya şu linkten ulaşılabilir. http://hasanmustafaarslan.com/seytan-ve-faiz-iliskisi/#_ftnref8

[3] Bkz. Kur’an; Hicr 15/42; Nahl 16/99, 100; İsra 17/65; Sebe 34/21;

[4] Bu ifade; ateistler, kitabın elçinin uydurması olduğunu iddia edenler ile Cebrail ve Mikail’e düşman olanların (Bakara 2/97, 98) varlığı sebebiyledir.

[5] Bkz. Kur’an; Hud 11/2

[6] Bkz. Kur’an; Hicr 15/91

[7] Makale; Kuran Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik! – 1; http://www.tuvavadisi.org/kurani-tahrif-ayetlere-anlam-vermede-keyfilik/

[8] Bkz. Kur’an; Ta Ha 20/117

[9] Bkz. Kur’an; Ta Ha 20/118,119

[10] Allah bir insan ile vahiy dışında ilişki kurmaz. Vahyin ne şekilde iletildiği ise Şura 42/51’de belirtilmiştir.

[11] Bkz. Kur’an: Araf 7/16

[12] Bkz. Kuran: Enam 6/112; Nas 114/6

[13] www.tuvavadisi.org sitesinin Metod bölümünde, “Bildiri” başlığı ile yer alan yazının 4. Maddesine bakınız. http://www.tuvavadisi.org/kuranin-cozumsel-yapisi-hakkinda-temel-kabuller-bildiri/

[14] www.tuvavadisi.org

[15] Kur’an’da kalp ile ilgili olarak; 19 yerde Fuad (ف أ د), 168 yerde Kulub (ق ل ب), 46 yerde Sudur (ص د ر) kavramları geçer. Fuad merkezdir ve sabittir. Kulub ise sürekli döner. Duyu organları ile aldığı bilgileri hangi kaynaklar ile (vahy ya da vahiy dışı bilgiler) değerlendirdiği önemlidir. Sudur ise önceki ikisi ile oluşturularak verilen kararlardır. Bu kararı kişi açığa çıkarmayıp içinde saklı tutabilir. (3/29)

[16] Bu ayetin tercümesinin gerekçelerini görmek için lütfen şu makaleyi inceleyiniz: SÜLEYMAN (as) ve ZULKARNEYN -23- KONUŞAN KUŞLAR (3); http://www.tuvavadisi.org/suleyman-as-ve-zulkarneyn-23-konusan-kuslar-3/

[17] Bkz. Kur’an; Ta Ha 20/120

[18] Bkz. Kur’an; Ta Ha 20/115

Önemli Not;

Tüm yazı ve videolarımızda bu çalışmalara başladığımız ilk dönemlerden itibaren ifade ettiğimiz şu gerçeğin bilinmesini önemle rica ederiz. “Ulaşılan bulguların delilleri mümkün olduğu kadar belirtilmesine rağmen, yazı ve videolarımızda ifade edilenlerin tamamı, sadece Kur’an’dan anladıklarımız olup, asla bizzat Kur’an’ın kendisi değildir. Tek amacı; Allah’tan başka hiçkimsenin maddi-manevi tasallutu altına girmeden ve hiç kimseyi de maddi-manevi bir tasallut altına sokmadan Kur’an’ı anlama çabası olan bu çalışmalar, gelişmeye ve geliştirilmeye muhtaç olup, Kur’an üzerinden ulaşılan bulguların tamamı kaynak belirtilmeden herkesin istifadesine açıktır.“

 

 

26) Kuran Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik – 3

GEREKÇESİZ OLARAK KELİMELERİN ANLAMINI DEĞİŞTİRME!

Bir kelimenin anlamını değiştirme işlemi; ya kökleri farklı kelimeleri aynıymış gibi göstererek yapılmaktadır ya da bir kavrama Kur’an mantığı ile düşünüldüğünde asla karşılık olamayacak yaklaşımlar ile manalar verilerek yapılmaktadır. Bütün dillerde kök ya da mastar kelimelerden yeni kelimeler üretilir. Üretilen bu kelimelerin karakteristiği kök kelimeden farklı olmaz. Yani kök anlamı ile anlam bağını koparmaz. Eğer bir fark söz konusuysa zaman içinde o kavramın asıl anlamının unutulup başkalaştığına hükmedilebilir. Kur’an kelimeleri bu çerçevede zaman içinde anlamının bozulması söz konusu edilemeyecek bir yapıya sahiptir. Eğer böyle bir ön kabul ile yola çıkılmadığı taktirde, zaman içinde Kur’an kavramlarının da başkalaşması kabul edilmiş olur ki böylelikle Allah’ın kelimelerine ve kitabına insanların anlayışlarının yön vermesi meşru hale getirilmiş olur.

Günümüzde en sık karşılaşılan durum, anlama sürecinde kişilerin herhangi bir delil ortaya koymadan ve herhangi bir ilkeye yaslanmadan; “Ben böyle anlıyorum!” şeklindeki yaklaşımlarıdır. Allah’ın bir öyle bir böyle şeklinde başka başka anlaşılabilecek bir kitap indirdiğini varsaymak, O’na aleni olarak bir eksiklik ithaf etmektir. Dolayısıyla, güncel ya da tarihteki Arapça edebiyat anlayışı ve başı-ortası-sonu olan metinlere göre düzenlenmiş gramer anlayışı Kur’an üzerinde belirleyici olmamalıdır. Zira insanlar muhataplarına durumunu ifade etmek için; çeşitli konuşma ve yazım sanatları ile ya gizlenerek ya afişe ederek ya başka bir şeyi çağrıştırarak ya da herhangi bir başka amaçla dili eğip bükebilirler. Oysa başı-ortası-sonu olmayan ve gerçeğin ta kendisi olan kitabın sahibinin (haşa); muhatap aldıklarından çekinmesi, …mış gibi yapması, kullarını şaşırtması, onlara tuzak kurmaya yönelik bir söylemi söz konusu dahi edilemez. Allah kitabını kolaylaştırdığını belirtmiştir. Kur’an’ın her kelimesinin her harfinin gerçeğin ta kendisi oluşu; O’nun kelimeleri üzerinde hiç ama hiç kimsenin bir tasarrufta bulunamayacağının, eksiltme ya da ilave yapamayacağının göstergesidir.

Ancak tarih boyunca bu gerçeklik uygulanabilmiş midir?

Uygulanamamış olmalıdır ki hali hazırda sayısız mücmel mesele mevcuttur. Hangi meselelerin anlaşılamamış olduğunu ve Müslümanların O’nu anlamak için çaba sarf edip etmediğini okuyucuların yorumlarına bırakıyoruz. Allah’ın açık, açıklanmış ve musaddîk olan kitabının; milyonlarca ilahiyatçı ve din bilgininin elinde kapalı, anlaşılamayan sayısız mücmel meselelerin kaynağı yapıldığı ve müktesebatın bir tartışmalar çöplüğü haline nasıl getirilmiş olduğu da okuyucuların yorumuna aittir.

Bu bölümde vahye ait kelimelerin anlamlarının nasıl değiştirilmiş olduğuna dair sadece birkaç örnek verilecektir. Bu örnekler geniş tahlillere elbette muhtaçtır. Ancak çalışmamız sadece konuya bakış sağlayacak birkaç çarpıcı örneğe dikkat çekmekle sınırlı kalacaktır. Maalesef bu örneklerin çoğaltılabileceğini söylemeden de geçemeyeceğiz.

Söz konusu örneklerin bunlarla sınırlı kalmamasının yegâne gerekçesinin, Kur’an ayetleri ile kıssalar hakkında oluşmuş ve artık kemikleşmiş (şabloncu) yaklaşımlar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bin yıldır aynı sonucu alacağını bile bile aynı deneyi yapan bir ilahiyat ve geleneksel ulema camiasının Kur’an’ın anlamlarına yön verdiği bir kült, adeta aşılamaz şekilde önümüzde durmaktadır. Gelmiş geçmiş milyonlarca ulema, ilahiyatçı, din görevlisi; Allah tarafından başkasına kul olunmasın denilerek açıklanmış bir kitap olan Kur’an’ı, mücmel meseleler yığını olmaktan kurtaramamıştır. Böyle olunca da açıktan söylenemese de sorun sanki Kur’an’daymış gibi bir davranış gelişmiş ve insanlar; sorunlarının Kur’an tarafından değil de ancak aracı açıklayıcıların geliştirdiği müktesebat tarafından çözülebileceği beklentisine sokulmuştur. Bugün gelinen noktada Kur’an’a inananlar arasında bile “Kur’an her şeyin çözümü için yeter!” demek bir dışlanma gerekçesi haline getirilmiştir… Kur’an ile her şeyini Yüce Allah’ın belirlediği O muazzez din; asırlardır siyaset ve/veya grupların menfaat ilişkileri ile şekillenmiş, Cami kürsüleri insanların Kur’an ile hidayet edildiği yerler olmaktan çıkarılarak adeta din ürünleri satan AVM’lere[1] dönüştürülmüştür. Hemen her fırsatta Kur’an’ın içeriği araçsallaştırılmakta ve herkes O’na kendi biçtiği elbiseyi giydirmeye çalışmaktadır.[2]

Kim ne derse desin; din konularında kendilerini yeterli ve yetkili görenler, toplumları oyalamakta, insanlığa Allah’ın indirdiği kitaptan sadra şifa olacak çözümler sunamamakta ve neredeyse hiçbir konuda insanlığı, Allah’ın dinine ikna edememektedirler. Bu kendini öne çıkaranların saplantıları, hitap ettikleri toplumlarda güvensizlik oluşturmakta ve insanlığın sağlam bilgiler etrafında buluşmasına engel olmaktadır. Böylesi bir geçimlik yolu elbette ki ağır bir sorumluluktur!..

Bu minval üzere aşağıdaki örnekleri ilgilenenlerin değerlendirmelerine sunuyoruz…

1.1.   KADIN KELİMESİ

Kur’an’da; 89 yerde, gelmiş geçmiş hemen tüm ulema tarafından kadın olarak anlamlandırılan ibareler ve bir de Nisa (Kadın) Suresi vardır. Ancak önemli bir detay her nasılsa göz ardı edilmektedir. Kadın olarak anlam verilen kelimelere yakından bakıldığında çok önemli bir fark göze çarpacaktır. Bu fark şudur;

  • Anlam olarak KADINkarşılığı verilen kelimelerin 59’unun kök harfleri n+s+v (ن س و) olan NİSA نِسَٓاءَ[3]
  • Anlam olarak KADINkarşılığı verilen kelimelerin 30’unun kök harfleri ise e+n+s (أ ن ث) olan UNSA اُنْثٰى

Bu farkın fark olarak değerlendirilmemesi, daha da önemlisi sözlüklerde bu kavramların bilinen karşılıklarının ayetlere anlam verme aşamasında farklı olmadıklarına yönelik açıklamaları içermesi dikkate şayandır. Bu durum öylesine kemikleşmiştir ki, geçerli olan meal ve tefsirlerin hiçbirinde üstelik bazı ayetlerde her iki kelimenin aynı ayette yan yana kullanılmasına rağmen, bu kavramların arasındaki fark gözetilmemiştir!..

Dişi ya da kadın olarak anlamlandırılan bu iki kavramın dışında; İMRAET, HURİ, AYN, KASİRATÜ’T TARF, ZEVC kavramları da içerik olarak aynı torbaya atılmış kavramlar olarak kullanılmış ve kullanılmaya devam edilmektedir

1.1.1.  NİSA نِسَٓاءَ

Kök harfleri (ن س و) olan NİSA نِسَٓاءَ kelimesi, Kur’an’da 59 yerde[4]geçer. Kavramın anlamları ile ilgili olarak sözlükte şu bilgiler yer alır:

نِسَاا نِسْوَان نِسْوَة Kelime formları ise, kadınlar demek olup, مَرْاَةsözcüğünün kendi kökünden olmayan çoğullarıdır. Nasıl ki,erkek demek olan مَرْاkelimesininçoğulu da kendi kökünden olmayan قَوْم sözcüğüdür.

لَا يَسْخَرْ قَوْمٌ مِنْ قَوْمٍ عَسَىٰ أَنْ يَكُونُوا خَيْرًا مِنْهُمْ وَلَا نِسَاءٌ مِنْ نِسَاءٍ عَسَىٰ أَنْ يَكُنَّ خَيْرًا مِنْهُنَّBir topluluk diğer bir toplulukla alayetmesin. Belki de onlar, kendilerindendaha iyidirler. Kadınlar dakadınları alaya al mas ın lar. Belkionlar kendilerinden daha iyidirler(49/Hucurat 11); نِسَاؤُكُمْحَرْثٌ لَكُمْ Kadınlarınız, sizin için bir tarladır;(2/Bakara 223); يَا نِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍEy peygamberin hanımları!Siz kadınlardan herhangi biri gibideğilsiniz. (33/Ahzab 32).

Yine Allah buyurur ki: وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَدِينَةِ Şehirde bazı kadınlar da dediler: (12/Yusuf 30); مَا بَالُ النِّسْوَةِ اللَّاتِي قَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ ona sor bakalım, oellerini kesen kadınların maksatlarıne imiş? (12/Yusuf 50).

İnsan bedeninde bir damarınadı olan نَسَا sözcüğünün ikili نَسْيَانِ, çoğulu ise, اَنْسَااşeklindedir.

نسأ/N-s-e

:نَسْء Zaman olarak bir süre gecikmektir. Onun için kadının ay hali gecikip hamile olduğuna dairumutlar belirince نُسِنَتِ اَلمَرْأةُdenir.Bu hal üzere olan kadına ise, نَسُواadı verilmiştir. Bir kişiye uzunömür dilemek, ecelinin geçindenverilmesini dilemek de şöyle ifadeedilir:نَسَاَ اللهُ فِي اَجلِكَ، وَنَسَاَ اللهُ اَجَلَكَ

نَسِیَةُbir şeyi, parası sonradanverilmek kaydıyla, satmaktır [vadeli satış]. Araplarda bir gelenek haline gelen نَسِياkelimesi de bu köktendir. Bu da, normalde gelmiş olan Haram Aylar’ dan bazılarını ertelemektir.Allah buyurur ki: فِي الْكُفْرِ اِنَّمَا النَّسِي اُ زِيَادَةٌ  Nesî’, olsa olsa küfürde fazlalıktır ki, (9/Tevbe 37). Önceki maddede verdiğimiz

Bakara 106. ayeti şu şekilde de okunmuştur: مَا نَنْسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَاBiz bir ayetten her neyi nesh eder veya geciktirirsek, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz (2/Bakara 106), yani, ertelersek. Bu ya onu unutturmak ya da hükmünü iptal etmek şeklinde olur.

مِنْسَاٌkelimesi, bir şeyin kendisiylegeriye itildiği değnektir; Allah buyurur ki: إِلَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَأَتَهُYalnız bir güve böceği yere dayandığı değneğini yiyordu (34/Sebe 14).

نَسُوا kelimesi, içilmesi geciktiğinden katılaşıp su ilave edilerek inceltilen süt, demektir.[5]

Aynı zamanda Kur’an’da dördüncü surenin adı olan NİSA kelimesinin tam karşılığı KADIN / KIZ olmaktadır. Hem sözlük anlamları hem de Kur’an’daki kullanımları bu anlamı pekiştirmektedir.

1.1.2.  UNSA أُنْثٰى

Kök harfleri e+n+s (أ ن ث) olan UNSA أُنْثٰى kelimesi ise Kur’an’da 30 yerde[6]geçer. Anlamları ile ilgili olarak ilginç bir şekilde, Müfredat olarak bilinen sözlükte, kavramın varit olan anlamlarına yönelik açıklama yer almamıştır. Kur’an Kavramları ile ilgili meşhur olan bir sözlükte bu iki kavramı da sadece kadınve dişianlamına yönelten açıklamaların olması ilginçtir.  Oysa ki ayetlere yakından bakıldığında unsa أُنْثٰى kavramının son derece temel konuları ilgilendiren kritik ayetlerde konumlanmış olduğu görülecektir. Kavramın iki ayrı Kur’an sözlüğünde yer alan karşılıkları aşağıdaki gibidir.

 أُنْثَی Kadın kelimesi, erkeğin karşıtıdır. Asıl itibariyle ayırımları cinsel organlarına göre yapılmaktadır. وَمَنْيَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتَ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَیErkek veya kadından her kim inanarak salih amel işlerse.. (4/Nisa 124). Kadınlar, tüm canlılarda, erkeklerden zayıf olduğundan, kendisinde zayıflık bir ölçü haline gelmiştir. Onun için işi zayıf olana kadın denmiştir. Bu anlam itibariyle حَديِدٌ أنيِثٌdenmiştir ki ham demir demektir.

أَرْضٌ أَنِيثٌdeyimi de yumuşak toprakdemektir ve kadınlardaki yumuşaklıkesas alınarak böyle denmiştir.Çok verimli oluşu, kadınlara benzetilerekde böyle denmiş olabilir حُرَّةأَرْضٌve وَلُودَةözgür ve doğurgan toprak,denmesi de bundandır.

Bazı şeylerde kelimenin hükmü erkeğe benzetildiğinden, onların hükümleri de müzekker kabul edildiği gibi, bazı kelimelerin hükümleri de kadına benzetilip hükümleri de müennes kabul edilmiştir. İşte, يَدٌel, أُذُن kulak, خَصْيَة bunlardandır. Sözgelimi, testislere, bu adın verilmesi, أُنْثَيَيْن iki kadın kelimesinin dişi kabul edilmiş olmasındandır.

Yüce Allah’ın: إِنْ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ إِلَّا إِنَاثًا Onlar (müşrikler) O nu (Allah ‘ı) bırakıp birtakım dişilerden başkasına çağırmıyorlar (4/Nisa 117) sözünde bazı müfessirler, kelimenin sözlük anlamını esas alıp derler ki: Çünkü: Mabutlarının adları: الثَّالِثَةَاللَّاتَ وَالْعُزَّىٰ Lat, Uzza ve üçüncüsü Menat (53/Necm 19-20) ayetinde görüldüğü gibi, müennesti, demişlerdir. 

Bir kısmı böyle derken, onların bir kısmı ise -bu yaklaşım daha doğrudur- mananın hükmünü esas almış ve: مُنْفَعِل etki altında olana أَنِيثٌ yumuşak adı verilmiştir. Bu nedenle yumuşak demire de أَنِيثٌ denmektedir. Varlıklar, birbirlerine göre üç grupta toplandığından bu anlam uygun düşmektedir. Şöyle ki:

Bir: فَاعِلٌolup hiç مُنْفَعِلolmayan. Bu sadece Aziz ve Celil olan Yüce Yaratıcıdır. 

İki: Sadece munfail olup fail olmayan. Bunlar da cansız varlıklardır. 

Üç: Bir açıdan munfail, bir açıdan da fail olanlar. Bunlar da melekler, insanlar ve cinler gibi varlıklardır.

Bir açıdan Allah’a karşı münfail konumunda olan bu varlıklar, yaptıklarına karşı ise, fail konumundadırlar. Onların mabutları, munfail olup fail olmayan cansızlar cümlesinden, oldukları için, Yüce Allah onları أُنْثَ dişiler diye adlandırmış, böylece onları delil yönünden susturmuş ve onların, akılla hareket etmeyen, duymayan, görmeyen hatta hiçbir şekilde bir şey yapmayan varlıkların tanrı olduğuna ilişkin inançlarında ne kadar cahil olduklarına dikkatlerini çekmiştir.

Hz. İbrahim’in (a.s): يَا أَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لَا يَسْمَعُ وَلَا يُبْصِرُ وَلَا يُغْنِي عَنْكَ شَيْئًا Babacığım, duymayan, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere ne diye ibadet ediyorsun? (19/Meryem 42) sözü de bu bağlamdadır.

Yüce Allah ‘ın: وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَةَ الَّذِينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمَٰنِ إِنَاثًا Rahman’ın kulları olan melekleri dişiler yaptılar (43/Zuhruf 19) sözü ise, melekler, Allah’ın kızlarıdır, diyenlerin inançlarına göre söylenmiştir.[7]

Yumuşak, yumuşak olmak; Dişi doğurmak, Dişil yapmak, dişilik işareti koymak, dişi kabul etmek, dişi gibi davranmak, dişileşmek; Dişiye benzemek, her türlü davranış ve konuşmalarında kadınmış gibi hareket etmek; Hünsa olmak; Dişi, kadın; İki testis; Hünsa, kadınlaşmış erkek. Yumuşak demir. Kesmeyen / demiri yumuşak kılıç; Dişilik alametleri, Devamlı dişi doğuran; Dişi, dişil, dişileşen; Hünsa, kadın gibi.[8]

Ele almış olduğumuz ve tümüne kadın/dişi/kız olarak anlam verilen, aynı zamanda bir surenin de adı olan Nisa ve Unsa kavramlarının bu tahlilinin tefsir ve meal müellifleri tarafından bilinmiyor olması elbette düşünülemez. Ancak fiili duruma bakılarak birçok mücmel meselenin altında; kavramların anlamlarının, olmadık şekilde değiştirilmesinin yattığı rahatlıkla iddia edilebilir. Bu yazıda amacımız sorunlu ibarelere sadece işaret etmektir. Bu değişikliklerin ayetler ve/veya meseleler üzerindeki etkileri, başka ve çok daha kapsamlı çalışmaların konusudur.

Bu çalışmada sadece kavramların geçtiği bazı ayetler üzerinde birkaç tespit ile maksadın hasıl olacağı düşünülerek konu daha fazla genişletilmeyecektir.

1.1.2.1. “Unsa” Kavramının Kısas ayeti üzerindeki yansıması;

Aşağıdaki ayet, kısas ile ilgili olarak bilinen ve halâ anlaşılmayı bekleyen ayetlerden biridir.

Bakara 2/178

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى ۖ الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِوَالْأُنْثَىٰ بِالْأُنْثَىٰ ۚ فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاءٌ إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ۗ ذَٰلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ ۗ فَمَنِ اعْتَدَىٰ بَعْدَ ذَٰلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir. Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem dolu bir azap vardır. (DİB Meali)

Yukarıdaki ayette iki kez e+n+s kökünden türeyen (وَالْأُنْثَىٰ بِالْأُنْثَىٰ) ünsa kelimesi geçmektedir. Bu ayet, kısas konusunda neden kadına karşı kadının özellikle sayıldığı hakkında kafa karıştıran mücmel (anlaşılması müşkül, çözümsüz) bir ayettir. Zira kadının katilinin erkek, erkeğin katilinin kadın olabileceği aşikardır. Bu durumda erkek katil, kadın makdül olursa; katil olan erkeğin değil de erkeğin tarafından bir kadının mı kısas edilmesi söz konusu edilecektir? Kaldı ki ayette öncesinde sayılan hür olma ve esir olma, her iki cinsi de kapsayan durum belirtir sıfatlardır… Oysa unsa kelimesinin sözlük manaları arasında erkeğin testisleri anlamı da vardır. Kadın olamayacağı her yönüyle açık olan kelime, eğer erkeğin testisleri olarak anlaşılmış olsa ayetin mücmelliği ortadan kalkacaktır…

Ancak her nedense tarih boyunca bu ayette geçen kavram kadın olarak anlaşılmış ve bu anlam üzerinden fıkıh bina edilmiştir.Aynı zamanda da bazı görüş sahipleri tarafından nesh edilmiş ve hükümsüz bir ayet olarak değerlendirilmiştir.

Bu anlayışın insanlığın en acı sosyal yarası olan köleliğe nasıl zemin hazırladığı üzerinde hiç durulmamıştır. Böylelikle hadım edilmiş köleleri tarih boyunca aile namuslarını koruma adına tüm milletler gibi Müslümanlar da ziyadesiyle kullanmışlardır. En büyük hadım etme merkezi olarak göze çarpan Mısır’da, Afrikalı çocukların nasıl ustaca hadım edilerek köleleştşrildiği bilinmektedir. Müslümanların hâkim olduğu ve bilinen çeşitli beldelerde bu eylemin yaygın bir kazanç kapısı haline getirilmiş olması da sır değildir. Zira tarih boyunca zenginler ve saray erkanları tarafından talep gören hadım köleler hiç eksik olmamıştır.

Eğer ayet; “Bir kelimenin kökünün farklılığı onun anlamının da farklılığına delalet eder!” kuralı gereği, söz konusu kavramın anlamları arasında yer alan erkeğin erkekliği ve bunun yok edilmesi şekilde anlaşılmış olsa, hadımlaştırma merkezlerinin Müslümanlar tarafından bir an bile yaşatılmaması ve bu uygulamayı yapanların da aynı şekilde kısas edilmeleri gerekirdi. Ancak ne hazindir ki Arapçası onca kuvvetli eski ulema ve onların güncel takipçileri böyle bir anlayış yerine ayeti mücmel kılıp anlamsızlaştırmayı tercih etmiştir. Hatta çoğunluk ulema, bununla da yetinmeyip çeşitli ayetlerde bahsi geçen “köle azat etme” hükmüne binaen köleliği meşruiyet dairesinde saymaktan da geri kalmamıştır…

Bir insanın hadım edilerek köleleştirilmesine karşı Kur’an’dan bir cezai hüküm çıkarılmamış olması dikkat çekici değil midir?

1.1.2.2. “Unsa” Kavramının Miras ayetleri üzerindeki yansıması;

Miras ayetleri de bu bağlamda sorunlu ayetler arasındadır;

Nisa 4/11

يُوص۪يكُمُ اللّٰهُ ف۪ٓي اَوْلَادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِۚفَاِنْ كُنَّ نِسَٓاءًفَوْقَ اثْنَتَيْنِ فَلَهُنَّ ثُلُثَا مَا تَرَكَۚ وَاِنْ كَانَتْ وَاحِدَةً فَلَهَا النِّصْفُۜ وَلِاَبَوَيْهِ لِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ مِمَّا تَرَكَ اِنْ كَانَ لَهُ وَلَدٌۚ فَاِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ وَلَدٌ وَوَرِثَهُٓ اَبَوَاهُ فَلِاُمِّهِ الثُّلُثُۚ فَاِنْ كَانَ لَهُٓ اِخْوَةٌ فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوص۪ي بِهَٓا اَوْ دَيْنٍۜ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ وَاَبْنَٓاؤُ۬كُمْۚ لَا تَدْرُونَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ لَكُمْ نَفْعًاۚ فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يمًا حَك۪يمًا

Allah, size, çocuklarınız (ın alacağı miras) hakkında, erkeğe iki dişinin payı kadarını emreder. (Çocuklar sadece) ikiden fazla kız iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kız bir ise (mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, anasının hissesi altıda birdir. (Bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar, Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (DİB Meali)

Yukarıdaki ayette iki farklı kökten gelen (n+s+e) Nisa ve (e+n+s) Unsa kelimeleri bir arada ve yan yana kullanılmıştır… Miras ile ilgili başka ayetler de mevcut olmakla beraber bu ayet, her insanı yakından ilgilendiren ve Allah’ın en kesin şekilde sayısal olarak hudutlarını çizdiği miras konusunun bel kemiği olan bir ayettir.

Aslında matematiksel bir çözümleme olarak bildirilmiş olması ve herkesi ilgilendiren bir boyutu olmasından dolayı miras ayetlerinin, hiçbir sorun olmaksızın rahatlıkla ve tüm farklı ihtimalleri sorunsuz şekilde çözüyor olması gerekir. Aksi halde ayetler sağlam bir matematiği yansıtmadığı için, (haşa) Allah’ın bazı durumları boşlukta bıraktığını düşünmek gerekecektir ki böylesi bir durum muhaldir. Ancak maalesef, İslam’da miras konusu, halen bir türlü tam olarak çözümlenememiş tartışmalı alanları olan konulardandır. Dede yetimi, avliyye, kelale gibi başlıklar feraiz konusunun, uygulamada ancak matematiksel düzeltmeler ve yorumlar ile çözümlenebilen başlıklarındandır.

Oysa Allah’ın kelamının, Allah’ın; yarattığı akıllı varlıkların tümünün, tüm problemlerini çözmesi beklenir. Aksi düşünülemez!

Ancak muhteris insanoğlu, tıpkı bu ve diğer birçok meselede olduğu gibi, taassubu ile en sıradan konuları dahi karmaşık ve içinden çıkılamaz hale getirmiş ve getirmeye devam etmektedir…

Köleliğe bakış ve köleliği normalleştirme…

Halen, Nisa 4/11 ayeti vd miras ayetlerinden çıkarımlar yapan İslam Fıkhı, karşı karşıya kalınabilecek tüm miras bölüşüm ihtimallerini çözüme kavuşturamamaktadır. Mirası sayısal olarak detaylı açıklayan hemen ardından da bu hududları aşmayı “Allah’a ve Resulüne başkaldırma…”[9]olarak tanımlayan Allah’ın; yarattığı her insanın her durumuna (haşa) çözüm getirememesi tuhaf değil midir? Özellikle bir sonraki başlık altında ele alınacak fiziksel bir oluşum olan Hermafrodit (çift cinsiyetlilik) ve tıp literatüründe tarif edilmiş, doğuştan anomali içeren çeşitli cinsel sorunları yaşayan gerçek kişilerin istisnai de olsa varlığı ortadayken, bunların durumlarının miras hukukuna yansımamış olması düşünülebilir mi?

Şu bir gerçekti ki fıkıh literatürü, sorunlu konulara çeşitli şekilde yanıtlar bulmaya çalışmıştır. Ancak bunların kaynağı çoğunlukla Kur’an ayetleri değildir!.. Örneğin, tıbbi terminolojideki adı Kastrasyon olan erkekliğin giderilmesi (iğdiş etme) operasyonunun seyrek de olsa Osmanlı Tıbbında nasıl yapılacağı konusu yer alır.[10]Yani konu tıbben de bilinmekte, ölüm oranı yüksek bu tür operasyonların nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği üzerine yazılar yazılmaktadır.

Osmanlı saraylarında kullanılan hadımlar esir tüccarları aracılığı ile değişik merkezlerden sağlanıyordu. Bu merkezler Kuzey-Orta Afrika, Sudan, Mısır, Horasan civarları idi. Bu ticaret çok kazançlı ve gizli bir işti. Kastre edilecek oğlanların toplanması, belli merkezlerde operasyonlara tabi tutulmaları ve yaşıyanların tüccarlar aracılığı ile satılmaları oldukça gizli kalmıştır. Bilinen bir şey varsa, sadece Sudan’da senede ortalama 35.000 küçük Afrika1ı kastre ediliyor ve bunlardan yalnız 3800 tanesi yaşıyordu: Osmanlılarda hadım ticaretine mani olmak ve saraylardaki nüfuslarını kötüye kullanan hadımağalarının idari üstünlüklerine son vermek için en önemli adımı sultan II. Ahmet zamanında sadrazam olan Damat Ali Paşa atmıştır. Damat Ali Paşa 1715 de (H. 1127) de Mısır valisine ve kadısına bir emirname göndererek “Saray-ı saltanatı tavaşi namına havâşî’den kurtarmak için tavâşi yapmak adetini yasaklamıştır. Fakat kendisi bir müddet sonra şehit olduğundan hüküm tatbik edilmemiş bu usül saltanatın kaldırılmasına kadar azalmış olmakla beraber devam etmiştir.[11]

Müslümanların dünyasında, belli merkezlerde açık olarak yapılan bu işlemin yasaklanması Hz. Muhammed’in “Hadımlıktan nehy”[12]ve “Tavaşilikten nehiy”[13]hadisine dayandırılır. Yanı sıra Nisa 4/119 ayetinin “…Allah’ın yarattığını değiştirecekler…”bölümü, birçok ulema tarafından erkekliğin giderilmesi olarak yorumlanmıştır. Ancak bunun “şeytanın yönlendirmesi ile kişinin kendi tercihi” olarak dönüşümü ve Lut kavminin yaptıkları şeklinde anlaşılması, bu sorunu, hadım edenleri değil de hadım edilenleri suçlayarak ve/veya durumları araçsallaştırılarak, mesele daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. 

Tarihçilere göre insanların hadım edilmesinin bilinen tarihi MÖ 4000’lere kadar uzanır. Tarih bilgilerine göre Resulullah döneminde ve sonrasında konuya şiddetle karşı olunması yanı sıra Fıkıhçı ve Tarihçilerimizin de konuya şeklen karşı olmalarına rağmen, İslam devletlerinde Emevilerden itibaren konuya şaşı bakılmış, sonrasında ise tüm İslam devletlerinde özellikle saraylar ve varlıklılar için hadım edilmiş köle ticareti yerleşmiştir. Tarih sürecinde eski Roma döneminde Sinop, Trabzon, Fransa’da Verdun, Mısır’da Asuan, Orta Asyada Semerkant ve Buhara’da kısırlaştırma merkezlerinin varlığı bilinmektedir. Osmanlı döneminde ise İstanbul Fatih’de ki “Kadınlar Pazarı” olarak bilinen semt bu işin bir tür borsası olmuştur.

800’lü yıllardan itibaren Yemen üzerinden geçen bir köle yolu da oluşacaktı. Ziyâdî Hanedanlığı’nın kurduğu bu sistemde Hint köleler, Doğu Afrika limanlarından getirilen Bantu köleler ve Zeyla’da toplanan Habeş, Somalili köleler Aden’e getiriliyor, buradan büyük bir siyahî köle pazarına sahip olan Zebîd şehrine aktarılıyorlardı. Kölelerin büyük bir bölümü buradan Mısır ve Irak bölgesine gönderiliyordu. İçlerinden seçilen en güzel görünümlü ve yeteneklileri ise, en seçkin köle eğitim merkezi olan Medine’ye gönderiliyorlardı. Medine’de Arapça dili, diksiyon, görgü kuralları ve şehre has sıkı bir şarkı tekniği eğitimine tabi tutulduktan sonra fahiş fiyatlarla Bağdat ve Kurtuba gibi metropol şehirlerin saray çevrelerine satılıyorlardı. (158)[14]

Bu bilgi; İslam’ın, saltanat ve siyasal süreçlere payanda yapıldığı dönemlerde köleliğin hem de İslam’ın kalbinde nasıl yer ettirildiğinin sarih bir göstergesidir… Günümüz meal ve tefsir yapıcılarının halâ bu etkilerin dışına çıkıp, Kur’an ayetlerini bir dava konusu yapamayışlarının altında, söz konusu siyasal süreçlerin oluşturduğu kurumsallık yatmaktadır…

1.1.2.3.   “Unsa” Kavramının “Kız çocuklarını diri diri toprağa gömme” konusunda ki yansıması;

Aşağıdaki ayet ise Arap toplumunda cahiliye döneminde kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinin delili olarak sunulur. Bu paralelde birçok hikâye ile de konu pekiştirilir.

Nahl 16/58

وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِالْأُنْثَىٰ ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ

Onlardan biri, kız ile müjdelendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü simsiyah kesilir! (DİB Meali)

İslam tarihi kültüründe, kadının Arap toplumunda değeri olmadığı konusunda birçok anlatım mevcuttur. Tarih boyunca Yahudi, Roma ve eski Yunan kültürlerinde, kadının; değerli, sözü dinlenir, hukuki hakları olan ve bu hakları takip eden bir varlık olduğuna dair uygulamalar yoktur. Oysa Araplar arasında İslamdan önce isimleri annelerine atfedilmiş kabilelerin varlığı söz konusudur. Diğer yandan Orta Krallık döneminde eski Mısır’da, kuzey doğu Afrika’da yaşayan Tuaregler’de anaerkil yapılar dikkat çeker.

Nahl 16/58 ayetinin arka planında empoze edilen tefsir görüşleri; cahiliye döneminde babaların tüm kız çocuklarından memnun olmadığı ve utancına yenik düşenlerin onları diri diri toprağa gömdüğüne dairdir. Bu örneklik hep bir cahiliye dönemi algısı anlayışı olarak pompalanır. İlginç olansa 16/58 ayetinde geçen ve kız çocuğu olarak anlamlandırılan kavramın (لْأُنْثَىٰ) unsa kelimesi olmasıdır!.. 

Oysa kelimenin sözlük karşılığı ve halk arasındaki kullanımı, doğuştan var olan fiziki bir cinsiyet problemini belirtmek içindir…

Bu konu ile ilgili detayları da başka çalışmalara bırakarak cinsiyet sorunları ile ilgili kısa bir bilgiyi aktarmakla yetinelim…

Aşağıdaki bulgular; fiziksel bir oluşum olan Hermafrodit[15](çift cinsiyetlilik) ve tıp literatüründe tarif edilmiş, doğuştan anomali içeren çeşitli cinsel sorunların ne denli yaygın olduğunu göstermek için incelenmeye değerdir. Bu durumun bir istisna olmadığının ve tarih boyunca da var olduğunun biliniyor olmasında yarar vardır…

Aşağıdaki istatistiki bilgiler konuyla ilgili uluslararası bir tıp sitesinden alınmıştır

İntersex ne kadar yaygındır?

Bu soruyu tartışmasız bir şekilde cevaplamak için, öncelikle herkes interseks olarak neyin sayılacağına karar vermeli – aynı zamanda neyin kesinlikle erkek ya da tamamen kadın olarak sayılması gerektiğine karar vermelidir. Bunu yapmak zordur. Penis, interseks sayılmadan önce ne kadar küçük olmalıdır? Görünür bir dış cinsel belirsizlik yoksa, “cinsiyet kromozomu” anomalilerini interseks olarak sayıyor musunuz? (Alice Dreger, Hermafroditler ve Cinsiyetin Tıbbi Buluşu adlı kitabında bu soruyu daha derinlemesine araştırıyor. Dreger, Alice Domurat. 1998. Belirsiz Cinsiyet – ya da Belirsiz Tıp? Birlikte yaşama tedavisinde etik konular. Hastings Merkez Raporu, 28, 3: 24-35.)

İşte bildiklerimiz: Tıp merkezlerindeki uzmanlara, bir çocuğun ne kadar sıklıkla cinsel açıdan ustalık kazandığı konusunda cinsel anlamda uzmanlaşmaya çağıran bir cins olarak çağrıldığını sorarsanız, bu sayı 2000 doğumlarında 1500’den 1’e çıkar. Fakat onlardan çok daha fazla insan, bazıları yaşamda daha sonra ortaya çıkmayacak olan, daha hafif seks anatomisi formları ile doğar.

Aşağıda Brown Üniversitesi araştırmacısı Anne Fausto-Sterling tarafından yayınlanan bir makaleden elde edilen istatistiklerin bir özetini sunuyoruz. (Blackless, Melanie, Anthony Charuvastra, Amanda Derryck, Anne Fausto-Sterling, Karl Lauzanne ve Ellen Lee. 2000. Cinsel olarak ne kadar dimorfikiz? İnceleme ve sentez. Amerikan İnsan Biyolojisi Dergisi 12: 151-166.) Bu makalenin temeli, 1955’ten 1998’e kadar cinsiyet değişimlerinin sıklığı için sayısal tahminler üretmeyi amaçlayan tıbbi literatürün kapsamlı bir incelemesiydi. Konjenital adrenal hiperplazi gibi bu durumlardan bazılarının sıklığının, farklı popülasyonlar için farklılık gösterdiğine dikkat edin. Bu istatistikler yaklaşık değerlerdir.

  • XX ve XY değil / 1,666 doğumdan biri
  • Klinefelter (XXY) / 1.000 doğumdan biri
  • Androgen duyarsızlığı sendromu / 13.000 doğumdan biri
  • Kısmi androjen duyarsızlığı sendromu / 130.000 doğumdan biri
  • Klasik konjenital adrenal hiperplazi / 13.000 doğumdan biri
  • Geç başlangıçlı adrenal hiperplazi / 66 kişiden biri
  • Vajinal agenezisi / 6000 doğumdan biri
  • Ovotestes / 83.000 doğumdan biri
  • İdiyopatik (ayırt edilebilir tıbbi neden yok) / 110.000 doğumdan biri
  • İyatrojenik (tıbbi tedavinin neden olduğu, örneğin hamile anneye uygulanan progestin) / Tahmin yok.
  • 5 alfa redüktaz eksikliği / Tahmin yok.
  • Karışık gonadal disgenez. / Tahmin yok.
  • Komple gonadal disgenezi. / 150.000 doğumda bir
  • Hipospadias (perine veya penil şaft boyunca üretral açıklık) / 2000 doğumdan biri
  • Hipospadias (korona ve glans penis ucu arasındaki üretral açıklık) / 770 doğumdan biri
  • Vücutları standart erkek veya kadınlardan farklı olan toplam insan sayısı / 100 doğumdan biri
  • Genital görünümü “normalleştirmek” için ameliyat olan toplam insan sayısı / 1000 doğumda bir veya iki[16]

Yukarıdaki açıklamalara dikkat edildiğinde cinsellik ile ilgili anomalilikler hiç de az değildir. Hatta zaman zaman bazı bölgelerde bu anomaliliklerin yoğun olarak yaşanmışlığı, haberlere dahi yansımıştır. Tam da bu gerçeklik karşısında, söz konusu anomalilikleri doğuştan taşıyan insanların kendi seçimleri olmayan ama yaşıyor oldukları gerçekliğin, yaşam çizgisi içindeki ilahi düzenlemelerde bir karşılıklarının olmadığını ve bu insanların yaratıcımızın koyduğu fıkıh (hukuk) ve ahlak ilkeleri tarafından dışlandığını düşünmek nasıl bir anlayıştır?

1.1.2.4. “Unsa” Kavramının, yaradılış konusundaki yansıması;

Konuya dikkati çekmek için bu başlık altında son olarak şu ayeti de verelim;

Hucurat 49/13

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنْثَىٰ وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا ۚ إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ

Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır. (DİB Meali)

(Not; Konuyla ilgili hemen tümü aynı manayı veren bu tür çeviri ve oluşturduğu mevcut anlayışa kesinlikle katılmadığımızı belirtmek gerekir. Bu katılmayışımızın gerekçeleri yazının ana konusudur.)

Bu ayet yaradılışın süreçleri ile ilgili önemli bir gösterge ayettir. “…Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık…” şeklinde çevrilen erkek ve dişi ibarelerinin her ikisinin de tür olarak ve oluşum olarak biliniyor olmasına rağmen NEKİRA olarak gelmesi dikkat çekicidir…

Adem’in durumu hakkında bizlere İsa (as) örnek olarak gösterilmektedir. İsa’nın annesi Meryem’in durumunu belirten ayet şöyledir.

Ali İmran 3/36

فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ إِنِّي وَضَعْتُهَا أُنْثَىٰوَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْأُنْثَىٰ ۖ وَإِنِّي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَإِنِّي أُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

Onu doğurunca, “Rabbim!” dedi, “Onu kızdoğurdum.” -Oysa Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir- “Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum.” (DİB Meali)

Ayette geçen ibare NİSA değil, kök harfleri (أ ن ث) e+n+s olan UNSA أُنْثٰى şeklindedir…

Bilindiği üzere İNSAN’ın bilinen ve tekrar eden oluşumu, erkek spermi tarafından dişide hazır bulunan yumurtanın döllenmesiyledir. Tüm unsurlarıyla tas tamam olarak doğmuş olan bir kız bebeğin yumurtalıklarında var olan ve ileride vücut yapısının gelişimiyle paralel aktif hale geçecek olan yumurtaların cinsiyeti meçhuldür (belli değildir). Ancak var olanlar içinde sırası gelip aktif hale geçen yumurta (unsa), uygun koşullar altında sperm (zeker) tarafından döllendikten sonra cinsiyet oluşumu süreci başlayabilecektir…

Onun kelimelerine, dizilişine ve Kur’an gramerinde en ufak bir yanlışlığın, eksikliğin çelişki ya da boşluğun olamayacağını idrak etmiş dirayetli bir zihin, ancak Gerçeğin ta kendisi olan Kur’an’a iman etmiş olabilir…

Buraya kadar aktardığımız örnekler bu çerçevede detaylandırılıp, diğer bağlantılı ayetler ile bütün olarak ortaya konuldukça inanılmaz genişlikte ufukların açılacağı aşikârdır. Gelecek çalışmalarda bu açılımların hangi konuları nasıl vuzuha kavuşturacağına Allah izin verirse hep birlikte tanık olacağız…

1.2.   İNSAN KELİMESİ

Kur’an’da sıkça geçen İNS ve NAS kavramlarının karşılığının her ikisinin de insan olduğu, ins şeklinde geldiğinde tekilinsannas şeklinde geldiğinde ise toplulukyani çoğul olarakinsanlaranlamı yerleşik kabuldür.

Diğer yanda; bir kelimenin kök farklılığının, anlam farkına da tekabül etmesi gerektiği de bir dil kuralıdır. Bu bilgiler ışığında, ele alınan her iki kavramın da aslında farklı köklere sahip olduğunu öncelikle belirtelim!..

  • الْاِنْسَانَEl insanibaresi (أ ن س) (elif+nun+sin) kökünden gelen ve Kur’an’da 97 kullanımı olan bir kelimedir…
  • النَّاسَEnnasibaresi (ن و س) (nun+vav+sin) kökünden gelen ve Kur’an’da 241 kullanımı olan bir kelimedir…

Yukarıda net olarak görülen farkın anlam olarak kavramların geçtiği ayetlere bir yansımasının olmaması düşünülemez. Ancak maalesef mevcut anlayışımız; İNSAN kavramının tekilNAS kavramının ise çoğul olduğu yönündedir. Bununla da yetinmeyip meal ve tefsir yapıcıları tarafından tarih boyunca, BEŞER kavramı da aynı torbaya koyularak tümüne İNSAN manası verilmiştir. Bu yaklaşım başlı başına bir problemdir.

1.2.1.  BEŞER ve İNSAN AYNI ŞEY MİDİR?

بَشَرً Beşer ibaresi (ب ش ر) kökünden gelen ve Kur’an’da 123 kullanımı olan bir kelimedir…

İnsanın yaradılış, davranış ve ilişkileri üzerine en temel ve değişmez kuralların yaratıcımızın bize gönderdiği kitapta yer alması mutlaka gereklidir ve böyledir de… Ancak Müslümanların Allah’ın kelimelerinin en temel prensiplerine olan özensiz yaklaşımları ve çelişkilerle dolu çıkarımları, kitabın yaşamdaki tüm karşılıklarını sorgulanır ve yoruma açık hale getirmiştir.

Beşer ve İnsan kelimeleri; ibare, kök, içerik, zamanlama gibi birçok açıdan farkları olmasına rağmen müelliflerin kelimeleri aynı anlamda saymayı da geçip beşer kelimesinin geçtiği yerlerde ibareyi insan olarak meallerine yansıtmaları akıl alır bir iş değildir.

Örneğin şu ayeti ele alalım;

Meryem 19/20

قَالَتْ أَنَّىٰ يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌوَلَمْ أَكُ بَغِيًّا

Meryem, “Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım hâlde, benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. (DİB Meali)

Ayette geçen beşer kelimesine Türkçe meallerin toplu olarak yer aldığı otuzdan fazla mealin sadece beş tanesinde beşer olarak çevrilmiştir. Ancak onların da bu farkı derinleştirmedikleri diğer ayetlerdeki meal ve tefsirlerinden anlaşılmaktadır. Hemen tüm müellifler beşer kelimesini; insan, erkek, kimse olarak anlamış ve böyle çevirmeyi tercih etmişlerdir.

Onları bu tercihe zorlayan şey hem Yahudilerin Yaradılış tezi hem de NEBİ ve RESUL kavramlarını tanımlayamamış ya da yanlış tanımlamış olmalarıdır.

Müellifler, Allah’ın kitabına editörlük yapmada maalesef sınır tanımamaktadırlar!

Yukarıdaki ayetten hemen altı ayet sonra beşer ve insan kelimeleri aynı ayette geçmektedir;

Meryem 19/26

فَكُلِي وَاشْرَبِي وَقَرِّي عَيْنًا ۖ فَإِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِأَحَدًا فَقُولِي إِنِّي نَذَرْتُ لِلرَّحْمَٰنِ صَوْمًا فَلَنْ أُكَلِّمَ الْيَوْمَ إِنْسِيًّا

“Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, “Şüphesiz ben Rahmân’a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım” de. (DİB Meali)

Bu surenin çevirisinde bahsi geçen meallerden sadece üçü tarafından beşer ve insan kelimeleri görülebilmiştir. Diğerleri الْبَشَرِ beşer kelimesine insan, إِنْسِيًّا insan kelimesine ise ya yukarıdaki mealdeki gibi yine insan” ya da biri, kimse” şeklinde karşılık bulmuşlardır…

1.3.  HİCR SURESİ 15/29 (SEVVEYTUHU KELİMESİ)

Türkçeye de “seviye” anlamında girmiş olan sevveytuhukelimesinin Kök harfleri (س و ي) s+v+y dir. Kur’an’da bu kökten türemiş 49’u fiil, 27’si isim, 5’i sıfat olarak 83 kullanım mevcuttur. Metre, tartı ve ölçekle yapılan, geçerli denkliktir. “Bu elbise, şu elbiseye denktir ya da bu dirhem şu dirheme denktir”;demek için bu kelime kullanılır. Kimi zaman bu kelimeyle, keyfiyet/nitelik ifade edilir. “Bu topluluk şu topluluğa denktir”gibi. Ayrıca bu kelime, geldiği denklikanlamından dolayı adalet anlamında da kullanılır. Musavaat/müsaviyani eşitlik/eşit kelimesi de istivakelimesi de aynı köktendir.

Konumuz olan Hicr 15/29 ayeti şu şekildedir; فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ سَاجِد۪ينَ[Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın! (D. Vakfı Meali)]

Mazi fiil olarak gelen ancak cümlenin başındaki iza edatı ile geniş zamana dönüşen Tef’il Bâbındaki, tekil sevvey-tu-hu kelimesi; Fiil + Zamir + Zamir formda bir ibaredir.

Bu kelime tüm meal ve tefsirlerde; tamamladığım, şekil verdiğim, düzenlediğim, düzgünleştirdiğim, yaradılışını tamamladığımvb şeklinde anlamlandırılmıştır.

Oysa bu kavram Arapça kullanımında bir şeyin bir şeye eşitlenmesiya da denkleştirilmesiiçin kullanılan bir terimdir. Dolayısıyla en az iki tane mefulü olmalıdır. Ayetteki ibarede kelimeye bitişik iki tane zamir mevcuttur. Ancak meallerin tamamında, bu zamirlere karşılık gelen mef’uller kaybolmuştur.

Sevveytuhu ibaresindeki zamirler ortaya çıktığında; “Eşitlenecek olan ya da birbirine denkleştirilecek olan iki şey nedir?” sorusu gelecektir.

Allah (cc) üç ayet önce 15/26. Ayette İnsanı yarattığını belirtmektedir; وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍۚ [Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. (D. Vakfı Meali)]

15/27. Ayette Caan’ın daha önce yaratıldığı belirtilmektedir; وَالْجَٓانَّخَلَقْنَاهُ مِنْ قَبْلُ مِنْ نَارِ السَّمُومِ [Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık. (D. Vakfı Meali)]

15/28. Ayette işler karışmakta ve kavramlar dönüştürülmeye başlanmaktadır. Ayet şöyledir; وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي خَالِقٌ بَشَرًا مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ[Hani Rabbin meleklere demişti ki: «Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insanyaratacağım.» (D. Vakfı Meali)]

  1. ayette Allah (cc) meleklere bir BEŞER yaratacağını söylemektedir. Alıntı yapılan DVM ve diğer meallerin çoğunluğu, tefsirlerin ise tamamı; nekira olarak gelen BEŞER sözünü dayanaksız bir şekilde daha önce yaratılmış olduğu belirtilen, marife (bilinen) İNSAN’a tahvil etmektedirler!

Bu çarpıtma; ayetler arası birçok bağlantının silinmesi ve Yahudi öğretisi olan mevcut “Yaradılış Teorisini” Kur’an görüşüymüş gibi dayatmanın ilk ve temel kaynağıdır. Meallerinde BEŞER / İNSAN farkına kelime olarak yer verenler ise buradaki açığı parantez içi açıklamalar ve Kehf 18/110 ayetine istisnasız aynı şekilde verilen meal ile gidermektedir…

Hicr 15/29 ayetindeki سَوَّيْتُهُ sevveytuhukelimesini; “ona şekil verdiğim, onu düzelttiğim, onu biçimlendirdiğim, onu tesfiye ettiğim, onu tamamladığım” şeklinde çevirmek mümkün değildir.

Burada bilinmeyen (nekira) beşer ile bilinen (marife) insan arasında bir eşitlemedenk hale getirme ya da o ikisini uyumlu hale getirme durumu söz konusudur. Fiil aynı zamanda tef’il bâbında geldiği için anlamın; iyice eşitledi, tam anlamıyla denk hale getirdi şeklindeolması gerekmektedir…

1.4. NİSA 4/1 “MİN NEFSİN VAHİDETİN”

 

Kur’an’ın, Kadın anlamına gelen Nisa suresinin birinci ayeti şöyledir;

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَث۪يرًا وَنِسَٓاءًۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذ۪ي تَسَٓاءَلُونَ بِه۪ وَالْاَرْحَامَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَق۪يبًا

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir. (DİB Meali)

Bu ayette geçen (مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ) “min nefsin vahidetin” ibaresi tartışmalara konu olan bir ibaredir. İbarede (نَفْسٍ) “Nefsin kelimesinin semai müennes kalıpta olmasından ötürü; “bu kelime ilk insanın kadın olduğuna delalet eder” iddiası hemen akla gelmektedir. Ancak kâhir ekseriyet bu yaklaşımı; “NEFS kelimesi Semai Müennes bir kelimedir. Bu sebeple kelimenin müennes kalıpta gelmesi, NEFS kelimesinin dişiyi göstermesine delalet etmez” gerekçesiyle reddetmektedir…

Burada dikkat edilmesi gereken çok daha önemli ve belirleyici bir husus mevcuttur. Zira Arapça’da sayıların belirli ve değişmez kuralları söz konusudur.

Arapçada, sayıya aded, sayılana ma’dud denir.

B – Sayıların Müzekkerlik ve Müenneslik Durumları Aşağıdaki Şekilde Özetlenebilir:

  • 1 ve 2 sayıları:Ma’dûduna (sayılana) uyar ve sıfatı olur
  • 3’den 9’a kadar olan sayılar:Daima ma’dûdunun (müfredinin)aksi olur. Ma’dûd müzekkerse kapalı tâ alır, müennes ise almaz.
  • 10 Sayısı:İki şekilde gelir.

a – Müfred olduğunda; Ma’dûdun (müfredinin) aksi olur. Ma’dûd müzekkerse kapalı tâ alır, müennesse almaz.

b – Mürekkeb olduğunda: Müzekkerlik ve müenneslik bakımından ma’dûduna uyar.

  • 11 ve 12 sayıları:Müzekkerlik ve müenneslik bakımından ma’dûdlarına uyarlar.
  • Ukud Sayılar (20, 30, …, 90):Müzekkerlik ve müennes olma durumlarında değişiklik olmaz.
  • 100, 1.000, 1.000.000 ve katlarında:Müzekkerlik ve müennes olma durumlarında değişiklik olmaz.[17]

Görüleceği üzere Arapça’da sayılan ve sayı arasında karışık gibi görünse de müzekkerlik ve müenneslik açısından sıkı bir bağ mevcuttur. Buna göre ele aldığımız ibarede;

Sayılan (ma’dûd);نَفْسٍ  nefsin (isim / müennes)

Sayı (aded); وَاحِدَةٍvahidetin (sıfat / müennes)

Bu durumda sayının da müennesolması NEFSİN ibaresinin semai müennes olması dışında müennesolduğunun delilidir. Zira sayıda sayılanda müzekker sigada gelebilirdi. Bunun önünde bir engel yoktur. Ancak her şeyin en mükemmelini yapan Allah (cc) bu tamlamayı; sayı ve sayılan, Aded-Madud, Sayı-Temyiz şeklinde göndermemiş, müennes bir kelimeye, münennes bir sıfat (ayetteki Vahid kelimesi sayı değil sıfattır) atfederek sıfat tamlaması olarak belirtmiştir.

Netice olarak; “İnsanlar erkekten türedi, eşi de onun kaburga kemiğinden yapıldı, ilk insanlar için ensest ilişki mübahtı, Nuh (as)’dan sonra şimdiki akrabalık ilişkileri konuldu”şeklindeki Yahudi uydurması yaradılış tezinin Kur’an’da hiçbir karşılığı yoktur!.. Bu iddia Allah’a yapılmış hadsiz bir iftiradır…

1.5. HİCR 15/26 “MİN SALSALİ MİN HAMAİN MESNUN”

Hicr 15/26. Ayette Allah (cc) insanı مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ “min salsali min hamain mesnun” dan yarattığını ifade etmektedir.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍۚ

Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. (D. Vakfı Meali)

Tefsir tarihi boyunca “Şekillenmiş kara balçık” olarak anlamlandırılmış bu kelime grubu, yaradılış ile ilgili tezlerin önünde çekilmiş bir duvar gibidir. Bu üç kelime ile ilgili olarak çok geniş bir tahlil Bu üç kelime ile ilgili olarak çok geniş bir tahlil www.tuvavadisi.orgsitesinde “ZÜLKARNEYN -11- (Kara Balçıklı Göze)”[18]başlığı altında mevcuttur. Kavram, önemine binaen hemen tüm yönleriyle irdelenmiş ve bu alanda oluşmuş kısır yaklaşımların tümüne yepyeni bir kapı aralamıştır. Dolayısıyla bu yazıya uzun alıntılar yapılmayacaktır. Ayetin olması gerektiğine inandığımız meali ve birkaç açıklama ile yetineceğiz. Yukarıdaki ayetin aşağıdaki gibi anlamlandırılması Kur’an bütünlüğü ve bağlantıları açısından çok daha tutarlıdır ve ilgili olduğu konunun önünü açmakta, anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.

Hicr 15/26

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ

Andolsun, insanı bir su kırıntısından, değişmeyen yasa ile belirlenmiş akrabalıklardan yarattık.

Bu ayette حَمَإٍ kelimesi “erkek tarafından oluşturulan akrabalık”anlamındadır. Nitekim sözlük ve lügatların tamamında حَمَإٍ “hamain”kelimesi; bir evlilikte erkek tarafından olan akrabalıkları, tıpkı Kehf 86. ayette geçen حَمِئَةٍ “hamietin” kelimesi ise bir evlilikte kadın tarafından olan akrabalıkları ifade etmek için kullanılan kelimeler olarak anlamlandırılmışlardır. Kelimenin sözlüklerde ve pratik kullanımdaki birinci anlamları bunlardır. Yukarıdaki şekilde verilen mealin kaynaklarının nasıl zorlama ile oluşturulduğunu anlamak için verilen linkteki yazıya müracaat edilmelidir.

Anlamaya çalıştığımız ayetin kelimeleri arasında en başta dikkat edilmesi gereken kelime en sonda gelen مَسْنُونٍ “mesnun” kelimesidir. Bu kelime müzekker bir “ismi mef’ul” yani yapılan bir işten etkilenen nesne konumundadır.[19]

Anlamaya çalıştığımız مَسْنُونٍ “mesnun” kelimesi سنن (sin+nun+nun) kök harflerinden türemiş bir kelimedir. Çok bilinen “sünnet” kelimesi de bu kökten türemiştir. Ayette İsm-i Mef’ul olarak geçtiği ve İsm-i Mef’uller de fiillerden yapıldığı için kelimenin fiil olarak manalarına bakmak durumundayız. Kur’an’da aynı kökten türemiş 21 kelime bulunmaktadır. Kelimenin bu kökündeki fiil manasına bakıldığında kök manaları; “bilemek, keskinleştirmek, inceltmek, belirlemek, yasalaştırmak, kural koymak, bir şeyi sürekli yaparak adet haline getirmek, yöntem yapmak, usul belirlemek”şeklindedir.[20]

Kur’an’da مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ “min salsalin min hamain mesnun” kelimeler grubu Hicr 15/26-28-33 olmak üzere üç ayette aynı şekilde geçmektedir. Salsalkelimesi ise Rahman 55/14 ayetinde bir isim tamlaması içinde gelmiştir. [خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ كَالْفَخَّارِ Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı. (DVM)]

Rahman suresindeki مِنْ صَلْصَالٍ كَالْفَخَّارِ (min salsalin kel fahhar / fahhar gibi salsal) ifadesine verilen meal diğer meallere de örneklik teşkil etmiş ve fahharkelimesinin ateşte pişmiş çamura yani testi, çömlek, seramik gibi şeylere isim olması; böbürlenmenin, övünmenin boş bir toprak testiye vurulduğunda çıkarılan sese benzetilmesinden dolayı olmuştur. Kelimenin aslına bakıldığında ne isim ne de fiil manaları arasında toprak, çamur, pişmek ya da buna benzer bir anlamı bulunmamaktadır.

Diğer yandan birçok ayette, yukarıda verilen üç ayette de; مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ “min salsalin min hamain mesnun”ibaresinden farklı bir ibareyle (تُرَابٍ turab) insanın yaratıldığı materyal toprak olarak belirtilmektedir. (Ali İmran 3/59; Kehf 18/37; Hac 22/5; Rum30/20; Fatır 35/11 Mü’min 40/67)

Bu ibarelerin dışında, anlamı çamur olarak karşılanan ط۪ينٍtiinkelimesi de insanın hammaddesi olarak geçmektedir. (Enam 6/2; Araf 7/12; İsra 17/61; Mü’minun 23/12; Secde 32/7; Saffat 37/11; Sad 38/71-76)

Allah (cc) Hicr 15/26-29 da; yaradılış konusunu (önce) insanın yaratılması ve beşerin yaratılması şeklinde iki ayrı başlık olarak ayırmış olmasına rağmen bunları aynı saymak ve beşerin yaradılışının öncesini görmemek tuhaf bir akıl tutulmasıdır.

1.6. KEHF 18/110 (BEN DE SİZİN GİBİYİM)

Kehf 18/110[21]

قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَىٰ إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَٰهُكُمْ إِلَٰهٌ وَاحِدٌ ۖ فَمَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا

De ki “Ben de tıpkı sizin gibi insanım. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunmaktadır. ….” (A. Bayındır Meali)

De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. ….” (DİB Meali)

De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh’ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. …. (DV Meali)

De ki, “Ben sizin gibi bir insandanbaşka bir şey değilim. Tanrınızın bir tek Tanrı olduğu bana vahyedildi. ….” (Edip Yüksel Meali)

De ki: “Ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki, bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. ….” (Elmalılı Meali)

De ki: “Elbet ben de sizin gibi ölümlü bir insanım: Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. ….” (Mustafa İslamoğlu Meali)

De ki: “Ben de sizin gibi bir insanım. Ancak, tanrınızın bir tek tanrı olduğu bana vahyediliyor. ….” (Yaşar Nuri Öztürk Meali)

Yukarıda alıntılananların dışındaki örnekler ve ayetin devamı, ayetin başlığına verilmiş dipnot linkinden görülebilir.

Bu ayetteki sorun, birkaçı hariç müelliflerin tamamı tarafından ayette geçen بَشَرٌ beşer kelimesinin insan olarak çevirilmesidir. Önceki maddelerde verilen bilgiler ile değerlendirildiğinde, ayet metnine yapılan bu aleni müdahalenin nasıl bir keyfilik olduğu ortadadır… Yaradılış konusundaki hâkim görüşün çıkmaza soktuğu müelliflerden birinin, beşer kelimesine “ölümlü bir insan” karşılığı vermesi ise hem kelimeyi tahrif hem de metinde olmayan bir sıfatı metne yamamaktan başka bir şey değildir.

Ayetteki مِثْلُكُمْ  mislukum kelimesi ise “tıpkı sizin gibi” olarak çevrilmiştir. Halbuki Türkçemize de girmiş olan mesel, emsal, misil kelimeleri birebir eşitlikten ziyade bir benzerliği ortaya koymak için kullanılırlar.

Hicr 15/29 ayetinde geçen سَوَّيْتُهُ sevveytuhu kelimesini; bilinmeyen (nekira) beşer ile bilinen (marife) insan arasında bir eşitlemedenk hale getirme ya da o ikisini uyumlu hale getirmek olduğunu belirtmiştik. (Yukarıda 1.3. sayılı konu) Bu eşitleme neticesinde beşer, insanın misli olmuştur ancak beşerin yaradılış gayesinin gereği olarak bir farkı olması gerekir ki bu fark da beşer olanın vahiy alabilme kabiliyetidir… Ayetin ikinci cümlesi bu farkı ortaya koymaktadır.

Bu açıklamalar çerçevesinde Kehf 18/110 ayetinin girişi şu şekilde olması hem ayetin kelimelerinin insicamı hem de yaradılış bahsi ile ilgili diğer ayetler arasındaki bağlantılar hem de beşer ve insan kelimeleri arasındaki farkı ortaya koyma açısından daha tutarlıdır.

“Ben sizin misliniz olan bir beşerim! (Tek farkımız) Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. ….”

1.7. NİMET (نِعْمَة) KELİMESİ

Kur’an’da (ن ع م) n-a-m kök harflerinden türemiş olan 140 kullanım söz konusudur.

İyi hal/güzel hayat demektir. Nimet (نِعْمَة) kelimesinin dilbilgisi açısından kuruluşu insanın oturuş, biniş gibi hal, tutum, tavır vb davranışlarını tanımlayan sıfatların formundadır. (نَعْمَة)Bu form ise bir fiilin bir kere yapıldığını gösteren bir vuruş ve bir küfür gibi bir kalıptır. Nimet kavramı cins için kullanıldığından hem az hem de çok için geçerlidir…

(نَعِيم) ise bol miktardaki nimettir.

(نَعَم)İse, develere mahsus bir isimdir. Çoğulu (اَنْعَام) şeklindedir. Bu şekilde adlandırılmasının mantığı, devenin en büyük nimet olarak kabul edilmiş olmasındandır. Bununla beraber, bu sözcüğün deve, sığır ve koyun cinsi karışık olduğu da söylenebilir. Ama içinde deve yoksa onlara اَنْعَامdenmez.

Bu sözcüğün اَنْعَمَمِنْهُyani, yumuşattı, kolaylaştırdı kökünden gelmiş olması da doğrudur. [22]

Türkçemize de geçmiş olan nimet sözcüğü tekil bir ibaredir. Arapça kullanımda; tıpkı velîkelimesinin çoğulunun, velilerdeğil de evliyaolduğu gibi, NİMETkelimesinin çoğulu da (اَنْعَامEN’AM’dır.

İlgili ayetlerden birkaçı şu şekildedir.

Bakara 2/40

يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَالَّتِي أَنْعَمْتُعَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ

Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Yalnız benden korkun. (DİB Meali)

  • Bu ayette geçen; نِعْمَتِيَİsim + Zamir / أَنْعَمْتُFiil +Zamir (İf’al Babı)

Bakara 2/47

يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَالَّتِي أَنْعَمْتُعَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ

  • Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın. (DİB Meali)
  • Bu ayette geçen; نِعْمَتِيَİsim + Zamir / أَنْعَمْتُFiil +Zamir (İf’al Babı)

Bakara 2/122

يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَالَّتِي أَنْعَمْتُعَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ

Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi cümle âleme üstün tuttuğumu hatırlayın. (DİB Meali)

  • Bu ayette geçen; نِعْمَتِيَİsim + Zamir / أَنْعَمْتُFiil +Zamir (İf’al Babı)

Bakara 2/150

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ۚ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِيعَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram semtine çevir. İnsanların zulmedenlerinden başkalarının size karşı gösterecekleri bir hüccet olmaması için, her nerede olursanız, yüzlerinizi oranın semtine çevirin, bu hususta onlardan korkmayın. Benden korkun da size olan nimetimi tamamlayayım. Böylece doğru yolu bulursunuz. (DİB Meali Eski)

  • Bu ayette geçen; نِعْمَتِيَİsim + Zamir /

Bakara 2/211

سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَمْ آتَيْنَاهُمْ مِنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ ۗ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَاللَّهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

İsrailoğullarına sor; biz onlara nice açık mucizeler verdik. Kendisine geldikten sonra kim Allah’ın nimetini değiştirirse, (bilsin ki) şüphesiz Allah, cezası pek çetin olandır. (DİB Meali)

  • Bu ayette geçen; نِعْمَةَ İsim

Örnekleri çoğaltmak mümkündür.[23]

Burada temel soru şudur? Fatiha 1/6, Duha 93/11 ve daha birçok ayette geçen “O NİMET” nasıl anlaşılmalıdır?

Nimet konusu geniş bir açıklamayı gerektirmekte olup bu boyutlu açıklama yazının hedefini aşacaktır. Burada sadece; O nimetin “Allah’ın insanların üzerinde hakkı olduğu, insanlığın merkezi”[24]ile ilgili olduğu çıkarımını belirtmekle yetinelim…

  1. SONUÇ

Mevcut mealler ile hâkim olan Kur’an ve Din anlayışlarını, sıradan insanlar oluşturmamıştır. Arapçası kuvvetli, ömrünü din konularına vermiş çeşitli tür ve sınıflamalara tabi tutulabilecek profesyonel din adamlarının, bu yazıya alınamayan daha sayısız karartma örneklerinin nelere mâl olduğu hakkında konuşmak bile abestir! Kur’an metnine bakmadan yapılan keyfi anlamlandırmaların hangi konuları kararttığı ve Müslim olmak için can atan onca insanın yollarının profesyonel din adamları tarafından kesildiğini göstermek için daha nasıl bir izah yöntemi gereklidir!..

Tüm dillerde “hazf” denilen bir gramer kuralı vardır. Bu konu hakkında bir doktora tezinde şöyle bir anlatım mevcuttur.

“Bir şeyi kenarından kırpmak, koparmak, fazlalıkları alarak ona güzel bir şekil vermek ve süslemek; bir şeyden bir kısmını düşürmek, kesmek; bir şeyin kenarından vurmak veya bir kenarına atmak…

Hazf kelimesi, sözlük anlamını çağrıştıracak şekilde temel İslâmî bilimlerinin dilbilim konuları ile iç içe olan alanlarda kavramsal bir anlam kazanmıştır. Zerkeşi (ö.794) ʿUlûmu’l-Kur’ân konularını incelediği kitabında, hazfı kavramsal olarak; “Kelâmdan (sözden) bir cüzün veya (bir söz grubundan bir veya birkaç) cümlenin tamamının bir delile dayanarak düşürülmesi” şeklinde tanımlamaktadır.[25]

Burada ilginç olan Hazf konusunda ez Zerkeşi’nin “Kelâmdan (sözden) bir cüzün veya (bir söz grubundan bir veya birkaç) cümlenin tamamının bir delile dayanarak düşürülmesidir.” şeklindeki tanımıdır. Bugün çok net olarak şu iddia rahatlıkla ileri sürülebilir. Kur’an’ı anlatmaya çalışanlar, ele aldıkları vahiy olan metinde karşılaştıkları marife isim ya da olayları, hikayeler ile hazf etmektedirler. Bu intikalci ve intihalci akım; Kur’an’ın bahsettiği isim, sıfat, zamir ve olayları Kur’an’da arayıp Allah’ın açıklamasına erişmeye çalışmak yerine kolaycılığa başvurarak hazır hikayeleri, rivayetleri ve Kur’an dışı tarihsel olayları kaynakmış gibi görüp hazf ederek, Kur’an dışı her türlü kaynağı Kur’an’a mal etmektedirler. Bu kaynaklar ez Zerkeşi’nin tanımına göre, arka plandaki deliller olarak değerlendirilmekte, ulema tarafından itiraz edilip yok sayılmadığı için de kalıcı bir müktesebata dönüşmektedir.

Günümüzde, üstelik Kur’an ancak Kur’an ile anlaşılmalıdır diyen profesyonel din insanları (ilahiyatçılar) eliyle, bu Kur’an dışı kaynaklar meşrulaştırılmaktadır… Mealleri; baştan aşağı rivayet, esbabı nüzul, İsrailiyat ve eski ulemanın kaynağı gösterilmeyen görüşleriyle dolu olan müelliflerin Allah’a editörlük yapma işlevi, -bu bilgileri Allah’ın ayetlerine hazf edilerek- hız kesmeden sürmektedir…

Hiç kimse her nedense şunu sorgulamamaktadır!..

Bilindiği üzere Mushaf’ın noktalanması, ilk defa hicri 65 yıllarında Abdülmelik ibn-i Mervân (v. 86/705) zamanında başlamıştır. Bu konunun mimarı ise Ebu’l-Esved ed-Düelî (v. 69/688) olup o dönemde İsrailiyat metodu ile Kur’an harekelenmiştir. Kur’an’ı harekeleme işleminin hep ihtiyaçtan olduğu ileri sürülmektedir. Oysa bugün bile; ne bir Arap gazetesi ne bir edebiyat ve tefsir eseri ne bir Arapça tabela ya da ilaç prospektüsü, harekeli yazıyla yazılı değildir. Demek ki hareke asli bir zorunluluk değildir. Kaldı ki ne Hz. Muhammed’in ne de sonraki sahabenin Kur’an metinlerini harekeli yazdırmadığı da ortadadır. Okuyuş farkı olarak belirtilen ve hiç de az sayıda olmayan farklar, aslında Kur’an’ın farklı yorumlarıdır. Bu yüzden vahyin metnine hareke ilave etmek aslında ona bir tür meal vermektir. Günümüz meal yapıcılarının verdikleri meallerin birbirine taban tabana zıt oluşunun sebebi, artık kült olmuş bu harekelere dokunulamadığı için olmalıdır!..

Bugün Kur’an’a yapışmak isteyenler; son Nebî’nin ayrılışının ardından, neredeyse 1400 yıldan buyana hep aynı deneyi yapan ve aynı hatalı sonuçları aldığı halde deneyini sorgulatmaksızın sürdüren ilahiyat laboratuvarının oluşturduğu müktesebatın karanlığına hapsolmuşlardır. Vahyin metni ve gramer kuralları ortada dururken bu kadar gariz çelişkileri ve soru işaretlerini, ürettikleri kendinden menkul istisna kuralları ile ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.

Sonuç ortadadır!..

Müslümanların bugün yapıştıkları mevcut müktesebat, Kur’an’ı insanlara ve onların meydana getirdiği topluluklara yol gösterici niteliğe sahip olma niteliğinden çıkarmıştır. İnsanların; Allah’ın belirlediği Nebî ve Resul olmuş beşerlerin hemen ardından, kendi içlerinden çıkardıkları din adamlarını, Nebî ve Resuller ile ulaştırılmış olan Kur’an’ın önüne geçirmeleri, Adem’den itibaren tekrar ede gelen bir olgudur. Tıpkı İblis’in Ademe Kur’an’ı ilk olarak tefsir etmesi gibi, insanlar tarafından yol gösterici olarak konumlandırılan bu sınıf, -her ne kadar ret edilse de- Müslümanlar arasında da tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların Ahbar ve Ruhbanlarının gördüğü fonksiyonu icra etmektedir. İlginç olan ise bu kanaat önderlerinin; tarih boyunca üretilmiş din anlayışını, siyasi hâkim unsurların şekillendirdiği düşünce kulvarına amade kılmaları ve onunla hareket etmeleridir…

Hasan Mustafa ARSLAN

[1]AVM = Alış Veriş Merkezi

[2]Bkz. Kur’an; Bakara 2/42, “

[3]Arapçada illetli harfler şunlardır: ا، و ،يBu harflere Arapçada illetli harfler denmesinin nedeni, fiil çekimlerinde veya isimlerde meydana gelen harf değişimlerinde bu harflerin diğer harflerden farklı hareket etmesindendir.

[4]Bakara / 49 / نِسَٓاءَكُمْۜİsim + Zamir ; Bakara / 187 / نِسَٓائِكُمْۜİsim + Zamir ; Bakara / 222 / النِّسَٓاءَİsim ; Bakara / 223 / نِسَٓاؤُ۬كُمْİsim + Zamir ; Bakara / 226 / نِسَٓائِهِمْİsim + Zamir ; Bakara / 231 / النِّسَٓاءَİsim ; Bakara / 232 / النِّسَٓاءَİsim ; Bakara / 235 / النِّسَٓاءِİsim ; Bakara / 236 / النِّسَٓاءَİsim ; Âl-i İmrân / 14 / النِّسَٓاءِİsim ; Âl-i İmrân / 42 / نِسَٓاءِİsim ; Âl-i İmrân / 61 / وَنِسَٓاءَنَاBağlaç + İsim + Zamir ; Âl-i İmrân / 61 / وَنِسَٓاءَكُمْBağlaç + İsim + Zamir ; Nisâ / 1 / وَنِسَٓاءًۚBağlaç + İsim ; Nisâ / 3 / النِّسَٓاءِİsim ; Nisâ / 4 / النِّسَٓاءَİsim ; Nisâ / 7 / وَلِلنِّسَٓاءِBağlaç + Harf-i Cer + İsim ; Nisâ / 11 / نِسَٓاءًİsim ; Nisâ / 15 / نِسَٓائِكُمْİsim + Zamir ; Nisâ / 19 / النِّسَٓاءَİsim ; Nisâ / 22 / النِّسَٓاءِİsim ; Nisâ / 23 / نِسَٓائِكُمْİsim + Zamir ; Nisâ / 23 / نِسَٓائِكُمُİsim + Zamir ; Nisâ / 24 / النِّسَٓاءِİsim ; Nisâ / 32 / وَلِلنِّسَٓاءِBağlaç + Harf-i Cer + İsim ; Nisâ / 34 / النِّسَٓاءِİsim ; Nisâ / 43 / النِّسَٓاءَİsim ; Nisâ / 75 / وَالنِّسَٓاءِBağlaç + İsim ; Nisâ / 98 / وَالنِّسَٓاءِBağlaç + İsim ; Nisâ / 127 / النِّسَٓاءِۜİsim ; Nisâ / 127 / النِّسَٓاءِİsim ; Nisâ / 129 / النِّسَٓاءِİsim ; Nisâ / 176 / وَنِسَٓاءًBağlaç + İsim ; Mâide / 6 / النِّسَٓاءَİsim ; A’râf / 81 / النِّسَٓاءِۜİsim ; A’râf / 127 / نِسَٓاءَهُمْۚİsim + Zamir ; A’râf / 141 / نِسَٓاءَكُمْۜİsim + Zamir ; Yûsuf / 30 / نِسْوَةٌİsim ; Yûsuf / 50 / النِّسْوَةِİsim ; İbrahim / 6 / نِسَٓاءَكُمْۜİsim + Zamir ; Nûr / 31 / نِسَٓائِهِنَّİsim + Zamir ; Nûr / 31 / النِّسَٓاءِۖİsim ; Nûr / 60 / النِّسَٓاءِİsim ; Neml / 55 / النِّسَٓاءِۜİsim ; Kasas / 4 / نِسَٓاءَهُمْۜİsim + Zamir ; Ahzâb / 30 / نِسَٓاءَİsim ; Ahzâb / 32 / نِسَٓاءَİsim ; Ahzâb / 32 / النِّسَٓاءِİsim ; Ahzâb / 52 / النِّسَٓاءُİsim ; Ahzâb / 55 / نِسَٓائِهِنَّİsim + Zamir ; Ahzâb / 59 / وَنِسَٓاءِBağlaç + İsim ; Mü’min / 25 / نِسَٓاءَهُمْۜİsim + Zamir ; Fetih / 25 / وَنِسَٓاءٌBağlaç + İsim ; Hucurât / 11 / نِسَٓاءٌİsim ; Hucurât / 11 / نِسَٓاءٍİsim ; Mücâdele / 2 / نِسَٓائِهِمْİsim + Zamir ; Mücâdele / 3 / نِسَٓائِهِمْİsim + Zamir ; Talâk / 1 / النِّسَٓاءَİsim ; Talâk / 4 / نِسَٓائِكُمْİsim + Zamir (Kaynak www.kuranmeali.com)

[5]Müfredat Kur’an Kavramları Sözlüğü Rağıp El-İsfahani, Tercüme Prof. Dr. Abdulbaki Güneş & Yrd. Doç. Mehmet Yolcu; Çıra Yayınları 3. Baskı; (nsy) ve (nse) maddeleri; s. 1055

[6]Bakara / 178 / وَالْاُنْثٰىBağlaç + İsim ; Bakara / 178 / بِالْاُنْثٰىۜHarf-i Cer + İsim ; Âl-i İmrân / 36 / اُنْثٰىۜİsim ; Âl-i İmrân / 36 / كَالْاُنْثٰىۚHarf-i Cer + İsim ; Âl-i İmrân / 195 / اُنْثٰىۚİsim ; Nisâ / 11 / الْاُنْثَيَيْنِۚİsim ; Nisâ / 117 / اِنَاثًاۚİsim ; Nisâ / 124 / اُنْثٰىİsim ; Nisâ / 176 / الْاُنْثَيَيْنِۜİsim ; En’âm / 143 / الْاُنْثَيَيْنِİsim ; En’âm / 143 / الْاُنْثَيَيْنِۜİsim ; En’âm / 144 / الْاُنْثَيَيْنِİsim ; En’âm / 144 / الْاُنْثَيَيْنِۜİsim ; Ra’d / 8 / اُنْثٰىİsim  ; Nahl / 58 / بِالْاُنْثٰىHarf-i Cer + İsim ; Nahl / 97 / اُنْثٰىİsim ; İsrâ / 40 / اِنَاثًاۜİsim ; Fâtır / 11 / اُنْثٰىİsim ; Sâffât / 150 / اِنَاثًاİsim ; Mü’min / 40 / اُنْثٰىİsim ; Fussilet / 47 / اُنْثٰىİsim ; Şûrâ / 49 / اِنَاثًاİsim ; Şûrâ / 50 / وَاِنَاثًاۚBağlaç + İsim ; Zuhruf / 19 / اِنَاثًاۜİsim ; Hucurât / 13 / وَاُنْثٰىBağlaç + İsim ; Necm / 21 / الْاُنْثٰىİsim ; Necm / 27 / الْاُنْثٰىİsim ; Necm / 45 / وَالْاُنْثٰىۙBağlaç + İsim ; Kıyâme / 39 / وَالْاُنْثٰىۜBağlaç + İsim ; Leyl / 3 / وَالْاُنْثٰىۙBağlaç + İsim (Kaynak www.kuranmeali.com)

[7]Age. Müfredat; E-n-s maddesi; s. 102

[8]Bkz. Arapça Türkçe Yeni Sözlük Yrd. Doc. Dr. İlyas Karslı; Ensar Yayınları İst. 2013; s. 116-117

[9]Bkz. Kur’an; Nisa 4/14

[10]Osmanlı Tıbbında Kastrasyonlar/A.Altınbaş; Türk Üroloii Dergisi, Cilt:9, Sayı:3, 1983 s.185

[11]Türk Üroloii Dergisi, Cilt:9, Sayı:3, 1983 s.185

[12]Sahihi Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi Cilt: II, Ank. 1975, s.92

[13]Sahihi Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi Cilt: II, Ank. 1975, s.256

[14]Ahmet N. Özdal, ORTAÇAĞ EKONOMİK EKOSİSTEMİNDE YEMEN’İN KONUMLANDIRILMASI: Tarih Okulu Dergisi (TOD), Mart 2018, Yıl 11, Sayı XXXIII, ss. 189-225.; DOI No: http://dx.doi.org/10.14225/Joh1194; s214

[15]Tıp literatüründe geçerli HERMAFRODİT kavramının, mitolojik HERMES ve AFRODİT kelimelerinin karması olması dikkat çekicidir.

[16]Not; Alıntı otomatik çeviri ile yapıldığı için cümle düşüklükleri olabilir. Orjinali için Bkz.; http://www.isna.org/faq/frequency

[17]Arapça Dilbilgisi NAHİV, Yrd. Doc. Dr. Mustafa Meral Çörtü; M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları No:153, 21.Baskı; s.234

[18]http://www.tuvavadisi.org/zulkarneyn-11-kara-balcikli-goze/

[19]Sülasi mücerred (üç harfli) ve rubai mücerred veya mezid  (dört harfli) fiillerden türetilen ismi mef’uller cümle içinde çoğunlukla sıfat, bazen de isim olarak geçerler. Cümle içinde anlam olarak türetildiği fiilin kök manasının meçhul fiili gibidirler. İsmi mef’uller sadece kök manası müetaaddi (geçişli) olan fiillerden yapılırlar. Kök manası lazım (geçişsiz) olan fiillerden ve isimlerden veya isimleşmiş kelimelerden ismi mef’ul türetilemez.

[20]Yrd. Doç. Dr. İlysa Karslı, Yeni Sözlük SNN md.s.1296

[21]Kaynak : http://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=18&ayet=110Not: Bu linkde yeraldığı halde alıntılanmamış diğer meallere de bakılabilir.

[22]Bkz. Müfredat Kur’an Kavramları Sözlüğü Ragıp El İsfahani; (n a m) md.

[23]Merak edenler şu linkden (http://www.kuranmeali.com/Kokler.php?kok=ن%20ع%20م&sayfa=1) ulaşarak n+a+m kökünden gelen tüm kullanımları görebilir ve ardından 30 ayrı mealde bu kelimelere nasıl anlamlar verildiğine bakabilirler.

[24]Bkz. Kur’an; Ali İmran 3/96/97

[25]KUR’ÂN’DA HAZF; Doktora Tezi Kutbettin Ekinci, T.C. ANKARA Üni. S. B. Enst. Temel İslam Bilimleri (Tefsir) Anabilim Dalı; s. 8

Önemli Not;

Tüm yazı ve videolarımızda bu çalışmalara başladığımız ilk dönemlerden itibaren ifade ettiğimiz şu gerçeğin bilinmesini önemle rica ederiz. “Ulaşılan bulguların delilleri mümkün olduğu kadar belirtilmesine rağmen, yazı ve videolarımızda ifade edilenlerin tamamı, sadece Kur’an’dan anladıklarımız olup, asla bizzat Kur’an’ın kendisi değildir. Tek amacı; Allah’tan başka hiçkimsenin maddi-manevi tasallutu altına girmeden ve hiç kimseyi de maddi-manevi bir tasallut altına sokmadan Kur’an’ı anlama çabası olan bu çalışmalar, gelişmeye ve geliştirilmeye muhtaç olup, Kur’an üzerinden ulaşılan bulguların tamamı kaynak belirtilmeden herkesin istifadesine açıktır.“

 

27) Kuran Ayetlerine Anlam Vermede Keyfilik – 4 (İbrahim as ve Kıble)

Yayınlanma Tarihi: 16 Mayıs 2020

Önceki keyfilik yazıları, bazı başlıklar altında dikkate alınmaması durumunda oluşan anlam facialarına dikkat çekiyordu. Bu yazıda ise din adamlarının yazdıkları meal ve bina ettikleri anlamlar üzerinden kitlelerin zihinlerinde yer etmiş bir algıya dikkat çekilecektir.

Yazıda, öyle detaylı tahlillere girilmeyecektir. Zira kafaları tersine döndüren gerekçeler önemli ölçüde hazırlanmış, minareler çeşitli kılıflara sokulmuştur. Dolayısıyla hangi delil getirilse de kabuk üstüne kabuk bağlamış müktesebatın kırılmasına güç yetirmek neredeyse olanaksız hale gelmiştir…

Ancak ileriki satırlarda yer alan tespit, düz mantıkla ve olması gereken Kur’an tahayyülü ile üzerinde düşünüldüğünde, barındırdığı çelişki hemen kendini ele verecek türdendir…

Bilineceği üzere, halihazırda Müslüman olarak anılan toplulukların şu konuda ortak görüşü bellidir: “Allah Resuller ile farklı kavimlere farklı dinler göndermiştir. “İbrahimî” olarak adlandırılan bu farklı dinlerin tümü meşru olup, Kitapları olduğu gibi şeriatleri ve Kıbleleri de farklıdır.”

Bu çerçevede; [1]

  • İbrahim as Mekke’deki O Beyt’i yani Kâbe’yi inşa etmiş ve insanları buraya davet etmiştir.
  • Musa as ise Ben-i İsrail’i Jerusalem’e (Kudüs) götürmüştür.
  • İbrahim’den sonra, Muhammed’e kadar aradaki tüm resuller görevlerini Jerusalem’de yapmışlardır.
  • 20 asır önce ortaya çıkan İsa’da dinini Jerusalem’de açıklamıştır.
  • Son Nebi ve Resul olan Muhammed as, Mekke’de Resul seçilmiştir. Bakara suresi 143-144 ayetleri inene kadar, onun Kıblesi de Jerusalem’dir (Kudüs). Bu ayetlerin inmesiyle kıble olarak Mekke’ye yönelmiştir.
  • Merkezin İbrahim zamanındaki Kâbe’den Kudüs’e nasıl ve ne zaman döndürüldüğünün delilleri meçhul olsa da[2]bu işin olduğuna kesin inanılır. Dolayısıyla Kudüs Müslümanların ilk Kıblesi, Mekke ise ikinci kıblesidir!..

Bu algı; Kur’an’cı, rivayetçi, tasavvufçu, gelenekçi, modern tüm kendisini Müslüman olarak tanımlayanların ittifak ettikleri ortak görüştür.

Tüm bu algının dayanağı Bakara 2/143-144 ayetleridir…

Bakara 2/143

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهٖيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتٖى كُنْتَ عَلَيْهَا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِ وَاِنْ كَانَتْ لَكَبٖيرَةً اِلَّا عَلَى الَّذٖينَ هَدَى اللّٰهُ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُضٖيعَ اٖيمَانَكُمْ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُفٌ رَحٖيمٌ

Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Resûl’e tabi olanlarla, gerisingeriye dönecekleri ayırd edelim diye kıble yaptık. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. (Diyanet Meali)

Bakara 2/144

قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَٓاءِۚ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَاۖ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ

(Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzünüzü hep onun yönüne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir. (Diyanet Meali)

Yukarıdaki mealin mantığı, aynıyla diğer tüm çevrilere de hâkimdir. Vahyin kelimelerinde adı geçmese dahi, hazf edilen hikâyenin muhatabı Muhammed as kabul edilmiştir. Bu durum okuyucuya parantez ile yansıtılır. Haliyle Muhammed as’e bir kıble değişikliği yaşatılacaksa ortada meşru iki Kıble olmalıdır. O yer, geleneğimizin İsrail olarak tanıttığı Yakub’un da yaşadığı yer olduğuna inanılan Kudüs’tür. Yakup bu şehre yarım günlük mesafede, Jaruselam şehrinin 63 km kuzeyinde, iki dağ arasından geçen bir nehrin iki kıyısına kurulmuş Nablus’ta ikamet etmiştir. Tevrat’a göre Yakup’un burada oturuyor olması bu bölgenin dedesi İbrahim’e vaat edilen Arz-ı Mevud oluşundan dolayıdır…

Bugün hiçbir Müslüman İbrahim as’ı tanımazlık edemez. Zira İbrahim as, ilk günden beri var olan Mekke’deki O Beyt’in ikinci banisidir…

Bakara 2/127

وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” diyorlardı. (Diyanet Meali)

Bu ayeti tüm tefsirler, Kâbe’nin Nuh tufanında yıkıldığına ve İbrahim’in de o yapının temeli üzerine binayı yeniden inşa ettiğine delil getirir.[3] Dolayısıyla herhangi bir Müslümana, “İbrahim Mekke’deki Kâbe’yi mi yükseltti yoksa Jerusalem’deki Mescidi mi?” şeklinde bir soru yöneltilse kesinlikle “Mekke’deki O Beyt, Kâbe” cevabı alınacaktır. Geleneksel anlayışımıza göre de İbrahim as kesinlikle Mekke’deki Kâbe ile irtibatlıdır ve Makam-ı İbrahim[4] buradadır.

Bunun temelinde; Allah (cc)’ın İbrahim’e, onu insanlara önder yapacağı vaadi yatar…

Bakara 2/124

وَاِذِ ابْتَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَاَتَمَّهُنَّۜ قَالَ اِنّ۪ي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ اِمَامًاۜ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۜ قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِم۪ينَ

Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: “Ben seni insanlara önder yapacağım.” İbrahim de, “Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)” demişti. Bunun üzerine Rabbi, “Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz” demişti. (Diyanet Meali)

Tartışmasız anlaşılacağı üzere İbrahim as, bu müjdenin konusu olan önderliği, soyu için de talep etmiştir. Ayette bu talebe verilen cevap da bellidir…

“Zalimler, sözümün kapsamına girmez.”

Ardından, İbrahim as’e verilenlere uyulması bakımından bir de sefihlik[5] ölçüsü konulur.

Bakara 2/130

وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ اِبْرٰه۪يمَ اِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُۜ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَاۚ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِح۪ينَ

Kendini bilmeyenden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz İbrahim’i bu dünyada seçkin kıldık. Şüphesiz o ahirette de iyilerdendir. (Diyanet Meali)

Şu ayetin konusu ise İbrahim as’in, aldığı önderlik müjdesini sürdürecek olan soyuna vasiyetidir.

Bakara 2/132

وَوَصّٰى بِهَٓا اِبْرٰه۪يمُ بَن۪يهِ وَيَعْقُوبُۜ يَا بَنِيَّ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰى لَكُمُ الدّ۪ينَ فَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَۜ

İbrahim, bunu kendi oğullarına da vasiyet etti, Yakub da öyle: “Oğullarım! Allah, sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. Siz de ancak müslümanlar olarak ölün” dedi. (Diyanet Meali)

Ayette sonraki nesil olan Yakub’un da çocuklarına, İbrahim’e verilenleri vasiyet olarak aktardığının belirtilmesi bir bakıma vasiyeti pekiştirmektedir.

Demek ki İbrahim asıldır. O’na uymayanların, soyundan olanları zalim diğer insanlardan olanları ise sefih olarak tanımlanmıştır…

İbrahim’e verilen nedir?

O’na verilen, Millet-e İbrahim çatısı altında, diğer Resullerden farklı ve bağlayıcı olarak Hac konusudur. Ayette “Yoluna gücü yetenlerin o evi (beyti) haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”[6] cümlesinde ifade olunan bu temel konudur. İbrahim (as)’ın, sadece kendinden sonra gelecek Nebî ve Resulleri değil tüm insanlığın Allah’a olan borcunu; yeri, zamanı ve menasikleri ile bir bütün olarak ilgilendiren Hacc bildirisi, onun değişmez alameti farikasıdır…

Konuyu dağıtmadan üzerinden geçtiğimiz ayetlerin haberlerini hatırlayacak olursak…

  • Allah, İbrahim’i insanlığa imam/önder yapıyor. (Bakara 2/124)
  • İbrahim bunu soyu için de istiyor. (Bakara 2/124)
  • Allah, soyundan çıkabilecek zalimlerin bu ahde erişemeyeceğini belirtiyor. (Bakara 2/124)
  • İbrahim O Beyt’in kurallarını (el kavaid) öğreniyor ve haccın menasiklerini tüm insanlığa ilan edip onları çağırıyor. (Hac 22/26-27)
  • Allah, İbrahim’in dininden ancak sefihler yüz çevirir buyuruyor. (Bakara 2/130)
  • İbrahim, dinin tüm gereklerini kendi oğullarına vasiyet ediyor. (Bakara 2/132)
  • Torunu Yakub da İbrahim’in dinini kendi oğullarına vasiyet ediyor… (Bakara 2/132)

Şimdi sorumuzu soralım!..

  • O beyt neresidir?
  • O yer Mekke’deki Beyt ise İbrahim, İsmail ve Muhammed dışındaki diğer resullerin bu beyt ile ilişkileri nedir?..

Yukarıda belirtilen ilgili ayetler son derece açık şekilde ortada dururken, ne geleneğimizde ne de günümüz din adamları arasında; İbrahim soyundan olan tüm Resullerin de İbrahim’e uyması, insanlığın önderleri olarak Hac farizasını Allah’ın belirlediği ve kendilerine vasiyet edilmiş  yer, zaman ve şekillerde yerine getirilmesine öncülük eden önderler olması gerektiği üzerinde durulmaz…

Din anlayışımıza göre, İshak ve İsa (as) arasındaki tüm resuller bölgesel ve kavmi bir kisveye büründürülerek alternatif mekanlarda konumlandırılmıştır…

Eğer aktarılan bilgiler doğruysa; ya söz konusu edilen ayetler yanlıştır (2/132) ya da görevi yerine getirmediği ya da getirmek için mücadele etmemiş durumdaki anılan o muazzez resuller zalim ya da sefih sayılmalıdır (2/130) !..

Konuya şöyle de yaklaşabiliriz… Açık ayetler karşısında, mevcut İslam anlayışı doğrudur denilecekse, bu durumda vahiy çelişkili duruma gelmiş olmaz mı?

………….

Müslüman Din Adamlarının bu ve benzeri sorulara getirdikleri delillerin tümü, Yahudi ve Hristiyanların oluşturup kutsallaştırdıkları kitapları ve tarihi kaynaklarından yapılan alıntılar olmaktadır.

İslam alemi olarak tanımlanan kitlenin zihinlerini tamamen kuşatmış olan anlayışların; oluşturulmuş İsrailiyat malzemeleri yanı sıra hadis ve rivayetlerle elimizdeki vahyin üzerine biçilen yeni bir din elbisesi[7] olması şüphesi ürkütücüdür.

İçinde zerrece şüphe ve çelişki barındırmaması gereken bir Kitab’a inanmak isteyen biri; hal böyleyken önündeki kitaba mevcut din algıları üzerinden nasıl inanıp güvenebilecektir?

Sonuç:

Gelinen noktada, geleneksel din anlayışımız tüm ayrılıklara mavi boncuk dağıtarak onları meşrulaştırmış ve soruların yanıtlarının sadece Kur’an’dan alınması gerekliliği metodunu rafa kaldırmıştır.

“Tüm soruların cevapları Kur’an’da olmalıdır” anlayışı ile ele alındığında Kur’an’da anılan tüm resullerin şehirlerin anası (ümmiyye) ile ilişkisinin bulunması zorunludur. Orası insanlığın (Müslümanların değil) toplanma merkezidir.[8] Bunun dışındaki tüm kurguların İsrailiyat ve rivayetler dışında Kur’an ile hiçbir bağlantısı söz konusu değildir.

Kıble değişikliği konusu derin çelişkiler içermektedir. Rivayetler ile üretilmiş tarihsel veriler tatmin edici değildir. Müslümanların, “Kudüs ilk Kıbledir” anlayışını Tevbe 9/107 de belirtilen (مَسْجِدًا ضِرَارً) Mescid-i Dırar olgusunun karşısına oturtup tartışması gerekirken, Yahudi kurgusu ve Emevî siyasetiyle şekillenmiş tarihsel rivayetler, vahyin üzerine hakim kılınmıştır.

Her şeyden, herkesten hatta vahiyden şüphe edip onu dahi düzeltmeye soyunan din adamları, malum Kur’an tarihindeki figürlerden zalimliğiyle bilinen kişilerden ve onların baskısıyla oluşturulmuş dönüşümlerden en ufak bir şüphe duymamaktadır.

Başta Müslümanlar olmak üzere hemen hiç kimse, O vahyin bilgisini maalesef; arkeolojiye, tarihe, rivayet ve hadislere ya da bilime onaylatmadan kabul etmemektedir. Yani gerçeğin kuşattığı şeyler gerçeğin kendisine amir kılınmaktadır.

Allah’ın muttakilere yol gösterici ve insanların tüm sorunlarına çözüm olması için indirdiği kıstaslar; mistik alandan çıkarılıp, insanlığın sorunlarını çözmek için kullanılmamaktadır. Mevcut anlayışların gölgesinde bugün neredeyse hiç kimse “bu vahiy gerçeğin ta kendisidir” diyememektedir.

İnsanlığın yol göstericisi O Muazzez Vahyi, tarihin bir döneminde Resul aracılığıyla, aymaz topluluklara laf yetiştirmeye indirgeyen öğreti ve çıkarımlar, maalesef halen geçerlidir.

Bugün yarattıklarına; Allah’ın başlangıçtan sonuna kadar değişmeyen temel kaideler üzerinden eksiksiz yol gösterecek ve başka bir kaynağa muhtaç bırakmayan bir kitap göndermiş olabileceğine inanmayan anlayış hakimdir.

Yaratılmış olan birilerinin sözleri, yüzlerce yıl sonrasını aydınlatan ve ışığı sönmeyecek özlü sözler olarak kabul edilebilirken, kâinatın yaratıcısının vahyinin kimilerince, yalnızca tarihin belli dönemini aydınlatabilecek kapasitede görülmesi tam bir zihin yamulmasıdır!..

Gelinen bu inanç zemininde çoğunluk; üstelik inandığını beyan ettiği Son Vahyin eksik bıraktığı kısımlar olduğunu ve bu boşlukların önceki kitapların elimizdeki bilgileriyle doldurulmasını meşru kabul etmektedir. Bu zihniyete sürüklenenlerin asla Kur’an yeter demeye hakları olamayacağı açıktır.

Hasan Mustafa Arslan

[1] Sözü edilen görüşlere kesinlikle katılmadığımız yazının genelinden anlaşılacaktır. Ancak burada yine de belirtmiş olalım.

[2] Bu konuda bir görüş, söz konusu döndürmenin Davud as zamanında olduğu şeklindedir. İlk kıble Kâbe’dir. Beyt-i Makdis’e, Davut aleyhisselam zamanında çevrilmiştir (II. Samuel, 24/16-25).

Bkz. Süleymaniye Vakfı Yayınları Bakara Suresi, A. Bayındır – yayın no19 sh.77, dipnot no121 (Ayrıca 2/143 meali 5. Dipnot – https://suleymaniyevakfimeali.com/Meal/Bakara.htm#143 )

[3] Aslında kafalar buralardan itibaren döndürülmeye başlanmıştır. Zira temellerini olarak çevrilen (الْقَوَاعِدَ) el kavaid kelimesi, “temel olan belirleyici kuralları” ifade etmek için kullanılır. Örneğin “dinin akaidi” de aynı kelimedir. Ancak ayetteki kullanım çoğuldur. Onun içinde tüm mealler bunu “temelleri” diyerek çevirmek zorunda kalmıştır. Oysa bir binanın temelleri değil sadece bir tane temeli olabilir. Diğer yandan çok iyi bilinmektedir ki Haccın menasikleri insanlığa İbrahim as ile aktarılmıştır. Onlarca ayetle sabit olan bu durumun ısrarla o yapının fiziki temeline hamledilmesinin sorumluluğu, bunu sorgulamayanlara aittir.

[4] Bkz. Kur’an, Ali İmran 3/97

[5] SEFİH (السفيه) Ergenlik çağına ulaşmış ve temyiz gücüne sahip olmakla birlikte harcamalarındaki ölçüsüzlük sebebiyle kısıtlı sayılan kimse.

[6] Bkz. Kur’an Ali İmran 3/97

[7] Bkz. Kur’an, Bakara 2/42; Ali İmran 3/71

[8] Bu cümleye itiraz edenler çıkabilecektir. Onlara Ali İmran 3/97 ayetinin orijinal metninden ilgili kelimeye bakmalarını tavsiye ederiz. (النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ)

 

 

28) Asr Suresi

Yayınlanma Tarihi: 9 Aralık 2020

 

(Asr 103/1)

وَالْعَصْرِۙ

KISACA (özetle bildiriyoruz ki)

(Asr 103/2)

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

GÜVENEN, O (bildirilen) SÂLİHATLARI YERİNE GETİREN, BİRBİRLERİNE O (bildirilen) HAKKI ULAŞTIRAN / ŞART KOŞAN, KARŞILIKLI OLARAK ŞİKÂYET ETMEDEN SONUNA KADAR DİRENMEYİ TAVSİYE EDENLERİN DIŞINDA KALAN İNSAN TÜRÜNÜN TAMAMI KESİNLİKLE ÇOK BÜYÜK BİR ZİYAN İÇİNDEDİR.

ASR VE YEMİN

Bir söz; öncesi olmadan, direkt ‘vav’ harfiyle başlıyorsa; bu gramerin özel üslûpları olan ‘iğrâ’, ‘tahzir’ veya ‘yemin’den mutlaka biridir ve her birinin kendisine göre kalıbı vardır. İğrâ üslûbu, bir kişiyi iyi bir şeye teşvik etmek; tahzir üslûbu ise bir kişiyi kötü bir şeyden sakındırmak demektir. Bu üslûplarda fiil, fâil zikredilmeden direkt ‘mef’ul’ (nesne) kullanılır ve kelimenin başına ‘vav’ getirilerek özel bir üslûp olduğu belli edilir. Bu söz eğer yemin üslûbu ise kelimenin son harekesi ‘mecrur’ (esre-kesra) yapılır, ‘iğrâ’ (teşvik) veya ‘tahzir’ (sakındırma) üslûplarından biri ise kelimenin sonu ‘fetha’ (üstün) olarak harekelenir.

Âsım kıraatini esas aldığımızda, kelimenin son harekesi mecrur (esre) olduğu için “burada yemin üslûbu kullanılmıştır” demek zorundayız. Fakat kelimeye konulan harekeleri doğru kabul etmek için kullanılan üslûbun ‘yemin’ üslûbuna uyup uymadığına da bakma zorunluluğu vardır. Bu şekilde başlanan bir sözde yemin üslûbunun olup olmadığını anlamak için sözün devamında şunlar aranır:

  1. Hem sözü söyleyenin hem de söze muhâtap olanın, değerinin yüceliği husûsunda ittifak ettiği ve her iki tarafın da çok iyi bildiği, üzerine yemin edilen şey.
  2. Yemin şartı.
  3. Yeminin cevabı.
  4. Yeminin cevabı olacak cümlenin içinde harekesi fetha (üstün) olan bir ‘lam’ (لَ) harfi.

Kalıp olarak bakldığında, sûrede 2, 3, 4 şıkları bulunmaktadır. Yine de burada bir yemin üslûbunun olabilmesi için kesinlikle ‘a’ şıkkının bilinmesi gerekmektedir. Eğer üzerine yemin edilen şey bilinmez ise veya yemin eden ile yemine muhâtap olanın değer verdikleri ve yüceliği husûsunda ittifak ettikleri bir şey değilse böyle bir yemini yapan ya yemin etmesini bilmiyor ya gramerdeki yemin üslûbunu bilmiyor ya boş yere yemin ediyor ya da muhâtabının neye değer verdiğini bilmiyor demektir. Böylesi bir yeminin de muhâtapları tarafından dikkate alınmaması gerekmektedir. Hatta böylesi bir yemini dikkate almak kesinlikle doğru olmayacaktır.

Âsım b. Behdele kıraatinde وَالْعَصْر  (ve’l asri) şeklinde harekelenen bu kelime, meâllere şöyle yansımıştır:

Andolsun zamana.

(Abdulbaki Gölpınarlı Meâli)

Akıp giden zamana yani insanların tek sermayesi zaman birimine andolsun ki,

(Abdullah Parlıyan Meâli)

Zamana, asırlara, ikindilere, senin peygamberlikle görevlendirildiğin evrensel döneme andolsun!

(Ahmet Tekin Meâli)

Asra yemin olsun ki,

(Ahmet Varol Meâli)

Asra andolsun;

(Ali Bulaç Meâli)

And olsun asra (ikindi namazına, yahud peygamberlik devrine) ki,

(Ali Fikri Yavuz Meâli)

O çağa andolsun ki;

(Bahaeddin Sağlam Meâli)

Zamana yemin olsun ki,

(Bayraktar Bayraklı Meâli)

Çağa ant

(Besim Atalay Meâli)

Asra (akıp giden zamana) yemin olsun ki,

(Cemal Külünkoğlu Meâli)

İkindi vaktine (Asra; çağa) and olsun ki,

(Diyanet İşleri Meâli (Eski))

1,2. Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir.

(Diyanet İşleri Meâli (Yeni))

1, 2, 3. Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak imân edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.*

(Diyanet Vakfı Meâli)

Andolsun akıp giden zamana ki;

(Edip Yüksel Meâli)

Asra yemin olsun ki,

(Elmalılı Hamdi Yazır Meâli)

Kasem olsun ki Asra

(Elmalılı Meâli (Orijinal))

Asra ant olsun,

(Erhan Aktaş Meâli)

Andolsun asra ki,

(Hasan Basri Çantay Meâli)

Asr’a yemîn olsun!

(Hayrat Neşriyat Meâli)

Asra (zamana) and olsun ki.

(İlyas Yorulmaz Meâli)

Zaman hakkı için

(İsmail Hakkı İzmirli)

Andolsun asra.

(Kadri Çelik Meâli)

Akıp gitmekte olan zamana, asra andolsun ki,

(Mahmut Kısa Meâli)

Şu asra yemin olsun ki,

(Mehmet Türk Meâli)

DÜŞÜN zamanın akıp gidişini!

(Muhammed Esed Meâli)

Akıp giden zamana, Asra andolsun ki!

(Mustafa Çavdar Meâli)

SU GİBİ akıp giden zamana andolsun ki;

(Mustafa İslamoğlu Meâli)

Asr’a kasem olsun ki,

(Ömer Nasuhi Bilmen Meâli)

Yemin ederim zamana:

(Suat Yıldırım Meâli)

Asra andolsun ki,

(Süleyman Ateş Meâli)

Çağa yemin ederim ki,

(Süleymaniye Vakfı Meâli)

Andolsun asra!

(Şaban Piriş Meâli)

Asra yemin olsun,

(Ümit Şimşek Meâli)

Yemin olsun zamana/çağa/gündüzün iki ucuna / sabah namazına / ikindi vaktine / Asrısaadet’e ki,

(Yaşar Nuri Öztürk Meâli)

Bu meâllerin tamamına göre orada kullanılan üslûp yemin üslûbudur. Dikkat edilirse tek kelimelik وَالْعَصْرِۙ  (ve’l asri) kelimesine “asra yemin olsun ki” mânâsı verilmiştir. Meâl müelliflerine tek bir kelimeyi “asra yemin olsun ki” şeklinde bir fiil cümlesi hâline getirten şey, kelimenin başındaki ‘ve’ (وَ) harfinin, cümleden düşürülen ‘uksimu bi’ (اقسم ب) fiilinin yerine konulmasının kabul edilmesidir. Yani onlara göre kelimenin başındaki (وَ) ‘ve’ harfi, hazfedilen fiile ve harf-i cer’e işaret etmektedir.

Biraz önce saydığımız, ‘iğrâ, tahzir, yemin’ üslûplarının tamamında hazf vardır. Yani fiilin gizlenmesi şarttır. Fiili açığa çıkardığınızda cümle tamam olur ama bu sefer de kullandığınız üslûp ‘iğrâ, tahzir veya yemin’ üslûbu olmaz, normal bir fiil cümlesi olur. Normal bir fiil cümlesi hâline getirilmesi durumunda ise muhâtabın söylediğinden ‘sakındırma, teşvik veya yemin’ mi kastettiği yani niyeti anlaşılmaz. Yani bu üslûpların temel özelliği; fiilin zikredilmemiş olması, o fiilin yerine ‘ve’ (وَ) edatının getirilmesi ve eğer yemin üslûbu ise bu edattan sonraki kelimenin son harekesinin ‘mecrur’ (esre-kesra) yapılması, eğer iğrâ veya tahzir üslûbu ise yine başa ‘ve’ (وَ) edatının getirilmesi ama edattan sonraki kelimenin son harekesinin mansub (fetha-üstün) yapılmasıdır.

Şekil olarak ‘iğrâ’ ve ‘tahzir’ üslûpları aynıdır. Bunlardan hangisinin kullanıldığı, kelimenin kendisinden (anlamından) anlaşılacaktır. Yemin üslûbu ise şekil yönünden bu iki üslûptan ayrıdır. Çünkü yemin üslûbunda ‘ve’ (وَ) edatından sonra gelen kelimenin harekesi iğrâ ve tahzir üslûbunda olduğu gibi mansub (fetha-üstün) değil, mecrur (esre-kesra)’dur. Örnek verelim:

وَ الصَّبْرَ (ve’s sabr + e) … Sabrı (tavsiye ediyorum)

Meselâ, bu tek kelimenin başında ‘ve’ (وَ) edatının olması ve son harekesinin mansub (fetha-üstün) olmasından dolayı -çok rahat bir şekilde- burada kullanılan üslûp ‘iğrâ’ (teşvik) üslûbudur diyebiliriz. Peki, madem ki şekil açısından ‘tahzir’ (sakındırma) ve ‘iğrâ’ (teşvik) üslûpları birbirinin aynısıdır, neden “burada ‘tahzir’ üslûbu var” demedik de direkt “‘iğrâ’ (teşvik) üslûbu var” dedik? Çünkü ‘sabır’; kendisinden sakındırılacak bir şey değil, kendisine teşvik edilecek bir şeydir. Ama şöyle deseydik:

وَ الشَّيْطَانَ (ve’ş şeytan+e) … Şeytana (dikkat et)

Bu durumda, hiç düşünmeden “burada tahzir (sakındırma) üslûbu kullanılmış” derdik. Çünkü ‘şeytan’ teşvik edilecek biri değildir.

Görüldüğü gibi kalıp olarak her ikisi de ‘ve’ (وَ) edatı ile başlamıştır ve her ikisinde de ‘ve’ edatından sonra gelen kelimenin son harekesi aynıdır. Bu iki üslûp arasındaki farkı ‘kendisine teşvik edilen’ veya ‘kendisinden sakındırılan’ kelimelerin mânâları belirlemektedir. Bu iki üslûbu kullanan kişinin ‘teşvik’ veya ‘sakındırma’ adına seçeceği kelime, konuşmacının ilgili duruma ne kadar vâkıf olup olmadığını da belirlemektedir. Meselâ, baş ağrısından yakınan birine, karın ağrısı ilacı kullanmayı ‘iğrâ’ üslûbu ile teşvik eden birisi, karşısındaki muhâtabı dinlememiş demektir. Ya da kötü birinden bahseden birine teşvik ifade edecek kelimeler seçerek ‘tahzir’ üslûbunu kullanmak, ‘konuya yabancı kalmak’ anlamına gelecektir. Yani bu iki üslûbu kullanacak kişinin kelime seçimi son derece önemlidir.

Bu iki üslûp ile yemin üslûbu arasındaki fark ise ‘ve’ (وَ) edatından sonraki kelimenin son harekesinden anlaşılmaktadır.

وَالْكِتَابَ (ve’l kitab+e) … ‘ve’ (وَ) edatından sonra gelen kelimenin son harekesinin ‘mansub’ (fetha-üstün) olmasından dolayı ‘iğrâ’ veya ‘tahzir’ üslûbudur. Verilmesi gereken mânâ “bu kitabı tavsiye ediyorum” veya “bu kitaba dikkat et” şeklinde olmak zorundadır. Bu iki üslûpta ‘vav’ harfinin gizlediği (hazfettiği) fiiller; teşvik edici, dikkat çekici veya sakındırıcı fiiller olmak zorundadır.

وَالْكِتَابِ (ve’l kitab+i) … ‘ve’ (وَ) edatından sonra gelen kelimenin son harekesinin ‘mecrur’ (kesra-esre) olması halinde bu kesinlikle ‘yemin’ üslûbudur. Verilmesi gereken mânâ “bu kitaba yemin ediyorum” şeklinde olmak zorundadır. Yemin üslûbundaki ‘vav’ harfinin gizlediği fiil ise her zaman ‘uksimu’ (yemin ediyorum) fiilidir. Bazı meâl yazarlarının Kur’an’daki birçok âyeti bu üslûp üzerinden, “şahit olsun, dikkat edin, değerini bilin, düşünün” şeklinde çevirmeleri asla doğru değildir.

Meselâ,

(Tin 95/1)

وَالتّ۪ينِ وَالزَّيْتُونِۙ

(Tin 95/2)

وَطُورِ س۪ين۪ينَۙ

İNCİRİ ve zeytini düşün,

ve Sina Dağını,

(Muhammed Esed Meâli)

İNCİR AĞACI ve zeytin (diyarı) şahittir!

Ulu Sînâ Dağı şahittir!

(Mustafa İslamoğlu Meâli)

İncirin ve Zeytinin hakkı için.

Sina dağının hakkı için

(Süleymaniye Vakfı Meâli)

Bu meâl yazarları (وَ) ‘ve’ harfinden sonra gelen kelimenin son harekesinin ‘mecrur’ (kesra-esre) ve kesinlikle ‘yemin üslûbu’ olmasına rağmen Âsım b. Behdele kıraatine uymamış ve sanki metinde (lütfen kelimelerin son harflerine dikkat edilsin) “ve’t tine, ve’z zeytune, ve’t tura sinine” yazıyormuş gibi bu cümleleri yemin üslûbundan ‘iğrâ’ (teşvik) üslûbuna taşımışlardır. Bu meâl yazarlarının bunu yapabilmeleri için her şeyden önce oradaki ‘hareke’ hatasına dikkat çekmeleri ve itirazlarını gerekçeleriyle birlikte ortaya koymuş olmaları gerekmektedir. Hem bunu yapmamalarının hem de yemin üslûbu olduğu hâlde iğrâ üslûbu mânâsını vermelerinin sebebinin ilkesizlik olduğu âşikârdır; bunun başka bir açıklaması olamaz. Hele bu meâl yazarlarının verdiği “İncir ve zeytin (diyârı) şahittir.” cümlesinde, üzerine yemin edilen kelimenin son harekesi ne ‘iğrâ ve tahzir’ üslûbunda olduğu gibi ‘mansub’ (fetha-üstün)’tur ne de yemin üslûbunda olduğu gibi ‘mecrur’ (esre-kesra)’dur. Bu çeviriye göre ‘vav’dan sonra gelen kelimenin son harekesinin ‘merfû’ (ötre) olması gerekmektedir. Dahası, diğer meâl yazarlarının yaptığı gibi âyete ‘hakkı için’ gibi kelimeler eklemek ne ‘iğrâ ve tahzir’ üslûbuna ne de yemin üslûbuna asla uymamaktadır.

Bu meâl yazarlarını bir kenara bırakarak konumuza dönecek olursak; Âsım b. Behdele kıraatine göre وَالْعَصْرِۙ  (ve’l asri) şeklinde harekeleyerek bu kelimenin, üzerine yemin edilen bir şey hâline getirilmesinin hem gramer kurallarına göre hem de aklî, naklî ve ilmî delillere göre olabilirliği oldukça tartışmalıdır. Çünkü yemin üslûbunda temel şart; ‘üzerine yemin edilen şeyin’ hem yemin eden hem de yemine muhatap olan kişiler tarafından çok iyi biliniyor olmasıdır. Dahası, o şeyin yüksek değeri hususunda her iki tarafın da aynı şeyi kabul etmiş olması gerekmektedir. Zamana hiç değer vermeyen birinin karşısına geçip “zamana yemin ediyorum” denmesi, Türk bayrağına değer vermeyenin karşısına geçip “bayrağa yemin ediyorum” denmesi, hiçbir değer taşımayacağı gibi yemin edenin karşısındaki muhâtabını hiç tanımamış olması anlamına da gelecektir.

Meselâ, risâlete hiç değer vermeyen, kitabı sevmeyen, hatta bilgiyi aktarmak için yazıya ihtiyaç duymayı akıl kıtlığı sayan ‘Mekkeli müşrikler’in karşısına geçip “Risâlete yemin ederim. Resûlün getirdiği kitaba yemin ederim.” denmesi boş ve hatta yemin edeni oldukça gülünç duruma düşüren bir yemin olacaktır. Aynı şekilde, üzerine yemin edilen şeyin muhâtaplar tarafından tanınmayan, bilinmeyen bir şey olması da yemin edeni oldukça kötü duruma sokacaktır. “Üzerine yemin edilen ‘EL ASR’ nedir?” sorusuna geçmeden önce yemin etmenin gerekçeleri üzerinde de durulmalıdır.

Bir kişinin söz söylerken yemine başvurmasının sebebi yani yemin üslûbuna başvurulmasının sebebi hakkında şunlar söylenmiştir:

  • “Yemin kavramı bir sözün veya haberin kesin olduğunu ifade etmek için kullanılır. Özellikle bir işte; bir ısrar, kararlılık göstermek için veya kişinin açık olan bir şeyi başkasına kanıtlamak, inkâr edilen bir konuda yüzleşmek için kullandığı bir araçtır.”
  • “Şimdi biraz da yeminin ne şekilde ortaya çıktığına bakalım. Yeminin çıkış gayesi, bir kimsenin söylediği sözü “doğrulatmak” için bir şahit getirme isteğidir. Bu da Allah’ı şahit tutarak olur.”
  • “Bir diğer görüşe göre ise yeminin çıkış sebebi: Kendisi için yemin edilen şeyin kıymet ve önemine işaret etmek ayrıca dinleyenlerin o şeye karşı dikkatlerinin çekilmesi için çıkmıştır.

(Yrd. Doç. Dr. Muhittin Uysal / Arap dilinde kasem (yemin) / tez)

Alıntı yaptığımız bu tezde, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu’nun, yeminin gerekçeleri hakkında şunları söylediği aktarılmaktadır:

  1. “İslamiyet’ten önceki Arapların içtimai hayatlarında yeminin rolü büyüktür. Kur’an’ı Kerim ise Arapların öteden beri alışageldikleri üslûbu muhafaza etmiştir, yeminler de bu üslûba uygun şekilde gelmiştir.”
  2. “Allah’u Teâlâ inzal ettiği âyetlerini ve delillerini bu türlü yeminlerle teyit etmiştir. Bunda garipsenecek bir şey yoktur.”
  3. “Yemin her zaman her şeyi teyit etmek için değil, bazen de o şeyin kıymetine işaret etmek ve kadrini yüceltmek için kullanılır.”

(Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu / Tefsir Usulü / s.169)

TDV Ansiklopedisindeki ‘yemin’ maddesinde yemin edilmesinin gerekçeleri ve yeminin çeşitleri ile alâkalı fıkhî mezheplerdeki görüşler rivâyetler üzerinden uzun uzun anlatıldıktan sonra (yukarıdaki alıntıların aynısıdır) yeminin hükmü ve yeminin şartları ile alâkalı şunlar söylenmektedir:

Yeminin Hükmü: Yemin kural olarak mubahtır, ancak “gereksiz yere” yemin etmek ve bunu alışkanlık hâline getirmek hoş görülmemiş, sıkça yemin etmek Allah’ın adına karşı bir saygısızlık kabul edilmiştir. Yalan yere yemin ise büyük günahlardandır. Hanefi, Maliki ve Hanbelilere göre yeminlerde aslolan ibahadır, fakat gereksiz yere çok yemin etmek mekruhtur. Şafilere göre ise yemin kural olarak mekruhtur ve bir ihtiyaç olmadıkça yemin edilmemelidir.

Yeminin lafzıyla ilgili şartlar. 1. Yeminin Allah’ın isim ve sıfatlarından biri zikredilerek yahut fakihlerce kabul edilen altı husustan (talâk, i‘tâk, adak, zıhâr, küfür, haram) birinin yer aldığı bir şarta bağlanarak yapılması gerekir. Bu tür yeminlerde lafızların ara vermeden bir defada söylenmesi şartı da aranır. 2. Hangi dilde yemin ediliyorsa o dilde yemin ifade eden sözlerin veya fiil kalıplarının kullanılması şarttır. Arapça’da bunun için yemin harfleri, haber sîgası veya masdar kalıbı kullanılır; meselâ “vallahi”, “uksimu billâh” ve “kasemen billâh” denilir; emir sîgasıyla yemin söz konusu olmaz. Türkçe’de olduğu gibi diğer bir kısım dillerde dilek kipindeki bazı ifadelerle (meselâ Allah’a yemin olsun) yemin edilebilirse de, “Yemin etmek istiyorum” gibi bir cümleyle yahut dua ve beddua sözleriyle yemin olmaz. 3. Yeminin ihtimalli bir şarta bağlanmaması, meselâ “inşallah” veya “görüşümü değiştirmezsem” gibi sözlerin kullanılmaması gerekir. “Bir konuda yemin ederken inşallah diyen kimseye kefâret gerekmez” hadisi (Tirmizî, “en-Nüẕûr vel-eymân, 7) bu hükmün delilidir. Yeminde kullanılan lafızların yorumunda duruma göre sözlük anlamı, örf ve niyet önem kazanır. Hanefîler’e göre yeminin anlamı hakkında önce örfe, sonra dile bakılır. Hanbelîler’e göre sırasıyla şer‘î, örfî ve lugavî mânaya uyulur. Mâlikîler’in bir kısmı fiilî örfü kavlî örfe, bir kısmı şer‘î örfü lugavî örfe, diğer bir kısmı lugavî örfü şer‘î örfe göre öncelikli görür. Bazı Şâfiîler örfü dile, bazıları da dili örfe göre öncelikli saymıştır. Klasik fıkıh kitaplarında bu konuyla ilgili ayrıntılı tahliller bulunmakta, yemin konusunun kapsamını belirlemede örfün önemli bir faktör olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ, “Bu ağaçtan yemeyeceğim”; “Evine ayağımı basmam”; “Et yemeyeceğim” cümlelerine örfte belirli bir anlam yüklenir. Buna göre ağaç denince meyvesi, et denince sığır veya koyun eti, ayak basmam denince eve girmeme mânası anlaşılıyorsa yeminin kapsamı bunlarla sınırlı kabul edilir. Bilhassa kinayeli lafızlarla yapılan yeminlerde niyet belirleyicidir. “Ettiğin yemin arkadaşının anlayacağı mâna üzerinedir” ve, “Yemin, yemin ettirenin niyetine göredir” hadisleri gereği (Müslim, “Eymân”, 20, 21) yemin lafızlarının anlamını ve içeriğini belirlemede niyet esas alınır.”

(TDV Ansiklopedisi / Yemin md. / Müellif; Ertuğrul Boynukalın)

Yemin üslûbunun kullanılmasının gerekçeleri bu şekilde açıklanmaktadır.

Gramer açısından yemin üslûbunun kalıbı ise şu şekilde tarif edilmiştir:

Bir cümlenin tam anlamıyla yemin ifade edebilmesi için;

  1. a) Yemin edatı, b) Yemin fiili c) Üzerine yemin edilen şeye (muksemun bih) sahip olması gerekir.

(Yrd. Doç. Dr. Muhittin Uysal / Arap dilinde kasem (yemin) / tez)

Nahiv kitaplarının tamamında, ‘yemin’ üslûbu özel bir üslûp olarak ayrı bir başlık altında incelenmiş ve bu üslûbun gramer kalıbı, uzun uzadıya açıklanmıştır. Tüm Nahiv kitapları bu üslûbun açıklamasına geçmeden önce yemin üslûbunun kullanılma gerekçesi ile ilgili şunu ifade etmişlerdir:

“Yemin üslûbu, söylenecek sözün veya verilecek haberin anlamını güçlendirmek için kullanılmaktadır. Söze yeminle başlayan bir kimse, yeminle sözünü pekiştirmekte ve haber verdiği şeyden emin olduğunu belirtmek istemektedir.”

(Yrd. Doç. Dr. R. Resul Sevinç / Arapçanın Temel Gramer Kuralları / Özel Gramer Üslûpları / Yemin / s.449)

Buraya kadar aktardığımız alıntılarımızdan özetle yemin üslûbunun tercih edilme sebepleri ile ilgili şu çıkarımlar söz konusudur:

  • Yemin, sözün inanılırlığını arttırmak ve söylenen sözden emin olunduğunu göstermek için yapılır.
  • Yemin, bir şeyin önemine dikkat çekmek için yapılır.

Bir insanın olur olmaz zamanda, olur olmaz şekilde Allah adına yemin etmesi bile doğru görülmezken, Yüce Allah’ın neredeyse her önüne gelen şeye yemin etmiş olması, Yüce Allah’ın o şeylerin önemine dikkat çekmesi olarak açıklanmıştır.  Oysa anlamaya çalıştığımız Asr sûresindeki وَالْعَصْرِۙ  (ve’l asri) ifadesinin ne olduğuna dâir ortaya hiçbir şekilde net bir şey konmamış, tüm açıklamalar ASR kelimesinin bir çok ihtimal barındırdığı yönünde olmuştur. Bu açıklamalara göre Allah yemin ederek Asr denen bir şeyin önemine dikkat çekmesine çekmiştir; ama o şeyin ne olduğu bilinmemektedir. Yukarıya aldığımız meâllerin büyük çoğunluğu Asr kelimesine ‘zaman – akıp giden zaman – su gibi akıp giden zaman – çağ’ gibi anlamlar vermişlerdir. Kimi meâl yazarları ise kelimeye hiç mânâ vermeden, âyette geçtiği gibi “Asra yemin olsun ki” ifadesini meâllerine yansıtmışlardır.

Şimdi, bir an, bu ulemânın dediklerini ve meâl yazarlarının çevirilerini doğru kabul ederek (hâşâ) Yüce Allah’ın zamana yemin ederek dikkatlerimizi zamana çektiğini varsayalım ve Yüce Allah’ın dikkatimizi çektiği ‘zaman’ denilen şeyi anlamaya çalışalım:

Her şeyden önce varlık içinde adına ‘zaman’ diyebileceğimiz bir varlık yoktur. Zaman denilen şey, insan türünün bazı şeylere tanım getirmesi için icat ettiği ‘müsemmâsı’ olmayan sanal bir kavramdır. Yani zaman denilen şey lâfzen vardır ama bu kelimenin kendisine isim olan, zaman diye bir varlık türü yoktur. Bu meâl yazarlarının ve hatta müfessirlerin tamamı dünyanın küre şeklinde olduğunu, ‘saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl, yüzyıl’ gibi kavramların dünya, ay ve güneş üçlüsünün hareketlerini ifade etmek için kullanılan kavramlar olduğunu söylemektedirler. Yani bunlar aslında bir mesafe ölçüsüdür. Kaldı ki ‘saniye, dakika, saat’ gibi kavramlar zaten aslı olmayan tamamen sanal ve üretilmiş kavramlardır. ‘Gün’ kavramı ise dünyanın kendi eksenindeki bir tam turu, ‘ay’ kavramı ise güneş takvimine göre dünyanın güneş etrafındaki ekseninin farklı şekillerdeki duraklarını, yıl kavramı ise güneş takvimine göre dünyanın güneş etrafındaki tam bir turunu ifade etmektedir. Meâl ve tefsir yazarlarının zaman kavramını tarif edişlerini biraz daha açacak olursak onlara göre şöyledir:

  • ‘Salise, saniye, dakika, saat’ kavramları, dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüş mesafesinin sanal olarak üretilen bir ölçü birimi ile ifade edilmesidir.

Genel kabul gören tariflere göre dünyanın etrafı ekvator çizgisinde 40.776 km’dir. Aslına bakılırsa uzunluk ölçü birimleri de sanaldır ve zaten ülkelere ve bölgelere göre farklı uzunluk ölçü birimleri kullanılmaktadır. Yoksa varlık içinde ‘milimetre, santimetre, metre, kilometre’ diyebileceğimiz bir varlık türü yoktur. Sanal ölçü birimlerinin sanal zaman birimleri ile tanımlanması ‘zaman’ kavramı ile ifade edilmiştir. Genel kabule göre ekvator çizgisi üzerinde bir noktayı sabit olarak aldığımızda kendi etrafında bir saatte 1669 km. hızla dönen dünya, o noktaya 24 saat sonra tekrar gelmektedir. İşte bu mesafenin insan tarafından icat edilen ‘saniye, dakika, saat’ şeklinde dilimlenmesi ‘gün’ kavramını ortaya çıkarmaktadır. Fakat aynı ‘gün’ kavramı, ekvator çizgisinden kuzeye ya da güneye inildiğinde farklılık arz etmektedir. İnsanlar ekvator çizgisinde sabitlenen aynı noktaya bir tam turdan sonra gelmelerini, dünyanın güneş ışığı ile olan ilişkisinden anlamaktadırlar. Bu mûtat bir şekilde hiç değişmemektedir. İşte bu sabitlik, insanların ‘saniye, dakika, saat’ kavramlarını türetmesine, hiç değişmeden devam eden bu yasayı ifade etmesine neden olmuştur.

Böyle olmasına rağmen dünya üzerinde bile ‘gün, ay’ kavramları farklılık arzetmektedir. Yani zaman ölçü birimleri mekâna göre değişmekte, ‘göreceli’ hâle gelmektedir. Meselâ, ekvator çizgisinde bir günün 12 saati gündüz, 12 saati karanlıkken; ekvator çizgisinin en kuzeyinde 6 ay gündüz, 6 ay geceye dönmektedir. Yani tâbiri câiz ise oralarda bir gün 24 saat değil, 6 aydır.

Dahası, bu durum sadece dünya üzerinde böyle değildir. Genel kabule göre küre şeklinde olan dünyanın zemininden 100 km dikey olarak yukarı çıkıldığında her 90 dakikada bir güneş doğmaktadır. Yani dünya ile alâkalı olarak bile ‘zaman’ kavramı, sâbitesi olmayan, zaman ve mekâna göre değişen bir şeydir. Kaldı ki ‘zaman’ denilen şey hangi şeyin sâbit alındığına göre de değişmektedir. Meselâ, günlerin oluşumunda sâbite olarak ‘ay’ alındığında bir ay 29.6 güne dönüşmektedir. Yıl 365 gün değil, 354 güne dönüşmektedir. Biraz daha anlaşılsın diye şu örnekleri verelim:

  • 1 Merkür yılı = 88 dünya günü
  • 1 Venüs yılı = 224 dünya günü
  • 1 Mars yılı = 686 dünya günü
  • 1 Jüpiter yılı = 12 dünya yılı
  • 1 Satürn yılı = 30 dünya yılı
  • 1 Uranüs yılı = 85 dünya yılı
  • 1 Neptün yılı = 165 dünya yılı
  • 1 Plüton yılı = 248 dünya yılı

Şimdi, (hâşâ) dikkatimizi çekmek için ‘zamana’ yemin ederek hangi zamana dikkatimizi çekmektedir? Ekvator çizgisindeki zaman mı? Kutuplardaki zaman mı? Atmosferin hemen üstündeki zaman mı? Yoksa diğer gezegenlerin zamanları mı? Zamana yemin eden Allah, hangi sâbite üzerinden belirlenen zamana yemin etmiştir? Ay sâbite olan zamana mı? Güneş sâbite olan zamana mı? Dünyanın dönüş hızına göre belirlenen zaman mı? Ay’ın aldığı şekillere göre belirlenen zaman mı?

Diyelim ki bazı meâl yazarlarının yaptığı gibi üzerine yemin edilen şey ‘çağ, asır, yüzyıl’dır.  İyi ama bunlar da hangi olay sâbite alınıyorsa ona göre değişmektedir. Yani bu kavramlar da sanaldır. Ay takvimine göre bir yüzyıl 35.400 gündür, güneş takvimine göre ise 36.500 gündür.

Neresinden bakarsak bakalım, neresini tutarsak tutalım; asla ilkesi olmayan bu yaklaşım biçimleri dökülmekte, kişiyi gerçeğe değil, meâl ve tefsir yazarlarının hayallerine çekmektedir. Bir kere, Yüce Allah’ın yemin etmesinin hiçbir gerekçesi yoktur ve Yüce Allah’ın, değeri kendisinden daha düşük şeylere yemin edebileceğini söylemek, (hâşâ) Yüce Allah’ı insan-tanrı olarak kabul etmek demek olacaktır. İnsanın etrafını saran trilyonlarca âyet insanın inanmasına yetmeyecek ama Yüce Allah yemin ederek insanları inandıracak, öyle mi? Öyleyse, (hâşâ) “Allah başarılı olamamış” demektir. Çünkü tarih boyunca Yüce Allah’a gönülden teslim olanlar dâima bir avuç olmuştur…

Olaya gramer açısından yaklaştığımızda bile Asr sûresinde bir yeminin olmadığı gün gibi ortadadır. Fakat olur-olmaz şeylere hem de hiç gereği yokken yemin edebilen bir Allah tasavvuru zihinlere yerleşince, bu tasavvur artık her şeye o gözle bakacaktır.

Yemin üslûbunda temel şart; üzerine yemin edilen şeyin yüksek değeri husûsunda hem yemin edenin hem de yemine muhâtap olan kişinin ittifak etmesi gerekmektedir. Üstelik üzerine yemin edilen şeyin her iki taraf açısından çok iyi biliniyor olması gerekmektedir. Ne olduğu husûsunda ‘zaman, çağ, asır, akıp giden zaman, ikindi vakti, dehr’ gibi birçok farklı şey söylenen ‘Asr’ bilinmemekte; ama Yüce Allah bilinmeyen o şeye yemin etmektedir. Âdeta “Allah bir şeye yemin ederek dikkatimizi çekti ama biz onun dikkat çektiği şeyi bilmiyoruz.” denmektedir. Bu tutum, (hâşâ) Yüce Allah’ın dikkat çekmeyi bile doğru dürüst, açıkca ortaya koymadığı sonucuna gitmektedir.

Yüce Allah’ın karmakarışık ve ne olduğu bilinmeyen şeylere yemin edebileceğini tasavvurlarına sığdırabilenler -ki mekruh sayıldığı için bu eylem kınanır,- Allah’ı anlattıkları yanılgısıyla, üstelik en çok da değer açısından kendinden düşük şeylere yemin edebilen bir Allah tasavvurunu kendilerine değer verip kulak kesilen zavallı insanlara dikte etmeyi başarmışlardır. Üstelik ne üzerine yemin ettiği bilinmese bile Kur’an âyetlerini ısrarla yemin üslûbu üzerinden harekelendirmeye ve anlamlandırmaya devam etmişlerdir.

  • Harıl harıl koşan atlara yemin olsun ki, tırnaklarıyla ateş çıkaranlara yemin olsun ki, sabah vakti baskın yapanlara yemin olsun ki, toz duman koparanlara yemin olsun ki… (Âdiyât sûresi)

Aklı başında bir vicdanın asla kabul etmeyeceği bu üslûp Yüce Allah’a yakıştırılabilmiştir. Üstelik hiçbir gramer ilkesine uymamasına rağmen. İşte, bu tasavvura sahip akıllar, ne olduğu bilinmeyen ve aslî olarak olmayan ‘sanal’ bir zaman kavramı üzerine Yüce Allah’ın yemin edebileceğini ifade etmişlerdir.

Oysa âyette geçen ‘ASR’ kelimesi; ‘bir şeyin özünü çıkarmak, bir şeyin aslını oluşturan şeyi meydana çıkarmak, bir şeyin hülâsası, özeti, ana fikri’ anlamına gelmektedir. Bir meyvenin özünü oluşturan ve o meyveye tadını ve özelliğini veren suyuna ‘usâre’ denmektedir. O meyve suyu olmadan, meyve, tadı tuzu olmayan posadan başka bir şey değildir. Yani ‘asr’ kelimesi bir şeyin özünü oluşturan asıldır.

“Kur’an’ın tamamı ne anlatıyor?” diye bir soru sorarsak vereceğimiz en güzel cevap “Asr sûresi”dir. Çünkü Kur’an baştan sona, Yüce Allah’a gönülden teslim olanların sağlam bir yol üzerinde olduklarını, imân etmeyenlerin ise yolsuz yordamsız kaldıklarını, bu dünyada ve âhirette asla mutlu olamayacaklarını anlatmaktadır. Kur’an baştan sona, insan türünü Allah’a imâna davet etmekte, imân edilmediği takdirde insan türünün ziyan içinde olacağını bildirmektedir. İşte bu sûre, Kur’an’ın birçok yerinde çeşitli şekillerde anlatılanı bir hülâsa şeklinde bildirmektedir. Kur’an’ın tamamında anlatılanların en kısa ve en özet şeklinde ifade edilmesidir.

En baştaki وَالْعَصْرِ (ve’l asr) ifadesinde bir yemin üslûbu değil, ‘iğrâ’ (teşvik) üslûbu vardır. Fakat en başta açıkladığımız gibi burada ‘iğrâ’ üslûbunun olabilmesi için kelimenin son harekesinin ‘asri’ değil ‘asre’ şeklinde olması gerekmektedir. Aslı noktasız ve harekesiz olan Kur’an’a, kendi içtihatlarıyla hareke ve nokta koyanların tasavvurunda Yüce Allah’ın özgür yarattığı insanın ‘köle-cariye’ olması, alınıp satılması sorun teşkil etmemektedir. Yakınan eşlerin adam edilmesi için dövülmesi sorun teşkil etmemektedir, mürtedin öldürülmesi sorun teşkil etmemektedir. Allah’ın (hâşâ) saptıran bir Allah olması sorun teşkil etmemektedir. (Hâşâ) Arap olan bir Allah sorun teşkil etmemektedir. İşte onların tasavvurlarındaki dünya, tasavvurlarındaki insan, tasavvurlarındaki Allah nasılsa -ki bu şekildedir, bu Kur’an’a da bu tasavvurları doğrultusunda nokta ve hareke tercihinde bulunmuşlardır.

En baştaki وَالْعَصْرِ (ve’l asr) ifadesinin son harekesini ‘iğrâ’ üslûbu gereği ‘mansub’ (fetha-üstün) yapıp mânâ verdiğimizde şöyle olmaktadır:

  • وَالْعَصْرَ(ve’l asr) … Kısaca, özetle, hülâsa.
  • وَالْعَصْرَ(ve’l asr) … Kısaca ifade etmek gerekirse
  • وَالْعَصْرَ(ve’l asr) … İşin aslına önem verin.
  • وَالْعَصْرَ(ve’l asr) … İşin aslı şudur.
  • وَالْعَصْرَ(ve’l asr) … Kur’an’ın özeti şudur
  • وَالْعَصْرَ(ve’l asr) … Özetle şunu anlayın

Bu anlamlardan hangisi alınırsa alınsın veya iğrâ üslûbu temel alınarak hazfedilmiş fiil olarak hangisi takdir edilirse edilsin bu sûre, kesinlikle Kur’an’ın ana fikri, özeti, hülâsası olacaktır. Maksadı ortaya çıkacak, en sıradan insan bile Kur’an’ın tamamını okumadan Kur’an’ın ne anlatmak istediğini anlayarak imân sahibi olacaktır.

Evet, bizim tercihimize göre ‘asr’ kelimesinin sonuna konulan hareke asla doğru değildir. O harekenin esre değil, fetha olması gerekmektedir. Çünkü Yüce Allah yemin etmekten münezzehtir.

İSM-İ MEVSÛL

Bu sûrenin gramatik yapısı akıllara durgunluk verecek şekildedir. Kelimelere sâdık kalınarak bir gramer tahlili yapıldığında en başta gelen اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍ (innel insane lefi husr) cümlesindeki الْاِنْسَانَ (el-İnsan) kelimesi biyolojik bir türün ismi olarak alınmış; ama devamında gelen cümledeki اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا (ille’lezine amenu) ifadesi bir tür ismi olarak değil, bir davranış kalıbı olarak istisnâ edilmiştir. Âdeta aklını ve irâdesini imân yönünde kullanmayanları irâdesiz ve akılsız olarak almıştır. Yani “insan türü içinde irâde ve akıl kullananlar imân edenlerdir” denmek istenmiştir. Bunun yanında, ilk cümlenin içinde geçen لَف۪ي (lefi) ifadesinin başındaki لَ (le) harfinin; en başta gelen اِنَّ (inne) edatının başlangıç cümlesi için olmadığı, bu cümlenin وَالْعَصْرَ (ve’l asre) ifadesinin mef’ûlü (nesnesi) olduğu ve bu cümlenin önceki cümleden asla koparılmaması gerektiği ifade edilmiştir.

Azıcık gramer bilgisine sahip olanlar, الَّذ۪ينَ (ellezine) ifadesinden sonra gelen cümlenin tamamının sıla cümlesi olduğunu ve ellezine kelimesine dönen ‘sıfatî’ kelimeler olduğunu hemen anlamışlardır. Yani Türkçe ifade edecek olursak الَّذ۪ينَ (ellezine) ifadesinden sonra gelen cümle -sonuna kadar- parentez içi cümledir.

Kelimelere dikkat edilirse “sadece imân edenler” denmiş, neye veya kime imân edenler olduğuna dair hiçbir açıklama getirilmemiştir. Yani âyette “Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, resûllere vs.” şeklinde bir açıklama hiç yoktur. Evet, yoktur ve olmaması da gerekmektedir. Çünkü ifade الَّذ۪ينَ (ellezine) kelimesi ile gelmiştir. İsm-i mevsûllerin ne işe yaradığını bilmeyenler ile kelimelere sadık kalmamayı mahâret sayan ulemâ, bu minicik kelimenin aslında Kur’an’ın tamamına gönderme yaptığını elbette dikkate almayacaklardır.

İsm-i mevsûller, bir sözün veya olayın öncesi ile sonrası arasında bağ kuran kelimelerdir. Bu kelimelerden sonra gelen cümleler, bahse konu olan kişilerin, sözün öncesi ile hangi özellikler üzerinden bağının kurulması gerektiğini bildiren sıla cümleleridir. Âyette sadece ‘imân edenler’ denmiş; ama neye/nelere, kime/kimlere ne şekilde imân edileceği bildirilmemiştir. Bu sözü okuyan herkes “Kime/neye imân edenler?” sorusunu elbette soracaktır. İşte bu sorunun cevabını bulmak isteyenler için oraya الَّذ۪ينَ (ellezine) ifadesi konmuş ve sözü anlamak isteyen için sıla cümleleri belirtilmiş ve ‘özetle’ anlatıldığı belirtilen bu söz için Kur’an’ın diğer yerlerindeki açıklamalara gidilmesi gerektiğinin istikameti çizilmiştir. Bu küçücük kelime (ellezine) bu sûreyi Kur’an’ın tamamına bağlamıştır. Fakat ilginç olan; böyle bir kullanım EL İNSAN kelimesi için yapılmamıştır. Çünkü Yüce Allah insan türünü, ‘ziyan’ edecek kodlarla yaratmamış, insanın “cevherine” ziyan etmeyi içselleştirmeyi asla koymamıştır. Yani Yüce Allah insanı, ziyan etsin diye yaratmamıştır.

İsm-i mevsûlden sonraki bu (الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ) cümlede kullanılan ‘ve’ edatlarının tamamı, nahivde adına ‘vâvu’l maiyye’ denilen bir edattır. Bu ‘vav’ cümleye “imân edip, sâlih amel işlemekle beraber hakkı, hakla beraber sabrın olmasını zorunlu hâle getirmektedir. Yani sâlih amelsiz bir imân, hak olmayan bir sâlih amel, üzerinde sonuna kadar sâbit kalınacak bir hak olmadan olmaz denmektedir. El-Hak (بِالْحَقِّ) ve es-Sabr (بِالصَّبْرِ) kelimelerinin hem sıla cümlesi içinde gelmesi hem de mârife gelmesi ise hak ve sabır kelimelerinin içeriğinin anlatılmış, bildirilmiş olduğunu, herkesin kendi kafasına göre bir hak ve sabır tanımı yapmaması gerektiğini bildirmektedir. Yani eğer birinin “Tavsiye edilmesi gereken ‘hak ve sabır’ nedir?” gibi bir sorusu varsa -ki olmalıdır, “bu soruya herkes kendi kafasına göre cevap vermesin, çünkü bu sorunun cevabı verilmiştir, sorusuna cevap arayan ism-i mevsûlden ve sıla cümlesinden Kur’an’da onu arasın” denmiştir. Çünkü bu sûre açıklama sûresi değil, tam tersi açıklananı kısaca yani ‘HÜLÂSA’ olarak belirten bir sûredir.

Allah’ın kitabını kılavuz edinmeyenlerin ilkeli bir yol üzerinde olması mümkün değildir. Af ve mağfiret O’ndan dilenir, hatalarımızı affetmesini O’ndan ümit ederiz. O’ndan başka sığınak, kitabından başka kılavuz yoktur. İşte bu gerekçelerden sonra bu âyetlere verilmesi gereken daha isâbetli olduğuna inandığımız meâl şöyle olmalıdır:

(Asr 103/1)

وَالْعَصْرِۙ

KISACA (özetle bildiriyoruz ki)

(Asr 103/2)

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

GÜVENEN, O (bildirilen) SÂLİHATLARI YERİNE GETİREN, BİRBİRLERİNE O (bildirilen) HAKKI ULAŞTIRAN / ŞART KOŞAN, KARŞILIKLI OLARAK ŞİKÂYET ETMEDEN SONUNA KADAR DİRENMEYİ TAVSİYE EDENLERİN DIŞINDA KALAN İNSAN TÜRÜNÜN TAMAMI KESİNLİKLE ÇOK BÜYÜK BİR ZİYAN İÇİNDEDİR.

 

29) Kur’an’ı Kur’an ile Anlama Metodu – Gramer

Yayınlanma Tarihi: 13 Şubat 2021

Bir süredir Kuran üzerinde yapılan çalışmalara eleştirel bir yaklaşımla farklı söylemler Nirengi Videoları ile dile getirilmekteydi. Her ne kadar metod ve söylemler üzerinde uzun uzadıya açıklamalar www.tuvavadisi.org sitesinde ve farklı kaynaklardaki videolarda söz konusu olmuş olsa da, bu yeni dönemde METOD konusundan başlayarak, mümkün olduğunca konuları sınıflayıp olabildiğince yalın olarak aktarmayı planladık. Yaratıcının kitabında çelişki ve kapalılığın olmaması, tüm zamanlara hitab etmesi ve başlangıçtan itibaren temel esasların asla değişmemiş olması gerekir. Belli bir zamana sıkışmış ya da hangi çağda olunursa olsun insana hitap etmeyen ve sorunlarını çözemeyen bir kitabın yaratıcıya ait olması düşünülemez…

– Allah’ın kitabında eksiklik düşünülemez.

– Kur’an ilkeli bir kitaptır. Çıkarımlar da aynı şekilde ilkeli olmalıdır.

– Onun sözü, değeri asla aynı olamayan başka sözler ile açıklanamaz. İsrailiyat, Arap şiiri, siyer ve ulema yorumu asli bir kaynak olarak kabul edilemez.

– Allah kendisini Resul ile açıklamaz. O resullerini tanıtır.

– Kur’an kendini açıklar. Onun gramer yapısı bunun yegane aracı ve değişmez kuralıdır.

– Kur’an başı sonu olmayan küresel bir kitaptır. İsm-i Mevsuller’in izi sürülerek bu bağlantılar ortaya çıkarılabilir.

– Kur’an’da yabancı kelime yoktur.

– Kur’an’daki isimler Camid İsimler olmayıp, her biri kök izi sürülebilen sıfat-ı müşebbehelerdir.

Önemli Not: Tüm yazı ve videolarımızda bu çalışmalara başladığımız ilk dönemlerden itibaren ifade ettiğimiz şu gerçeğin bilinmesini önemle rica ederiz. “Ulaşılan bulguların delilleri mümkün olduğu kadar belirtilmesine rağmen, yazı ve videolarımızda ifade edilenlerin tamamı, sadece Kur’an’dan anladıklarımız olup, asla bizzat Kur’an’ın kendisi değildir. Tek amacı; Allah’tan başka hiç kimsenin maddi-manevi tasallutu altına girmeden ve hiç kimseyi de maddi-manevi bir tasallut altına sokmadan Kur’an’ı anlama çabası olan bu çalışmalar, gelişmeye ve geliştirilmeye muhtaç olup, Kur’an üzerinden ulaşılan bulguların tamamı kaynak belirtilmeden de herkesin istifadesine açıktır.“

30) Bayram Mesajı

Yayınlanma Tarihi: 13 Mayıs 2021

Dünya hayatını terk ettiğinde ondan daha iyisini bulacağından emin olmayanlar, ölümü görmezden gelerek dört elle dünyaya sarılırlar. Onların durumu tıpkı, mezarlıktan korktuğu için ıslık çalıp gürültü çıkararak mezarlık kenarından geçenlere benzer. Böyle olanların hayatı, ıslık gibi anlamsız, gürültü gibi rahatsız edicidir. Sukunet yoktur, huzur yoktur, akıl yoktur, insaf yoktur, kendinden eminlik yoktur, hedef yoktur, ilke yoktur. Böyleleri için ahiret, yaşayanlara korku veren ürkütücü mezarlıktan ibarettir. Gürültü çıkarıp korkular bastırılınca ahiretin gelmeyeceğini zannederek yaşamlarını tam bir körlüğe mahkûm ederler. Hesabını vermek istemedikleri sorgulanamaz bir dürüstlüğün, posası cevherinden ayrılmamış bir sevginin, dozunu sadece kendilerinin bilebileceği bir nefretin sahibi olarak yaşarlar. Böylesi bir hayatın kararı yoktur, ölçüler durmadan değişir, tanımlara hiç güvenilmez, öngörüde bulunulamaz, sonuçtan asla emin olunamaz ve hepsinden önemlisi mutluluğun tarifi olmaz.

İmtihan edilen akıl değerlidir, sorgulanabilir dürüstlük kalıcıdır, ateşten ateşe atılan sevgi saftır, tarif getirilen dozu bilinen nefret saygı duyulandır. Mutluluk ise tarif edilebilmek, tanım getirilebilmek, öngörülebilir olmaktır.

MÜMİN; Tanım getirilebildiği için, öngörülebilen ne zaman ne yapacağı bilinebilen, ateşten ateşe atılsa da sevgisi imtihan edilerek saflaştırılan, nefretinin miktarı ölçülebilen kişidir.

KAFİR: Hakiki ölçüleri terk edip başka ölçülerle anlamlı olabileceğini iddia eden kişidir.

MÜŞRİK; Hakiki ölçünün asla yetmeyeceğini, onun yanında en az onun kadar etkili başka ölçülerin de olması gerektiğine inanan kişidir.

MÜNAFIK: Herhangi bir ilkede sabit olmadığı için sevgisine, nefretine, dostluğuna, düşmanlığına tanım getirilemeyen kişidir.
Elinden çıkacak olan dünya hayatından daha iyisini bulacağı umuduyla mezarlıklardan ıslık çalmadan, gürültü çıkarmadan geçen dostlara selam olsun.

Allah’ım!

Bayramı güzel olur dediğin için senin vaatlerin dışındaki tüm vaatlerin orucunu tuttum.

İçinde senin olmadığın mutluluk şarabı sundular, içmeme orucu tuttum.

Işıklarla donatılmış, karnaval tadında yollar yaptılar, geçmeme orucu tuttum.

Sensiz bin seçenek sundular, seçmeme orucu tuttum.

Bana, ondan geç o uzak dediler, geçmeme orucu tuttum.

Sana yazılmamış şarkıların assolisti yapmak istediler, susma orucu tuttum.

Susarsam saygınlık vaat ettiler, susmama orucu tuttum.

Gözlerini kapa hayallere dal dediler, gözlerimi kırpmama orucu tuttum.

Bir kere bak bir daha gözünü alamazsın dediler, gözlerimi açmama orucu tuttum.

Tadımlık zevkleri altın tepside sundular, tatmama orucu tuttum.

Senden gelene zehir dediler, sadece senden geleni tatma orucu tuttum.

Uzak dediler, varamazsın dediler, hiç durmadan koşma orucu tuttum.

Bize koşarak gelirsen baştacı olursun dediler, yerinden kıpırdamama orucu tuttum.

Önüme sensiz sevginin bin türünü allayıp pullayarak serdiler, sevmeme orucu tuttum.

Senin layık olmayan bir sevgili olduğunu söylediler, seni sevmenin orucunu tuttum.

Allah’ım
Orucumu fesada uğrattım, düştüm, yanıldım, sahte iftar toplarına kandım. Evet kandım ama hep sana döndüm, sadece sana döndüm. Ben hep sana dönmenin, hep senden af dilemenin, hep sana boyun bükmenin, hep sana gelmenin orucunu tuttum ve bu orucumu hiç bozmadım. Dönüp dönüp sana geldim.

Sana dönme orucunun hatırına bozduğum, fesada uğrattığımı diğer oruçlarımı affet. Ben senden bağışlanma dilemenin orucunu tuttum. Ben senden ümit etmenin orucunu tuttum.

Senin bayram vaatlerine inanmanın orucunu tuttum. Uzun olsun, acılı olsun, yerden yere vursun, dilim damağım kurusun, takatım kesilsin, gözlerimin feri sönsün, elim ayağım tutmaz olsun yine de tutacağım.

Çünkü ben senin BAYRAM VAADİNE İMAN EDİYORUM.

Önerilen İçerikler