NİSÂ 34. ÂYETİ ÜZERİNE MÜLÂHAZALAR (1-Giriş)

MUKADDİME

Kur’an’ı baştan sona ilk defa tefsir edenin ve böylelikle çağlar boyunca devam eden tefsir geleneğini başlatanın Ebü’l-Hasen Mukātil b. Süleymân b. Beşîr el-Ezdî el-Belhî (ö. 150/767) olduğu söylenmektedir. Hacim olarak oldukça mütevâzî olan bu ilk tefsirle başlayan süreç günümüze kadar devam etmiş, sonuçta sayıları yüz binleri geçen devâsâ bir tefsir müktesebâtı oluşmuştur. Yazılan tüm tefsirler birinin belli bir yere kadar getirdiği araştırmayı kaldığı yerden devam ettirerek yapılandırılan bir temel üzerine değil ‘diğerlerinin yanlış, kendisinin doğru’ olduğu zannıyla yapılandırılan bir temel üzerine binâ edilmiştir. Yani her tefsir müellifi en doğru tefsir olma iddiası ile tefsirini yazdığı için Kur’an hakkında biri diğerini nakzeden birçok tefsir ortaya çıkmıştır. Hem geçmişte hem de günümüzde insanların büyük çoğunluğu İslâm’a dâir inançlarını direkt olarak Kur’an’dan değil biri diğerini nakzeden böyle tefsirler üzerinden edinmiştir.

Bu tefsirlerin tamamı uzlaştırılması mümkün olmayacak şekilde biri diğerini nakzedecek neticelere ulaşmış olsa da yöntem (usûl) olarak hepsi birbirinin aynısıdır denebilir. Bütün tefsirlerin ana yapısını oluşturan şey kelimelere anlam belirlemede de vazgeçilmez kabul edilen rivâyetlerdir. Hatta öyle ki tamamen birbirine zıt olan görüşlerin temelinde bile aynı rivâyetler vardır. Yani her konuda ihtilâf eden tefsirciler Kur’an’ın rivâyet üzerinden anlaşılması gerektiği husûsunda tam bir ittifak hâlindedirler. İster rivâyet temelli ister dirâyet temelli olsun tefsirler dâima rivâyetler merkeze alınarak hazırlanmıştır. 

Başlangıcı çok eskilere dayansa da çok da uzak olmayan bir geçmişte başlayan Kur’an’a meâl yazma geleneğinde de durum tıpkı tefsirlerde olduğu gibidir. Meâl müelliflerinin her biri de en doğru meâli yazma iddiası ile eline kalemi almış, sonuçta yine biri diğerini nakzeden binlerce meâl ortaya çıkmıştır. Sadece Türkçe yazılan meâl sayısının üç yüz elliye yakın olduğunu göz önüne aldığımızda diğer dillerdeki meâllerin sayısının ne kadar çok olabileceğini tahmin etmek hiç de zor değildir.

Tüm meâller ve tefsirler “Kur’an’ın daha iyi ve daha doğru anlaşılmasına hizmet etmek” iddiası ile kaleme alınmıştır. Böylesine güzel bir iddia üzerinden hareket edilmiş olunsa bile sonuçta âyetler üzerine biri diğerinden farklı şey söyleyen onlarca hatta yüzlerce meâl ve tefsir ortaya çıkmıştır. Bu da Kur’an’ı meâller ve tefsirler üzerinden anlamaya çalışan sıradan insanın onu hakkıyla anlamaya gücünü yetiremediği ve birçok seçenek arasından hangisinin daha doğru olduğuna karar vermek zorunda kaldığı zor bir süreci yaşatmıştır.

Sıradan insanın Kur’an’ı anlamak için meâllere ve tefsirlere başvurmasının sebebi Kur’an’ı kendi başına anlayacak ilmî yeterliliğe sâhip olmamasıdır. Hangi meâlin ve tefsirin daha doğru olduğunu tespit etmek ise ileri derecede ilmî yeterlilik gerektirmektedir. Bu noktada sıradan insanın meâl ve tefsir seçimi ilim ve bilgi üzerinden değil başka sâikler üzerinden olacaktır ve nitekim her zaman da böyle olmuştur. Genel halk kitlesi geçmişte de günümüzde de kimin rüzgârı kuvvetli esiyorsa o yöne savrulmuştur. Ne yazık ki sıradan insanın İslâm’a inancı her zaman çoğunluk, siyâsî etki, söylem güzelliği, sunum kalitesi, tavsiye, iknâ, peşin kabul ve ön yargılar üzerinden oluşmuştur ve bu hâlen böyledir. Aslına bakılırsa sıradan insanın sırtına bunlardan daha fazlasını yüklemek haksızlık olacaktır. Sıradan insan her zaman için birtakım yanlışları görse de doğrusunu ortaya koyacak kudrette olmadığını bildiği için kendisine sunulana ‘râzı’ olan insandır, yani boyun büken insandır.

Öte yandan sıradan insanlardan biri olmamak, yanlışa boyun bükmemek, kendi kaderini eline almak kolay bir şey değildir çünkü her şeyden önce içinde yaşanılan toplumun değer yargılarına, Kur’an hakkındaki peşin kabullere kısacası tüm anlayışlara karşı çıkmak yani sıra dışı olmak gerekmektedir. Fakat sıra dışı olmak tek başına, Kur’an’ın ne olduğunu, âyetlerin ne söylediğini anlamaya yeterli olmamaktadır. Sıra dışı olma uğruna Kur’an’ı direkt anlamak için elde edilen ilmî yeterlilik bile kişiyi bir yere kadar götürmektedir. Çünkü geçmişten gelen ve günümüzde de yazılmaya devam eden bu kadar meâl ve tefsir içinde bir âyetin “ne dediğini” anlamaktan ziyade “ne demediğini” anlamak daha çok önem kazanmaktadır. Kaldı ki en doğruyu tespit etmek, hepsi de doğru olma iddiasındaki birçok seçeneğin tek seçeneğe indirilmesi ile mümkündür.

Kabul etsek de etmesek de yaşadığımız şu ân geçmişten gelen birikimler üzerine inşâ edilmiştir ve edilmektedir. Eşyâ olsun veya düşünce olsun fark etmez; bir şeyin son durumunun tam anlaşılması o şeyin son duruma gelirken geçirdiği aşamaların veya süreçlerin bilinmesi ile mümkündür. Çünkü her şeyi ‘geçmiş’ şekillendirmektedir. Fakat bunun böyle olması geçmişin doğru olduğu anlamına gelmez. Pekâlâ yanlış bir oluşum insanların büyük çoğunluğu tarafından doğru kabul edilmiş olabilir hatta hep uygulanıp binlerce yıldır yapılagelen bir şey de olabilir ama bunlar asla ‘doğru’ olmanın ölçüsü değildir. Bu yönüyle söz konusu Kur’an olunca bir şeyin doğruluğu asla insanların onu kabulü üzerinden veya yüzyıllardır insanların anlayıp/anlamayıp uyguladığı/uygulamadığı ölçüler üzerinden olamaz. 

Ne yazık ki hem günümüzde hem de geçmişte Kur’an âyetlerinin söylediğinin veya söylemediğinin doğruluğu veya yanlışlığı hep öncekilerin yaptığı çalışmalar ölçü alınarak belirlenmiştir. Hem de bu, sıradan insanlar tarafından değil bizzat müfessirler ve meâl yazarları yani ulemâ tarafından yapılmıştır. Kur’an’ın “ataların izinden gitmek” şeklinde formüle ettiği bu kör taklit, sıradan insanlar tarafından değil daha çok ulemâ tarafından yapılagelmiştir. Sıradan insan ise güven duyduğu bu tefsir ve meâl ulemâsının izinden gitmiştir. Çünkü sıradan insanın geçmiş bilgisi çok sınırlı olduğu için istese bile Kur’an âyetleri hakkında öncekilerin izini sürüp peşlerinden gitmesi mümkün değildir. Sıradan insan, Râzî ile Vâhidî arasındaki savaştan asla haberdar değildir; Mu’tezile, Mürcie, Kaderiyye, Cehmiyye vs. gibi isimleri de hiç duymamıştır. Hiçbir zaman gündemden düşmeyen Şii, Sünni, Ehl-i Sünnet gibi kavramların içeriğinin ne olduğunu bile bilmemektedir. Tefsir, fıkıh ve mezhep ekollerinin temelini oluşturan geçmişteki olayları ya hiç duymamıştır ya da duymuş olsa bile içeriğini bilmemektedir. Halîfe seçimleri, Cemel ve Sıffin savaşları, hakem olayı, Osman’ın öldürülmesi, Hâricî isyanları, Emevî ve Abbâsî dönemleri -ki bu olayların hepsi dînî fırkaların temelini oluşturan olaylardır- hiç bilmediği konulardır. Bu konulardan insanları haberdar eden ve bu olaylar üzerinden sıradan insanların inancını şekillendiren yine ulemâdır. Sıradan insan Mâtürîdîlik, Eş’ârîlik gibi kelâm yani felsefe ekollerinin ise sadece adını bilmektedir. Üzerinden kamplara bölündüğü “Hanefî, Şâfiî, Hanbelî, Mâlikî” mezheplerinin içeriğinden hiç haberdar değildir. Bu konular üzerinden insanları bölen yine ulemâdır. Yani sıradan insan ataların izinden değil ulemânın izinden gitmektedir. Ataların izinden giden bizzat ulemânın kendisidir.

Sonuçta ataların izinden gitmeyi vazgeçilmez bir gelenek olarak temel almış ulemâ, insanlığın önüne biri diğerini nakzeden, biri diğerinden daha doğru olduğu iddiasında bulunan yüz binlerce tefsir, binlerce meâl koymuştur. Üniversitelerde, medreselerde, tekke ve zâviyelerde “İslâm” denilerek öğretilen şey ataların izinden gitmekle oluşmuş işte bu müktesebattır.

Bu durumla karşı karşıya kalan her mümin, Kur’an âyetleri hakkında araştırma yaparken mecbûren işe âyetlerin ne dediğinden daha çok ne demediğinden başlamak zorunda kalmaktadır. Çünkü anlaşılmak istenen her âyetin çevresinde kendisinin en doğrusu olduğu iddiasında bulunan birçok söylem oluşmuştur. Hatta öyle ki bu söylemler Kur’an’ın kitap değerini, öğreti değerini ve hatta inanç değerini bile tespit eder hâle gelmiştir.

Bu şekilde, etrafında birçok doğrunun(!) olduğu, biri diğerine şiddetle karşı çıkan birçok söylemin geliştiği âyetlerin en meşhurlarından biri de Nisâ sûresi 34. âyettir. Daha doğrusu o âyetteki bir ifadedir. Geçmişte yazılmış tefsirlerin neredeyse tamamında ve günümüzde yazılmış olanların büyük bir kısmında “kadınları dövün” anlamı verilmiş olan وَاضْرِبُوهُنَّۚ (vadribuhunne) ifadesi günümüzde kadınların dövülüp dövülmeyeceği tartışmasının ötesine geçerek Kur’an’ın tarihsel bir metin olup olmadığı tartışmalarının nesnesi olmuştur. Kaldı ki âyetteki وَاضْرِبُوهُنَّۚ (vadribuhunne) ifadesine verilen “kadınları dövün” anlamı âyetin kendisi veya Kur’an’daki bağlamları temel alınarak veya Kur’an’ın önerdiği yaşam biçimi temel alınarak ulaşılmış bir anlam olmamasına ve tarih boyunca toplumlar tarafından yapılagelen bir uygulamadan dolayı dayatılan bir anlam olmasına rağmen bu ifade müminlerin Kur’an’a olan inancının yönünü belirleyecek hâle getirilmiştir. 

Bizzat kendisi “ataların izinden gitmeyi” temel almış ve oldukça eskiye dayanan bir geçmişi olmasına rağmen günümüzde farklı bir isimle gündeme gelen ‘tarihselcilik’ söylemleri, Kur’an’daki bu ve başka birçok meseleden yola çıkarak Kur’an’daki âyetlerin bir kısmının geçmişte kaldığını ve günümüzde uygulanmasının imkânsız olduğunu dile getirmektedir. Tarihselci söylemin delil olarak ileri sürdüğü tüm argümanları bu çalışmada ele almak teknik olarak mümkün değildir. Bu çalışma, bir yandan Nisâ 34. âyeti merkeze alarak dillendirilen tarihselci söylemi ‘anlama’ çabası taşırken diğer yandan tarihselci söylemin kendisine temel aldığı ‘geçmiş müfessirlerin’ bu âyet ile ilgili söylediklerini anlama çabasını yansıtacaktır. Elbette ki ne geçmişteki müfessirlerin tamamını ne de günümüzdeki tarihselci söylemi dillendirenlerin tamamını bu bağlama taşımak mümkün değildir. Bu yüzden çalışmanın merkezine, tarihselci söylemi günümüzde en ateşli şekilde savunan Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün meâli ve geçmiş müfessirlerin en îtibarlılarından biri olan Fahreddin er-Râzî’nin tefsiri koyulacaktır.

Nisâ 4/34

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّٰهُۜ وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّۚ فَاِنْ اَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَب۪يلًاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلِيًّا كَب۪يرًا

Kocalar, karılarının âmiri / reisi konumundadır. Çünkü Allah erkeklere kadınlardan daha fazla hak ve yetki vermiş bulunmakta, ayrıca erkekler evlenirken eşlerine mehir vermekte, evlendikten sonra da hane halkının geçim masraflarını üstlenmekteler. İyi kadınlar kocalarına karşı itaatkardırlar. Ayrıca onlar Allah’ın korunmasına yönelik emri uyarınca iffet ve namuslarını korurlar. Dik başlılık ve hırçınlığından yıldığınız yuvayı yıkacağından kaygılandığınız karılarınıza gelince, onlara ilkin öğüt verin. Öğüt fayda etmezse onları yataklarında yalnız bırakabilirsiniz. Bununla da yola gelmezlerse onlara tokat atabilirsiniz. Ama eğer itaat ederlerse onları cezalandırmak için bahane aramayın. Şüphesiz Allah çok yücedir, büyüktür. (Mustafa Öztürk meâli)

Âyete bu şekilde meâl veren M. Öztürk, âyette geçen وَاضْرِبُوهُنَّۚ (vadribuhunne) ifadesine “onlara (kadınlara) tokat atabilirsiniz” mânâsı verdikten sonra yazılı veya görsel olarak bu ifade bağlamında şu tarihselci söylemi geliştirmiştir:

Kur’an günümüzden bin dört yüz yıl önce inmiştir ve doğal olarak potansiyel hedef kitlesi Mekke ve civârındaki toplumlardır. Kur’an’daki tüm emirler, yasaklar, vaatler ve kıssalar üzerinden verilen dersler ve hikmetler, o toplumlar temel alınarak oluşturulmuştur. Hatta Kur’an’da kullanılan anlatım üslûbu bile o toplumun anlayışlarına göre oluşturulmuştur. Kendi zamanına göre devrim niteliğinde açılımlar getiren Kur’an, hakîkaten ilkel bir anlayışa sâhip Câhiliye Arap insanını çok kısa zamanda dünyanın liderliğine taşımıştır. Fakat Allah resûlünün vefâtıyla beraber Kur’an’ın inme süreci de durmuştur. Ama insanlık durmamış, gelişmeye ve değişmeye devam etmiştir. Kur’an’ın içinde her zaman ve mekânda geçerli evrensel âyetler olmasının yanında tarihte bir daha uygulama alanı bulamayacak olan, günümüze taşınma imkânı olmayan âyetler de bulunmaktadır. Meselâ, köleliğin son derece olağan olduğu bir topluma inen Kur’an, köleliği hepten kaldırmamış, bir realite olarak kabul ettiği köleliğe düzenlemeler getirmekle yetinerek âdeta bir hukuka bağlamıştır. O gün için kölelik hukuku ile ilgili devrim niteliğinde düzenlemeler getiren âyetler, insanlığın gelişerek köleliğin tamamen ortadan kalkmasıyla aktüel değerini yitirmiş, tüm uygulama zeminini kaybetmiştir. Dolayısıyla o âyetler tarihte kalmış uygulamalardır. Yani bir nevi neshedilmiş âyetlerdir. İşte tıpkı bunun gibi, kadının insan dahî sayılmadığı Arap toplumunda kadınlara mîras hakkı tanıması, sınırsız olan evliliği dörde kadar düşürerek keskin bir hat çizmesi gibi düzenlemeler getirmesi de o zamana göre oldukça ilerici bir düzenlemedir. Kocasının yatağını sayısız kadınla bölüşmek zorunda kalan o günün kadınları için evliliğin dörtle sınırlandırılması sevinçle karşılanmıştır ama günümüzde oldukça iyi eğitim alan, son derece geniş sosyal haklara kavuşmuş, ekonomik olarak kocasına tamamen bağımlı olmayan modern kadın için bırakın dört kadını ikinci bir kadın bile tahammül edilemez bir durumdur. Yine bunlar gibi, kaba kuvvet ve güce dayalı sosyal yapıya sâhip o günün Arap toplumları için erkeğin kadına hükmetmesi ve yeri geldiği zaman onu terbiye etme amacıyla sebepli veya sebepsiz onu dövmesi normal bir durumken kişisel gelişimini sağlamak için geniş imkânlara sâhip günümüz modern kadınlarına tek bir tokat atmak bile evliliğin yıkılmasına sebep olmaktadır. O gün toplumlardaki sosyal yapının temelinde güç ve kuvvet varken kadınların kocaları tarafından dövülmeye râzı olmaları son derece normaldi. Fakat günümüzde ne kadını dövmek mümkündür ne de buna ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bu âyetler tarihsel yani uygulama zemini kalmamış âyetlerdir.

Aşağı yukarı bu şekilde kendisini ifade eden tarihselci bakış açısı Kur’an’da kölelik, câriyelik veya kadının dövülmesi gibi şeylerin olduğuna ve hatta Kur’an’ın bunlara düzenleme getirip bir hukuka bağladığına dâir ileri sürdüğü en kuvvetli delil hem Kur’an’ın ilk muhâtaplarının hem de onlardan sonraki yüzlerce yıllık süreçte yaşayan Müslüman toplumların pratik tecrübeleridir. Kaldı ki geçmiş âlimlerin hepsinin bu ve daha birçok tarihsel meselede devâsâ fıkıhlar üretmiş olması da Kur’an’ın bu uygulamalara cevaz verdiğine yeterli delildir. Hatta onların tarihsel söylemine karşı çıkarak “Kur’an’da kölelik yoktur, kadınları dövmek yoktur.” diyenlere tarih boyunca yazılmış tefsirleri, oluşturulmuş fıkıhları göstermektedirler. Bu noktada tarihselci söylem hem rivâyetlerin doğruluğundan hem de geçmiş ulemânın yanlış yapmadığından son derece emindir. 

Buradan sonrasında bize düşen; tarihselci söylemi dillendirenlerin ve izinden giderek açıklamalarını delil olarak ileri sürdükleri ulemânın Kur’an kelimelerine anlam verirken ne kadar hassas davranıp davranmadığını görüp anlamaya çalışmaktır. Fakat bunu yaparken sadece polemik konusu olan âyetteki وَاضْرِبُوهُنَّۚ (vadribuhunne) ifadesini değil âyetin tamamını ele alacağız.

Ramazan Demir

İstanbul, 07.01.2021

ERKEKLER KADINLARIN ÇOBANIDIR

İster Kur’an kelimeleri isterse başka kelimeler olsun her söz kesinlikle bağlamıyla anlam kazanır. Bağlamından koparılan her söz, anlamın değil sûistîmalin konusu olmaktan kendini kurtaramayacaktır. Kur’an’da geçen her kelimenin bağlamı sadece içinde bulunduğu âyette bulunmaz. Kur’an’da geçen her kelimenin kendinden önce ve sonra geçen kelimelerle, kelimelerin oluşturduğu her cümlenin kendinden önceki ve sonraki cümlelerle, cümlelerin oluşturduğu her pasajın kendinden önceki ve sonraki pasajlarla, en nihâyetinde de pasajların sûrelerle ve her sûrenin de diğer sûrelerle bağlamı vardır. Kur’an’dan bir âyeti, âyetten de bir cümleyi, cümleden de bir kelimeyi cımbızlayarak anlamaya çalışmak kesinlikle ilkesiz bir yaklaşım olacaktır. İşte bu yönüyle hangi âyet veya hangi kelime anlaşılmaya çalışılacaksa o kelimenin tüm bağları göz önüne alınmalı ve ona göre kelimenin anlamı tespit edilmelidir. 

Fiziksel yapı olarak Kur’an, insan türünün bildiği hiçbir yazılı metne benzememektedir. Yeryüzündeki tüm kitaplar; başı, ortası ve sonu olacak şekilde dizayn edilmiştir. Kur’an ise başı, ortası ve sonu olmayan bir kitaptır. Böylesi bir kitabın ‘esbâb-ı nüzul’ rivâyetleri üzerinden başı, ortası ve sonu olan bir kitap şekline sokulmaya çalışılması hem beyhûde bir çaba olacaktır hem de Kur’an’ı rivâyetlere mahkûm etmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Bu yüzden çalışmamızda, “Şu âyet şundan önce indi, bu âyet bundan sonra indi…” şeklindeki yaklaşım biçimini dikkate almayacağız. Her ne kadar cümle cümle gidecek olsak da her cümlenin Kur’an ile bağını kurmaya çalışacağız. Bu arada bir şeyi daha vurgulama zorunluluğu vardır. Eski-yeni ulemânın hepsi Kur’an’ın ilk hâlinin noktasız ve harekesiz olduğunu, noktalamaların ve harekelemelerin Kur’an’ın inişinden çok sonra başladığını ve bu sürecin 300-400 yıl gibi bir zamanda tamamlandığını bilmekte ve kabul etmektedir. Yine ulemâ, aslı noktasız ve harekesiz olan Kur’an’ın noktalanmasının birbirlerinden farklı şekillerde olduğunu ve hatta bu farklı şekillerden dolayı günümüzde kabul görmüş 20 değişik kıraat olduğunu da kabul etmektedir. Hatta birçok müfessir, yerine göre bu kıraatlerden herhangi birini ve hatta bunların dışında da bazı kıraatleri seçme özgürlüğünü göstermiştir. Türkiye’de kabul gören ve okunan kıraat Âsım b. Behdele (ö.m.745/h.127)’ye atfedilen Hafs kıraatidir.

Normal şartlarda yapılması gereken, Kur’an’ın ilk hâlinin yani noktasız ve harekesiz hâlinin temel alınmasıdır. Sonradan oluşturulmuş kıraatlerin ve müfessirlerin bu kıraatler üzerinden kelimelere verdikleri mânâların doğruluğu veya yanlışlığı ilk hâli üzerinden değerlendirilmelidir. Fakat buna rağmen mâdemki Kur’an’ın tarihsel olduğu söylemi Âsım b. Behdele kıraati temel alınarak geliştirilmiştir, biz de onun üzerinden gideceğiz. Fakat buna rağmen âyetlerin el yazmalarında nasıl geçtiğini de vereceğiz. Acaba Kur’an’ın tarihsel olduğunu söyleyen ulemâ ‘hakîkaten’ de temel aldığını söylediği Âsım b. Behdele kıraatine sadık kalmış mıdır, yoksa Kur’an’ın tarihsel olduğunu ispat etmek için kıraat falan umursamadan ne olursa olsun kelimelere zihnindeki mânâları mı giydirmiştir? Yani Kur’an tarihsel gözüksün diye âyetlere bile isteye ve hiçbir ilke gözetmeden mânâ mı vermiştir, yoksa bir ilkeye göre mi hareket etmiştir?

Nisâ 4/34

الرجال قومون علي النسا بما فضل الله بعصهم غلي بعض و بما انفقوا من امولهم فالصلحت قنتت حفظت للعيب بما حفظ الله ولتي تحافوت نسوزهن فعظوهن و اهجروهن في المضجع و اضربوهن فان اطعنكم فلا تبغوا عليهن سبيلا ان الله كان عليا كبيرا

(Kahire Meşhedi Nüshası)

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّٰهُۜ وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّۚ فَاِنْ اَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَب۪يلًاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلِيًّا كَب۪يرًا

(Âsım b. Behdele Kıraati) 

Kocalar, karılarının âmiri / reisi konumundadır. Çünkü Allah erkeklere kadınlardan daha fazla hak ve yetki vermiş bulunmakta, ayrıca erkekler evlenirken eşlerine mehir vermekte, evlendikten sonra da hane halkının geçim masraflarını üstlenmekteler. İyi kadınlar kocalarına karşı itaatkardırlar. Ayrıca onlar Allah’ın korunmasına yönelik emri uyarınca iffet ve namuslarını korurlar. Dik başlılık ve hırçınlığından yıldığınız yuvayı yıkacağından kaygılandığınız karılarınıza gelince, onlara ilkin öğüt verin. Öğüt fayda etmezse onları yataklarında yalnız bırakabilirsiniz. Bununla da yola gelmezlerse onlara tokat atabilirsiniz. Ama eğer itaat ederlerse onları cezalandırmak için bahane aramayın. Şüphesiz Allah çok yücedir, büyüktür. (Mustafa Öztürk meâli)

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ)“Kocalar, karılarının âmiri / reisi konumundadır.” 

Âyette geçen اَلرِّجَالُ (er-rical) kelimesine “kocalar”, النِّسَٓاءِ (en-nisâ) kelimesine de “karılar” anlamı veren M. Öztürk meâlinde şu dipnotu düşmüştür:

Bu âyetteki ‘er-rical’ ve ‘en-nisâ’ kelimeleri genel anlamda kadın-erkek arasındaki ilişkiye değil karı-koca ilişkisine işaret etmektedir. Nitekim bu husus âyetin devamından da anlaşılmaktadır.

 (M. Öztürk Meâli s.118. dipnot no.12)

Kelimelerin sözlük mânâları içinde olmamasına rağmen âyette geçen اَلرِّجَالُ (er-rical) kelimesine “kocalar”, النِّسَٓاءِ (en-nisâ) kelimesine de “karılar” anlamı veren M. Öztürk, âyette geçen قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine ise “âmir/reis” anlamı vermiştir. Kök harfleri ق و م (kvm) olan kelime bu âyette geçtiği şekliyle Kur’an’da 2 defa daha geçmektedir. Bakalım M. Öztürk kelimenin geçtiği yerlerde hangi mânâyı tercih etmiştir:

Nisâ 4/135

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِيًّا اَوْ فَق۪يرًا فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ وَاِنْ تَلْوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا

Ey Müminler! Kendinizin, ana-babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa, bütün gücünüzü ve samimiyetinizle hep adalet ve hakkaniyetten yana olun, Allah için doğru şahitlik yapın. Şahitlik konusunda insanların zengin veya fakir olmasını dikkate alarak adalet ve hakkaniyetten sapmayın. (Yani zenginin gözüne girmek yahut yoksula merhamet etmek uğruna hak ve hakikati söylemekten kaçınmayın). Şahitlikte öncelikle dikkate alınması gereken husus, insanların konumları/durumları değil, Allah’ın adaletten ayrılmama emridir. Kaldı ki Allah zenginin de fakirin de durumunu sizden çok daha iyi bilmektedir. Şu hâlde arzu ve isteklerinize uyup da adaletten ayrılmayın. Şahit olarak gerçeği çarpıtırsanız veya şahitlikten kaçınırsanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. (M. Öztürk meâli)

Mustafa Öztürk’ün bu âyete verdiği meâlde kullandığı kelimelerin birçoğunun âyette kelime olarak karşılığı yoktur. O, bu meâli, söylenenden söylenmeyene ulaşarak yani yorumla yapmıştır. Zaten meâlinin kapağında ‘Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri’ şeklinde ifade bulunmaktadır. Bu yorumlarını hangi metoda ve gerekçelere dayanarak yaptığına dâir tek bir satır açıklama dahî bulunmamaktadır. Yani bu yorumların doğru ya da yanlış olduğunu neye göre tespit ettiğini kendisinden başka kimse bilmemektedir. M. Öztürk’ün herhangi bir metot belirtmemiş olduğunu bir kenara bırakarak Nisâ 34. âyette ‘âmir /reis’ anlamını verdiği قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine bu âyette ne mânâ verdiğine bakalım:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْط …ِ …

Ey Müminler… bütün gücünüz ve samimiyetinizle hep adalet ve hakkaniyetten yana olun… (M. Öztürk meâli)

Doğrusunu söylemek gerekirse M. Öztürk’ün hangi kelimeye hangi anlamı verdiğini, bir kelimenin anlamının nerede başlayıp nerede bittiğini tespit etmek bile neredeyse imkânsız gibi durmaktadır. Fakat kurduğu uzun cümlede قَوَّام۪ينَ (kavvamine) kelimesine “reis/âmir” şeklinde bir mânâ yüklemediği kesindir. Müellifimiz galiba قَوَّام۪ينَ (kavvamine) kelimesine “bir şeyden yana olmak için o şeyin lehine samîmîce bütün gücü kullanmak” mânâsını vermiştir. Bu kelime şu âyette bir kez daha geçmektedir:

Mâide 5/8

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلَّا تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

Ey Müminler! Allah hakkı için, her dâim adalet ve hakkaniyet sâhibi olun. (Kafirlere duyduğunuz öfke gibi) bir zümreye yönelik öfke ve nefretiniz, adaletsiz davranmanıza yol açmasın. Gerek dosta gerek düşmana karşı hep adaletli olun. Çünkü Allah’a karşı saygı ve sorumluluk bilincine en uygun davranış budur. Allah’ın emirlerine kayıtsız kalmaktan sakının; Çünkü Allah yaptığınız işlerden tümüyle haberdardır. (M. Öztürk meâli)

  1. Öztürk bu âyette geçen قَوَّام۪ينَ (kavvamine) kelimesine diğer âyette verdiği mânâdan daha anlaşılır bir şekilde sadece “sâhip” mânâsı vermiştir. Meâlindeki kelimelerin âyetteki karşılıklarını belirtirsek daha iyi anlaşılacaktır:
بِالْقِسْطِۘ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ قَوَّام۪ينَ كُونُوا يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
Hakkaniyet Adalet Allah hakkı için Sâhip Her dâim olun Ey imân edenler

 

Ey Müminler! Allah hakkı için, her dâim adalet ve hakkaniyet sâhibi olun. (M.Öztürk meâli)

Sırf eleştirdiğimiz için değil, hakîkaten M. Öztürk’ün meâlinde hangi kelimeye hangi anlamın hangi gerekçeyle verildiğini tespit etmek bir hayli güçtür. Aslına bakılırsa bir önceki âyetle bu âyetin ilk cümlesi neredeyse aynıdır. Hatta cümle yapısı bile aynıdır. Her iki âyetin ilk cümlesi arasında bir karşılaştırma yapalım:

Nisâ 4/135

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْط …ِ … 

Ey Müminler… bütün gücünüz ve samimiyetinizle hep adalet ve hakkaniyetten yana olun… (M.Öztürk meâli)

Mâide 5/8

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ…

Ey Müminler! Allah hakkı için, her dâim adalet ve hakkaniyet sâhibi olun… (M.Öztürk meâli)

Bu iki âyet arasındaki meâl farkını okuyucunun vicdânına bırakarak devam edelim. M. Öztürk’ün Mâide 8. âyette kelimeye sadece “sâhip” mânâsı verdiğini az önce belirttik. Fakat bir âyette “bir şeyden yana olmak için, o şeyin lehine samîmîce bütün gücü kullanmak”; diğer âyette sadece “sâhip” mânâsı verdiği kelimeye Nisâ 34. âyette “âmir/reis” mânâsı vermiştir. Bu durumda şu sorunun sorulması kaçınılmaz hâle gelmektedir: Üç âyette de aynı formda geçen قَوَّام۪ينَ (kavvamine) kelimesine üç farklı mânâ veren M. Öztürk bu mânâları nereden elde etmiştir? Acaba hakîkaten sözlüklerde kelimenin bu şekilde farklı mânâları var mıdır?

Hemen her müfessirin başvuru kaynaklarından biri olan Râgıb El-İsfahânî, yukarıya aldığımız her üç âyetin ilk cümlesini alarak قَوَّام۪ينَ (kavvamine) kelimesinin “bir şeyi koruma, bakma ve muhâfaza etme” (Müfredat KVM mad.) anlamına geldiğini söylemiş, “âmir ve reis” gibi bir mânâdan hiç söz açmamıştır. Hatta bu kelimenin başka bir formu olan قَيِّمًا (kayyim) kelimesinin Kur’an’da geçtiği yerleri alarak kelimenin mânâsının “kendisine dönüp gelinen, işleri dosdoğru hâle getiren, doğru, dâimî, sâbit ve sağlam” olduğunu söylemiştir. 

Mustafa Öztürk tarafından kelimeye yüklenen “âmir, yönetici, reis” gibi mânâlar kelimenin sâhip olduğu mânâlar değil onun yorumla elde ettiği mânâlardır.

Âyetin i’râbını yapanlar قَوَّام۪ينَ (kavvamine) kelimesinin ‘mübâlağa ile ism-i fâil’ olduğunu söylemektedir. Bu durumda kelime, sülâsî mücerred (üç harfli yalın) fiilden türemiş bir kelime olmaktadır. Dolayısıyla bu kelime, türediği fiilin kök anlamını üzerinde taşımak zorundadır. Arapça bilmeyenler açısından meselenin daha iyi anlaşılması için Türkçe üzerinden örnekler verelim. Çünkü Arapça terimlerle konuşulduğunda Arapça bilmeyenler bahsedilen husûsun sadece Arapçaya has bir durum olduğunu sanmaktadır. Oysa mübâlağa ism-i fâil her lisanda kullanılmaktadır:

Mübâlağa ile İsmi fâil İsmi fâil Fiil
İçici (çokça içen) İçen İçti
Üzücü (çokça üzen) Üzen Üzdü
Yazıcı (çokça yazan) Yazan Yazdı
Uykucu (çokça uyuyan) Uyuyan Uyudu
Okuyucu (çok okuyan) Okuyan Okudu

Dikkat edilirse ‘mübâlağa ile ism-i fâiller’ bir işin çokça yapıldığı zamanlarda kullanılmaktadır. Türkçede bu, hem kelimelerin önüne “çok” kelimesi konularak ifade edilir hem de yukarıda belirttiğimiz gibi “çok” ifadesi konulmadan da ifade edilir. Arapçadaki ‘mübâlağa ile ism-i fâil’ olan kelimeler belli kurallarla ve belli kalıplarla gelirler. Mübâlağa ile ism-i fâillerin gramer kitaplarındaki tanımı ve kalıpları şu şekilde ifade edilmektedir:

Bir varlıkta, bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Bunlara “mübâlağa siygası” (صِيَغُ الْمُبَالَغَةِ) da denir. Kelimenin mânâsının başına “çok, pek, fazla, gâyet, dâimî” kelimelerinden biri getirilir.

 (Sarf / Yrd. Doç. Dr. M. Meral Çörtü, s.470) 

Bu tanımdaki “fiilden türeyen” kısmına dikkat çekmek isteriz. Zirâ bu kelimeler her fiilden değil, sadece ‘sülâsî mücerred’ yani ek almamış yalın fillerden türetilmektedir. Ek almış dört ve beş harfli fiillerin ism-i fâilleri yapılabilmekteyken onlardan mübâlağa ile ism-i fâil türetilmemektedir. Dolayısıyla bu kelimeler fiilin yalın kökü üzerinden türetilen kelimeler oldukları için mânâlarının da fiilin yalın kökündeki mânâlar üzerinden tespit edilmesi gerekmektedir. قَوَّام۪ينَ (kavvamine) kelimesinin yalın kök fiilinin mânâları ise şu şekildedir:

قَامَ – قِيَامًا; “ayağa kalkmak, ayakta durmak, dikilmek, ortaya çıkıp devam etmek, yapmak, icra etmek, idaresini üstlenmek, himaye etmek, korumak, ilgilenmek, yerine getirmek.

(Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı / Yeni Sözlük s.1827)

Hemen belirtelim ki sözlüklerde kelimeye yüklenen “idâresini üstlenmek” mânâsı reis olmak, âmir olmak mânâsında değil “bir şeyi olduğu hâl üzere tutmak, devamlılığını sağlamak” mânâsındadır. Her hâlükârda kelimenin reis olmak, baş olmak, âmir olmak gibi bir mânâsı yoktur. Peki, çok ateşli ve gayretli bir şekilde Kur’an âyetlerinin bir kısmının tarihte kaldığını söyleyen M. Öztürk, meâlinde قَوَّام۪ينَ (kavvamine) kelimesine verdiği “âmir/reis” anlamını nereden bulmuştur? Elbette ki izinden gittiği ve sorgulanamaz addettiği ulemâdan. Râzî, Nisâ 34. âyetin ilk cümlesi hakkında şunları söylemiştir:

Nisâ 4/34

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّٰهُۜ وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّۚ فَاِنْ اَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَب۪يلًاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلِيًّا كَب۪يرًا

Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünkü Allah onlardan bazısını (erkekleri), bazısından (kadınlardan) üstün kılmıştır. Çünkü onlar mallarından infak ederler. İyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah kendilerini nasıl koruduysa onlar da öylece mahremiyeti koruyanlardır. Şerlerinden, serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince, onlara (önce) öğüt verin. (Vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın. (Yine kar etmezse) dövün. Size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür. (F. Er-Râzî / Tefsir-i Kebir c.8.s17)

Erkeğin Mîrastaki Üstünlüğü, Kadının İnfak ve Mehir Üstünlüğü ile Dengelenmiştir

Bil ki Allah Teala, “Allah’ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyim” (Nisâ 32) buyurup, biz de bu âyetin sebeb-i nüzulünün, kadınların, Hak Teala’nın erkekleri kendilerine mîras husûsunda üstün kılması konusunda ileri-geri konuşmaları olduğundan bahsedince, bundan dolayı Allah Teala bu âyette, her ne kadar birbirlerinden istifade husûsunda kadın-erkek müsavi olsalar da erkekler kadınlara hâkim oldukları için, erkekleri mîrasta kadınlara üstün kıldığını, bundan dolayı erkeklere, kadınların mehirlerini vermelerini ve onların geçimlerini temin etmelerini emrettiğini bu âyette zikretmiştir. Böylece iki taraftan birinde olan üstünlük, diğer bir tarafın üstünlüğü ile denk olmuş olur. Binaenaleyh sanki arada herhangi bir üstünlük yok gibidir. İşte âyetin kendinden öncekilerle münasebetinin izahı budur.

(F. Er-Râzî / Tefsir-i Kebir c.8.s17).

Daha önce de belirttik ama tekrar belirtelim ki M. Öztürk’ün âyete verdiği bu meâli nasıl elde ettiğini, hangi kelimeye hangi anlamı verdiğini, hangi kuralla hareket ettiğini tespit etmek oldukça güçtür. Herhangi bir açıklama da getirmediği için bu meâle hangi gerekçeler üzerinden ulaştığını kendisinden başka kimse bilmemektedir. Yani eleştirmek istesek bile neresinden tutacağımızı bilmemekteyiz. Her fırsatta Kur’an’ı tarihsel bir kitap olarak göstermekten geri durmayan M. Öztürk’ün ortaya bir metot koymaması ve âyetlerdeki kelimelere verdiği mânâlarla ilgili hiçbir gerekçe belirtmemesi ve hatta buna ihtiyaç bile duymaması Kur’an ile bağının ya hiç olmadığını ya da niyetinin Kur’an’ı daha anlaşılır hâle getirmek değil geçmiş müfessirler eliyle zaten karmakarışık hâle getirilmiş meseleleri daha karmaşık bir şekle sokarak âyetleri ‘tarihsel’ hâle getirmek olduğunu ortaya koymaktadır. Nasıl olur da Kur’an gibi bir kitaba meâl yazarken hiçbir gerekçe ortaya koymamanın adı ilim olur? 

Râzî, Nisâ 34. âyetin ilk cümlesine اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) “Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler.” mânâsını vermiş, mîras husûsundaki erkek üstünlüğünün, mehir ve geçim sağlama görevinin erkeğe verilmesi ile dengelendiğini ifade etmişti. İki eşit taraftan biri olan erkek nüşûz ettiğinde kadın mecbûren onunla anlaşma yoluna gitmeli demiş; buna mukābil iki eşit taraftan biri olan kadın nüşûz ederse öğüt verilmeli, yataklarda yalnız bırakılmalı, ardından dövülmeli şeklindeki ifadelerinin neresinin eşitlik ve denge olduğunu açıklama gereği duymamıştır.

Nisâ sûresi 34. âyetin ilgili kısımlarına gelindiğinde bunlara tekrar dönülecektir. Burada Râzî ve M. Öztürk’ün âyetin ilk cümlesine verdikleri اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) “Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler/âmirdirler/reistirler.” mânâsı üzerinde durmamız daha doğru olacaktır. Râzî âyette geçen قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine meâlinde “hâkim” mânâsını vermiştir ama açıklamalarında kelimenin mânâsı ile ilgili şunları da söylemiştir:

Kavvam; “işi bi-hakkın yapan kimse demektir. Kadının işlerini hakkıyla yerine getirip, onu korumaya itina gösteren kimse için de هَذَا قَيِّمُ الْمَرْاَةِ وَ قَوَّامُهَا denir.

 (F. Er-Râzî / Tefsir-i Kebir c.8.s17)

Râzî bu açıklamasıyla قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine verdiği “hâkim” anlamının aslında kelimenin anlamlarından olmadığını, o mânâya yorum yaparak ulaştığını söylemektedir. Bütün bunlara rağmen verilen mânâların yanlışlığını da göz ardı ederek hem Râzî’ye hem de M. Öztürk’e şöyle bir soru soralım:

Erkeklerin kadınlar üzerine hâkim, âmir veya reis olmaları ne anlama gelmektedir? Yani bu hâkimlik veya reislik nerede başlayıp nerede bitmektedir? Eğer bu hâkimlik veya reislik Yüce Allah’ın emirleri veya yasakları husûsundaysa kadın zaten bir mümindir; evli olması veya olmaması hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Üstelik bu hususta birinin diğerine âmir olmasına gerek yoktur. Çünkü İslâm’ın tüm emir ve yasakları ‘zorlama’ üzerine değil ‘gönüllülük’ üzerinedir. Daha da önemlisi zorlamayla yapılacak İslâmî uygulamaların sonucunun münâfıklık olacağını her imân eden bilmektedir. Yok eğer bu emirlik veya hâkimlik ‘toplumsal sorumluluklarla’ alâkalıysa burada da ne erkek ne de kadın ölçüdür, kimin nerede ne zaman ne yapması gerektiğini Yüce Allah zaten belirlemiştir. Bu konularda âmir-memur ilişkisine gerek yoktur. Geriye aile ile ilgili sorumluluklar kalmaktadır. Bu konuda da herhangi bir dikteye gerek yoktur. Kadın, insan türünden başka bir varlık değildir ve her şeyden önce o da bir insandır. Eğer Nisâ 34. âyetin başındaki erkeklerin hâkimliği; bulaşık ve çamaşırın yıkanması, evin süpürülmesi, yemeğin yapılması husûslarındaysa bu gerçekten çok tuhaf bir âmirlik olacaktır. Çünkü bu durumda buna evlilik veya karı-koca ilişkisi değil işçi-işveren ilişkisi denilecektir. Yok eğer bu âmirlik ‘yatak ilişkileri’ ile alâkalı ise -çok özür dileyerek söylüyorum ki- o ilişkilerde âmir-memur ilişkisi aramak sevgi ve saygı temelinde anlaşılması gereken bir işi mâlûm evlerde parasıyla yapılan bir işe çevirmek gibi olacaktır.

Râzî ve M. Öztürk âyette geçen قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine hem de kelimenin sözlük mânâları içinde olmamasına rağmen “Erkek kadının âmiri, reisi, hâkimidir.” şeklinde bir mânâ verirlerken hangi toplumu, hangi kadını, hangi erkeği ve hangi bağlamı temel almışlardır? Bu âmirlik veya hâkimliğin târifi ve sınırları nedir? 

Yaptığı her işi bir ilkeye göre yapan Yüce Allah, resûllerinin imamlığı ile ilgili bile çok keskin ve net tanımlamalar getirmişken tanımsız bir şekilde birinin diğerine âmir, reis veya hâkim olabileceğini söylemek Kur’an ile asla bağdaşmayan bir şeydir. Kaldı ki âmir, reis ve hâkim kelimelerinin her üçü de yine Arapça kelimelerdir.

Az önce âyette geçen قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinin ‘mübâlağa ile ism-i fâil’ olduğunu belirtmiştik. Kelimenin daha iyi anlaşılması için ‘mübâlağa ile ism-i fâil’ olan kelimelerin özellikleri ve vezinleri hakkında daha geniş bilgi vermek yerinde olacaktır.

Mübâlağa Kelimesinin Tanımı

  1. Mübâlağa; iş yönünden kişinin amacına ulaşmasıdır. (Halil b. Ahmet/ ö.791)
  2. Hedeflenen şeyin en sonuna ulaşmasıdır, bu ister zaman ister mekân olsun veya hedeflenen bir iş olsun fark etmez. (R. El-İsfahânî / Müfredat BLĞ md)
  3. Mübâlağa, cümlede herhangi bir kısıtlamaya gitmeksizin en zirvedeki ulaşılabilecek en uçtaki anlama ulaşmak. (Ebu Hilal el-Askerî)

 

Mübâlağa İle İsm-i Fâilin Tanımı

Bir varlıkta, bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Bunlara “mübâlağa siygası” (صِيَغُ الْمُبَالَغَةِ) da denir. Kelimenin mânâsının başına “çok, pek, fazla, gâyet, dâimî” kelimelerinden biri getirilir. 

(Sarf / Yrd. Doç. Dr. M. Meral Çörtü s.470) 

Mübâlağalı Vezinlerin İsm-i Fâilden Farkı

Mübâlağalı ism-i fâillerin siygası şekil yönünden olduğu gibi, anlam yönünden de ism-i fâilden farklıdır. Şöyle ki; اَكَلَ fiilinden ism-i fâil آكِلٌ vezninde gelirken, mübâlağa vezni, اَكَّالٌ şeklinde gelir. İsi fâilin, bu vezne dönüştürülmesindeki amaç, anlamda çokluk ve abartı oluşması içindir. Arap dili ve belağatında “ziyade (fazla) harf, ziyade mânâya delalet eder” kuralını da unutmamak gerekir. Mübâlağa veznine dönüştürülmeden önce ism-i fâil, çokluk ve mübâlağa olmaksızın fâilin işine delalet eder. اَكَّالٌ veznine çevrildiğinde ise mübâlağa ifade eder.

Yiyen… آكِلٌ … (ism-i fâil)

Çok yiyen… اَكَّالٌ … (mübâlağalı ism-i fâil)

Hem ism-i fâil hem de mübâlağalı ism-i fâil sülâsî (yalın) fiilden müştak (türeyen) birer lafız olarak iki mânâya delalet etmekte ortaktırlar. Birinci mânâ; işi yapana (yiyen kişiye) delâlet etmesidir. İkinci mânâ ise, soyut mânâya delalet eder ki, o da yeme işidir. Aralarındaki farklılık bu soyut anlama, yani yemenin azlığına, çokluğuna, kuvvetliliğine ve zayıflığına delalet etmesi yönündedir. Sülâsîden müştak (türemiş) olan آكِلٌ kelimesi, ism-i fâil olarak bu anlamlardan hiçbirine delalet etmez. Ancak ism-i fâil gibi, sülâsîden müştak olan اَكَّالٌ kelimesi abartılı olarak bu anlamlarda çokluğa ve mübâlağaya delalet eder.

Zeyd, Amr’ı dövendir…زَيْدٌ ضَارِبٌ عَمْرًآ

(Vurma/dövme işinin fâilden bir defa meydana geldiği anlaşılıyor.)

Zeyd, Amrı çok dövendir… زَيْدٌ ضَرُوبٌ عَمْرًآ

(Bu şekilde mübâlağa ile söylediğimizde dövme işinin tekrarladığı ve çok yapıldığı anlaşılır.)

(Mustafa Tokmak; Tez)

Mübâlağa ile İsm-i Fâilin Özellikleri

  1. Hepsi sema’idir.
  2. Müteaddî fiilden yapılır.
  3. Müzekker ve müennes için ayrı sigaları yoktur.
  4. Sülâsî fiilden türerler.
  5. Mübâlağalı ism-i fâiller Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübâlağa veya lâkap olurlar.

(Sarf / Yrd. Doç. Dr. M. Meral Çörtü s.470) 

Arapça bilmeyenler için yukarıda sayılan özelliklerden ikincisi olan “müteaddî fiillerden yapılır” tanımlaması üzerinde biraz durmak gerekecektir. Türkçede ‘geçişli fiil’ olarak adlandırılan müteaddî fiiller, fiilin etkisinin fiili yapan üzerinde değil de başkası üzerinde görüldüğü fiillerdir. Mesela, “uyumak” fiili geçişli (müteaddî) olmayan bir fiildir ve bu fiil yapan kişinin üzerinde görülür dolayısıyla bir mef’ûle (nesneye) ihtiyaç duymaz. Fakat buna mukabil “vurmak” fiili mutlaka bir nesneye (mef’ûle) ihtiyaç duyar hatta mef’ul olmaz ise cümle tam olarak anlaşılmaz. “Halit uyudu.” gibi bir cümle kurulduğunda cümle anlaşılmaktadır fakat buna karşılık “Halit vurdu.” denildiğinde Halit’in neye veya kime vurduğu belli değildir. Dolayısıyla her müteaddî (geçişli) fiil mutlaka bir mef’ûle (nesneye) ihtiyaç duymaktadır. Fakat genel olarak müteaddî fiiller nesnelerini (mef’ûllerini) herhangi bir harf yardımıyla değil direkt alırlar. 

Yukarıda Prof. Dr. M. Meral Çörtü’den yaptığımız alıntıda mübâlağalı ism-i fâillerin sadece müteaddî fiillerden türediği söylenmiştir. Fakat buna karşılık olarak lâzım yani geçişli olmayan fillerden de türetildiği söylenmiştir.

Mübâlağalı ism-i fâiller hakkında bu kadar detaylı bilgi vermemizin sebebi şudur.

Anlamaya çalıştığımız Nisâ sûresi 34. âyet bir isim cümlesidir. Dolayısıyla isim cümlesinin yapısı fiil cümlesinin yapısı gibi değildir. İsim cümlelerinde, fiil cümlelerinde olduğu gibi “fiil, fâil, mef’ul” değil, müptedâ ve haber bulunmalıdır. Fakat isim cümlelerinde ilk kelimeden sonra gelen haber tek kelime olabileceği gibi şibhi cümle, isim cümlesi veya fiil cümlesi olarak da gelebilmektedir. Buna göre ilk cümlenin yapısı şu şekildedir:

(er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ)

اَلرِّجَالُ (er-ricalu) … Müptedâ

قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء (kavvamuna ale’n Nisâ) … Haber (fiil gibi amel etmiş mübâlağa ile ism-i fâil’den dolayı fiil cümlesi).

Haber olarak nitelediğimiz قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء (kavvamuna ale’n Nisâ) ifadesine dikkat edilirse iki kelime arasında عَلَى (ala) harf-i cer’i bulunmaktadır. Bu harf-i cer bir yandan قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinin ‘fiil gibi’ anlaşılmasını belirtirken diğer yandan kelimenin anlamının ya harf-i cer ile müteaddîlik kazanan bir anlamda veya tamamen lâzım bir anlamda olması gerektiğini belirtmektedir. Kelimenin üzerinde bu kadar çok durmamızın sebebi budur. Kelimenin bu durumlarını tespit etmeden mânâ vermek doğru olmayacaktır.

Bu durumun anlaşılması için mübâlağa ile ism-i fâillerin hangi durumlarda fiil gibi hareket edebileceğini belirtmek gereklidir.

Mübâlağa ile İsm-i Fâillerin Fiil Olarak Amel Etmeleri

Mübâlağa siygalarının çoğu ism-i fâil, bazıları da ism-i meful mânâlı oldukları için, amel ettiklerinde fâil veya naib-i fâil alırlar. Mübâlağalı ism-i fâilin fiil olarak amel ediş şartları aynen ism-i fâilin şartları gibidir.

İsm-i fâilin malum fiil gibi amel etmesi için altı şart gerekir.

  1. Harf-i târifli olmak, yani başında harf-i târif (ال) bulunmak.
  2. Kendisinden evvel nefy (olumsuzluk) edatı bulunmak.
  3. Kendisinden evvel istifham (soru) edatı bulunmak.
  4. Bir müptedâya haber olmak.
  5. Bir isme sıfat olmak.
  6. Hal olmak.

(Sarf / Yrd. Doç. Dr. M. Meral Çörtü s.473)

Bu târiflerin dördüncüsüne dikkat edilirse “bir müptedâya haber olmak” şartı, anlamaya çalıştığımız اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) cümlesinde yerine gelmiştir. Çünkü az önce belirttiğimiz gibi اَلرِّجَالُ (er-ricalu) kelimesi müptedâ, قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesi ise haberdir. Dolayısıyla ‘kavvamune’ kelimesinin fiil gibi amel etme imkânı vardır. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi ‘müteaddî fiil’ olarak amel etmesi gerekmektedir. Âyetteki قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء (kavvamuna ale’n Nisâ) ifadesinde harf-i cer olması kelimenin müteaddî değil de lâzım olduğu görüntüsündedir. Çünkü eğer kelime müteaddî olsaydı arada عَلَى (ala) harf-i cer’inin olmaması gerekirdi. Fakat her durumda cümlede bir harf-i cer’in bulunması, قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinin fiil gibi amel ettiğini ve verilecek meâlin fiil mânâsında olması gerektiğini zorunlu hâle getirmektedir. Üstelik gramer kuralları gereği eğer ism-i fâil veya mübâlağalı ism-i fâil, başında bir harf-i târif (ال) (el) olmadan gelirse verilecek anlamın ya şimdiki zaman ya gelecek zaman ya da geniş zaman olması gerekmektedir. 

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ … (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ)Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler. (Râzî)

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ … (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ)Kocalar, karılarının âmiri / reisi konumundadır. (M. Öztürk meâli)

Görüldüğü gibi ne Râzî ne de M. Öztürk âyette bir harf-i cer bulunmasına ve النِّسَٓاءِ (ale’n Nisâ) kelimesinin de açık bir şekilde ‘mef’ul’ olmasına rağmen, قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesini fiil gibi amel ettirmemiştir. Hangi cümlede gelirse gelsin bir harf-i cer müteallakı olmadan kullanılmaz. Hatta fiil olmadan kullanılan harf-i cer’li cümlelerin hepsinde de hazfedilmiş bir umum fiil olduğu varsayılır. Bir yandan bu kadar açık delili görmeyen/göremeyen M. Öztürk, öte yandan âyetlere meâl verirken âyetlerde hiç olmayan kelimeleri görebilmiştir. Meselâ, Nisâ sûresinin 34. âyetinin ilk cümlesine verdiği meâle bakalım:

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِم 

Kocalar, karılarının âmiri / reisi konumundadır. Çünkü Allah erkeklere kadınlardan daha fazla hak ve yetki vermiş bulunmakta, ayrıca erkekler evlenirken eşlerine mehir vermekte, evlendikten sonra da hane halkının geçim masraflarını üstlenmekteler. (M. Öztürk meâli)

Âyetin kendi metninde hiçbir şekilde olmayan “daha fazla – hak ve yetki – bulunmakta – evlenirken eşlerine mehir vermekte – evlendikten sonra hâne halkının geçim masraflarını üstlenmekte” gibi kelimeleri ve cümleleri nereden bulduysa bulup çıkarma ustalığını gösteren Mustafa Öztürk, gözünün önündeki harf-i cer’den dolayı fiil gibi amel etmesi gereken قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesini görmemiştir. Oysa mâdem قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesine fiil olarak amel etmesi gerektiği hâlde isim olarak ‘hâkim, âmir /reis’ mânâsı verilecektir o hâlde gramer kuralları gereği oraya hazfedilmiş bir umum fiil takdir etme zorunluluğu vardır. Yoksa âyetteki harf-i cer ‘harf’ değil ‘isim’ olacak ve عَلَى النِّسَٓاءِ (ale’n nisâ) ifadesi de bir isim tamlamasına dönüşecektir. Nitekim Mustafa Öztürk meâlinde tam da bunu yaparak âyette geçen عَلَى النِّسَٓاءِ (ale’n nisâ) ifadesine “karılarının” şeklinde mânâ vermiştir. Oysa ifadeye “karılarının” şeklinde bir mânâ verebilmek için kelimenin harf-i cer’siz ve النِّسَاءَهُمْ (nisâehum) şeklinde geçmiş olması gerekmektedir. Kelimelere verilen mânâları doğru varsaysak bile ilk cümlenin anlamı şöyle olmak zorundadır:

Erkekler kadınlara âmir/reis oluyorlar/olurlar.

Gramerde zamandan bağımsız olan kelimeler sadece isimlerdir. Fiiller ve fiilden türemiş olan ‘ism-i fâil, ism-i mef’ul, mübâlağa ile ism-i fâil vs.’ gibi kelimeler zaman olmadan kullanılamazlar. Fiillerin hangi zamana bağlı olduğu ‘mâzî-muzâri’ olmalarından veya cümledeki yardımcı edatlardan anlaşılır. Fiilden türemiş olan kelimelerin hangi zamandan olduğu ise ya başlarında harf-i târif (ال) (el) olup olmamasından ya da cümlede açık bir zamanı işaret eden zarflardan anlaşılır. Bir cümlede başında harf-i târif (ال) (el) olmayan mübâlağa ile ism-i fâil bulunuyorsa bu durumda o cümlenin anlamı çoğunlukla gelecek veya geniş zamandır, bazı durumlarda da şimdiki zamandır.

İşte bu durumu göz önüne aldığımızda eğer âyette geçen قَوَّامُونَ (kavvamune) ifadesine Mustafa Öztürk gibi ‘âmir/reis’ mânâsı verilecek olsa bu aynı zamanda erkeklerin kadınlara âmirliğinin veya reisliğinin bu âyet inmeden önce olmadığı anlamına gelecektir. Yani eğer hakîkaten kelime ‘reis’ veya ‘âmir’ mânâsındaysa bu âmirlik veya reislik Nisâ 34. âyetle başlamış, daha öncesinde hiç olmamış demektir.

Öte yandan Kur’an’ın âyetlerini tarihsel olarak niteleyenler Kur’an’ın indiği toplumun zaten erkek egemen bir toplumsal yapısı olduğunu ve erkeklerin kadınlara hiç hak ve değer vermediğini durmadan vurgulamaktadırlar. Öyleyse toplum zaten erkek egemense ve zaten erkek, âmir/reis ise bunun üstüne Kur’an’ın kalkıp “Erkekler kadınların âmiri/reisidir.” demesinin ne anlamı olacaktır? Bu cümle hiçbir haber değeri olmayan cümle şeklinde döneceği gibi aynı zamanda “Câhiliye’nin kutsanması” anlamına da gelecektir. Yani (hâşâ) Yüce Allah “Erkekler kadınların âmiridir.” demekle Câhiliye’ye onay vermiş hatta âyetle bunu dâimî ve sâbit hâle getirmiş olduğu anlamına gelecektir.

Râzî bu âyetin nüzul sebebi hakkında şunları söylemektedir:

İbn Abbas (r.a) bu âyetin Muhammed ibn Seleme’nin kızı ile ensarın ileri gelenlerinden biri olan kocası Sa’d b. Rebi hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Zirâ Sa’d ona bir tokat atmış, o da kocasının yatağını hemen terk ederek, kocasının tokadının izi yüzünde olarak Hz. Peygamber (s.a.s)’e gelip kocasının kendisini tokatladığını şikâyet etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) “ondan kısas iste” dedi, sonra da “sabret, (vahiy) bekliyorum” dedi. İşte bunun üzerine اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ “erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler…” âyeti nazil olmuştur. Bu, “erkekler kadınları terbiye etme ve onlara müdahale etme husûsunda hâkimdirler” demektir. Böylece Cenab-ı Hak sanki erkeği karısı üzerinde reis ve hükmü geçen birisi kabul etmiştir. Bu âyet nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.s); “biz bir şey istedik, Allah da bir şey istedi. Allah’ın istediği daha hayırlıdır” buyurdu. Böylece Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (s.a.s)’in söylediği kısas hükmünü kaldırmış oldu. Daha sonra o, erkeklerin kadınlara hâkim olduğunu ve erkeklerin emrinin onların yanında geçerli olması gerektiğini belirtince, bunun şu iki sebepten dolayı olduğunu beyan buyurmuştur. 

(F. Er-Râzî / Tefsir-i Kebir c.8.s17)

Müfessirimizin âyetin devamında söylediği şeylere geçmeden önce âyetin nüzul sebebi olarak belirttiği bu rivâyet hakkında birkaç söz söylemek yerinde olacaktır. Rivâyete göre âyetin inmesine sebep olan olay Medine’de yaşanmıştır. Allah resûlü o güne kadar herhalde hiç şikâyet olmadığı için erkeğin kadını dövmesi gibi bir olayla hiç karşılaşmamış veya böyle bir olayı hiç umursamamıştır. Hatta şikâyete gelen kadına “kısas yap” dediğine göre bu olaydan önce kocası tarafından dövülen kadınlar kısas olarak kocalarını dövmüş olmalılar. Yine “Biz bir şey istedik, Allah da bir şey istedi. Allah’ın istediği daha hayırlıdır.” dediğine göre en azından bu olaydan sonra erkeklerin kadınları dövmesine engel olacak şekilde söz sarf etmemiş olması gerekmektedir. Zirâ “Allah’ın istediği daha hayırlıdır.” dediği için erkekleri ‘kadınları dövme hayrından(!) uzaklaştırmamış’ olması hatta erkekleri dâima buna teşvik etmiş olması gerekmektedir. Çünkü dövmek daha hayırlıdır. 

Öte yandan kocasından tokat yediğini söyleyen kadına hiçbir gerekçe sormadan “Sen de onu tokatla.” demesi, yine hiçbir gerekçe öğrenmeden kocasının tokat attığını kendisine şikâyet eden kadına “Kadınlar erkekler üzerine hâkimdirler.” sözü üzerinden kaderine râzı olmasını söylemesi ve kocasının hangi sebeple vurduğunu hiç önemsemeden tokadı sîneye çekmesini söylemesi ne tuhaftır. Tamam, erkekler kadınlar üzerine hâkim olsunlar, buna râzı olduk diyelim; erkeklerin kadınların üzerine hâkim olmaları ile kadınları dövmeleri arasında nasıl bir hâkimiyet ilişkisi vardır, onu da anlamış değiliz. Yani erkeklerin kadınlar üzerinde hâkim olduğu, erkeklerin kadınları herhangi bir gerekçe olmadan -kaldı ki gerekçeli bile olsa fark etmez- dövmelerinden mi anlaşılacaktır? Kaldı ki mâdem rivâyetler üzerinden gidilmektedir; Allah resûlü Muhammed’e atfedilen ve bırakın tokat vurmayı fiske bile vurulmaması gerektiğini, el kaldırılmaması gerektiğini söyleyen onca rivâyeti ne yapacağız? Bu durumda Allah resûlü Muhammed inananları “daha hayırlı” dediği bir işten mi alıkoymaktadır? 

Böylesi rivâyetler üzerinden âyetteki kelimelere anlam vermenin ilkesizliğinden daha beter olanı, bu rivâyetlerin âyetin nüzul sebebi olarak gösterilmesidir. Kocasından dayak yediğini söyleyen bir kadına “Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler.” diyerek yediği dayağı sineye çekmesini söylemek (hâşâ) ne Allah resûlüne ne de Yüce Allah’a yakışmaktadır. Çünkü eğer kadın şikâyette bulunmuşsa bu artık adlî bir vak’adır demektir. Bundan sonrasında iş, karı-koca ilişkisi üzerinden değil davacı-davalı üzerinden yürümek zorundadır. Adlî vak’alarda ise yapılan fiilin gerekçesi araştırılmak zorundadır. Çünkü davacının veya davalıdan hangisinin haklı olduğu olayın anlaşılmasına bağlıdır. Şikâyete gelen kadına olayın ne olduğunu sormadan önce “Kısas yap.” demek, ardından “Erkekler kadınların hâkimidir.” diyerek dayağı sineye çekmesini söylemek bırakın insanlara adaletin ne olduğunu öğretmek için gelen resûle, sıradan bir hâkime bile yakışmayacak davranıştır. 

Mustafa Öztürk, her fırsatta tarihsel olduğunu söylediği bu âyetin mânâsını, meâlini yazdığı Yüce Allah’ın kitabından değil yine her fırsatta “yaşayan sünnet” dediği işte bu rivâyetlerden almıştır. Bir yandan Kur’an’ı tarihte kalmış ölü bir metin gibi göstermek için var gücünü kullanması, öteki taraftan böylesi rivâyetleri “yaşayan sünnet” ilân etmesi edepli kelimelerle açıklanacak bir durum değildir. Yani Kur’an âyetleri ölebilmekte ama rivâyetler yaşayabilmektedir, öyle mi? Kur’an’ın bağlamı olarak önce rivâyetler üzerinden Câhiliye anlayışlarını merkeze almak, daha sonra yine rivâyetler üzerinden erkekleri kadınların âmiri/reisi yapmak, daha sonra bu anlamları getirip Kur’an kelimelerinin karşılığı olarak göstermek ve bunun üstüne “İşte bakın, Kur’an tarihseldir.” demek hangi vicdânın işidir, anlamak mümkün değildir. 

Biraz önce Mustafa Öztürk’ün meâlinde, âyette geçen اَلرِّجَالُ (er-Rical) kelimesine “kocalar” ve النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) kelimesine ise “karılar” mânâsını verdiğini belirtmiştik. O bu mânâları hangi sebepten dolayı verdiğini şu dipnotla gerekçelendirmişti:

Bu âyetteki ‘er-rical’ ve ‘en-Nisâ’ kelimeleri genel anlamda kadın-erkek arasındaki ilişkiye değil, karı-koca ilişkisine işaret etmektedir. Nitekim bu husus âyetin devamından da anlaşılmaktadır.

 (M. Öztürk meâli s.118. dipnot no.12)

  1. Öztürk de çok iyi bilir ki harf-i târif (ال) (el) vardır ve bu da her iki kelimeyi de cins ismi yapar. Yani kastedilen türdeki bütün bireyleri kapsar. Oysa “kocalar” ve “karılar” hem cins ismi değildir hem de erkeklerin tamamı ‘kocalar’ olmadığı gibi kadınların tamamı da ‘karılar’ değildir. Karı-koca olmak bir durumdur. Âyette geçen er-Rical ve en-Nisâ kelimelerine “karılar-kocalar” anlamı verilmesi durumunda “erkeklerin bir kadına koca olanları, kadınların bir erkeğe karı olanları” denmiş olmaktadır. Yani “sadece nikâh akdi yapmış kadınlar ve erkekler” denmiş olmaktadır. Böyle denmesi aynı zamanda ‘evlenmemiş’ kadının ve erkeğin âyetin söylediği kapsamın dışında bırakılması anlamına gelmektedir. Sadece bu da değil evlenmiş ama bir şekilde eşi ölmüş veya boşanmış kadın ve erkeklerin de bu âyetin kapsamına girmediği söylenmiş olmaktadır. Kaldı ki biraz önce de belirtiğimiz gibi ne ‘en-Nisâ’ kelimesinin “karılar” gibi bir anlamı ne de ‘er-Rical’ kelimesinin “kocalar” gibi bir anlamı bulunmaktadır.

Aslına bakılırsa ‘er-Rical’ ve ‘en-Nisâ’ kelimelerinin “kocalar ve karılar” anlamına gelmesinin mümkün olmadığı gün gibi ortadadır. Zirâ her iki kelime de Kur’an’da başka şekillerde zaten ifade edilmiştir. 

Âl-i İmrân 3/35

اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّ۪ي نَذَرْتُ لَكَ مَا ف۪ي بَطْن۪ي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

Vaktiyle İmran’ın karısı Allah’a şöyle yakarmıştı: “Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmete adayacağıma söz veriyorum. Benim bu adağımı kabul buyur. Şüphesiz sen her şeyi işitir ve bilirsin. (Mustafa Öztürk meâli)

Âl-i İmrân 3/40

قَالَ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ ل۪ي غُلَامٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَاَت۪ي عَاقِرٌۜ قَالَ كَذٰلِكَ اللّٰهُ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ

Bunun üzerine Zekeriya, “Rabbim! Şu yaşlı halimde benim nasıl çocuğum olabilir ki?! Hem sonra karım da kısır. Bu halde nasıl çocuk sahibi olabilirim?! dedi. Allah da “Pekâlâ olur; çünkü Allah dilerse yapar” buyurdu. (Mustafa Öztürk meâli)

Hûd 11/71

وَامْرَاَتُهُ قَٓائِمَةٌ فَضَحِكَتْ فَبَشَّرْنَاهَا بِاِسْحٰقَۙ وَمِنْ وَرَٓاءِ اِسْحٰقَ يَعْقُوبَ

O sırada İbrahim’in misafirlere hizmet için ayakta duran yaşlı karısına İshak adlı bir evlat ve Yakub adlı bir torun sahibi olacağı müjdesini verdik. Bu müjdeyi işitince İbrahim’in karısı (önce) gülümsedi. (Mustafa Öztürk meâli)

Bizzat kendi meâlinde bile “karı” anlamına gelecek kelimeleri kullanarak aslında kelimeyi de çok iyi bildiğini gösteren Mustafa Öztürk, bunlar kendisine yetmemiş olacak ki başındaki harf-i târifi bile hiçe sayarak en-Nisâ kelimesine de “karı” anlamı vermiştir. Aslına en-Nisâ kelimesi başında harf-i târif olmasa bile asla “karılar” anlamına gelemez. Yine aynı şekilde “kocalar” anlamına gelecek kelimeler de farklı şekilde Kur’an’da geçmektedir.

Hûd 11/72

قَالَتْ يَا وَيْلَتٰٓى ءَاَلِدُ وَاَنَا۬ عَجُوزٌ وَهٰذَا بَعْل۪ي شَيْخًاۜ اِنَّ هٰذَا لَشَيْءٌ عَج۪يبٌ

Ardından şaşkınlık içinde, “Ne!” dedi. “Ben bu kocakarı halimle çocuk mu doğuracağım. Üstelik kocam da adamakıllı yaşlanmışken… Bu gerçekten şaşılacak bir şey.” (Mustafa Öztürk meâli)

Kur’an’da “karı” anlamına gelen kelime امْرَاَتُ (imraet), “koca” anlamına gelecek kelime ise بَعْلٌ (ba’lun) kelimesidir ve M. Öztürk bizzat kendi meâlinde bu kelimelere “koca ve karı” anlamları vermiştir. 

Tekrar Nisâ 34. âyetin ilk cümlesine dönecek olursak bu ilk cümlede sadece üç tane kelime ve bir tane harf-i cer vardır. M. Öztürk cümleye şu mânâyı vermişti:

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ …

Kocalar, karılarının âmiri/reisi konumundadır. (M. Öztürk meâli)

Mustafa Öztürk cümleye böyle bir mânâ vermekle hiçbir kelimeye kendi mânâsını vermemiş olmaktadır. Âyetin ilk cümlesinde “koca, karı, âmir/reis, konum” kelimelerinin hiçbiri bulunmamaktadır. Âyetteki hiçbir kelimeye kendi mânâsını vermeden rivâyetler üzerinden taşıdığı hikâyelerle önce âyeti Câhiliye anlayışına mahkûm etmek, ardından çıkış yolu olarak ‘tarihselciliği’ göstermek, bırakın bir mümini azıcık vicdânı olan birinin bile yapmayacağı bir şeydir. Kur’an’daki kelimeleri hiç görmeden kelimeleri başka kelimelere çevirerek Kur’an’a meâl yazmanın neresi imân, neresi ilim, neresi vicdan, neresi ahlak; biz anlamış değiliz.

Kur’an’ı tarihte kalmış ölü bir metin gibi göstermek için Yüce Allah’ın kelimelerini tahrif etmeyi bile göze alan bu anlayışın bırakın bir fikir olarak dikkate alınmasını, İslâm’la bir bağının olduğunu tespit etmek bile zordur. Âyetin ilk cümlesine böyle mânâ verdikten sonra âyetin devamındaki cümlelere de bu mânâya göre şekil verilmeye çalışılacaktır; nitekim M. Öztürk ve izinden gittiği ulemâ da öyle yapmıştır. O cümlelere geçmeden önce anlamaya çalıştığımız ilk cümleye verilmesi gereken daha isâbetli mânâ ve gerekçeleri şu şekilde olmalıdır:

  • اَلرِّجَالُ (er-Rical) Kelimesi:

El yazmalarında الرجال şeklinde geçen bu kelime Âsım b. Behdele kıraatinde اَلرِّجَالُ şeklinde geçmektedir. Âsım b. Behdele’nin iştikakını doğru kabul ettiğimizde kelime ر ج ل (ra+cim+lam) kök harflerinden türemiş bir kelime olmaktadır. Bu durumda kelime tekil olarak gelen رَجُلٌ (raculun) kelimesinin cem-i mükesseri (kırık çoğul) olmaktadır. Sözlüklerde bu kelimenin رِجَالٌ – رَجْلةٌ – اَرَاجِلُ – رِجَالَات şeklinde birkaç tane cem-i mükesseri vardır. Fakat Kur’an’da çoğul olarak bu kullanımlardan sadece اَلرِّجَالُ (er-Rical) şeklinde olanı kullanılmıştır. 

Kur’an’da ر ج ل (ra+cim+lam) kök harflerinden türemiş 73 kelime bulunmaktadır. Bu 73 kelimeden 54 tanesi müfred (23 kez), tesniye (4 kez), cemi (27 (kez) olarak رَجُلٌ (raculun) kelimesi; geri kalan 19 tanesi de başka anlama (ayak, ayaklar, yaya) gelen kelimelerdir. Kelimenin sözlük mânâları şu şekildedir. Hemen belirtelim ki رَجُلٌ (raculun) kelimesi Kur’an’daki kullanımların tamamında hep insan türünün erkek olanlarını kastetmektedir, Mustafa Öztürk’ün meâline yazdığı gibi erkeklerin bir kadına eş olmuşlarını değil.

Kelime, fiil olarak harflerin harekesine göre farklı anlamlara gelmektedir. Mesela;

 رَجِلَ … Yaya yürümeye gücü olmak ve yaya yürümek, ayağının biri böğrüne kadar beyaz olmak, büyük ayaklı olmak.

رَجُلَ … Saç normal ile kıvırcık bir durum arasında olmak. Saç taramak, saçı taranmış olmak.  Er kişi olmak, adam gibi adam olmak, erkeklik yönü güçlü olmak.

رَجَلَ … Bir şeyi bacaklar arasında sıkıştırmak, bir şeyi bacağından bağlamak, yaya olarak yürümek.

Sülâsî (yalın) fiil olarak bu anlamlara gelen kelime, mezid (ek almış) fiil olarak şu anlamlara gelmektedir:

اَرْجَلَ فُلَانٌ غُلَامَه…Yaya olarak yürütmek, ayakları üzerinde yürütmek.

اَرْجَلَتِ المَرْاَةُ…Kadın erkek çocuk doğurdu.

اَرْجَلَ فُلَانًا…Zaman tanıdı, mühlet verdi.

اَرْجَلَ فُلَان حِصَانه…Atını diğer atlara binmesi için salıverdi.

اَرْجَلَ الفَصِيلَ…Anasını istediği zaman emebilmesi için yavruyu serbest bıraktı.

رَجَّلَ فُلَان شَعْرَه…Taramak, tarayıp hafifçe bukle yapmak

 رَجَّلَ فُلَانًا…Güç verdi, kuvvet verdi, ayaklandırdı, adam etti.

اِرْتِجَلَ الكَلَامَ…Doğaçlama konuşmak, doğaçlama yapmak, irticalen konuşmak, daha önce hazırlık yapmaksızın konuşmak, ezberden konuşmak.

اِرْتِجَلَ فُلَان بِرَاْيه…Kendi başına hareket etti, birisine danışmadan uygulamada bulundu, kendi başına buyruk oldu.

تَرَجَّلَ فُلَان…Yaya yürümek, vasıtasız yürümek.

تَرَجَّلَت الشَّمْسُ…Güneş yükseldi.

رَاجِلٌ (ج) رِجَالٌ…Yaya, piyade, yaya olarak yürüyen adam. Er kişi

رِجْلٌ (ج) اَرْجُلٌ…Ayak, bir grubun parçası, çekirge sürüsü, yarıya kadar dolu tulum, deve kuşu sürüsü, yazısız kağıt, uykuya çok düşkün adam.

هُو رِجّلٌ مِنْه…O, onun bir parçasıdır/bölümüdür.

رِجْلٌ (ج) اَرْجَالٌ…İnek sürüsü, insan pisliği, hisse, sıkıntı, bela.

رَجْلٌ…Yarı karışık yarı taranmış saç, saçının yarısı taranmış kimse.

رَجُلٌ…Yarı karışık saç.

رَجُلٌ (ج) رِجَالٌ – رَجْلةٌ – اَرَاجِلُ – رِجَالَات … Adam, er kişi, tam erkek, eteğine düşkün erkek, yaya.

(Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı / Yeni Sözlük. RCL md.s.1021)

Görüldüğü gibi bu kelimenin sözlük anlamları arasında “koca” veya “eş” anlamına gelebilecek herhangi bir kullanım yoktur. Bu hâliyle kelimenin âyette geçtiği şekliyle (er-Rical) olması durumunda kelimeye “yaya, er kişi, parça, ortaya çıkan, yükselen” gibi anlamların verilebilmesi mümkündür. Ama hiçbir şekilde “koca” anlamı vermek mümkün değildir. Kelime geçtiği yerlerin birçoğunda hep ‘en-Nisâ’ kelimesinin karşılığı olarak geçmiştir ve o âyetlerde de hem ‘en-Nisâ’ kelimesinin “karılar” hem de ‘er-Rical’ kelimesinin “kocalar” gibi bir anlamı yoktur.

Nisâ 4/7

لِلرِّجَالِ نَص۪يبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَۖ وَلِلنِّسَٓاءِ نَص۪يبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَمِمَّا قَلَّ مِنْهُ اَوْ كَثُرَۜ نَص۪يبًا مَفْرُوضًا

Ana babanın ve yakın akrabaların miras olarak bıraktığı malda erkeklerin payı vardır. Kadınlar da ana babanın ve yakın akrabanın miras bıraktıkları mal da pay sahibidirler. Yani miras olarak bırakılan mal ister az olsun ister çok olsun, o maldan erkeğe de kadına da belli bir pay ayrılmıştır. (Mustafa Öztürk meâli)

Nisâ 4/32

وَلَا تَتَمَنَّوْا مَا فَضَّلَ اللّٰهُ بِه۪ بَعْضَكُمْ عَلٰى بَعْضٍۜ لِلرِّجَالِ نَص۪يبٌ مِمَّا اكْتَسَبُوا وَلِلنِّسَٓاءِ نَص۪يبٌمِمَّا اكْتَسَبْنَۜ وَسْـَٔلُوا اللّٰهَ مِنْ فَضْلِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمًا

(Ey mümin kadınlar!) Allah’ın erkeklere siz kadınlardan daha fazla hak ve yetki vermiş olmasından dolayı (“Keşke biz de erkek olsaydık!” diye) yanıp yakılmayın. Çünkü erkekler de emeklerinin karşılığını alacaklar kadınlar da. Siz yeter ki Allah’ın bitmez tükenmez hazinesinden isteyin. Allah her şeyi hakkıyla bilir. (Mustafa Öztürk meâli)

Bu âyetten böyle bir meâl çıkarmak için âyette geçen tüm kelimeleri yok saymak veya hiç görmemek ve âyetin gramer yapısını meâl yazarının kendi hevâsına göre yeniden dizayn etmesi gerekmektedir. Dahası rivâyetler hatırına âyette söylenmediği hâlde parantez içinde (“Keşke biz de erkek olsaydık!” diye) şeklinde verilen açıklamayı âyetin metnine sokmak için Kur’an’ı yok saymak gerekmektedir. Mustafa Öztürk parantez içi bu açıklamayı Kur’an’dan değil müfessirlerden devşirmiştir.

Bil ki Allah Teala, “Allah’ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyim” (Nisâ 32) buyurup, biz de bu âyetin sebeb-i nüzulünün, kadınların, Hak Teala’nın erkekleri kendilerine miras husûsunda üstün kılması konusunda ileri-geri konuşmaları olduğundan bahsedince, bundan dolayı Allah Teala bu âyette, her ne kadar birbirlerinden istifade husûsunda kadın-erkek müsavi olsalar da erkekler kadınlara hâkim oldukları için, erkekleri mirasta kadınlara sütün kıldığını, bundan dolayı erkeklere kadınların mehirlerini vermelerini ve onların geçimlerini temin etmelerini emrettiğini bu âyette zikretmiştir. 

(F. Er-Râzî / Tefsir-i Kebir c.8.s17)

Dahası âyetin metninde M. Öztürk’ün meâline aldığı “Erkeklere siz kadınlardan daha fazla -yetki vermiş olmasından dolayı – yanıp yakılmayın –  emeklerinin karşılığını alacaklar kadınlar da – Siz yeter ki Allah’ın bitmez tükenmez hazinesinden” gibi kelime ve cümlelerin âyette herhangi bir karşılığı yoktur. Yani Mustafa Öztürk âyetteki kelimelere meâl yazmamıştır. Onun âyetlerin altına meâl diye yazdığı şeylere meâl denmesi imkânsızdır. Bugün Türkiye’de yazılan meâllerin birçoğunda hatalar vardır hatta meâllerin bizzat yazarları bile bunu kabul etmektedir. Fakat M. Öztürk’ün bu yaptığına meâl hatası demek mümkün değildir. Çünkü bunlar hatayla ulaşılacak şeyler olamaz. Üstelik bu durum sadece bu âyete özel değil âyetlerin tamamında böyledir.

Nisâ 4/98

اِلَّا الْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَط۪يعُونَ ح۪يلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَب۪يلًا

Mekke’de gerçekten ezilen ve hicret imkânı bulunmayan mümin erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadır. Bunlar Allah’ın affedeceği kimselerdir. Şüphesiz Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır. (Mustafa Öztürk meâli)

Kur’an’ın diğer yerlerinde de geçen er-Rical ve en-Nisâ kelimelerine meâlinde “erkekler ve kadınlar” anlamı verebilen M. Öztürk, Nisâ 34. âyette geçen bu iki kelimeyi sırf rivâyetlerin hatırına “kocalar” ve “karılar” yapabilmiştir. Onun bu çabalarına; Kur’an’ın içinde tarihsel bir şeyin olup olmadığını anlamaya çalışmak değil Kur’an’ı tarihsel göstermek için bütün gayretiyle tahrif etmek denir. Sadece üç kelimesi olan bir cümlenin hiçbir kelimesine kendi anlamlarını vermemeye, harf-i cer’i görmemeye, fiil gibi amel etmesinden dolayı fiil cümlesi olması gereken haberi isim cümlesine çevirmeye meâl yazmak denmez, denemez. 

  • النِّسَٓاءِ (En-Nisâ) Kelimesi:

Bu kelime Kur’an’da, hepsi de çoğul olarak 59 kez geçer. Bu kullanımlardan 20 tanesi Nisâ sûresindedir. Yusuf sûresinde 2 kez (12/30, 50) نِسْوَةٌ (nisvetün) kalıbında geçer. Çoğunlukla mârife olarak geçen kelime 7 kez nekira (49/11 (2 kez) – 48/25 – 12/30 – 4/1, 11, 176) olarak geçer. Ulemâ bu kelimenin hangi kökten türediğine dâir ihtilâf etmiştir. Kimisi kelimenin “unutmak” anlamındaki ن س ي (nun+sin+ya) kökünden türediğini söylerken kimisi de “ertelemek, geciktirmek” anlamındaki ن س ا (nun+sin+elif) kökünden türediğini söylemiştir.

Bu kelimenin kökenini tespit etmek başlı başına ayrı bir çalışmadır. Bunu yapmak için hem câmit (türememiş) – müştak (türemiş) kelimeler konusuna hem de iştikak konusuna girme zorunluluğu vardır. Çünkü Kur’an’daki kelimelerin köken tespitleri hep oluşmuş kıraatler yani noktalanmış ve harekelenmiş Kur’an üzerinden yapılmıştır. Kıraatler ise müelliflerin ‘iştikak’ çalışması yapmış olması demektir. Nitekim kıraatler arasındaki farklılıkların büyük çoğunluğu kıraat imamlarının farklı iştikaklar yapmasından dolayıdır. Meselâ, Nisâ 34. âyette de geçen نُشُوزَ (nuşuz) kelimesinin Mücâdele sûresi 11. âyetindeki وَاِذَا ق۪يلَ انْشُزُوا فَانْشُزُوا يَرْفَعِ اللّٰهُ (ve-iżâ kîle-nşuzû fenşuzû yerfa’i(A)llâh) cümlesinde iki defa geçen kullanımında şöyle farklılıklar oluşmuştur.

Âsım’ın Hafs kıraatinde, Nâfi’nin Kālûn ile Verş kıraatinde her iki kelime de انْشُزُوا فَانْشُزُو (enşuzu fe’nşuzu) şeklinde geçerken, İbn Kesîr’in Berzi ve Kanbal kıraatlerinde, İbn Amr’ın Dûrî ve Sûsî kıraatlerinde ve diğer kıraatlerde kelime انْشِزُوا فَانْشِزُوا (enşizu fe’nşizu) şeklinde geçmektedir. El-İsfahânî ise isim vermeden başka kıraatlerde kelimelerin ‘ze’ harfinin ‘re’ harfi olarak انْشِرُوا فَانْشِرُوا (enşiru fe’nşiru) şeklinde okunduğunu söylemiştir. Kıraatler arasında buna benzer binlerce örnek bulmak mümkündür. İşte bu farklılıkların hepsi, aslı noktasız ve harekesiz olan Kur’an’ın müellifler tarafından kendi içtihatlarına göre noktalanıp harekelenmesinden kaynaklanmaktadır. Ortada herkesin üzerinde ittifak ettiği tek bir tane okuyuş olsaydı 20 tane kıraatin çıkmaması gerekirdi. Biri diğerine katılmamış olacak ki her bir kıraat imamı kendi kıraatini yapmıştır.

İşte Kur’an kelimeleriyle ilgili etimolojik çalışma yapanlar, oluşmuş bu kıraatlerden sonra çalışma yapmaktadırlar. Yani kıraat imamlarının tüm kelimelere doğru noktalar koydukları peşînen kabul edilerek yapılan çalışmalardır. Aslı noktasız ve harekesiz olan Kur’an’ı kendi iştikak tercihleri üzerinden noktalayıp harekeleyen kıraat imamlarının yaptıklarının tamamen yanlış olduğunu söylemek doğru olmayacağı gibi tamamen doğru olduğunu kabul etmek de yanlıştır. Kaldı ki elimizdeki 20 tane kıraati oluşturan kıraat imamlarının her biri diğerlerinin tamamen doğru yaptığı kanaatinde olsaydı kendi kıraatlerini oluşturmaya kalkmazlardı.

Kur’an’ı noktalayıp harekeleyen kıraat imamlarının nokta ve hareke tercihleri ne yazık ki rivâyet eksenli olmuştur. Oysa aslı noktasız ve harekesiz olan Kur’an’a nokta koymanın temelinde iştikak ilminin fonetiğinden tutun da harflerin mahreç düzeninde anlama göre aldığı konumlara kadar çok geniş bir ilmî yelpazenin temel alınması gerekirdi. Anlamaya çalıştığımız النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) kelimesi üzerinden daha somutu bir örnek verelim.

Elimizdeki mushaflarda النِّسَٓاءِ şeklinde yazılan kelime ilk Mushaflarda النسا şeklinde yazılmıştır. Bu şekildeki yazım ile dilde karşılığı olan 3 kelime elde etmek mümkündür:

  1. “Ertelemek, geciktirmek” anlamındaki نِسَاء (nisee) kelimesi.
  2. “Unutan, unutkan” anlamındaki نِسَاء (niseun) kelimesi. 
  3. “Doğuran, ortaya çıkaran, kendisinden neşet edilen” anlamındaki نِشَاء (nişeun) kelimesi.

Kur’an’daki kelimelerin kökenlerini, oluşmuş kıraatlerin iştikak tercihlerini doğru kabul ederek tespit etmeye çalışanların hepsi de ‘Nisâ’ ve ‘insan’ kelimelerinin kökeni hakkında ihtilâf etmiş, hiçbiri de ortaya doğru dürüst etimolojik bir çalışma ortaya koymamıştır. Hatta birçok sözlükte ‘Nisâ’ kelimesinin kökeni olarak “unutmak” anlamına gelen ‘nesiye’ kelimesi alınmıştır. Bunun sebebi, geleneğin daha en başından kadını unutkan, eksik, başkası tarafından tamamlanması gereken, kendi başına irade kullanamayan, zavallı, zayıf ve hatta aklı eksik bir varlık olarak tanımlamış olmasıdır. Kafasındaki kadın algısı böyle olan ulemânın el yazmalarında نسا şeklinde geçen kelime üzerinde iştikak çalışması yaparken neden “doğuran, ortaya çıkaran, kuran, inşâ eden” anlamına gelen نِشَاء (nişeun) iştikakını değil de “unutan, unutkan” anlamına gelen bir iştikakı tercih ettikleri mutlaka sorgulanmalıdır. 

Kur’an’da geçen النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) kelimelerinin tamamını “doğuran, ortaya çıkaran” anlamına gelen نِشَاء (nişeun) şeklinde okuduğumuzda ne anlam olarak ne gramer olarak ne de kelimenin kastettiği kişinin varlık içindeki işlevi anlamında bir yanlış yapmış olmayacağımız gibi kelimenin etimolojik kökeni ile türeyişi arasında her yönden doğrusal bir ilişki de kurulmuş olacaktır. Öte yandan Kur’an’ın inişi üzerinden yüzlerce yıl geçmiş olmasına rağmen النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) kelimesine hem de kırk takla attırarak “‘Unutkan’ mı diyelim, yoksa ‘geç kalan’ mı diyelim?” tartışmaları kesilmiş olacaktır. Kadının doğuran bir varlık olduğu, fiziksel varlık olarak toplumları inşâ eden bir varlık olduğu gün gibi ortadadır. Kadınların olmaması ya da doğurmaması durumunda insan türünün devam etmesi mümkün müdür?

Biz bu söylediklerimizi âyetlerde النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) şeklinde geçen kelimelerin نِشَاء (nişeun) olması gerektiği için söylemiyoruz. Biraz önce de belirttiğimiz gibi kelimelerin köken çalışmasını yapmak başlı başına devâsâ bir iştir ve bunun için iştikak ilminin her dalından sarf-nahiv’e kadar olan her şeyin bu işe dâhil edilmesi gerekmektedir. 

Eminiz ki birçok okuyucu bizim sırf çalışma yapılması yönünde örnek olarak getirdiğimiz النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) kelimesinin نِشَاء (nişeun) şeklinde de olabileceği husûsundaki açıklamalarımıza saldıracak ve bunu bizim açığımız hatta belki de tahrif etme girişimimiz olarak niteleyecektir. Oysa bizim yaptığımız, el yazmalarında نسا şeklinde geçen bir kelimenin sadece bir harfinin üzerine iştikak ilmini kullanarak nokta tercihinde bulunulması durumunda ortaya çıkacak sonuçları göstermek içindir. Üstelik bu yapılırken hangi gerekçelerle ve hangi yöntemle yapıldığının mutlaka belirtilmesi gerektiğini de söylemekteyiz. Oysa ne elimizdeki kıraatlerde ne de o kıraatlere yazılan meâllerde ve tefsirlerde bir gerekçe açıklanmış, “ben yaptım oldu” mantığıyla hareket edilmiştir. 

Meselâ, Mustafa Öztürk ve onun izinden gittiği ulemâ, bırakın nokta tercihini âyette النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) ve اَلرِّجَالُ (er-Rical) şeklinde geçen kelimeleri tamamen kaldırmış, onların yerine امْرَاَتُ (imraet) ve بَعْلٌ (ba’lun) kelimelerini koymuştur. Hem de rivâyetten başka hiçbir gerekçeye dayanmadan bunları yapmıştır. Ne tuhaftır ki bu yaklaşımlarda herhangi bir sorun görmeyen akıllar bizim iştikak çalışması yapılması gerektiği husûsundaki tavsiyemizi “Kur’an’ın genetiği ile oynamak” olarak niteleyebilmişlerdir.

Eski-yeni tefsir ve meâl ulemâsının hepsi Kur’an’ın orijinal hâlinin noktasız ve harekesiz olduğunu, Arapça bir metne hareke koymanın hiç Arapça bilmeyen Acemler için olduğunu, kıraat imamlarının iştikak tercihleri yüzünden ihtilâfa düşerek farklı kıraatler oluşturduklarını hem bilirler hem de bunu sürekli dillendirirler. O hâlde neden Kur’an çalışmalarında Kur’an’ın orijinal hâlini değil de yüzyıllarca yıl sonra ortaya çıkmış ve hepsi de birbiriyle ihtilâflı olan kıraatleri temel alırlar, anlamış değiliz. Mustafa Öztürk bütün ömrünü ve birikimini Kur’an’a karşı şüpheci bir tavra sürükleyen ‘Kur’an’ın tarihsel olduğu’ gibi bir konuya harcayacağına, Kur’an okuyuşlarındaki ilkesizlikler yüzünden ortaya çıkan problemleri iştikak ilmini kullanarak çözmeye çalışsaydı mutlaka ortaya faydalı bir şey çıkarırdı. Üstelik o kadar yıllık birikimi ona Kur’an kelimelerini anlama becerisini değil de tahrif etme becerisini kazandırmış gibi durmaktadır. Birazcık Arapça bilenlerin onun Kur’an’a yazdığı meâli okuması durumunda meal yazarının nasıl bir savrulma içinde olduğunu görmemeleri mümkün değildir.

Fakat bütün bunlara rağmen âyette النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) şeklinde geçen kelime ister geçtiği gibi ‘en-Nisâ’ şeklinde isterse iştikak yapılarak نِشَاء (nişeun) şeklinde okunsun fark etmez, sonuçta bu kelime “karılar” anlamında değil “kadınlar” anlamındadır. Bizim iştikak çalışması yapılması tavsiyemiz النِّسَٓاءِ (en-Nisâ) kelimesinin kimi kastettiği ile alâkalı değil nasıl kastettiği ile alâkalıdır. Yani ‘kadın’ kelimesine Câhiliye’nin anlayışları üzerinden verilen “unutkan, geciken” gibi anlamların sorgulanması üzerinedir. Daha da açıkçası bizim tavsiyemiz “Kadın kimdir?” sorusuna cevap aramanın değil, “Kadın kim değildir, ne değildir?” sorusuna cevap aramanın peşine düşülmelidir. Yoksa ister Nisâ densin isterse Nişa her durumda kastedilen kişi ‘kadın’dır. Ama bilinmeyen veya bilindiği hâlde anlaşılmak istenmeyen şey kadının özgür bir birey olduğu, unutan, erteleyen gibi eksik sıfatlarla sıfatlandırılmasının Câhiliye’nin anlayışı olduğu, “başında mutlaka bir âmir olmasının gerektiği” gibi söylemlerin Yüce Allah’ın dîninden kaynaklanmadığı, erkeklere nazaran fiziksel gücünün olmayışının bir eksiklik veya onu tahakküm altına alma vesîlesi olmadığı, kadının şahsiyetini erkeklerin değil Yüce Allah’ın belirlediği, Yüce Allah’ın emirleri, vaatleri, tehditleri ve cezâları karşısında tıpkı erkek gibi hak ve sorumlulukları olduğudur. Erkek olsun kadın olsun bir mü’min, hayatındaki hak ve sorumlulukların fiziksel güç üzerinden belirlenmediğini, dünyanın en güçlü insanı da olsa gücünün değil ilkelerinin şahsiyetini belirlediğini bilmesi gerekmektedir. Çünkü Yüce Allah’ın da gücü her şeye yetmektedir ama O tüm varlığı yokken var eden olmasına rağmen gücüne göre değil ilkelerine göre hareket etmektedir. Çünkü ilkenin olmadığı yerde imân olmaz, karşılıklı güven olmaz, sevgi olmaz, muhabbet olmaz. Erkek olan bir mümin eşiyle muhabbet, saygı ve sevgiye dayalı birliktelik yaşamak istiyorsa kaba gücünü veya finansal üstünlüğünü değil Yüce Allah’ın ilkelerini temel almak zorundadır. Tıpkı erkek gibi kadın da cazibesini veya doğurabiliyor olmasını değil Yüce Allah’ın ilkelerini temel almak zorundadır.

Günümüzde kadının güçsüzlüğü toplumu yok eden bir silaha dönüşmüştür. Nasıl ki erkek kendi gücünü bir silah olarak kullandığında fesada yol açıyorsa kadının kendi güçsüzlüğünü bir silah olarak kullanması da aynı fesada yol açacaktır. Kadın ya da erkek olarak yaratılmış olmak insanların kendi tercihi değil Yüce Allah’ın tercihidir. Bu noktada bir kul olarak “Allah’ından râzı olan her mümin” bu yaratılışı karşı tarafa silah olarak kullanmamalı, Yüce Allah’ın bu yaratılışa koyduğu ilkelerle hareket etmelidir.

Kur’an, herhangi bir erkekle cinsel temâsa girmeden hâmile kalan ve bir erkek doğuran Meryem’i uzun uzun anlatmaktadır. Üstelik Yüce Allah bu anlatımı tüm âlemler için “yaratılış âyeti” yapmıştır.

Enbiyâ 21/91

وَالَّت۪ٓي اَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا ف۪يهَا مِنْ رُوحِنَا وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَم۪ينَ

(Ey Peygamber!) iffet ve namusunu titizlikle korumuş olan Meryem’i de an. Biz ona ruhumuzdan üfledik: (onun rahminde İsa’ya vücut ve hayat verdik). Böylece onu ve oğlunu cümle alem için bir âyet/mucize kıldık. (Mustafa Öztürk meâli)

Alemler için âyet kılınan Meryem’i görmeden sırf kaba gücü var diye erkeği kadının âmiri/reisi/hâkimi ilân etmek dahası bu Câhiliye anlayışını getirip Nisâ 34. âyete giydirmek, Yüce Allah’ın âyetlerini kullanarak cehâletin en koyusunu Kur’an üzerinden meşrûlaştırmak anlamına gelmektedir. Yüce Allah kimin kimden ve hangi konuda üstün olduğunu, kimin kime nereye kadar âmirlik/reislik yapacağını mübârek kitabında uzun uzun anlatmıştır ve bu anlatımlar içinde sırf erkek olarak yaratıldı diye bir insanın üstelik de kendisini doğuran bir insana âmirlik yapmasına dâir tek bir anlatım dahî yoktur ve olması da mümkün değildir. Üstelik ‘üstünlük’ denen şey sıfatta ortak iki şey arasında olur. Kadın ve erkek arasında kaba kuvvete dayalı üstünlük yarışı düzenlemek hem cehâlet hem de körlüktür.

Hucurât 49/11

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا يَسْخَرْ قَوْمٌ مِنْ قَوْمٍ عَسٰٓى اَنْ يَكُونُوا خَيْرًا مِنْهُمْ وَلَا نِسَٓاءٌ مِنْ نِسَٓاءٍ عَسٰٓى اَنْ يَكُنَّ خَيْرًا مِنْهُنَّۚ وَلَا تَلْمِزُٓوا اَنْفُسَكُمْ وَلَا تَنَابَزُوا بِالْاَلْقَابِۜ بِئْسَ الِاسْمُ الْفُسُوقُ بَعْدَ الْا۪يمَانِۚ وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

Ey Müminler! İçinizdeki erkekler başka erkeklerle alay etmesinler. Sizce ne malum, kendileriyle alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlı ve faziletli olabilirler. Aynı şekilde kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Zirâ kendileriyle alay edilen kadınlar, alay edenlerden daha hayırlı ve faziletli olabililer. Birbirinizi ayıplamayın aşağılamayın: birbirinize kötü, nahoş lakaplar takmayın. İmâna erdikten sonra fasık damgası yemek ne kadar çirkindir. Bu tür kötü davranışlardan pişmalık duyup vazgeçmeyenler zalimlerin/günahkarların ta kendileridir. (Mustafa Öztürk meâli)

Bu âyet meâllerini buraya alıntılıyor olmamız Mustafa Öztürk’ün yaptığı meâlleri tasvip ediyoruz anlamına gelmemelidir. Bu meâlleri kullanma sebebimiz eğer bir karşılaştırma yapılacaksa bu karşılaştırmanın kadın-erkek şeklinde değil erkek-erkek ve kadın-kadın şeklinde olması gerektiğini, bunun da onun bu şekilde hiçbir ilke gözetmeden yaptığı meâlden bile anlaşılıyor olduğunu göstermek içindir. Âyet, bırakın bir erkeğin kadına üstünlüğünü, kadınların kadınlara olan üstünlüğünü karşılaştırmanın bile yanlış olduğunu söylemektedir. Böylesi bir âyet dururken “Erkek kadından daha akıllı ve daha güçlüdür.” şeklindeki Câhiliye dönemi bir dayanak üzerinden âyetteki kelimelerin mânâlarını değiştirerek “Kocalar, karılarının âmiridir/reisi konumundadır.” demenin Yüce Allah’ın dîniyle bir alâkası yoktur. Bundan daha beteri ise âyetleri tahrif ettikten sonra ortaya çıkan Câhiliye’nin mânâları üzerinden Kur’an’ı tarihte kalmış ölü bir metin ilân etmektir.

  • قَوَّامُونَ  (Kavvamune) Kelimesi:

Daha önce de belirttiğimiz gibi bu kelime fiil kökenli mübâlağalı ism-i fâildir. Mübâlağalı ism-i fâiller hakkında biraz önce uzun açıklamalar yapmıştık. Burada bilinmesi gereken, kelimenin اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) gibi bir cümlede geçiyor olmasından ve önünde bir har-fi cer’le kendisine bir mef’ul almasından dolayı fiil gibi anlam verilmesi gerektiğidir. Zaten sarf ilminde böylesi kelimelere ‘şibhi fiil’ (fiil gibi olan kelimeler) denmektedir. Bunlar cümledeki konumuna göre fiil gibi de isim gibi de anlam kazanabilirler. Kelime قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ (kavvamuna ale’n Nisâ) şeklinde geldiği için cümledeki konumu fiil olmak durumundadır. Bu kelimeler fiil olduklarında fiil olarak kelimenin yalın (sülâsî) anlamı alınmalıdır çünkü mübâlağa ile ism-i fâiller sadece yalın (sülâsî) fiillerden türerler. Bu yüzden biz de sadece kelimenin sülâsî (yalın) hâlindeki anlamları vereceğiz.

قَامَ – قِيَامًا…Ayağa kalkmak, ayakta durmak, ortaya çıkıp devam etmek, yapmak, icra etmek, idaresini üstlenmek.

قَامَ الْحَقُّ…Gerçek ortaya çıktı.

قَامَ الرَّاْىُ وَقَعَدَ لِهَذَا الْحَادِث…Kamuoyu bu olaydan çok etkilendi.

قَامَ بِتَصْنِيفِه…Sınıflandırdı

قَامَ بِشَاْنِه…Himaye etti, korudu, ilgilendi.

قَامَ بِوَعْدِه…Sözünü yerine getirdi.

قَامَ عَلى الكتب والسنة…Kitap ve sünnete dayandı.

قَامَ عليه…Kontrol etti, gözetti

قَامَ في الناس خطيبآ…İnsanlara hitap etti.

يوم يقوم الحساب…Hesabın görüleceği gün.

(Yrd. Doç. Dr. İlyas Karslı /Yeni Sözlük KVM md. s.1827)

Nisâ 34. âyetteki اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) cümlesinde kelimenin mef’ûlü ile arasında bir harfi cer (عَلَى) (ala) olmasından dolayı kelimeye verilecek anlamın ya harf ile müteaddî (geçişli) ya da geçişsiz (lâzım) bir mânâ olması gerekmektedir. Bu durumda tercihin geçişsiz (lâzım) bir mânâ olması daha uygundur.

Daha önce اَلرِّجَالُ (er-Rical) kelimesi üzerinde durduğumuzda kelimenin başında harf-i târif (ال) (el) takısı olmasından dolayı kelimenin cins (tür) ismi olması gerektiğini söylemiştik. Fakat kelimenin tekili olarak gelen رَجُل (racul) kelimesi genelde “adam” şeklinde bilindiği için burada bir yanlış anlaşılmanın üzerinde daha durmak gerekmektedir. Çünkü Türkçedeki “adam” kelimesi belli bir yaşın üstündeki erkek kişiler için kullanılmaktadır. Oysa Arapçadaki رَجُل (racul) kelimesi “er kişi, erkek” anlamındadır. Daha önce kelimenin sözlük mânâları verilirken erkek çocuk doğuran kadın için المَرْاَةُ … “Kadın, erkek çocuk doğurdu.” dendiğini belirtmiştik. Bu kelime cinsiyet ifade eden bir kelimedir. Yani “erkek türü” anlamındadır. Dolayısıyla verilecek anlamın sadece bir kadına koca olmuş erkekleri değil erkek türüne mensup olan herkesi kapsaması gerekmektedir. Üstelik Mustafa Öztürk gibi meâl ve tefsir yazarlarının verdiği “kocalar” anlamı bir ‘tür’ ismi değil, bir durumun adıdır. Kelimeye “bir kadına koca olmuş erkekler” anlamına gelecek “kocalar” anlamı verilmesi asla uygun değildir.

Bu noktada اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ (er-ricalu kavvamuna) “Erkekler kavvamdırlar.” cümlesinde ifade edilen ‘kavvam’ olma durumu sadece kadına koca olan erkekleri değil erkek türüne mensup tüm erkekleri kapsamak zorundadır.

Bazı meâl ve tefsir yazarları اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) cümlesine “Erkekler, kadınları koruyup kollarlar.” şeklinde bir anlam vermişlerdir. Fakat bu anlam da tüm erkek türünü kapsayan bir anlam değildir. Zirâ annesinden erkek olarak doğan bir çocuk erkek olmasına rağmen o, annesini değil annesi onu koruyup kollamaktadır. Dolayısıyla “Erkekler, kadınları koruyup kollarlar.” şeklinde bir anlam verilmesi durumunda da bu anlam erkeklerin tamamını değil sadece belli bir kısmını kapsayacaktır. Oysa biraz önce de dediğimiz gibi اَلرِّجَالُ (er-Rical) kelimesi tür ismidir ve bu türün içine giren tüm bireyleri kapsaması zorunludur. اَلرِّجَالُ (er-Rical) kelimesinin bir bayana koca olmuş erkekleri değil de “bebek, çocuk, genç, ihtiyar” ayrımı yapmadan tüm erkekleri kapsadığına dâir en güzel örnek yine Nisâ sûresinin 1. âyetidir:

Nisâ 4/1

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَث۪يرًا وَنِسَٓاءًۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذ۪ي تَسَٓاءَلُونَ بِه۪ وَالْاَرْحَامَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَق۪يبًا

Ey İnsanlar! Sizi bir tek özden yaratan, aynı özden eşinizi de yaratan ve böylelikle sayısız erkek ve kadın meydana getiren rabbinize itaatsizlikten sakının. Birbirinize halinizi arz edip istekte bulunurken, (Allah hakkı için! Diyerek) adı üzerine and içtiğiniz Allah’ın emirlerine riâyet husûsunda duyarlı davranın ve aynı zamanda akrabalık haklarını çiğnemekten sakının. Şüphesiz Allah sizi görüp gelişmektedir. (Mustafa Öztürk meâli)

Bu âyette geçen er-rical kelimesinin “yaşını başını almış adam” anlamına gelmediği, “erkek türü” olduğu gâyet açıktır. Çünkü hiç kimse “adam” olarak yaratılmaz. Ama herkes ya eril ya da dişil olarak yaratılır. İşte bundan dolayı Nisâ 34. âyette geçen اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) cümlesinde haber verilen “erkeklerin kavvam” olması sadece belli bir yaşa gelmiş ve üstüne bir kadına koca olmuş erkekleri değil eril cinsin tamamını kapsaması gerekmektedir. Onun için bazı meâl ve tefsir yazarlarının bu cümleye verdiği “Erkekler kadınların koruyucusu ve kollayıcısıdır.” şeklinde verdikleri mânâ اَلرِّجَالُ (er-Rical) kelimesini tür ismi olmaktan çıkaracak, erkeklerin tamamını değil de erkek türünün sadece bir kadına koca olanlarına hitap eden bir âyete çevirecektir.

Nedense geleneksel anlayış Nisâ 34. âyette geçen اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء (er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) cümlesini sanki bir haber cümlesiymiş, bir hüküm cümlesiymiş gibi algılamış ve bu âyeti pratiğe “Erkekler kadınlara âmir/reis olsunlar.” şeklinde yansıtmıştır. Bu cümle bir inşâ cümlesi değil haber cümlesidir. Yani bir durumdan, bir hâlden haber veren bir cümledir. Zaten haber cümlesi olmasından dolayı hem ‘en-Nisâ’ hem de ‘er-Rical’ kelimesi ‘tür’ ismi olmak zorundadır. Âyetin ilk cümlesinin sadece bir erkeğe eş olmuş kadına ve sadece bir kadına koca olmuş erkeğe hitap ettiği şeklinde anlaşılmasının sebebi âyetin devamında bahsedilen konulardır. Fakat âyetin başını bu şekilde sadece “karı-koca” ilişkilerine bağlayanlar doğal olarak âyetin devamını da bu anlayışa göre anlayacak ve anlamlandıracaktır. Yani gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi devamındaki düğmelerin de yanlış iliklenmesine sebep olacaktır ve nitekim öyle de olmuştur.

Öte yandan bir âyet hiçbir şekilde geçtiği pasajdan bağımsız olarak okunamaz. Herhangi bir âyeti anlamak için o âyetin öncesinin ve sonrasının da dikkate alınması zorunludur. Aslında Nisâ sûresi 34. âyetle ilgili yanlış başlangıç Nisâ 1. âyetle başlamaktadır. Fakat bu çalışma sadece 34. âyetle sınırlıdır. Âyetlerin tamamıyla ilgili bir çalışma yapmak ve bunu yazılı hâle getirmek bizim de arzumuzdur ama bunu bu bağlamda yapabilmemiz mümkün değildir. Ama buna rağmen bu âyetle ilgili ortaya koyduğumuz birçok şey geriye ve ileriye doğru âyetlerin en azından doğru bir zeminde anlaşılmasını sağlaması açısından yetersiz de olsa bir çerçeve belirlemektedir.

Bütün bu açıklamalardan sonra âyetin ilk cümlesi için daha isabetli olduğuna kanaat getirdiğimiz meâlin şu şekilde olması gerekmektedir:

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء 

(er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) 

“Eril kişiler de dâima kadınlarda oluşurlar.”

اَلرِّجَالُ  … Eril kişiler / erkekler

قَوَّامُونَ  … Olmak, gerçekleştirmek, ortaya çıkmak ve devam etmek”

عَلَى … de, da.

النِّسَٓاء … Dişi tür / kadınlar.

Cümlenin i’râbı ise şu şekildedir:

اَلرِّجَالُ  … Müptedâ (hakîkî müzekker-cem-i mükesser)

قَوَّامُونَ  … Haber (devamında harf-i cer ve mef’ûlü olduğu için fiil hükmünde)

عَلَى … Harf-i cer.

النِّسَٓاء … Mef’ûlü bih gayrî sarih (hakîkî müennes-cem-i mükesser).

Sonuçta her ikisi de aynı kapıya çıksa da âyetin ilk cümlesine farklı bir meâl olarak şu şekilde de bir mânâ verilmesi mümkündür:

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاء 

(er-ricalu kavvamuna ale’n Nisâ) 

“Eril kişiler /erkekler de hep kadınlar üzerinden meydana gelirler.”

Meâlde kullandığımız “dâima” kelimesinin gerekçesi قَوَّامُونَ (kavvamune) kelimesinin mübâlağa ile ism-i fâil olmasından dolayıdır. Daha önce mübâlağa ile ism-i fâiller hakkında bilgi verirken bu kelimelerdeki mübâlağanın “hep, dâima, çok” şeklinde ifade edildiğini belirtmiştik.

Bütün bunlardan sonra hep söylediğimiz şeyi tekrar ediyoruz: “Bizim söylediklerimiz Kur’an değil belli bir metot esas alınarak yaptığımız çalışmalar sonucunda bizim Kur’an’dan anladıklarımızdır.”

Önerilen İçerikler