HÜZÜNLÜ HİKÂYELER DİYÂRI

Şu bir gerçek ki geleneksel anlayışın noktalamalardan harekelemelere, tefsirlerden meâl yazmaya kadar yüzyıllardır Kur’an üzerinde yaptığı çalışmalar Kur’an’ın anlaşılmasından daha çok Kur’an’ın MÜCMEL bir kitap olmasına yol açmış durumda.

Kur’an’ı Kur’an ile anlama çabasının önünde işte Süleyman’ın o duası gibi aşması gereken yığınlarca mücmel mesele var.

Şu an önümüzde duran din, o din hakkında oluşturulmuş devâsâ müktesebat kesinlikle YORUMA MUHTAÇ durumda.

Önümüze öyle bir din koymuşlar ki nereye elinizi atarsanız atın yorum olmadan anlaşılamayacak durumda.

SÂDE, KOLAY ANLAŞILIR, HERKESE ULAŞAN BİR DİN DEĞİL O DİN.

Kur’an’ı Kur’an ile anlama çabaları istese de istemese de o devâsâ müktesebâtı karşısına almak zorunda. O müktesebâtın koyduğu binlerce engeli tek tek aşmak zorunda.

İnsanın kökeninden tarihsel çizgiye, varlık anlayışından bilimsel bakış açısına, toplumsal düzenlerden ferdî davranış kalıplarına her ne varsa, her konuda KUR’AN’DAN deliller, açıklamalar, târifler, çerçeveler ortaya koymak zorunda.

Bunun üstüne ortaya konulacak şeylerin YORUMSUZ, SÂDE ve HER ZAMAN VE ZEMİNDE geçerli olması gerekmektedir.

Meselâ, şu an uğraştığım bir âyeti buna örnek getireyim:

Duhân 44/10

فَارْتَقِبْ يَوْمَ تَأْتِي السَّمَٓاءُ بِدُخَانٍ مُب۪ينٍۙ 

(Fertakib yevme te/tî-ssemâu biduḣânin mubîn(in))

Süleymaniye Vakfı meâli – Üstlerini açıkça belli olan bir dumanın saracağı günü bekle.

Yüzlerce yıldır GÖĞÜN AÇIKÇA BELLİ BİR DUMANLA GELECEĞİ GÜN beklenmekte.

Bu nedir?

Bu konuda sadece yapılan yorumları veya tefsir adı altında yapılan açıklamaları alt alta yazsak bile DEVÂSÂ bir müktesebat çıkıyor.

Kur’an’ı Kur’an ile anlama metodunu kullanarak bu âyeti anlamaya çalışmak; basit mânâda bu âyette bahsedilen DUMANIN ne olduğunu tespit etmek değildir.

Tam tersi bu âyetin anlamını anlamak için her şeyden önce ‘İNSAN’ ve ‘NAS’ kavramlarının ne olduğunun tespit edilmesi gerekmektedir.

Öte yandan âyet, bağlamından koparılarak SANKİ tüm insanlara hitap ediyormuş gibi bir şekle sokulmaktadır. Âyetteki فَارْتَقِبْ (fertakib) emri belli bir kişiye verilen emirdir. Hiçbir emir ortaya karışık VERİLMEZ.

Emir fiillerde her şeyden önce asıl olan şey; emir veren ile emir alan arasında HİYERARŞİK denklemin tam kurulmuş olması gerekmektedir.

Bunun yanında EMİR veren kişinin her zaman için muhâtabının yapabileceği, yerine getirebileceği, üstesinden gelebileceği emirler vermesi ŞARTTIR.

Şimdi eğer bu âyeti tüm insanlığa verilmiş bir emir olarak alırsak iman eden her insanın işini gücünü bırakıp GÖĞÜN AÇIK BİR DUMANLA GELECEĞİ O GÜNÜ BEKLEMESİ FARZDIR.

Peki bu bekleyiş ne zamana kadar sürecektir? Emirde bu açıklama yok. Öyleyse insanlık bu emrin gereğini nasıl yerine getirebilecektir ki?

Yani bu emir, uygulanması mümkün olmayan bir emirdir.

Bu noktada (sonsuz kere hâşâ) Yüce Allah muhâtaplarının durumunu hiç dikkate almadan emir veriyor gibi bir sonuç çıkmaktadır.

Ahkâf 46/15

   

Ve vassaynâ-l-insâne bivâlideyhi ihsânâ(en)(s) hamelet-hu ummuhu kurhen ve vada’at-hu kurhâ(en)(s) ve hamluhu ve fisâluhu śelâśûne şehrâ(an)(c) hattâ iżâ beleġa eşuddehu ve beleġa erba’îne seneten kâle rabbi evzi’nî en eşkura ni’meteke-lletî en’amte ‘aleyye ve ’alâ vâlideyye ve-en a’mele sâlihan terdâhu ve aslih lî fîżurriyyetî(s) innî tubtu ileyke ve-innî mine-lmuslimîn(e)

TDV meâli – Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihâyet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.

Bu âyetteki ‘EL-İNSAN’ kelimesini tüm insan türü olarak alırsak âyette verilen haberlerin de tüm insan türü için geçerli haberler olması gerekmektedir.

Âyet diyor ki… (Pardon meâl diyor ki)… “Nihâyet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın yararlı iş yapmamı temin et.”

Hayır, her insan bunu demiyor, her insan böyle söylemiyor.

Üstelik söyleyen çıksa bile bunu illâ da 40 yaşında söylemiyor.

15 yaşında söyleyen de var, 85 yaşında söyleyen de var.

Üstelik neden İLLÂ da 40 yaşta bu söylenecek? Neden daha önce veya daha sonra değil?

BUYRUN, KAPILARI SONUNA KADAR YORUMA AÇILMIŞ BİR ÂYET.

Bu âyete verilen meâllere yorum yapılmaz ise, tefsir adı altında sayfalar dolusu açıklama getirilemez ise âyet anlamlı bir şey dememektedir… Bırakın anlamı, son derece tutarsız şeyler söylemektedir.

Geleneksel din, MÜKTESEBAT eliyle getirilen yorumlara, tefsirlere râzı olmuş, o rızâlık üzerinden bir din oluşturmuştur.

Aslına bakılırsa bu âyete şu yukarıda verilen meâllerdeki şeylerin söylediği şekliyle iman eden bir Allah’ın kulunu bulmak imkânsızdır.

Kur’an hiçbir haberi lâf olsun torba dolsun diye vermez.

Kur’an’ın tamamı AKILLI VE İRÂDELİ VARLIKLARI İNŞÂ ETMEK içindir.

Her haberinin, her kıssasının mutlaka ve mutlaka inşâ edici bir amacı vardır, ÇÜNKÜ KUR’AN KILAVUZDUR.

Amacı; peşine takılanları getirdiği yerde inşâ etmek olmayan şeye KILAVUZ denmez zaten.

Kılavuz, peşinden gelenleri kendisi olmadan bilemeyecekleri şeylerle bilgilendirir ve daha sonra peşine takılanlardan o bilgilere göre tavır takınmalarını ister… Zaten peşine takılanlar kılavuzun verdiği bilgiye göre tavır geliştirmez ise kılavuz o anda kılavuzluğu bırakır.

Bir rehberin peşine takılıp hiç görmedikleri bir müzeye gelen turistler eğer o müzeyi diskoteğe çevirirlerse bu turistlerin değil KILAVUZUN AYIBIDIR.

Demek ki rehber, arkasına takılanları doğru bilgilendirmemiş veya o kılavuz, peşine taktığı turistlerin müzeye girdiklerinde orayı diskoteğe çevirecek kişiler olduğunu ölçmemiş tartmamış demektir.

Aslına bakılırsa her insan kendisine ulaşan her bilgiye mutlaka bir tavır geliştirir.

Ama o bilgi, tavır geliştirilebilecek bilgi ise…

Tavır oluşturmayan her bilgi LAF KALABALIĞINDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.

Haberi verene de haberi alana da eziyettir, boş yüktür.

KUR’AN’IN İNSANA VERDİĞİ EN KÜÇÜK BİR BİLGİ BİLE NE YÜKTÜR NE DE LAF KALABALIĞIDIR.

Tam tersi Kur’an’ın verdiği her bilgi insanın sırtındaki yükleri atan, insanı hakîkî özgürlüğe kavuşturan olmazsa olmaz bilgilerdir.

Aslında Kur’an’ın böyle olması ZORUNLUDUR.

Çünkü o, YÜCE ALLAH’IN İNDİ’NDEN GELENDİR.

Onun olmazsa olmaz bilgiler içermesi son derece olağan, son derece olması gerekendir… Yani zaten öyle olmalıdır.

İşte böylesi YÜKSEK özelliklere sahip bir kitabın içindeki her haber kuru toprağın yağmura ihtiyacından daha fazla, insanın ihtiyaç duyduğu bir haber olmak zorundadır

Çerçeveyi böyle belirleyince, Kur’an’ı anlama zemini böyle belirlenince her söz, her kelime hatta her harf çok büyük öneme hâiz olmaktadır.

Böylesine önemli bir kitabın “Verilmese de olur, hatta verilmese daha iyi olur” diyebileceğimiz haberler vermesi mümkün değildir.

Olaya bu düzlemden baktığımızda Ahkâf 15. âyette (ve benzerlerinde) insanın kafasını karıştıran, reel hayatta hiçbir karşılığı olmayan bir haberin veriliyor olması oldukça düşündürücüdür.

Bu durumda ortaya şunlar çıkmaktadır:

  1. YA BİZ KILAVUZU ANLAMIYORUZ. 
  2. YA KILAVUZ BİZİ TANIMIYOR. 
  3. YA DA BİRİLERİ KILAVUZU VE BİZİ BİRBİRİYLE ANLAŞAMAZ HÂLE GETİRMİŞ.

 

Bu 3 şıktan 2.sinin mümkün olamayacağı her aklı olanın kabul edebileceği bir şeydir… Çünkü ‘ELE YA’LAMU MEN HÂLAKA’ (Yaratan hiç bilmez mi?)

O hâlde geriye iki şık kalıyor.

Bu iki şıktan biri kişinin kendisini geliştirmesi ile; diğeri ise kendisini geliştiren kişinin O BİRİLERİNİ tespit etmesiyle aşılabilecek şeylerdir.

“Kişi kendisini nasıl geliştirir?” sorusunun cevabı herkesin mâlûmudur.

Fakat “BİZİ; KILAVUZU ANLAMAYACAK ve KILAVUZLA DA BİZİ ANLAŞAMAYACAK HÂLE NASIL GETİRDİLER?” sorusu epey zahmet isteyen bir cevaba ihtiyaç duymaktadır. 

  1. Allah resûlüne verilen belge üzerinde “daha iyi anlaşılsın” bahanesiyle oynamalar yapıp onun şeklini değiştirerek. 
  2. Şeklini değiştirdikleri şeyden fıkıh adı altında yaşam biçimleri oluşturarak. 
  3. Tefsir adı altında oluşturulan yaşam biçimlerinin devamlılığını sağlayarak. 
  4. Şeklini değiştirdikleri şeye göre bir tarih (geçmiş) bilgisi oluşturarak. 
  5. İnsandaki varlık anlayışını, şeklini değiştirdikleri şeye yönelterek. 
  6. Meâl adı altında yapılanları toplumun en alt katmanlarına kadar ulaştırarak.

 

Şimdi, tüm bunları karşısına almış olan Kur’an’ı Kur’an ile anlama metodu bu engelleri tek tek hem de REDDEDİLEMEZ DELİLLERLE AŞMAK ZORUNDADIR.

Bu durum annesinden yeni doğmuş bebeğin sırtına Everest Dağı’nı yüklemekten daha ağır bir durumdur.

Kur’an’ı Kur’an ile anlamak isteyen her insan şu tercihi yapmak zorundadır… Ya o yükün altında ezim ezim ezilmeyi, bir ömür süren çabaya rağmen bir arpa boyu yol gitmeyi, kim ne dersin kelimelere yapışmayı tercih edecek… Ya da, ya da… Ya da’sı artık fark etmiyor.

Kur’an’ı Kur’an ile anlamak hiç iz bırakılmamış bir yola girmektir, bin bir tehlikenin olduğu bir güzergâhı yol edinmektir.

Çünkü koca insanlık tarihinde Kur’an’ı Kur’an ile anlama yolundan gidip iz bırakmış RESÛLLERDEN başka HİÇ KİMSE YOKTUR.

Her insanın içinde sözlerin kendisinden kopup geldiği, sözlerin kendisine göre şekillendiği bir dünyası vardır. O dünyalarda ormanlar, vadiler, ovalar, nehirler, denizler ve sarp eteklerinde en gizli olanların saklandığı dipsiz karanlık mağaraların bulunduğu yalçın dağlar vardır. O gizli dünyaların ovalarında, dağlarında, vadilerinde kişiyi nereye götürdüğünü, nereye çıkaracağını sadece o dünyayı Kur’an’ın bildiği yollar vardır.

Bu dünyalarda mevsimleri duygular getirir. Kimi dünyalarda ağaçların çiçek dökmediği, güllerin kokusunun hiç kesilmediği, ağaçların ve otların hiç sararmadığı, derelerin köpüklerini hiç eksiltmediği, dağların pırıl pırıl bahar güneşiyle dâima mavi olduğu bahar mevsimi hiç bitmez.

Kimi dünyalarda ise buz gibi bir havanın, tuttuğunu kıracak kadar donduran sert kışları vardır. Fırtınalar hiç dinmez, güneş yüzünü hiç göstermez. Gövdesine kadar buza gömülmüş ağaçlar, kalın karın altında bir türlü başını çıkaramayan kardelenler bir damla güneş için o dünyanın sahibine yalvarır da yine de dönüp bakmaz. Sevse dondurur, küsse yandırır.

Kimi dünyalar vardır ki çiçekleri bahara küsmüştür. Bahar gelse bile boynunu kaldırmaz, yaz gelse bile Ağustos’ta balta kesmez buza döner, sonbahar ise ne yapacağını şaşırır kış ise hiç korkutmaz. O dünyalar mevsimlere küsmüştür. Her mevsim birazcık, bir damlacık gözükmek için türlü soytarılıklar yapar da o dünya dönüp bakmaz.

Dağları dumanlı, dereleri suskun, ağaçlar yapraksız, çiçekler solgun, bülbülleri suskundur.

Bu dünyaya bir ad verseydik galiba en uygunu “HÜZÜNLÜ HİKÂYELER DİYÂRI” olurdu.

İşte Kur’an, hüzünlü hikâyeler ile kendisine bir dünya kurmuş olanların hüzünlü kitabıdır.

Şeytana aldanmış Âdem’in gözünden akan yaşlar kaybedilen himâyenin hüznündendir. 

Nasıl olmasın ki! Yüce Allah ona “DEFOL!” demiş. 

Nasıl ağlamasın ki! Yüce Allah ona “ÂSÎ!” demiş.

Affedilse bile bir zamanlar Âsî olmuş olmanın hüznünü gözlerinden silmek mümkün müdür?

Dağlar gibi dalgalar arasında giden geminin güvertesinden az önce boğulan oğlunu seyreden NUH, oğlunda karşılık bulmamış sevgisinin Hüznünü kalbinden nasıl söküp atabilsin!

“O senin oğlun değildi.” sözü o hüznü daha da alevlendirmesin mi?

Ya Hud’a ne demeli! Bir zamanlar “Annem, babam, kardeşim, dostum, arkadaşım, komşum, hemşerim” dediği insanlar, sokaklarında gezdiği, köşelerinde yemek yediği şehir yok olurken arkasına dönüp baktığında hiçbir şey hissetmesin mi?

Gerisini anlatmaya ne hâcet, hepsi de hüzünlü hikâyeler işte!

Bu hikâyeleri miras alan Yakup’un “BEN HÜZNÜMÜ ALLAH’A BİLDİRİYORUM.” demesi bile ne kadar da hüzünlü!

Belki çok duygusal olacak ama KUR’AN’I KUR’AN İLE ANLAMAK HÜZÜNLÜ HİKÂYELER DİYÂRINI yurt edinmektir. Hem de bu yurt ediniş HÜZÜNLÜ BİR HİKÂYE YAZMAK İÇİN OLACAKTIR.

Vesselâm.



Önerilen İçerikler