YARATILIŞ MEVZÛSU BAĞLAMINDA ŞEFAAT
Yûnus 10/3’den:
مَا مِنْ شَف۪يعٍ اِلَّا مِنْ بَعْدِ اِذْنِه۪ۜ
(mâ min şefî’in illâ min ba’di iżnih(i))
TDV meali – Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz.
Bu gibi ayetlerden yola çıkarak bazıları Allah’ın şefaate izin verdiği, bazıları ise izin vermediği sonucuna ulaşıyor.
Aslında bu cümle gayet açıktır… Burada sorun; “ŞEFAAT” denilen şeyin AHİRETTE olacağının söylenmesinden kaynaklanmaktadır. Ahirette ne bir şefaate ne de bir şefaatçiye yer yoktur… Şefaat SADECE BU HAYATA HAS BİR ŞEYDİR!
Belirttiğiniz ayette İKİ tane hazf vardır ve bu delillerinden biri cümlenin sağ tarafındaki ‘MİN’ diğeri ise sol tarafındaki ‘MİN’dir ve bu ayet kesinlikle ŞEFAATİN OLDUĞUNU gösterir.
Aslında bu “şefaat” konusu “YARATILIŞ” konusuyla özellikle melekler konusu ile de çok alâkalı bir konudur.
“Şefaat” konusunda ilk bilinmesi gereken şey, şefaatin kesinlikle AHİRET ile alâkalı olmadığıdır. Çünkü ayetlerde açıkça “Ahirette şefaat yok ki şefaatçi olsun.” deniliyor.
Bakara 255’de geçen ‘MEN ZELLEZİ YEŞFAU İLLA BİİZNİH’ cümlesi Ahiret ile alâkalı değil, dünya ile alâkalıdır.
ŞEFAAT … “Aracılık etmek, birini desteklemek, birinin istediği şeye ulaşması için aracılık etmek, kişinin istediği şey ile kişi arasında aracı olmak.”
CEBRAİL bir şefaatçidir ve kesinlikle İZİNLİDİR.
Beşer resuller şefaatçidir ve kesinlikle izinlidirler…
ŞEFAAT “kayırmak” demek değildir ve şefaat sadece ve sadece hak hedefler, hak istekler için yapılır. Hak olanın dışında kişiyi istediğine ulaştırmak ŞEFAAT değildir.
Beşer resul Cebrail’den kendisinin hak olmayan bir şeye ulaşması için aracı olmasını istese Cebrail galiba ona OKKALI BİR TOKAT atar!
Çünkü ne Cebrail ne melekler ne beşer resuller ne de MÜMİNLER kişinin hak olmayan istekleri için her kim olursa olsun ARACILIK ETMEZLER.
Yüce Allah ile insanlar arasındaki aracıların tamamı YÜCE ALLAH tarafından tayin edilmiş aracılardır. Onların aracılıkları İNSAN için değil ALLAH içindir.
ALLAH-İNSAN ilişkisinde kendisine aracı gereken kişi ALLAH’TIR. ÇÜNKÜ insan YÜCE ALLAH’A her an her yerde ulaşabilir.
‘İLLA’ istisna edatıyla gelen bu ayet ŞEFAATİN OLMADIĞINA DEĞİL, OLDUĞUNA DELİLDİR ve sadece ve sadece HAK hedefler için olması gerektiğine en güzel delildir.
Zuhruf 43/86
وَلَا يَمْلِكُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Velâ yemliku-lleżîne yed’ûne min dûnihi-şşefâ’ate illâ men şehide bilhakki vehum ya’lemûn(e)
TDV meali – Allah’ı bırakıp da taptıkları putlar, şefâat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır.
الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ (İlla men şehide bil hak)
Yaratılış konusu ilerlediğinde özellikle melekler bağlamında bu konuya değinecektim ama galiba bu şefaat konusunu biraz öne çekmek daha iyi olacak.
Necm 53/26
وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـًٔا اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى
Ve kem min melekin fî-ssemâvâti lâ tuġnî şefâ’atuhum şey-en illâ min ba’di en ye/żena(A)llâhu limen yeşâu ve yerdâ
TDV meali – Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında, bir işe yaramaz.
Bu ayet varken nasıl olur da “Şefaat yok.” denir! Bu ayette anlatılmak istenen şey o kadar büyüktür ki söz bitiyor.
Düşünebiliyor musunuz? Nice melek var ve bunlar şefaat ediyor, şefaat ettikleri için de kınanmıyorlar AMA FAYDA vermiyor.
Arkadaşlar şu cümleme lütfen çok dikkat edin… MELE-İ A’LÂ, MELEKLER, BEŞER RESULLER Allah’ın şefaatçileridir, insanın değil.
Genel anlayış; Şefaat ahirette Cenneti hak edenlere ödüllerinin verilmesi şeklinde olacak fakat ŞEFAATİN OLMADIĞI TEK YER AHİRETTİR.
BİZ BEŞER RESULLERE, MELEKLERE, MELE-İ A’LÂ’YA “ALLAH’IN ŞEFAATÇİLERİ” OLDUKLARI İÇİN İNANIRIZ.
Soru: “Amma da uçtun be Ramazan hocam, Yüce Allah’ın şefaatçiye ihtiyacı mı var?”
Yüce Allah, kendisi muhtaç olduğu için şefaatçi edinmedi… İNSAN muhtaç olduğu için edindi.
Çünkü eğer Yüce Allah araya Mele-i A’lâ, Cebrail, beşer resul koymadan direkt insanı kendisine muhatap alsaydı İNSAN YOK OLURDU.
Merkezde “melekler”, genelde “şefaat” meselesini zihnimizde ve tasavvur dünyamızda bir yere oturtabilmemiz için İNSAN-ALLAH ve ALLAH-İNSAN ilişkisinin somut ve soyut manada içeriğinin kavranması gerekmektedir. (Bu iki ilişki modelini anlatırken getireceğim bazı tanımlamalar kulak tırmalayıcı gelebilir. Bunun sebebi “dil” ve “kelime” yetersizliğinden başka bir şey değildir.)
Bir ucunda İnsan, diğer ucunda Allah olan ve yönü “insandan –> Allah’a” şeklinde dizayn edilmiş bir ilişkide tarafların hiçbir aracıya (şefaatçiye) ihtiyaç duymadan, ilişkinin seviyesini hiç düşürmeden ve hiçbir sorun yaşamadan bu ilişkiye başlaması ve devam ettirmesi mümkündür.
Bu ilişkide ne insanın Allah’ı görmeye ne de Allah’ın insanı fiziki olarak huzuruna çıkarmaya ihtiyaç vardır.
Başlangıcı insan ve yönü de İnsan’dan Allah’a olan bu çizgide (kulak tırmalayacak biliyorum ama başka nasıl ifade ederim bilmiyorum) ilişkinin merkezinde Allah değil İnsan vardır.
Çünkü bu ilişkide insanın FAKİRLİĞİ ve MUHTAÇLIĞI temeldir ve hatta bu ilişkinin kurulma sebebi budur.
Bir tarafta mutlak ‘fakr’ içinde olan bir varlık, diğer tarafta ise mutlak ‘ĞANİYY’ olan bir varlık bulunmaktadır. Burada ilişkinin başlangıç noktası insan olduğu için bu ilişkinin temelinde insanın soyut veya somut ‘fakr’ı (ihtiyacı-muhtaçlığı) temel rol oynamaktadır.
İnsanın soyut ve somut ihtiyaçlarını Yüce Allah’a bildirmesi yani dilekçesini ona ulaştırması için başka birinin yardımına ya da temsilciliğine ya da naipliğine ve tabi ki “şefaatine” ihtiyaç yoktur. Şefaatçi gereksiz kalabalık oluşturacaktır.
İlişkinin taraflarını kendi içinde değerlendirdiğimizde ilişkinin kendisinde başladığı İnsanın ilişki kurduğu (bir nevi arkadaşlık olarak düşünün) Allah’a vereceği bir şey veya O’na O’nun bilmediği bir bilgiyi duyurma veya O’nun hiç beklemediği, O’nu şaşırtan, O’nu ters köşe yapan bir şey yapabilmesi mümkün değildir.
Bu ilişkinin merkezinde olan İNSANIN ilişki biçiminin sağlıklı devam edebilmesi için arkadaşı yani ALLAH tarafından ÖNGÖRÜLEMEZ bir taraf olması da söz konusu değildir.
Yani Allah açısından kendisiyle arkadaş olan İNSAN daima öngörülebilir bir varlıktır.
Bu yüzden Allah’ın öngörülebilir olan arkadaşını (yani insanı) ilişkiyi bozacak bir hareket yapmadan önce öngörüp buna önlem alması gayet mümkündür.
Öte yandan Allah’ın muhtaç bir varlık olmaması bu ilişkinin sadece İNSAN’ın çıkarlarına dayanan bir ilişki biçimi olması çerçevesine oturtacaktır.
İlişki gayet basittir; İlişki içinde olan insan, fakir ve zavallı olan insan; ihtiyaç duyduğu her anda, kendisini daima gördüğünden ve duyduğundan emin olduğu varlığa ister sesli ister sessiz yönelecektir, ihtiyaçlarını dile getirecek veya getirmeyecektir ama her halükârda dilekçesinin yerine ulaştığını bilecektir.
Şimdi, ilişki kurduğunuz varlık bir yardım kuruluşu veya belediyenin fakirlere yönelik başlattığı bir kampanyanın başkanı değildir. İnsandan istenen yardımların bize nasıl ulaştırılacağını bilebilir ve tam da o yönde beklentiye girebilir, pencereden ellerinde kolilerle gelen görevlileri bekleyebiliriz.
Çünkü insanlar kendileri gibi insanlara yardım ederlerken veya onların ihtiyaçlarını karşılarken İNSAN TÜRÜNÜN İMKÂNLARINI kullanmaktadırlar.
Bunun yanında insandan insana yapılan yardımlarda ilke ve kurallar çok dar çerçeveli ve öngörüsü çok kısıtlı olan yardımlardır.
Bu yardımlarda kişinin aç olması veya açıkta olması veya kira parasını ödeyemeyen biri olması, elbisesi olmayan, yolda kalmış, çocuklarını okutamayan gibi birileri olması yeterli ilkelerdir.
İşte bu kurumlardan kendisine yardım etmesini isteyen insanların beklentileri de bunun üzerinde değildir. Meselâ, hiç kimse belediyeye kendisine HAYIRLI olanın verilmesini istemez.
Çünkü ne belediye ne de başka bir insan yaptığı yardımın en sonra ne getireceğini, hangi olaylar zincirini başlatacağını öngöremez, bilemez ve hatta bununla ilgilenmez bile.
İnsanın insana yaptığı yardımların tamamında öngörü değil TEMENNİ vardır.
Bu sadece maddi anlamda böyle değildir, aynı şey soyut değerler için de geçerlidir.
Meselâ, çok değer verdiğiniz birisine her şeyinizi açarsınız, kendiniz gibi görürsünüz, kardeş dersiniz, değer verirsiniz, çekinmeden kimseyle konuşmayacağınız meseleleri onunla konuşursunuz. Ama bunları hep bir gün bayrağı sizin bıraktığınız yerden alıp götüreceği ve hatta bir gün sizin onun dizinin dibine oturacağınız TEMENNİSİ ile yaparsınız. Ama o, bir gün bu öğrettiklerinizi de sizin samimiyetle onunla bölüştüğünüz iç dünyanızı da SİZE KARŞI kullanır.
Evet ister somut ister soyut olsun insanın insandan-insana olan ilişkisinin tek itici etkisi yani tek lokomotifi sadece TEMENNİLERdir.
İnsanın bu ilişkide sadece temenni edebilmesi, insan olmanın sınırlı kapasitesinden dolayıdır. Hiçbir insan diğer insanı kuşatamaz ve özüne işleyemez. Çünkü insan LATİF değildir.
Bunun yanında ister belediye isterse soyut manada başka bir arkadaş diğerlerine yardım etsin, HER İKİ TARAF az ya da çok BEKLENTİ içindedir. Belediye, yardım etmesi insanların gözüne değsin de bir dahaki seçimde ona oy versinler beklentisi içine girmiştir… Arkadaş ise saygı ve hürmet görmek veya en azından iyi bir iş yaptığını hissetmek için beklenti içine girmiştir.
İNSAN-İNSAN ilişkisinde ilişkinin yönü nasıl olursa olsun en sonunda değişen hiçbir şey yoktur. Hatta İnsan-İnsan ilişkisinde taraflar baba-oğul, baba-kız, anne-oğul, anne-kız, dede-torun gibi çok yakın taraflar olsa bile durum aynıdır.
Fakat yönü İNSANDAN-ALLAH’A olan bir ilişkide durum çok başkadır. Bu ilişkide kişileri sıfatları üzerinden tanımlayacak olursak… “EL FAKİR – EL ĞANİYY”; “MUHTEDİ – EL HADİ”dir.
“Şefaat” kelimesi genelde, alt makamın üst makama ulaşmak için araya üst makamın yanında sözünün daha çok dinlendiği veya dinleneceği umulan kişilerin aracı olarak konulması anlamında kullanılır.
Şefaatin temelinde alt makam ile üst makam arasında bir ULAŞAMA-MA veya ulaşsa bile sözünün dikkate alınmama korkusu vardır.
Şefaat genelde, yapılan kabahatlere ceza verilmemesi için, ceza verecek makama ceza vermemesi için ricacı göndermek olarak bilinmektedir ama bu hem çok dar kapsamlı bir anlamdır hem de kelimenin kastettiği mana ile çok alâkalı değildir. Tamamen alâkasız da değildir ama kelimeye anlam kazandıran şey bu değildir.
Olaya bu yönden bakıldığında yönü İnsandan Allah’a olan ilişkide ister kabahatler hususunda isterse elde edilmek istenen bir şey hususunda olsun araya aracılar sokulmasına hem hacet yoktur hem de araya sokulan şefaatçinin kabiliyet ve yetkileri şefaatçi olunan kişiden daha fazla değildir.
Hatta bu noktada araya giren şefaatçilerin şefaate ihtiyaç duyan kişinin hâlini tam olarak yansıtamaması, ihtiyacını tam olarak iletememesi de söz konusudur.
Araya giren şefaatçilerin, bir kişinin içinde bulunduğu FAKRIN, o kişinin iç dünyasında ve maddi dünyasında nasıl bir etki ettiğini kavraması, ihtiyaçlarını ona göre belirlemesi, FAKRI gidermek için nasıl bir bağışın olması gerektiğini tespit edebilmesi için, şefaatçi olduğu kişiyi içten ve dıştan kuşatması, o kişinin sadrının derinliklerini bilmesi gerekmektedir. Çünkü Fakr içinde olanların bizzat kendileri bile nasıl bir fakr içinde olduklarını bilemezler.
Meselâ, aç olan birinin açlığını gidermesi için açlığını gidereceği kişi ile kendi arasına şefaatçi koymasında temel rol oynayacak etken “açlık” olacaktır. Fakat aç olan kişi aç olduğu için açlığının “anlık” olarak giderilmesini isteyecektir. Açlığı giderilince bu kişinin fakrı giderilmiş olmayacaktır. Tam tersi açlık giderildikten sonra asıl nasıl bir fakrın içinde bulunduğunu anlamaya başlayacaktır. Çünkü açlık, aklı insanın başından alır.
Diğer bir açıdan bakıldığında yönü insandan Allah’a olan bir ilişkide “şefaatçi” edinilen kişinin bizzat kendisi de şefaat olacağı kişinin muhtaç olduğu şeye muhtaçtır. Yani bu tıpkı çok aç olan birinin kendisinden daha aç olan birini, karnını doyurması için başkasına göndermesi gibi bir şeydir.
Yönü insandan Allah’a olan ilişkide aracı olacak her kişi aracı olacağı kişilerden fakr açısından daha farklı bir konumda değildir.
Bu ilişkide fakr içinde olan ile şefaatçi edinen hem tür olarak hem de imkân ve kabiliyet olarak aynı durumda olduğu için hakiki manada Yüce Allah ile insan arasında aracı olacak bir varlığın bırakın yetkisini VAR OLMASI bile mümkün değildir.
Yine, yönü insandan Allah’a olan ilişkide fakr içinde olanla şefaatçi olan açısından durum böyleyken bu ilişkinin bir de şefaatçileri dikkate alması istenen kişi yani Allah açısından da imkânsızlığı ortadadır.
Hangi şefaatçi yaratıcısı bizzat kendisi olan Allah’tan daha fazla fakr içinde olan kulunu bilebilir ve kuşatabilir ki?
Şefaatçiler, ulaşılamayana ulaşmak, sözünü duyuramadığına sözü ulaştırmak, hatırsız olana hatır dilenmek içindir. Şefaatçiler fakr içinde olan kişinin beyanları üzerinden şefaatçi olurlarken Yüce Allah fakr içinde olanın söylediklerini de söylemeyip içinde tuttuklarını da kendi benliğinde kendisinin bile haberdar olmadıklarını da bilirken hangi şefaatçi gelip de o kişi hakkında Allah’ın bilmediği bir şeyi söyleyecek?
Yönü İNSAN-ALLAH olan ilişkide şefaatçi edinilmesi durumunda olayın 3 tarafı olacaktır:
- FAKR İÇİNDE OLDUĞU İÇİN FAKRINI GİDERECEK MAKAMA SÖZÜ DİNLENEN BİRİNİ GÖNDEREN İNSAN.
- FAKRI GİDERECEK MAKAMA, ŞEFATÇİSİ OLDUĞU İNSANIN İSTEKLERİNİ İLETECEK ŞEFAATÇİ. (İNSAN-BEŞER-NEBİ-RESUL-MELEK-MELE-İ A’LÂ-EVLİYA-KERÂMET SAHİBİ vs.)
- FAKR İÇİNDE OLANIN FAKRINI GİDERECEK MAKAM.
Bu 3 tarafın bir ucunda varlıkların tamamını içten ve dıştan kuşatmış Allah varsa araya girecek her şefaatçi; kimliği, kişiliği, rütbesi ve makamı kim ve ne olursa olsun yapılacak şefaat, amaca ulaşmada yardımcı değil ENGEL olacaktır.
Çünkü fakrı gidermesi için kendisine gidilip de O’ndan daha fazla içten ve dıştan kuşatabilecek bir varlık yoktur.
O, insanı içten ve dıştan kuşattığı gibi beşeri, nebiyi, resulü, melek’i, mele-i a’lâ’yı, evliya’yı vs. içten ve dıştan hem de aynı oranda kuşatmıştır.
Öyleyse İnsan-Allah ilişkisinde fakrın giderilmesi için araya şefaatçi koymak hem çok gereksizdir hem de imkânsızdır.
Fakat yönü ALLAH-İNSAN olan ilişkide şefaatçi hem gereklidir hem de mümkündür. Hatta şefaatçi olmazsa bu ilişkinin kurulması bile mümkün değildir.
Her iki ilişki biçiminde dikkat edilmesi gereken tanımlama İLİŞKİNİN YÖNÜ ifadesidir.
İNSAN-ALLAH ilişkisinde merkezde olan İNSAN ve onun fakrıdır.
Eğer bu tanımlamayı kabul edersek bu ilişki biçiminin yönünü tersine çevirip ALLAH-İNSAN haline getirdiğimizde aklen bunun da ALLAH ve ONUN FAKRI şeklinde olması gerekmektedir.
Oysa Allah, ilişkinin yönü ne şekilde olursa olsun ‘EL-ĞANİYY’dir. Onun Fakr içinde olması mümkün değildir.
Ne gariptir ki yönü ALLAH-İNSAN olan ilişkide MERKEZDE ALLAH vardır ama yine FAKR içinde olan insandır.
Çünkü, İnsan türü her FAKRININ farkında değildir.
İnsanın öyle fakrı vardır ki kendisi bile bunu bilmez. Bilmemesi durumunda ise hiçbir zaman gerçek fakrının farkına varamaz.
Bunları bilen birinin ona bu FAKRINI göstermesi, uyandırması, farkına vardırması gerekmektedir. İşte Allah-insan ilişkisinin temelinde de insanın Allah bildirmez ise asla farkına varamayacağı FAKRI vardır.
İNSANIN şu varlık içinde kendi kabiliyet ve imkânlarına yakışan bir ANLAM elde etmesi için Allah’ı bilmeye FAKRI vardır.
Varlıklara bakarak onu bulabilir, anlayabilir, akıl edebilir ama bu elde ettikleri hiçbir zaman O’na göre tavır belirleyeceği ve kişilik kazanacağı SAHİH bilgiler olmaz.
Nitekim insan türünün elinde bu sahih bilgi olmasına rağmen O’NU gerektiği gibi tanıyamaması işte bunun en büyük delilidir.
Yüce Allah’ın elinde bulunan bilgilerin tamamı SAHİH bilgilerdir ama o bilgiler insanın erişimine açık HALK KÜTÜPHANESİ değildir ki insan gidip de orada o bilgilere kolayca ulaşabilsin.
İşte bu noktada bu bilgilerin insana ulaşması için ALLAH-İNSAN ilişkisinin olması zorunlu hâle gelmektedir.
Bu bilgilerin Allah’tan insana ulaşabilmesi için mutlaka aracı yani şefaatçi olması şarttır.
Üstelik bilginin sahibi Allah olduğu için bilgileri insana taşıyacak olan şefaatçileri belirleyecek kişi insan değil ALLAH olmak zorundadır.
İşte olaya bu açıdan baktığımızda, MELE-İ A’LÂ’DAN beşer resûllere kadar olanların tamamı ŞEFAATÇİ konumunda olan kişilerdir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: BÜTÜN BU UZUN ÇİZGİYE NE GEREK VARDI? Madem Yüce Allah, kudreti ve imkânı sonsuz bir varlıktır, daha kısa ve daha basit üstelik her bir insanı muhatap alan bir sistem geliştiremez miydi?
Vallahi geliştirirdi, billahi geliştirirdi ama insan bunu kaldıramazdı.
Ya da insanın insan değil de en azından MELE-İ A’LÂ olması gerekirdi. Eğer insan denilen varlık da mele-i a’lâ kapasitesine sahip ve o içerikte bir varlık olsaydı hiçbir şey gerekmeyecekti ama İNSAN insan olmayacak ve hatta iradesi bile ipotek altına alınmış olacaktı.
İnsanın MELE-İ A’LÂ gibi olması çok farklı bir varlık dizaynını da şart koşacaktı.
Şu varlık dizaynı ve şu varlık kategorileri içinde, insanın şu kabiliyetleri ve şu imkânları içinde kurulabilecek tek doğru ilişki budur ve içinde yaşadığımız âlem bu olduğu müddetçe bundan başkasının olması da söz konusu değildir.
(Not: “Peki, neden bu dizayn var?” sorusu insan olmanın kalıplarını aşamayan insanın insan olarak cevap aradığı bir soru değildir. Çünkü “NEDEN BU DİZAYN?” sorusunu sormak için önce dizaynın tamamını kuşatmak, Allah gibi düşünmek, Allah gibi Âlim olmak lazımdır. Cevabını anlamak içinse tam tamına ALLAH ayarında bir varlık olmak gerekmektedir.)
Kaldı ki, ister mele-i a’lâ olunsun isterse insan; yönü Allah’tan olan bir ilişkide fakr içinde olan hep karşı taraf olacaktır.
Yani ilişki hep karşı tarafın fakrına göre düzenlenecek, Yüce Allah ona göre bu ilişkiyi kuracak ve devam ettirecektir.
İnsan olmaya razı olamayanlar Yüce Allah’ın kendilerini neden meleklerden biri yapmadığını veya neden mele-i a’lâ’dan biri yapmadığını sorgulayabilir, yargılayabilir ve hatta bundan dolayı O’na karşı tavır da alabilirler… Ama unutulmasın ki cinler de kendi yaratılışlarını sipariş etmediler, melekler de mele-i a’lâ da sipariş etmediler…
Kendi bulunduğumuz yerden MELE-İ A’LÂ’ya öykünür olabiliriz ama ben yüzde yüz eminim ki mele-i a’lâ olmak isteyen bir insanı mele-i a’lâ yapsanız bu sefer “NEDEN BEN ALLAH DEĞİLİM!?” demeye başlayacaktır.
Kim bilir belki de mele-i a’lâ da “Neden ben insan değilim!?” diyordur… Mele-i a’lâ’dan birini de insan yapsanız eminim ki “NEDEN BEN AKLI OLMAYAN BİR HAYVAN DEĞİLİM!?” DİYECEKTİR.
İŞTE TAM BURADA şu devreye girmektedir: ALLAH’TAN RAZI OLMAK!
İşte bu noktada içinde “şefaat” veya “şefaatçi” geçen ayetleri iki ilişki üzerinden okumak lazımdır. Yani bazı ayetler İNSAN-ALLAH ilişkisi ile alâkalıyken bazıları ALLAH-İNSAN ilişkisi ile alâkalıdır.
İçinde şefaat ve şefaatçi geçen ayetlerin birçoğu hatta belki de hepsi hep ahiret bağlamında anlaşıldığı için ne yazık ki önce ayetlerin ahiret ile alâkalı olmadığının daha sonra ise içeriğinin ne olduğunun ortaya konması gibi epey zahmetli bir çalışma gerektirmektedir. Bu noktada bu oturumun konusu özelde “melekler”, genelde “şefaat” kavramı olduğu için bu detaylandırmaya girmeyeceğim.
Onun için odaklarımızı kelimenin manası ile sınırlı tutmakta fayda vardır.
Bakara 2/48
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـًٔا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
Vettekû yevmen lâ teczî nefsun ‘an nefsin şey-en velâ yukbelu minhâ şefâ’atun velâ yu/ḣażu minhâ ‘adlun velâ hum yunsarûn(e)
TDV Meali – Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.
Bu ayeti ahiret bağlamında ele alsak bile ayet, sanılanın aksine ahirette bir şefaatin olacağını değil OLMAYACAĞINI söylemektedir.
Bu ayette geçen kelime شَفَاعَةٌ (şefâ’atun) kelimesidir. Bu kelimenin tek başına kullanılması şefaatçilerin de varlığını ifade etmenin gereksiz olmasındandır.
Yani “şefaat yok” demesi veya “kabul olunmayacak” demesi aynı zamanda “ŞEFAATÇİ olma mekanizmasının olmadığı” anlamına gelmektedir.
Aynı şekilde Bakara 123. ve 254. ayetleri de ahirette şefaat ve şefaatçi mekanizmasının olmadığının delilidir. Zaten şefaatin ahirete yönelik algılanması son derece komiktir.
Bakara 2/255
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
(A)llâhu lâ ilâhe illâ huve-lhayyu-lkayyûm(u) lâ te/ḣużuhu sinetun velâ nevm(un) lehu mâ fî-ssemâvâti vemâ fi-l-ard(i) men że-lleżî yeşfe’u ‘indehu illâ bi-iżnih(i) ya’lemu mâ beyne eydîhim vemâ ḣalfehum velâ yuhîtûne bişey-in min ‘ilmihi illâ bimâ şâ(e) vesi’a kursiyyuhu-ssemâvâti vel-ard(a)(s) velâ yeûduhu hifzuhumâ vehuve-l’aliyyu-l’azîm(u)
TDV Meali – Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.) O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.
Bu meşhur ayette ise “şefaat” kelimesinin bağlamı kesinlikle ahiret değil bu hayattır.
Zaten ayet baştan sona ahiretle alâkalı değildir.
Ayete biraz dikkat edilirse ayetin konusunun “Yüce Allah’ın varlık sistemi” ile alâkalı bir konusu olduğu rahatlıkla görülecektir.
Ayette geçen ‘İLLA Bİ İZNİHİ’ ifadesindeki ‘İZN’ kelimesi Türkçede kullanılan “izin” manasında değil “BİLDİRİ” manasındadır. Yani “Allah’ın izni” değil, “Allah’ın bildirdiği” anlamındadır.
Allah-İnsan ilişkisinde bu İZN kelimesinin şefaati anlamak için çok önemli bir işlevi vardır.
Her şeyden önce ‘İZN’ kelimesinin neden “izin/müsaade” anlamında değil de “bildiri/duyuru” anlamında olması gerektiği üzerinde durmak gerekmektedir.
Aslına bakılırsa sözlükte de olduğu gibi kelimenin asıl manası “duymak, duyurmak, duyarak bilmek, duyarak bildirmek” şeklindedir.
Kelimenin “izin” manasına gelmeyeceği şu açıdan da anlaşılabilir: ALLAH-İNSAN ilişkisinde şefaatçi seçimi insan tarafından olmadığı için insan türünün bu şefaatçilerin izinli olup olmadıklarını anlaması veya test etmesi mümkün değildir.
Meselâ, beşer bir resulün izinli olup olmadığını nasıl anlayabiliriz?
“Elindeki kitaptan.” şeklinde verilecek cevap doğru bir cevap değildir.
Çünkü zaten konu, “Kitab’ı getirip getirmeme izni” ile alâkalı olduğu için bizzat Kitab’ın kendisi bu soruya cevap olmaz.
Öyleyse şu olması lazımdır. Daha öncesinde risâleti çeşitli şekillerde ispatlanmış bir resulün kendisinden sonraki o resulü duyurmuş yani bildirmiş olması.
İşte resuller arasındaki kendisinden öncesindekini TASDİK, kendisinden sonrakini TEBŞİR (müjde) ilişkisi bu yönden çok önem kazanmaktadır.
Çünkü bir resulün kendisinden öncesindekini tasdik etmesi aslında KENDİSİNİN “O BİLDİRİLEN” OLDUĞUNU göstermektedir yani aslında kendi yerini sağlamlaştırmaktadır.
Çünkü yeni gelen resul henüz kendisini ispatlamamıştır ve bu ispat sürecinin ne şekilde gerçekleşeceğini bizzat resulün kendisi bile bilmemektedir.
O halde eğer herhangi bir resul daha ilk cümle söylediğinde ve “bu cümlenin de Allah katından olduğunu” söylediğinde onun resul olduğunun ispatı onunla değil ondan çok öncesinde ispatlanmış olmak zorundadır.
Çünkü resullere karşı takınılması istenen tavır ister ilk cümle ister son cümle olsun ‘SEMİ’NA VE ATA’NA’ olduğu için böyle olmak zorundadır.
Bizim söylediğimiz ama ne yazık ki hâlâ anlaşılmayan “HİÇBİR RESUL PİYANGODAN ÇIKMAMIŞTIR.” söylemimizin temelinde de işte bu vardır.
Resullerin tamamı; geleceği önceden bildirilen resullüğü, resullüğü öncesinde ispatlanmış bir resul tarafından bildirilmiş kişilerdir.
İşte bu bildirme meal ve tefsir yazarlarının “izin” diye çevirdikleri ‘İZN’ kelimesidir.
Beşerler üzerinden getirdiğim bu örneği asıl muhataplar yani meleklere getirecek olursak…
Şöyle bir soru ile başlayalım: Bakara suresinde Rabbin söylediği “BEN BİR HALİFE ATAYACAĞIM.” bildirisi yani duyurusu acaba sadece MELEKLERİN bildiği bir duyuru mudur?
Bir halife atanacağı bildirisi acaba insan türüne bildirilmemiş bir bilgi midir?
Meselâ, Âdem bu halife atamasından habersiz midir?
Soruyu biraz daha zorlaştırayım: “Ramazan kardeşim, sen Bakara 30. ayetteki ‘halife’ kavramının Âdem’le alakalı olmadığını söylüyorsun. Bu halifenin de “beşer” soyuna, insanlığa iletilecek bildirileri götürecek “meleklerden” (yetkililerden) bir yetkili seçimi ile alâkalı olduğunu söylüyorsun. İyi ama ayette ‘İZ KALE RABBUKE LİL MEALİKE’ deniyor. Oysa bu bilginin herkesten önce kendisine bir HALİFE atanan ÂDEM’E bildirilmesi gerekmez miydi?
Bu soru haklı ve çok gerekli bir sorudur.
İşte bu sorunun cevabı ÂL-İ İMRÂN 59. ayettir.
Meryem’e gelen melekler onun ne doğuracağını ve hatta ona ne ad koyacağını söylediler. Sadece bununla da kalmadılar, onun resul olacağını, KİTABI, hikmeti, İncil’i ve Tevrat’ı öğreteceğini de söylediler. Sadece bununla da kalmadılar, ona daha birçok şey söylediler.
ŞİMDİ eğer ÂL-İ İMRÂN suresindeki ayet ‘KEMESELİ ÂDEM’ diyorsa (ki diyor) bu süreçlerin de aynı şekilde olması gerekmektedir.
Yani tıpkı İsa gibi Âdem de resul olacağını biliyordu.
Bu bilgiyi melekler Âdem’e ve İsa’ya söylememiş olsalar bile hem Meryem’in hem de Âdem’in annesinin bunu önceden bildikleri halde doğurduklarından saklamış olması aklen muhaldir. Kaldı ki kendilerine bu şekilde çocuk doğurtulan kadınların hamile kalmalarından o çocuğun resul olmasına kadar geçen süreçte BAŞIBOŞ bırakılmış olmaları söz konusu bile değildir.
Hatta Meryem’in sadece hamile kalma ve doğum sürecinde değil daha sonrasında da gözetim altında olduğuna dair kapı gibi delilimiz de vardır, bu delil hemen herkesin bildiği şu ayettir:
Meryem 19/24
فَنَادٰيهَا مِنْ تَحْتِهَٓا اَلَّا تَحْزَن۪ي قَدْ جَعَلَ رَبُّكِ تَحْتَكِ سَرِيًّا
Fenâdâhâ min tahtihâ ellâ tahzenî kad ce’ale rabbuki tahteki seriyyâ(n)
SV Meali – (Cebrail, Meryem’in) alt tarafından ona şöyle seslendi: “Üzülme! Rabbin senin alt tarafından bir su arkı oluşturdu.
Meryem 19/25
وَهُزّ۪ٓي اِلَيْكِ بِجِذْعِ النَّخْلَةِ تُسَاقِطْ عَلَيْكِ رُطَبًا جَنِيًّاۘ
Vehuzzî ileyki biciż’i-nnaḣleti tusâkit ‘aleyki rutaben ceniyyâ(n)
SV Meali –Hurma ağacını kendine doğru salla da ağaç üzerine taze ve olgun hurma döksün.
Meryem 19/26
فَكُل۪ي وَاشْرَب۪ي وَقَرّ۪ي عَيْنًاۚ فَاِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ اَحَدًاۙ فَقُول۪ٓي اِنّ۪ي نَذَرْتُ لِلرَّحْمٰنِ صَوْمًا فَلَنْ اُكَلِّمَ الْيَوْمَ اِنْسِيًّاۚ
Fekulî veşrabî vekarrî ‘aynâ(en)(s) fe-immâ terayinne mine-lbeşeri ehaden fekûlî innî neżertu lirrahmâni savmen felen ukellime-lyevme insiyyâ(n)
SV Meali –Haydi, ye, iç; gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görürsen şöyle de: “Rahman’a susma orucu adadım, o yüzden bugün kimseyle konuşmayacağım.
Ne yazık ki hangi akla hizmet ederek bu şekilde bölündüğünü gayet iyi anladığımız bu ayet bölünmeleri çok sade olan bir şeyi karmakarışık hâle getirmiştir.
Buna rağmen bu ayetler Meryem’in gözetim ve hatta yönlendirmeye tâbi olduğu gayet açıktır.
- ayetteki şu cümle ise bunun hangi boyutlarda olduğunun göstergesidir:
فَاِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ اَحَدًاۙ فَقُول۪ٓي اِنّ۪ي نَذَرْتُ لِلرَّحْمٰنِ صَوْمًا فَلَنْ اُكَلِّمَ الْيَوْمَ اِنْسِيًّاۚ (fe-immâ terayinne mine-lbeşeri ehaden fekûlî innî neżertu lirrahmâni savmen felen ukellime-lyevme insiyyâ(n))
Bu cümle İsa’nın bebeklik dönemi ile alâkalı değil, devamındaki ayetlerden de rahatlıkla anlaşılabileceği gibi ‘SABİ’ yani konuşabilen, bazı şeyleri akıl edebilen yaşta olduğu dönemle alâkalı olduğu gayet açıktır.
Tabi bunları anlatabilmek için ÖNCE İsa’nın beşikte konuşmadığı, sonra annesinin baba tarafından ‘insiyye’ olduğunu anlatmak zorunda kalıyoruz.
Fakat bunlar size anlatıldığı için beni anlayacağınızı umuyorum.
Meryem kıssasında doğumundan ölümüne gözetim ve yönlendirme altında olan sadece İSA değil aynı zamanda MERYEM de doğumundan İsa’yı doğurmasına, İsa’yı doğurduktan sonra da onun resul olmasına kadar gözetim ve denetim altındadır.
Meryem’in bizzat kendisinin doğumunun bize anlatılmasının amacı da budur.
İşte bu şekilde anlatılan bir kıssadan sonra bize deniliyor ki ‘KEMESELİ ÂDEM’ yani Âdem’in annesi de tıpkı Meryem gibidir.
Kur’an’ın adını bize vermediği Âdem’in annesi de (ki ona bir isim verilseydi kesinlikle ona da ‘MERYEM’ denirdi) Âdem’i tıpkı Meryem’in İsa’yı doğurduğuna benzer bir süreçte doğurmuştur.
İşte bu durumda bir halife atanma beklentisi daha ‘İNNİ HALİKUN BEŞEREN’ dendiğinde başlamış olması gerekmektedir.
Daha ‘inni halikun beşeran’ dendiğinde başlayan bu halife atanma beklentisinin sadece meleklerde kalmış olması RİSALETİN yapısına terstir.
Âdem resul olduktan sonra meleklerin hiçbir şey demeden, insanlığa herhangi bir ön bilgi vermeden bir gecede ortadan kaybolmuş olmaları RİSALETİN yapısına terstir.
Eğer Âdem Risalet için var edilmişse (ki öyledir), İnsanlık daha Âdem resul olmadan o beklentiye yani Âdem’in resul olacağı beklentisine sokulmuştur demektir.
Bu beklentinin daha Âdem resul olmadan insanlığa bildirilmiş olduğunun delilini NUH kıssalarında hem de sadece Nuh kıssalarında bulmaktayız.
Hûd 11/31
وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ اِنّ۪ي مَلَكٌ وَلَٓا اَقُولُ لِلَّذ۪ينَ تَزْدَر۪ٓي اَعْيُنُكُمْ لَنْ يُؤْتِيَهُمُ اللّٰهُ خَيْراًۜ اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْۚ اِنّ۪ٓي اِذاً لَمِنَ الظَّالِم۪ينَ
Velâ ekûlu lekum ‘indî ḣazâ-inu(A)llâhi velâ a’lemu-lġaybe velâ ekûlu innî melekun velâ ekûlu lilleżîne tezderî a’yunukum len yu/tiyehumu(A)llâhu ḣayrâ(an) (A)llâhu a’lemu bimâ fî enfusihim innî iżen lemine-zzâlimîn(e)
TDV Meali – Ben size: «Allah’ın hazineleri benim yanımdadır» demiyorum, gaybı da bilmem. «Ben bir meleğim» de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, «Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir» diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum.»
Mü’minûn 23/24
فَقَالَ الْمَلَؤُا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ مَا هٰذَٓا اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْۙ يُر۪يدُ اَنْ يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَاَنْزَلَ مَلٰٓئِكَةًۚ مَا سَمِعْنَا بِهٰذَا ف۪ٓي اٰبَٓائِنَا الْاَوَّل۪ينَۚ
Fekâle-lmeleu-lleżîne keferû min kavmihi mâ hâżâ illâ beşerun miślukum yurîdu en yetefaddale ‘aleykum velev şâa(A)llâhu leenzele melâ-iketen mâ semi’nâ bihâżâ fî âbâ-inâ-l-evvelîn(e)
TDV Meali – Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: «Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.»
Diğer resullerle ilgili kâfirlerin söyleminde hep ‘LEVLA MAAHU MELEKEN’ (“Onunla bir melek olmalı değil miydi?”) şeklindeyken NUH için bu söylem “RESULÜN MELEKLERDEN olması” gerektiği şeklindedir.
Bu söylem bize iki şeyi vermektedir:
- Âdem’in BAŞARISIZ olduğunu ve onun tekrar risalete getirilmemesinin İNSANLAR tarafından biliniyor olduğunu. Beşer resulün başarısız olmasıyla bu işin eskiden olduğu gibi tekrar melekler tarafından yapıldığını veya yapılması gerektiğini sanıyor olmalarını.
- Meleklerden de olsa RİSALETİN devam edeceğini.
İşte bu delil bize şunu vermektedir ki insanlık hem Âdem’in resul olacağından haberdardır hem de Âdem’in İBLİS ve ŞEYTAN ile olan kıssasından haberdardır.
Yani ÂDEM DE insanlık için PİYANGODAN çıkmamıştır.
İşte tek başına bu durum bile bırakın Âdem’i “İnsanlığın tamamının HALİFE ATANMASINDAN HABERİ VARDIR.” sonucuna çıkmaktadır.
Bir risalet kurumu İHDAS edilmektedir. İnsan türü bu kuruma itaat ile yükümlü kılınmaktadır. İnsan türünün bu bilgileri bilmemesi hem de ÖNCEDEN bilmemesi mümkün değildir.
İşte “ŞEFAAT” bu kurumun TA kendisidir!
Ve bu ŞEFAATÇİLERin bilinmesi müsaade/izin şeklinde değil DUYURU ŞEKLİNDEDİR.
İzin/müsaade kelimesi içinde DUYURU, BİLDİRİ olması şart değildir. AMA sadece “duyuru” kelimesi aynı zamanda İZNİ DE kapsamaktadır.
Eğer bir şey duyurulmuşsa ona izin verildiği OTOMATİKMAN anlaşılır.
Burada asıl olan şey İZİN belgesi değil DUYURUNUN belgesidir.
Herhangi birine “BU MELEKTİR.” şeklinde bir duyuru yapmanız aynı zamanda onun izinli olduğu anlamına da gelmektedir. Ama “BU İZİNLİDİR.” demeniz onun duyurulmuş olduğu anlamına asla gelmeyecektir.
Bu noktada “ŞEFAAT” denilen mekanizma sadece ve sadece DUYURULMUŞ/BİLDİRİLMİŞ olan üzerinden çalışacak demektir.
İşte Bakara suresinde geçen مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه (men że-lleżî yeşfe’u ‘indehu illâ bi-iżnih) de bunu bildirmektedir… FAKAT BURADA sorun da ‘İNDE’ kelimesine yüklenilen anlamdır.
Buna hep “O’NUN KATINDA” anlamı verilmiş ve bu da ahirete müteallik anlaşılmıştır… Oysa bu kelime “O’NUN HÜKÜMRANLIK ALANINDA, O’NUN HÜKMÜNÜN GEÇTİĞİ YERDE / O’NUN HAKİMİYETİNİN TESİRLİ OLDUĞU YERDE” anlamındadır… Allah’ın hakimiyetinin olmadığı bir yer olmadığına göre O’NUN MÜLKÜNDE O BİLDİRMEDEN ALLAH-İNSAN ARACILIĞINA SAHİP KİMMİŞ?
İşte içinde ‘İZN’ kelimesinin geçtiği ayetlerin hepsinin vurgusu hem ahiret ile alâkalı değildir hem de ALLAH-İNSAN ilişkine mütealliktir.
Necm 53/26
وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـًٔا اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى
Ve kem min melekin fî-ssemâvâti lâ tuġnî şefâ’atuhum şey-en illâ min ba’di en ye/żena(A)llâhu limen yeşâu ve yerdâ
TDV Meali – Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında, bir işe yaramaz.
“ŞEFAAT” konusunda en yanlış anlaşılan ayetlerin başında bu ayet gelmektedir.
Şimdi şu ayete şöyle bir bakalım:
- Yerde, göklerde nice melekler vardır ve bunlar ŞEFAAT edebilmektedirler.
- Fakat şefaatleri fayda vermemektedir.
- Ama ALLAH izin verirse o şefaat fayda verecektir.
Burada sanki “melekler Allah duyurmadan (izin kelimesinin anlamı da buna dâhildir) kendi kafalarına göre şefaat edebilmektedirler ama o şefaate Allah izin vermediği için fayda vermemektedir.” gibi bir şey anlatılmış gibi algılanmaktadır.
Bu ayetteki ‘İLLA’ edatı da İSTİB’AD anlamındadır. Burada “ŞEFAAT edebilirler” gibi bir sonuç değil “ŞEFAAT ETMELERİ İMKÂNSIZ” gibi bir durum vardır.
“Allah’ın bildirmesi dışında bir şefaat ve herhangi bir şefaatçi yoktur ki NİCE melek kendi kafasına göre fayda vermese bile şefaat edebilsin.”
Bu ayeti olduğu bağlamdan çıkarıp sanki MELEKLER ahirette bazı insanlar için şefaat isteyecek (buna “torpil / göz yumma / es geçme / hakkettiğinden farklı davranma” denir) ama bu fayda vermeyecek gibi bir anlama getirmek cinayetin ta kendisidir.
Melekler İNSANIN ŞEFAATÇİSİ değillerdir ki insan için şefaat etsinler… MELEKLER YÜCE ALLAH’IN KENDİ EMİRLERİNİ İNSANLARA ULAŞTIRMAK İÇİN BELİRLEDİĞİ ARACILARDIR.
Nisâ 4/85
مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَص۪يبٌ مِنْهَاۚ وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُق۪يتًا
Men yeşfe’ şefâ’aten haseneten yekun lehu nasîbun minhâ(s) vemen yeşfe’ şefâ’aten seyyi-eten yekun lehu kiflun minhâ(k) vekâna(A)llâhu ‘alâ kulli şey-in mukîtâ(n)
TDV Meali – Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir.
Bu ayet İNSAN-İNSAN ilişkisinde de şefaatin olduğunu bariz bir şekilde göstermektedir. Fakat sahtekâr meal yazarları bağlamı “Allah” olan “şefaat” kelimelerinin hepsine hiç çevirmeden “ŞEFAAT” anlamı vermişlerdir. Bu kelimeye de “KAYIRMAK” anlamı yüklemişlerdir ama yukarıda da görüldüğü gibi bağlamında “insan” olan “şefaat” kelimesine ise tam da olduğu gibi “ARACILIK ETMEK” anlamı yüklemişlerdir.
Ayet İNSAN-İNSAN ilişkilerinde de şefaatin olduğunu hem de hem iyi hem de kötü amaçlar için de “şefaat” yani “aracılık edilebileceği”ni söylemektedir ama şu ayet çerçeveyi net bir şekilde çizmektedir:
Enbiyâ 21/28
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَۙ اِلَّا لِمَنِ ارْتَضٰى وَهُمْ مِنْ خَشْيَتِه۪ مُشْفِقُونَ
Ya’lemu mâ beyne eydîhim vemâ ḣalfehum velâ yeşfe’ûne illâ limeni-rtedâ vehum min ḣaşyetihi muşfikûn(e)
TDV Meali – Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler!
Bu ayet MELEKLERİN bile sadece Allah’ın razı olduğu kişilerle alâkalı olduğunu yani YÜCE ALLAH’IN SADECE BUNLARA ARACI GÖNDERECEĞİNİ BİLDİRMEKTEDİR. Bu ayet meleklere imân eden bizler için kesinlikle müjde niteliğinde bir ayettir.
Zuhruf 43/86
وَلَا يَمْلِكُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Velâ yemliku-lleżîne yed’ûne min dûnihi-şşefâ’ate illâ men şehide bilhakki vehum ya’lemûn(e)
TDV Meali – Allah’ı bırakıp da taptıkları putlar, şefâat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır.
Bu ayette “PUTLAR” kelimesi yoktur… İşte bu ayet açık bir şekilde “ALLAH’IN BİLDİRMEDİKLERİNİN ŞEFAAT EDEMEYECEKLERİNİ” GÖSTERMEKTEDİR -ki bunlar da putlar değillerdir.
Bu ayet şefaat edeceklerin ‘MEN ŞEHİDE BİL HAKKİ’ sıfatında olmasını zorunlu hale getirmektedir. İşte bu ayet kimin kime nasıl şefaat edebileceğinin açık duyurusudur.
‘MEN ŞEHİDE BİL HAKKİ’ ifadesinin (ki bu bir kavramlaşmış cümledir) kime döndüğü ise aşikârdır:
“CEBRAİL” … KUR’AN’I GETİREN / RESULLERE İLETEN DUYURULMUŞ İLETİCİ/ARACI/ŞEFAATÇİDİR.
Yüce Allah’ın meleklerinin her birinin bir şekilde bir şeye aracılığı vardır. Bunların tespiti ise daha uzun bir çalışmayı gerektirir.