İSM-İ MEVSÛLLERİN KULLANIMINA DAİR
Nahiv kitaplarında çok küçük de olsa bir detayın verilmemesi bu konunun ARAP olmayan bizlerin kafasında tam olarak yerine oturmamasına neden oluyor… Her şeyden önce (yazıda veya konuşmada) eğer bir cümle ism-i mevsûlle kavrama dönüştürülüyorsa bu, yazanın ve okuyanın/konuşanın ve dinleyenin daha önce bahsi geçmiş veya her ikisinin de bildiği bir konuyla alâkalı konuşulduğunu bilmesi demektir.
Meselâ örnek getirilen, “DÜN BALIK TUTAN ADAM” cümlesini ele alalım.
Böyle bir cümle konuşmacının da dinleyenin de “balık tutan adam”dan kimin kastedildiğini bilmesi durumunda anlamlı bir cümledir. Bu da hem konuşmacının hem de dinleyenin “dün birlikte olduklarını, balık tutan adamı birlikte gördüklerini” ortaya koymaktadır.
“DÜN BİR ADAMI BALIK TUTARKEN GÖRMÜŞTÜM, BİRAZ ÖNCE DENİZE DÜŞÜP BOĞULMUŞ.”
“DÜN BALIK TUTARKEN GÖRDÜĞÜM ADAM AZ ÖNCE DENİZE DÜŞEREK BOĞULMUŞ.”
Bu iki cümle arasındaki fark şudur: Birinci cümlede konuşan kişinin muhâtapları, konuşmacının dün balık tutan bir adam görmesini YENİ öğrenmektedirler. İKİNCİSİNDE ise muhâtaplar ve konuşmacı “balık tutan adamı” daha öncesinden bilmektedirler. Konuşmacı da buna dayanarak İSM-İ MEVSÛL kullanmaktadır… Türkçe olarak yazılan “BALIK TUTARKEN GÖRDÜĞÜM” cümlesindeki ‘-ĞÜM’ eki Arapçada sadece İSM-İ MEVSÛLLE verilir.
İsm-i mevsûllerin YARGI bildiren bir cümleyi KAVRAMA dönüştürmesinin sebebi de budur.
“ADAM BALIK TUTUYOR.” Bu cümle yargı bildirmektedir ve tam bir cümledir.
Aynı cümlenin başına bir ism-i mevsûl getirdiğinizde cümle yargı bildirmekten çıkacak, kavrama dönüşecektir. “BALIK TUTAN ADAM.”
FAKAT yargı bildiren bir cümleyi kavrama dönüştürüp bırakmak onu SIFAT TAMLAMASINA çevirmektedir. Zaten bu şekilde bir kullanım yanlıştır. Yargı bildiren bir cümleyi kavrama dönüştürdüğünüzde o kavramı bir cümlenin öğesi yapma zorunluluğu vardır.
Meselâ كَفَرُوا (keferû) kelimesi aslında tam bir cümledir. “ONLAR KAFİRLİK YAPTI.”
Bu cümlede “onlar” zamiri kelimenin sonundaki ‘vav’dır. Bu tek kelime tek başına bir cümledir ve nokta koyabilirsiniz ama aynı cümleyi الَّذ۪ينَ كَفَرُوا (ellezine keferû) şeklinde söylediğinizde asla nokta koyamazsınız. “KAFİRLİK EDENLER.” şeklinde bırakamazsınız. Bu şekilde bıraktığınızda karşınızdaki muhâtap kimlerden bahsettiğinizi daha doğrusu kimlerden bahsetmek istediğinizi bilir ama cümleyi bu şekilde bıraktığınızda hiçbir şey dememiş olursunuz yani muhâtabınız size “Ee?” der.
NAHİV kitaplarında ism-i mevsûllerle ilgili verilen örnek cümlelerin tamamına bakınız. Cümlelerin hepsi öncesinde bilinen bir şey hakkında konuşulduğunu ya da konuşmacının ve muhâtabının gördüğü bir şey hakkında konuştuğunu göstermektedir… Örnek olarak HÜSEYİN GÜNDAY’ın kitabından birkaç cümle aktarayım:
“OKUMAKTA OLDUĞUM KİTAP AŞK ROMANIDIR.”
Bu cümleyi kuran kişi, muhâtabının kendisinin bir kitap okuduğunu ve hatta hangi kitabı okuduğunu bilerek bu cümleyi kurmuştur. Yoksa böyle bir cümle kurması mümkün değildir.
“BAHÇEDE OTURAN KADIN YAŞLIDIR.”
Bu cümlede de hem konuşmacı hem de muhâtabı bahçede oturan kadını bilmektedir.
“BU ŞEHİRDE KURULAN İLK FABRİKA MODEMDİR.”
Hem konuşmacı hem de muhâtap hangi şehirden bahsedildiğini ve o şehirde fabrikalar kurulu olduğunu bilmektedirler.
“SATIN ALDIĞIM İKİ OTOMOBİL SÜRATLİDİR.”
Muhâtap, konuşmacının iki otomobil satın aldığını bilmese konuşmacının böyle bir cümle kurması saçmadır.
“TOPLANTIYA KATILAN ELÇİLER FRANSIZDIR.”
Konuşmacı, muhâtabının hangi toplantıdan bahsettiğini ve toplantıya katılanları en azından gördüğünü bilerek bu cümleyi kurmaktadır. Muhâtabı toplantıyı bilmese ve o toplantıya iştirak edenler hakkında hiç bilgisi yoksa böyle bir cümle kurulması yanlış olurdu.
İşte bu cümlelerin tamamı konuşmacı ile muhâtabının daha önceden bildiği, gördüğü şeyler hakkındadır.
Eğer söz konuşma halinde değil de yazı halindeyse… Yani kişi merâmını yazarak anlatıyorsa… Bu durumda yazarın kullandığı ism-i mevsûllerin tamamı daha önce yazıda bahsi geçmiş şeyler veya kişiler içindir demektir.
İNSAN elinden çıkmış yazıların tamamı GİRİŞ-GELİŞME-SONUÇ şeklindedir.
Hatta bazı romanlar anlatmak istediği hikâyeye en başından değil de birdenbire ortasından veya sonundan başlar… Ama bu anlatılan olaylar romanın devamında veya sonunda her halükârda yine BAŞ-ORTA-SON şekline getirilir.
Fakat Kur’an’ın bir başlangıcı, ortası veya sonu yoktur. Kitab’ın dizaynı bu şekildedir hatta konuların dizaynı bile bu şekildedir. İşte bu durumda kullanılan zamirler ve ism-i mevsûller hatta birdenbire öncesi olmayan bir sûrede ‘EL’ takılı isimler kullanılması, NAHVİN kurallarının da bu kitabın BAŞI-ORTASI-SONU olmayan özelliği göz önüne alınarak işletilmesi gerekmektedir.
Elimizdeki NAHİV kitaplarının tamamı, konuları BAŞI-ORTASI-SONU olan metinleri baz alarak anlatmışlardır.
Meselâ nahiv kitaplarında deniliyor ki “BİR ZAMİRİN MERCİSİ KENDİSİNDEN ÖNCE ARANIR.”
Kur’an’ı başı Fâtiha sonu Nâs olarak dizayn edilmiş bir kitap olarak aldığımızda BU KURAL KUR’AN’IN ANLAŞILMASINI İMKÂNSIZ HALE GETİRMEKTEDİR.
Meselâ,
Nasr 110/1
اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُۙ
İżâ câ-e nasru(A)llâhi vel-feth(u)
Süleymaniye Vakfı meali – (Ya Muhammed!) Allah’ın yardımı gelip o fetih /Mekke’nin fethi gerçekleştiğinde
Nasr 110/2
وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًاۙ
Ve raeyte-nnâse yedḣulûne fî dîni(A)llâhi efvâcâ(n)
Süleymaniye Vakfı meali – insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini görürsen
Nasr 110/3
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُۜ اِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
Fesebbih bihamdi rabbike vestaġfirh(u) innehu kâne tevvâbâ(n)
Süleymaniye Vakfı meali – her şeyi güzel yapan Rabbin’e/Sahibine o zaman yönel ve bağışlanma dile! O, tövbeleri kabul eder.
Şimdi bu sûre, başı ve sonu olan bir sûredir. “ZAMİRLERİN MERCİSİ KENDİSİNDEN ÖNCE ARANIR.” kuralını bu sûreye uygulayalım. Sûrede “SEN” denilen bir zamir vardır ama öncesinde bu zamirin döndüğü bir merci yoktur. Hatta sûrede ‘ELFETH’ kelimesi marife gelmiştir bu kelimenin MARİFE gelme gerekçesi de yoktur.
Şimdi, BU ZAMİRLERİN MERCİSİ MADEM Kİ NASR SÛRESİNDE YOK; DEMEK Kİ “ONDAN ÖNCEKİ SÛREYE BAKACAĞIZ.” dedik.
ÖNCEKİ sûreye bakıyoruz… Orada da zamir kullanılmış hatta ‘EL’ takılı kelimeler kullanılmış ve mercileri yok.
Ondan öncesine baktık, orası da aynı.
Şimdi nahivde kural koyuldu… “BİR ZAMİRİN MERCİSİ KENDİSİNDEN ÖNCE ARANIR.”
Aradık bulamadık, ne yapacağız?
Bu sefer MEAL yazarları zamirlerin mercisini HADİSLERDE arıyorlar.
MESELÂ yukarıya aldığım SV mealinin NASR sûresinin 1. âyetine verdiği meale bakarsanız parantez içinde “(YA MUHAMMED)” eklemesini koyduğunu görürsünüz.
Şimdi bu meal yazarlarının sûrede geçen zamirin mercisini hem de oraya bir NİDA harfi koyarak cümleleri münada üslûbuna döndermesinin GEREKÇELERİ NELERDİR?
NAHİV olmadığı kesindir.
Şimdi bu adamların hepsi sarf ve nahvi hepimizden daha iyi bilmektedirler.
En basit kurallardan birinin “ZAMİRİN MERCİSİ KENDİSİNDEN ÖNCE ARANIR.” kuralı olduğunu da bize onlar öğretmektedirler… O halde NASR sûresinde geçen “SEN” zamirinin mercisini metinden bulmaları yani daha öncesinden bulmaları gerekmez mi?
Hayır öyle yapmıyorlar, KUR’AN’DA GEÇEN ZAMİRLERİN MERCİSİNİ BUHÂRÎ DE ARIYORLAR.
ALLAH ADINA ve hatta Allah’ın tüm sıfatlarına sonsuz kere yemin ederim ki bu adamlar YERYÜZÜNDEKİ HİÇBİR YAZIYI BÖYLE OKUMUYORLAR.
Bir kitabın içinde geçen zamirin mercisini başka yerde aramak olacak şey midir?
İşte Kur’an’ın “başı-ortası-sonu” olmayan bir kitap olduğunun göz ardı edilmesi çok basit nahiv kurallarının bile katledildiğinin en birinci sebebidir.
İSM-İ MEVSÛLLERİN kullanımı ve mercilerinin tespiti de aynı şekilde katledilmektedir.
Bakara sûresinin 6. âyetinde birdenbire ism-i mevsûl kullanılmaktadır ama metnin öncesinde o ism-i mevsûlün kendisine döneceği bir merci bulunmamaktadır. O halde bu adamlar hemen ism-i mevsûlü ZAMİRE ya da SIFAT tamlamasına çevirmektedirler. Bu bile durumu kurtarmamaktadır ama yapılan tahrifat çok büyüktür.
İSM-İ MEVSÛLLER kesinlikle ADRESİ BELLİ olan kelimelerdir. Onları MERCİSİ olmayan, ortaya karışık söylenmiş edatlar haline getiren şey yine aynı sebeptir.
Bakara sûresinin 6. âyetinde aslında BİLİNEN birilerinden bahsederken Kur’an’ın başı, ortası, sonu olmayan bir kitap özelliğinde dizayn edildiğinin göz ardı edilmesi, adresi belli olan kelimeleri havada uçuşan, kim üstlenirse veya kim onu kime uygun görürse ona gidecek kelimelere çevirmiştir.
Bakara 2/6
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
İnne-lleżîne keferû sevâun ‘aleyhim eenżertehum em lem tunżirhum lâ yu/minûn(e)
Süleymaniye Vakfı meali – Kâfirleri/âyetleri görmezlikte direnenleri[*] uyarsan da uyarmasan da onlar için fark etmez; inanıp güvenmezler.
“KÂFİRLİK EDENLER” … Kim bunlar? Meal ve tefsirlere göre bunlar belli kişiler değildir, okuyucu bu tanımlamayı kime uygun görürse işte o kelime onlara gitmektedir.
İşte bu şekilde meal verilen ism-i mevsûller ne yazık ki öncesi ile bağı koparılmış, kişiye Kur’an’dan kelime takibi yaptırmayacak şekle sokulmuştur.
Oysa ism-i mevsûller BİR ÂYETİ TÜM ÂYETLERE, TÜM ÂYETLERİ BİR ÂYETE BAĞLI KUR’AN’IN YOL GÖSTEREN KILAVUZLARIDIR.
Hangi âyetle hangi âyetin bağının kurulacağını gösteren ve hatta ne şekilde bağının kurulacağını gösteren muhteşem edatlardır.
“Ne şekilde?” dememizin sebebi ism-i mevsûlden sonra gelen SILA cümleleridir. O sıla cümleleri ism-i mevsûlün takibinin o sıla cümlesine göre yapılması gerektiğini bildirir.
Yani her ism-i mevsûl her konuya değil, sıla cümlesinin bahsettiği, tanıttığı konuya göre başka yere bağlanır.
Meselâ bunula ilgili HAŞR sûresindeki şu âyeti ele alalım:
Haşr 59/22
هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ
Huva(A)llâhu-lleżî lâ ilâhe illâ hu(ve)(s) ‘âlimu-lġaybi ve-şşehâde(ti)(s) huve-rrahmânu-rrahîm(u)
Süleymaniye Vakfı meali – O, Allah’tır; kendinden başka ilah olmayan, görülmeyeni de görüleni de bilendir. İyiliği sonsuz, ikramı bol olan O’dur.
Bu ve diğer mealler bu âyete aşağı yukarı bu mânâyı vermişlerdir.
Âyetin yapısına baktığımızda ‘HUVE’ müpteda, gerisi HABERDİR.
Fakat ism-i mevsûl ile kavramlaşan cümlelerin tamamı ‘ALLAH’ kelimesine dönen sıfatlardır. Meal yazarı diğer cümleleri de HABER olarak almış dolayısıyla 1. haber, 2. haber, 3. haber gibi cümleler ortaya çıkmıştır.
Oysa cümle “O” diye başlamalı “O”dan sonra bir virgül konulmalı ve âyetin sonundan başlayarak meal verilmeliydi yani cümlenin yapısının şöyle olması gerekliydi:
O, ………………………………………………….-AN ALLAH’TIR.
Meal yazarı “O, ALLAH’TIR…” demiş ve ardından ism-i mevsûlleri hem kavrama hem de zamire, ardından gelen sıla cümlelerini ise (Kİ ONLARIN İRABTAN MAHALLİ YOKTUR) habere çevirmiştir.
YİNE aynı şekilde hemen devamındaki şu âyet de aynıdır:
Haşr 59/23
هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Huva(A)llâhu-lleżî lâ ilâhe illâ huve-lmeliku-lkuddûsu-sselâmu-lmu/minu-lmuheyminu-l’azîzu-lcebbâru-lmutekebbir(u)(c) subhâna(A)llâhi ‘ammâ yuşrikûn(e)
Süleymaniye Vakfı meali – O, Allah’tır; kendinden başka ilah olmayan, bütün yetkiyi elinde tutan, yaptığını tertemiz yapan, esenlik ve güvenlik veren, güven veren, görüp gözeten, her şeyden üstün olan, buyruğunu her şeye geçiren, büyüklenmeyi hak edendir. Allah, onların ortak saydıklarından uzaktır.
Oysa cümlenin “O, KENDİNDEN BAŞKA İLÂH OLMAYAN, BÜTÜN YETKİYİ ELİNDE TUTAN, KUDDUS, SELÂM, MÜMİN, MÜHEYMİN, AZİZ, CABBAR, MÜTEKKEBBİR OLAN ALLAH’TIR.” şeklinde olması gerekirdi.
Cümlede geçen ESMÂLARA anlam verilmesi durumunda hep “-AN, -AN, -AN” şeklinde olacaktır.
“MEŞRÛ YETKİYİ ELİNDE BULUNDURAN, HER TÜRLÜ MÂNEVİ KİRDEN TEMİZLEYEN, ESENLİK VEREN, DENETLEYEN, DAİMA ÜSTÜN GELEN, DİLEĞİNİ YAPTIRAN… vs.”
Bu sûrede tüm sıfatların BİR İSM-İ MEVSÛLÜN SILA CÜMLESİ İÇİNDE gelmesinin sebebi ise BAHSE KONU OLAN BU SIFATLARIN KUR’AN’IN BAŞKA YERİNDE AÇIKLANDIĞININ, UZUN UZUN ANLATILDIĞININ okuyucu tarafından bilinmesi içindir.
İşte âyetteki o İSM-İ MEVSÛL okuyucuya aynen şunları demektedir:
“EY OKUYUCU! BEN ŞİMDİ BİR İSM-İ MEVSÛL VE SILA CÜMLESİ İLE SANA BAZI ŞEYLER SÖYLEYECEĞİM. BU SÖYLEDİKLERİMİN HEPSİNİN AÇIKLAMALASINI BAŞKA YERDE YAPTIM. SAKIN OLA Kİ SILA CÜMLESİNDE OKUDUĞUN İSİMLERE VEYA CÜMLELERE KENDİ KAFANA GÖRE ANLAM YÜKLEME!”
“BU CÜMLEDEKİ HİÇBİR KELİME SENİN HAYÂLLERİNE TERK EDİLMEMİŞTİR. SAKIN OLA Kİ BU CÜMLELERİ TARİFİ OLMAYAN, HERKESİN KENDİ KAFASINA GÖRE İÇİNİ DOLDURACAĞI KELİMELER ZANNETME. BEN SANA ONUN AÇIKLAMASINI YAPTIM, SEN SILA CÜMLESİNDEN YOLA ÇIKARAK ONLARI BUL!” demektedir
İşte ism-i mevsûllerle ilgili KÜÇÜCÜK bir sapma sonuçta Kur’an’da geçen ism-i mevsûllerin ve zamirlerin mercisinin HADİSLERDE veya MEAL YAZARLARININ HAYALLERİNDE karşılık bulmasına neden olmuştur.
Bu küçük sapma, KUR’AN’IN BAŞI-ORTASI-SONU OLMAYAN BİR YAZI OLARAK DİZAYN EDİLMİŞ OLMASININ GÖZ ARDI EDİLMESİDİR.
Vesselâm.