VÂKI’A 1-2-3, RA’D 43, BAKARA 84, NUH 26-27 MEALLERİ ÜZERİNE

Ayet bölünmelerindeki ilkesizlik bazen ayetlerle ilgili kişiyi öyle bir çıkmaza sokuyor ki hakikaten ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Meselâ;

Vâkı’a 56/1

اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُۙ 

İżâ veka’ati-lvâki’a(tu)

SV Meali – O olay olunca, 

Vâkı’a 56/2

لَيْسَ لِوَقْعَتِهَا كَاذِبَةٌۢ 

Leyse livak’atihâ kâżibe(tun)

SV Meali – Olduğunda onu yalan sayan kimse kalmaz. 

Vâkı’a 56/3

خَافِضَةٌ رَافِعَةٌۙ 

Ḣâfidatun râfi’a(tun)

SV Meali – O (olay), kimini alçaltır, kimini de yükseltir.

Şimdi bu 3 ayete baktığımızda hangi şekilde olursa olsun, hatta ne anlam verilirse verilsin ayetlerin bu şekilde bölünmesinin hiçbir mantığını ve ilkesini tespit edemiyoruz.

Bu 3 ayetin tek bir cümle olması şarttır. 

Ayetler böyle bölününce meselâ 3. ayete bakıyoruz, orada MÜPTEDA-HABER olacak bir yapı yok ama ne yapıyorlar? 

3. ayete gizli bir müpteda (hiye) takdir ederek “O” diyorlar… Peki bu takdir edilen “O” zamirinin mercisi hangi kelime? Onu da birinci ayette geçen ‘EL VAKIATUN’ kelimesi yapıyorlar…

 

Halbuki 3. ayetteki iki kelime ‘KAZİBETUN’ kelimesine sıfat olmaya daha uygundur.

Her iki kelimede İSM-İ FÂİL kalıbında olan kelimelerdir. Sıfat-ı müşebbehe de olabilir ama bu önemli değildir. Böyle olmasına rağmen kelimelere ayetlerde olmayan MEF’ULLER tayin ederek “O KİMİNİ ALÇALTIR, KİMİ DE YÜKSELTİR” şeklinde fiil manası vermenin mantığı nedir?

Yani ayette MÜPTEDA yok, önce onu tayin ediyorlar, sonra kelimelerin fiil gibi amel etmesi için MEF’UL yok onu da tayin ediyorlar. Bu şekilde Kur’an’a her şey söyletmek mümkündür.

Hem خَافِضَةٌ (Ḣâfidatun) hem de رَافِعَةٌۙ (râfi’a(tun)) kelimeleri bir önceki ayette geçen كَاذِبَةٌۢ (kâżibe(tun)) kelimesinin sıfatıdır.

‘HAFİD’ (خَافِضَةٌ) kelimesi “Rahat, konforlu, huzurlu bir yaşam içinde olan.”

‘RAFİATUN’ (رَافِعَةٌۙ); “Bolluk, dirlik, refah içinde olmak.”

Ya da “şeref, haysiyet” anlamı da verilebilir.

Ra’d 13/43

وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَسْتَ مُرْسَلًاۜ قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًا بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۙ وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ 

Veyekûlu-lleżîne keferû leste murselâ(en) kul kefâ bi(A)llâhi şehîden beynî vebeynekum vemen ‘indehu ‘ilmu-lkitâb(i)

Görmezden gelenler “Sen resul kılınan biri değilsin.” diyorlar. (Sen onlara) “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve bir de “YANINDA BU KİTABIN İLMİ OLANLAR” yeterlidir.” cevabını ver.

Ayetteki ‘İNDE’ kelimesi “kişinin hakimiyet alanı, kudret alanı, güç yetirebilir olduğu alan veya şey”dir.

‘İLMUL KİTAB’ … “Bu yazının İLMİ”

“Bir yazının ilmi” o yazının isnat-müsnet ilişkisini kuracak ilimden başka ne olabilir ki?

Bakara 2/84

وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ لَا تَسْفِكُونَ دِمَٓاءَكُمْ وَلَا تُخْرِجُونَ اَنْفُسَكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ ثُمَّ اَقْرَرْتُمْ وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ 

Ve-iż eḣażnâ mîśâkakum lâ tesfikûne dimâekum velâ tuḣricûne enfusekum min diyârikum śumme akrartum veentum teşhedûn(e) 

SV Meali – “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, sizden olanları yurdunuzdan çıkarmayacaksınız!” diye bir söz daha almıştık. Bunu da kabul etmiştiniz. Siz bunu (Tevrat’ta) görüyorsunuz.

Bütün mealler bu ayete aşağı yukarı SV’de olduğu gibi mana vermişler. Fakat bu meallerde yerine oturmayan şeyler var.

Meselâ; meallerde “BİRBİRİNİZİN KANINI DÖKMEYECEKSİNİZ” şeklinde çevrilen cümle لَا تَسْفِكُونَ دِمَٓاءَكُمْ (lâ tesfikûne dimâekum) “KENDİ KANLARINIZI” şeklinde, yine meallerde “Sizden olanları yurdunuzdan çıkarmayacaksınız!” şeklinde mana verilen cümle َلَا تُخْرِجُونَ اَنْفُسَكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ (lâ tuḣricûne enfusekum min diyârikum) “KENDİ NEFİSLERİNİZİ YURDUNUZDAN ÇIKARMAYACAKSINIZ.” şeklindedir.

Acaba Âsım kıraatinde harekelerle sülasi mezid rubai (ifal) babından gelen تُخْرِجُونَ (TUHRİCUNE) kelimesi sülasi mücerred olarak ‘TEHRUCUNE’ şeklinde okunamaz mıydı?

O zaman mana “KENDİ BAŞINIZA (kendi kafanıza göre) YURDUNUZDAN ÇIKMAYACAKSINIZ.” şeklinde olabiliyor. Tabi bunun için ‘ENFUSE’ kelimesinin merfu okunması gerek.

Bilindiği gibi geleneksel din sunumlarında “İbrahim, İsmail ve Muhammed” haricinde diğer resullerin hiçbirinin KÂBE veya MESCİD-İ HARÂM ile ilişkisi kurulmamaktadır. Allah’a binlerce kere hamd olsun ki İSA da dahil olmak üzere İbrahim’den sonraki resullerin tamamının orayla ilgili bağlarını reddedilemez bir şekilde tespit etmiş bulunmaktayız. Fakat İbrahim’den önceki resullerle ilgili müşkülümüz vardı. İşte şu ayet önce NUH’un orası ile bağını kurmakta. Bu bağ kurulduktan sonra da özellikle A’RÂF suresinde hem Hud’un hem de Salih’in kendi kavimlerine “NUH KAVMİNDEN SONRA SİZİ HALİFELER TAYİN ETTİ.” cümlelerinden onların da o yerle ilgili bağları kurulmaktadır… 

Ayet şudur:

Nuh 71/26

وَقَالَ نُوحٌ رَبِّ لَا تَذَرْ عَلَى الْاَرْضِ مِنَ الْكَافِر۪ينَ دَيَّارًا 

Ve kâle nûhun rabbi lâ teżer ‘alâ-l-ardi mine-lkâfirîne deyyârâ(n)

SV Meali – Nuh şöyle seslendi: “Rabbim! Bu kafirlerden yeryüzünde dolaşan kimseyi bırakma.

Bu ayette geçen ‘EL-ARD’ kelimesi kesinlikle “MESCİD-İ HARÂM”dır.

Ayetteki ‘DEYYAR’ kelimesi “Mukim, bir yere yerleşen kimse, evde oturan kimse” anlamlarındadır. Aynı zamanda bu kelime Türkçeye de geçmiş “İDARE” kelimesinin de köküdür. Kelime ortası şeddeli okunduğu zaman MÜBALAĞA İLE İSM-İ FÂİL de olmaktadır. İsm-i fâil olduğunda “döndüren, çekip çeviren, etrafında çokça dönen” gibi manalara gelmektedir.

Ayette geçen ‘el-ARD’ kelimesinin yeryüzünün tamamı olmasına imkân yoktur. Çünkü Nuh ‘kafir’ kelimesini marife olarak ‘EL KAFİRİN’ şeklinde kullanmıştır. Gemidekiler hariç yeryüzündeki herkesin kafir olabilmesi için tüm insanların HAKKI bilmesi ve bile bile görmezden gelmesi gerekmektedir. Bu da NUH’UN yeryüzündeki tüm insanlara ulaşmış ve hakkı gerektiği gibi ulaştırmış olmasını gerektirmektedir.

Nuh, yeryüzündeki tüm kafirlerin boğulmasını istememektedir hatta kendi kavminin kafirlerinin bile boğulmasını istememektedir.

NUH, sadece MESCİD-İ HARÂM’DA MUKİM BİR KAFİR BIRAKMAMASINI İSTEMEKTEDİR.

Nuh 71/26

وَقَالَ نُوحٌ رَبِّ لَا تَذَرْ عَلَى الْاَرْضِ مِنَ الْكَافِر۪ينَ دَيَّارًا 

Ve kâle nûhun rabbi lâ teżer ‘alâ-l-ardi mine-lkâfirîne deyyârâ(n)

Nuh, “Rabbim, o yerde bu kafirlerden MUKİM / idare eden / çekip çeviren haldekileri bırakma.”

“RABBİM, O YERDE KAFİRLERDEN MUKİM / İDARECİ OLAN HİÇ KİMSEYİ BIRAKMA!”

NUH, “RABBİM O YERDE KAFİRLERDEN MUKİM / DEYYAR OLAN BİRİNİ BIRAKMA(MAN İÇİN SENDEN YARDIM İSTİYORUM.)” DİYEREK DUA ETTİ.

BİR sonraki ayete verilen mealler ise tam bir faciadır.

Ali Bulaç Meali – ‘Çünkü Sen onları bırakacak olursan, Senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan (facir’den) kafirden başkasını doğurmazlar.’

Diyanet Vakfı Meali – “Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler).”

Mehmet Okuyan Meali – Şüphesiz ki sen onları bırakırsan kullarını saptırır; sadece ahlaksız, nankör (işler) doğururlar (yaparlar).

Mustafa İslamoğlu Meali – Çünkü eğer Sen onları bırakırsan, Senin kullarını yoldan çıkarmaya (çalışacaklar); onlardan fesatçılar ve küfre saplananlardan başkası doğmayacaktır

HİÇ KİMSE ANASINDAN ‘FACİR’ VEYA ‘KEFFAR’ (aşırı kafir) OLARAK DOĞMAZ… KAFİRLİK VEYA FACİRLİK GENETİK YOLLARLA GEÇMEZ. EĞER GEÇSEYDİ NUH’UN OĞLUNUN KAFİRLİĞİ BABADAN GEÇMİŞ OLURDU… EĞER GEÇSEYDİ PUTPEREST BİR BABANIN OĞLU OLAN İBRAHİM MUHAVVİDLERİN ÖRNEĞİ OLAMAZDI.

Nuh 71/27

اِنَّكَ اِنْ تَذَرْهُمْ يُضِلُّوا عِبَادَكَ وَلَا يَلِدُٓوا اِلَّا فَاجِرًا كَفَّارًا

İnneke in teżerhum yudillû ‘ibâdeke velâ yelidû illâ fâciran keffârâ(n)

Bu ayette geçen ‘FACİR’ ve ‘KEFFAR’ kelimelerindeki ‘ELİF’LER el yazmalarında bulunmamaktadır.

O ‘elif’lerin olmaması durumunda kelime sıfat-ı müşebbehe olarak “FACİRLİK” ve “KAFİRLİK” anlamında kelimeler olabilmektedir. Kaldı ki o ‘elif’lerin olması bile kelimenin sıfat-ı müşebbehe olmasının önünde engel değildir.

‘YELİDU’ kelimesi ise “DOĞURMAK” manasında zaten olamaz çünkü kelime MÜZEKKERDİR.

Kelimenin sözlük manaları arasında “MEYDANA GETİRMEK, İHDAS ETMEK, ORTAYA ÇIKARMAK” gibi manalar vardır ve kelimenin anlamının da bundan başkası olması mümkün gözükmemektedir.

Kelimeye “DOĞURMAK” manası verilmesi durumunda MÜZEKKER olanların doğum yapması ve doğurduklarının da DOĞUŞTAN KAFİR VE FACİR olması gerekmektedir.

Bu kadar basit meselelerde bile meal ve tefsir yazarlarının AKIL KULLANMAKTAN ACİZ durumda olmaları hakikaten tam bir yıkımdır.



Önerilen İçerikler