EN’ÂM 30. ÂYETİ İLE GEÇMİŞ ZAMAN OLAYLARI ve ‘SEMİA’

En’âm 6/30

وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ وُقِفُوا عَلٰى رَبِّهِمْۜ قَالَ اَلَيْسَ هٰذَا بِالْحَقِّۜ قَالُوا بَلٰى وَرَبِّنَاۜ قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ۟

Velev terâ iż vukifû ‘alâ rabbihim kâle eleyse hâżâ bilhakk(i) kâlû belâ verabbinâ kâle feżûkû-l’ażâbe bimâ kuntum tekfurûn(e)

TDV meali – Rablerinin huzuruna getirildikleri zaman sen onları bir görsen! Allah: Bu (yeniden dirilme olayı), hak değil miymiş? diyecek. Onlar da «Rabbimize andolsun ki evet!» diyecekler. Allah da, Öyle ise inkâr ettiğinizden dolayı azabı tadın! diyecek.

Bu ayete verilen mealde, ayette geçen fiillerin hemen hepsi MUZARİ olarak çevrilmiş… “BİR GÖRSEN, DİYECEK, DİYECEKLER”… Yani cümle GELECEK ZAMAN çatısı üzerine oturtulmuş… Fakat hem ayetin başında muzari fiil bile olsa MAZİ anlam vermemizi zorunlu kılan bir ‘LEV’ edatı var hem de ayetteki tüm fiiller mazi… Soru şu:

BU AYETİ GELECEK ZAMAN ÇATISINA OTURTACAK GRAMER DELİLİ VAR MI?

Bu ayetteki zamanın mazi mi yoksa muzari mi olduğu ‘LEV’ edatının kullanım şekline bağlı…

Bilindiği üzere bu edatın kullanım alanları sadece şart cevap için değildir.

  1. CEZMETMEYEN ŞART EDATI
  2. ARZ EDATI
  3. TEMENNİ EDATI 
  4. MASTARİYE EDATI
  5. VASL EDATI

 

‘LEV’ edatının hangisi olduğu cümlenin yapısından kolayca anlaşılır.

Bu ayette EDATın şart edatı olmadığı belli çünkü eğer şart edatı olsaydı cevap fiilinin başında bir ‘LAM’ olması lazımdı.

Eğer TEMENNİ ve ARZ edatı olsaydı bu sefer hem fiillerin muzari gelmesi lazımdı hem de cevap fiilin başında bir ‘FA’ olması lazımdı.

Yok eğer MASTARİYE edatı olsaydı bu seferde edattan önce ‘ERADE’ veya ‘VEDDE’ fiillerinin olması lazımdı.

VASL edatı olabilmesi içinse bir cümlenin son yarısı olması lazımdı.

Elimizdeki mealler bu ayetteki ‘LEV’ edatını TEMENNİ EDATI olarak almışlar.

Bayraktar Bayraklı Meali – Rabblerinin huzuruna getirildikleri zaman sen onları bir görsen! Allah onlara, “Öldükten sonra dirilme doğru değil miymiş?” diyecek. Onlar, “Rabbimize andolsun ki evet!” diyecekler. Allah da, “Öyleyse inkâr ettiğinizden dolayı azabı tadın!” diyecek.

Edip Yüksel Meali – Rablerinin huzurunda durdurulmuş halde onları bir görsen! “Bu doğru değil mi,” diyecek. “Evet, Rabbimize and olsun doğru,” diyecekler. “İnkar etmenizden ötürü azabı tadın,” diyecek

Mehmet Okuyan Meali – Rablerinin huzuruna (çıkarılıp) durduruldukları zaman sen onları bir görsen! (Allah:) “Bu (diriltilme) gerçek değil miymiş!” diye soracak; onlar da “Rabbimize yemin olsun: Evet (gerçekmiş)!” diyeceklerdir. (Bunun üzerine Allah:) “İnkâr ettiğinizden dolayı azabı tadın!” diyecektir.

M.İ önce şu meali vermiş: 

Mustafa İslamoğlu Meali – Yine sen onları, Rablerinin katına çıkarılıp O’nun “Bu gerçek değil miymiş?” diye sorduğu zaman görmeliydin. Onlar, “Kesinlikle… Rabbimiz hakkı için öyle!” diye cevap verecekler. O da diyecek[1033] ki: “Tadın azabı, ısrarlı inkârınıza karşılık!”

Ardından şu dipnotu düşmüş:

Mustafa İslamoğlu Meali – En’âm Suresi 30. Ayet Açıklaması:

[1033] Lafzen: “dedi”. Âhiret bağlamında gelen geçmiş zaman formları yaşanmışlığa değil, yaşanacak olanın kesinliğine delâlet eder.

“Yaşanacak olanlar kesin olunca istikbal olsalar bile MAZİ zaman sigası kullanılır” şeklinde bir NAHİV, SARF, BELAĞAT kuralı bilen var mı?

Şimdi eğer meallerde ve tefsirlerde olduğu gibi bu kullanımlarda ‘LEV’ edatına TEMENNİ edatı dersek, temenniler genelde olması mümkün olmayan şeyler için olması lazım.

‘VELEV TERA’ … (görmen mümkün değil ama farz edelim ki görseydin)… Böyle olur.

Fakat eğer ‘LEV’ edatı temenni edatı olsaydı, cevap fiilin başında bir ‘FA’ olması lazımdı… Bu ‘FA’ ile cevap fiili arasında da GİZLİ bir ‘EN’ olması lazımdı.

Kaldı ki cümleye verilen anlama biraz dikkatli bakarsak ortaya çok garip bir durum çıkar.

Mustafa İslamoğlu Meali – Yine sen onları, Rablerinin katına çıkarılıp O’nun “Bu gerçek değil miymiş?” diye sorduğu zaman görmeliydin.

GÖRSEYDİN… Eee, sonra? Görseydi ne olacaktı?

“Temenni edatı olması durumunda fiillerin MUZARİ olması lazımdı” kısmını ise şimdilik mesele etmiyorum.

Bu edat, 5 kullanım şeklinden hangisi olursa olsun ayette anlatılan olaylar kesinlikle geleceğe müteallik olamazlar.

M.İ gibi Olacağı kesin olan şeyler için mazi zaman sigası kullanılır.” gibi bir kural uydurmazsak bu ayeti ahirete bağlamamız imkansız.

Bu ve benzeri ayetleri ölümden sonraki hayata bağlamamız için ölümden sonraki hayatın artık var olmuş olması gerekmektedir. Yani bahse konu olan olaylar ahirette OLACAĞI kesin olaylar değil OLDUĞU KESİN olaylardır. 

Katılımcı: En’âm 30.ayete bir de şu cepheden bakabilir miyiz? “Rableri huzurunda durdurulduklarını bir görsen. Dedi…  Dediler…”

‘Velev tera’daki resul her kim ise ondan önce helak olmuş veya bir şekilde ömrünü tamamlamış bir toplumdur. Bu insanlar kendilerinden yıllar sonra belki binlerce yıl sonra ölecek insanları beklemesinin gereği var mı? Mesela Nuh toplumu ile bizim ne alakamız olabilir, bizi beklemelerinin bir sebebi olabilir mi? Onların hesabı orada o zaman kendi aralarında görülmüştür. Ayetlerdeki mazi sigasında gelen fiillerin sebebi de budur.

En’âm 27, 28, 30. ayetlerinde örnek olarak aynı durum söz konusu. Dikkat edilirse “ONLAR” deniliyor. Yani sözün adresi belli. Dolayısıyla o kişilerin “SEN” denilen resul ile alakaları olması gerekli. Değilse NUH, Musa, İbrahim veya başka resuller için SEN ONLARI BİR GÖRSEN demenin hiçbir gerekçesi kalmaz.

Enfâl 8/23

وَلَوْ عَلِمَ اللّٰهُ ف۪يهِمْ خَيْرًا لَاَسْمَعَهُمْۜ وَلَوْ اَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ 

Velev ‘alima(A)llâhu fîhim ḣayran leesme’ahum velev esme’ahum letevellev vehum mu’ridûn(e) 

SV MEALİ – Allah, onlarda bir hayır olduğunu bilse elbette dinlemelerini sağlardı. Dinlemelerini sağlasaydı bile yine de yüz çevirerek sırtlarını dönerlerdi.

Bu ayetin başında geçen şu cümle için görüşleriniz nedir?

“ALLAH ONLARDA BİR HAYR OLDUĞUNU BİLSEYDİ ELBETTE DİNLEMELERİNİ SAĞLARDI.” … 

وَلَوْ عَلِمَ اللّٰهُ ف۪يهِمْ خَيْرًا لَاَسْمَعَهُمْۜ (Velev ‘alima(A)llâhu fîhim ḣayran leesme’ahum)

Yûnus 10/96

اِنَّ الَّذ۪ينَ حَقَّتْ عَلَيْهِمْ كَلِمَتُ رَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَۙ 

İnne-lleżîne hakkat ‘aleyhim kelimetu rabbike lâ yu/minûn(e) 

SV MEALİ – Rabbinden aleyhlerinde karar çıkmasını hak edenler, ona inanıp güvenmezler. 

Yûnus 10/97

وَلَوْ جَٓاءَتْهُمْ كُلُّ اٰيَةٍ حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَ 

Velev câet-hum kullu âyetin hattâ yeravû-l’ażâbe-l-elîm(e) 

SV MEALİ – Bütün ayetler önlerine gelse de o acıklı azabı görünceye kadar inanmazlar.

Bu iki ayeti çalışırken, ikisinin ulemanın ayet bölünmelerine kurban gitmiş tek bir ayet olduğuna göre okuyun.

  1. ayet bir önceki ayetin HAL cümlesi… Bu ayetin başındaki ‘LEV’ edatı VASL EDATIDIR. Bunu bir kenara not edin.

 

Enfâl 8/23’teki ‘LEV’ edatının cezm etmeyen şart edatlarından olduğu açık çünkü cevap fiilin başında ‘LAM’ var

Burada sorulması gereken ilk soru ‘ALİME’ fiili MÜTEADDİ mi LAZIM mı?

Cümleye baktığımızda ‘HAYRAN’ kelimesinin MEFULÜ BİH, ‘FİHİM’ kelimesinin ise MEFULÜ BİH GAYRİ SARİH olduğu da açık.

İkinci soru ise ‘ALİME’ kelimesinin efalu kulub olup olmadığı hakkında olmalı…

Ayete verilen meallerden birkaçına bakalım:

Edip Yüksel Meali – ALLAH onlarda bir iyilik olduğunu görseydi, onlara işittirirdi. Onlara işittirseydi bile yine yüz çevirerek dönerlerdi.

Mehmet Okuyan Meali – Allah onlarda bir hayır bilseydi elbette onlara duyururdu. Fakat duyursaydı bile yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi.

Mustafa İslamoğlu Meali – Hem eğer Allah onlarda iyi bir hâl ve gidiş görseydi, onların işitmelerini sağlardı; ne ki eğer onların işitmelerini sağlasaydı bile, onlar inatçı inkârlarıyla yine yüz çevirirlerdi.

Ayetteki ‘LE ESMAAHUM’ ifadesi “Elbette duyururdu.” veya “İşitmelerini sağlardı.” şeklinde çevrilmiş… SORU: Neyi duyururdu veya neyi işitmelerini sağlardı?

Bu arada şunu belirteyim ki M.İ mealinde “Onların işitmelerini sağlardı.” şeklinde mana verilebilecek bir cümle yok… “ONLARIN İŞİTMESİ” bir isim tamlamasıdır.

Bunun yanında “ONLARA İŞİTTİRİRDİ.” ya da “ONLARA DUYURURDU.” ifadesindeki meful ‘HUM’ zamiri. Bu yüzden “ONLAR+I” mı olacak yoksa “ONLAR+A” mı olacak? Yani ismin -i hâli mi -e hâli mi?

Mefulü bih ‘HAYRAN’ kelimesi olduğu için  

‘HAYRAN’… MÜPTEDA

‘FİHİM’ … HABER

Fakat böylesi bir isim cümlesinde bir de hazf edilmiş bir umum fiil olması lazım.

Evet ‘YEKUN, İSTEKARRA’ vs. gibi…

SORU:  وَلَوْ عَلِمَ اللّٰهُ ف۪يهِمْ خَيْرًا لَاَسْمَعَهُمْۜ (Velev ‘alima(A)llâhu fîhim ḣayran leesme’ahum) 

Bu cümlede ‘HAYRAN’ kelimesi mefulü bih olduğu halde neden mefulü bih gayri sarih daha önce yazılmış?

‘(yucedu) fihim hayran’ … Evet, böyle olur ama cümlenin müptedası ‘HAYRAN’ olur.

Haber öne geçmiş… PEKİ NEDEN?

(Vurguyla alâkalı değil.) Eğer ‘HAYRAN’ öne geçseydi o MEVSUF, cümlenin diğer kısmı ise SIFAT olurdu.

MÜPTEDANIN haberden sonra gelmesinin şartlarından biri de MÜPTEDANIN NEKİRA OLMASIDIR.

O zaman “ONLARDA BULUNAN HAYR” şeklinde KAVRAMA DÖNÜŞMÜŞ bir kelime grubu olurdu.

İşte bu yüzden ‘ALİME’ efalu kulubtur çünkü müpteda-haber olan iki mefulü vardır.

AMA böyle olunca da ortaya çok acayip bir anlam çıkıyor… “ALLAH, ONLARDA HERHANGİ BİR HAYR OLDUĞUNU BİLSEYDİ.” … (fahval hitap) “BİLEMEDİ.”…

Bunu fark eden meal müellifleri ‘ALİME’ fiiline “GÖRMEK” anlamı vererek işi kurtarmaya çalışmışlar.

“ALLAH ONLARDA HERHANGİ BİR HAYIR GÖRSEYDİ İŞİTTİRİRDİ/DUYURURDU.” … “Hayr görmediği için onlara işittirmedi/duyurmadı.” … böyle bir sonuç mu çıkıyor?

Düz bir çeviride “ALLAH KENDİSİNE HAMD EDENİ DUYDU.” şeklinde mana verilebilir. Fakat Mücâdele suresinin başındaki ‘KAD SEMİA’ ifadesini işlerken de üzerinde uzun uzun durmuştuk. “Duymak/işitmek” dediğimiz şey NEFSİN İÇİNDE başlayıp ve biten bir fiildir. Karşıdaki kişinin duyup duymadığı söylenen söze karşı takındığı tavırlardan anlaşılır. Karşınızdaki kişinin sizi duyup duymadığını anlamanın tek yolu onun sizin sözlerine karşı verdiği tepkiler üzerindendir. Şimdi ‘SEMİALLAHU LİMEN HAMİDEH’ ifadesinde “ALLAH DUYDU.” diyebilmemizin tek yolu ya (hâşâ) kulağına giden söze karşı ne tepki verdiğini görmek, ya da (hâşâ) Yüce Allah’ın nefsinin içine girip duyma işinin onun nefsinin içinde nasıl gerçekleştiğini görmektir.

Bunun her ikisi de imkansız olduğuna göre hiçbir gözün onu kuşatamayacağını da bildiğimize göre “ALLAH DUYDU” cümlesini nasıl anlayabiliriz?

Bu cümlenin anlamlı olmasının tek bir yolu vardır, o da eğer Allah’ın her bir sesi (frekansı ne olursa olsun) kesinlikle duyduğuna ALLAH’I görmeden inanmaktır…

‘SEMİA’ kelimesinin özellikle Allah’a atfedilmesi durumunda kelimeye verilecek anlamın “duydu/işitti” şeklinde değil de “DİKKATE ALDI” şeklinde olması daha uygundur… “ALLAH KENDİSİNE HAMD EDENİ DİKKATE ALDI.” 

Ama yine şu soru açıktadır… “Allah’ın kendisine hamd edeni dikkate aldığını nerden biliyorsun?” 

CEVAP… Tabi, TEPKİLERİNDEN… Kur’an’da Yüce Allah’ın kendisine HAMD edeni dikkate aldığına dair ayet var mı? ELBETTE VAR… O halde bu ayetlere dayanarak Yüce Allah’ın kendisine hamd edeni dikkate aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz… Bunun için ne O’nu görmemiz ne de O’nun nefsinin içinde olmamız gereklidir.



Önerilen İçerikler