KUR’AN’DA GEÇEN ‘HAKK’ KELİMESİ İLE İLGİLİ BAZI MÜLÂHAZALAR

Bugün yazacaklarım; “Kur’an, Kur’an ile anlaşılır.” söylemimiz karşısında her türlü aşağılık taktiği kullanarak yalan ve sahtekarlığa başvurmaktan geri durmayan, ‘Ramazan Demir’i durdurmayı’ kendisine uğraş edinmiş bazı sefil kişilere cevap niteliğinde, Yüce Allah’ın kitabı üzerinde -hem de tarih boyunca- yapılan oynamalar hakkında olacaktır.

Eski-yeni ulemânın tamamı biliyor ve itiraf ediyor ki Allah resûlüne indirilen Kitap, noktasız ve harekesizdir. Hatta, onların, “Kitap; hitap olarak geldi, Allah resûlü bana, bunu kendisi yazdırdı.” söylemini kabul etsek bile, Allah resûlünün o yazdırma işlemini noktasız ve harekesiz yaptırdığını yine onlar da itiraf etmektedirler.

Bilmeyen insanlar Kur’an’ın üzerindeki noktaların ve harekelerin Allah resûlünün döneminde bilinmediğini, gramer gelişmemiş olduğu için o yazının ilkel bir yazı olduğunu, ‘üstün, esre, ötre, tenvin, şedde, cezm vs.’ gibi î’rab işaretlerinin çok daha sonradan icât edildiğini sanabilirler.

Bu asla doğru değildir, çünkü î’rab işaretlerinin tamamı Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından, Yahûdilerden ve Süryânîlerden alınmıştır.

Î’rab işaretlerinin yazı üzerinde kullanılması çok eskidir.

Tam burada başka bir grupta Şener Bey şu katkıyı yapmıştır:

Yahûdiler hâlâ î’rab alâmeti olarak NİKOD (çoğulu NİKODOT) kullanıyorlar. Ayrıca harfleri ayırt etmek için de içinde benzer noktaları kullanıyorlar. Noktaların, harflerin neresine konulduğuna bakarak harfi tanıyıp ses veriyorlar. Normal İbrânîcede Nikot yoktur. İşte elyazmalarındaki çeşitli renkte harflerin etrafında olan noktaların arka plânı, daha önce Yahûdilerin uyguladıkları bir konudur.

Gelenek dinini oluşturan eski-yeni ulemâ; Mûsa’nın İbrânî, Mûsa’ya verilen kitabın da İbrânîce olduğunu söylemektedir. Onların bu görüşünü kabul etsek bile Mûsa’ya İbrânîce verildiği söylenen o kitabın herhangi bir noktalama ve hareke işaretine sahip olmadığını BİZZAT YAHÛDİLERİN KENDİLERİ bile söylemektedirler.

Bugün Yahûdilerin konuştuğu İbrânîce ile Mûsa’ya verilen İbrânîce hiç birbirine benzememekte, Yahûdilerin kendisi Mûsa’ya verildiği iddia edilen o İbrânîce metinleri anlamamaktadırlar.

Bir gazete haberine göre; çok yakın zamanda bulunan, M.Ö. 8. yüzyıla âit, çömlek parçası üzerine yazılmış sadece 9 satırlık bir yazıyı Tel Aviv Üniversitesi 8 yılda ancak deşifre edebilmiştir.

Çok yakın zamanda bulunan KUMRAN TOMARLARI bile hâlâ deşifre edilememiştir. 

Uyduruk tarihlere göre bile, Yahûdilerin noktalamaları ve harekeleri metne geçmeleri, M.Ö. 200-100 tarihlerine rastlamaktadır. Yine uyduruk tarihçilere göre, Babil sürgününden dönen Yahûdiler M.Ö. 3. yüzyıldaki MAKKABİ Devleti’ne kadar, bırakın İbrânîce yazmayı, İbrânîce konuşmayı bile unutmuşlardır. Helenistik (Yunan) dönem dedikleri bu dönemde, İbrânîce yazı tamamen ortadan kalkmış, İbrânîce bile Fenike yazısı üzerinden yazılmıştır.

Hem Yahûdi hem de Müslüman ulemâ, noktasız ve harekesiz metne ‘HEY’ET’ demektedir. Bu kelime ‘bir şeyin öz hali, bir şeyin vücudu’ anlamına gelmektedir.

‘Hey’et’ kelimesini en sade haliyle anlayacak olursak; elbisesi veya başka bir süsü olmayan yalın hâl demektir. Daha da sadeleştirirsek, bir şeyin ÇIPLAK hâlidir.

‘Çıplak’ kelimesi; “Gerçek, tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.” cümlesindeki anlamda kullanılmıştır.

Yani bir şeyin aslının, gerçeğinin ta kendisi, bir şeyin en katıksız hâli.

Bir şeyin en katıksız hâlinin Kur’an’daki karşılığı ise ‘EL HAK’ kelimesidir.

‘EL HAK’ kelimesinin sülâsî mücerred mâzî fiil olarak anlamı; ‘gerçekleşmek, sabitleşmek, doğru olmak, gerçek olmak, sabit olmak, vacip olmak, bir şeyin tam karşılığı olmak’ mânâsındadır.

‘HAK’, ‘ne fazlası ne eksiği olan, tastamam karşılık’ demektir.

Türkçeye de geçmiş olan ‘HUKUK’ kelimesi, ‘bir şeyin eksik ya da fazla olmayan tam karşılığı’ demektir.

Yine Türkçeye geçmiş olan ‘HAKÎKİ’ ve ‘HAKÎKAT’ kelimeleri de ‘bir şeyin en gerçek, en yalın en katışıksız ve en tam hâli’ demektir. ‘Fazlası ve eksiği olmayan gerçek’ demektir.

Herhangi bir şeyin gerçeğini fazlalaştırmak veya eksiltmek, o şeyin gerçekliğini yani ‘HAK oluşunu yok etmek’ demektir.

Beethoven’in konçertolarının içine bir tek nota eklemek bile ‘gerçek olan’ konçertoyu bozmak demektir. MONA LİSA tablosuna, -daha güzelleşsin diye- yapılacak en küçük bir fırça darbesi bile gerçek olanı bozmak, demek olacaktır.

Merkez Bankası tarafından basılan paraların üzerinde yapılacak en küçük bir oynama bile o paranın gerçeğini bozmak, demek olacaktır.

Yazının başında; eski-yeni tüm ulemânın, Allah resûlene verilenin veya Allah resûlünün yazdırdığının noktasız ve harekesiz olduğunu çok iyi bildiklerini ve her zaman da bunu ifade ettiklerini söylemiştim. 

Yakın zamanda Youtube’da ‘Ramazan Demir’i durdurmayı’ kendisine görev edinmiş bir platformda konuşan iki kişi -Mustafa İslamoğlu ve Mehmet Okuyan- bile bağıra bağıra ‘Allah resülünün elindekinin noktasız ve harekesiz olduğunu’ söylemişlerdi. 

Kur’an’ın birçok yerinde, hatta daha Bakara sûresinin en başında bile şu şekilde onlarca âyet vardır:

Bakara/4

وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ

Velleżîne yu/minûne bimâ unzile ileyke vemâ unzile minkablike vebil-âḣirati hum yûkinûn(e)

Diyanet Vakfı meâli – Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.

Bu ayette geçen بِمَٓا (bimâ) ve وَمَٓا (vemâ) kelimeleri hakîki bir varlığa işaret etmesi gereken İSM-İ MEVSULLERDİR.

Bakara/41

وَاٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُٓوا اَوَّلَ كَافِرٍ بِه۪ۖ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلًاۘ وَاِيَّايَ فَاتَّقُونِ

Veâminû bimâ enzeltu musaddikan limâ me’akum velâ tekûnû avvele kâfirin bih(i)(s) velâ teşterû bi-âyâtî śemenen kalîlen ve-iyyâye fettekûn(i)

Diyanet Vakfı meâli – Elinizdekini (Tevrat’ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur’an’a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun.

Bu âyette ise MA ism-i mevsulüne مُصَدِّقًا (musaddık) kelimesi sıfat olmuştur. Yani bu sıfat ‘SOYUT’ olan sözün sıfatı değil, somut olan bir şeyin sıfatıdır

Ra’d/1

الٓمٓرٰ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِۜ وَالَّذ۪ٓي اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ

Elif-lâm-mîm-râ(c) tilke âyâtu-lkitâb(i)(k) velleżî unzile ileyke min rabbike-lhakku velâkinne ekśera-nnâsi lâ yu/minûn(e)

Diyanet Vakfı meâli – Elif. Lâm. Mîm. Râ. Bunlar, Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu inanmazlar.

Bu âyette ise indirilen kitabın (yazının) HAK olduğu söylenmektedir.

Zümer/2

اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصًا لَهُ الدّ۪ينَۜ

İnnâ enzelnâ ileyke-lkitâbe bilhakki fa’budi(A)llâhe muḣlisan lehu-ddîn(e) 

Diyanet Vakfı meâli – (Resûlüm!) Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et.

Yine bu âyette KİTABIN HAK OLARAK İNDİRİLDİĞİNDEN bahsedilmektedir. 

‘KİTABIN HAK OLMASI’ NE DEMEKTİR? 

‘Kitabın yani yazının hak olarak indirilmesi’ demek, o yazının her ne kastediyorsa kastettiği şeyin GERÇEĞİ, HAKÎKİSİ demektir. 

Bu, hem içerik hem de HEY’ ET yani biçimsel olarak da böyle olmak zorundadır. 

Daha güncel bir ifade kullanacak olursak ÇAKMASI DEĞİL, ORİJİNALİ demektir. 

Yüce Allah’ın tüm resûllere indirdiği kitap her zaman ‘EL HAK’ olarak tanımlanmıştır. Bu; şu demektir: EL HAK olan; resûllere ulaştırılandır.

Zümer/23

اَللّٰهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَد۪يثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَۗ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذ۪ينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْۚ ثُمَّ تَل۪ينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ اِلٰى ذِكْرِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ هُدَى اللّٰهِ يَهْد۪ي بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ

(A)llâhu nezzele ahsene-lhadîśi kitâben muteşâbihen meśâniye takşe’irru minhu culûdu-lleżîne yaḣşevne rabbehum śümme telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ żikri(A)llâh(i)(c) żâlike huda(A)llâhi yehdî bihi men yeşâ/(u)(c) vemen yudlili(A)llâhu femâ lehu min hâd(in)

Diyanet Vakfı meâli – Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.

Bu ve daha başka âyetlerde Yüce Allah’ın HAK (orijinal) olarak indirdiği kitabın (yazının) EN GÜZEL HADİS olduğu söylenmektedir. 

Bu âyette geçen; اَحْسَنَ (ahsen) kelimesi İSM-İ TAFDİL olan bir kelimedir. Bu; şu demektir: O HADİS; GÜZELLİK, UYGUNLUK, KAST ETTİĞİ MÂNÂ İLE UYUMU EN GÜZEL HÂLDEDİR, KİMSENİN ONU DAHA GÜZEL, DAHA ANLAŞILIR YAPMAYA GÜCÜ YETMEZ, DEMEKTİR. 

Yüce Allah’ın ‘AHSENÜ’L HADÎS’ dediği, Kur’an’ın inişinden onlarca ve hatta yüzlerce yıl sonra yapılan, NOKTALANMIŞ VE HAREKELENMİŞ METİN DEĞİLDİR. 

Noktalanmış ve harekelenmiş metin, KUR’AN’IN ORİJİNAL HEY’ETİ ÜZERİNE GİYDİRİLMİŞ ELBİSEDİR. 

Yüce Allah’ın gönderdiği kitabın üzerine elbise giydirmek, -güya- onu daha anlaşılır kılmak için noktalamak ve harekelemek, EBÜ’L-ESVED ED-DÜELÎ ile başlamamıştır. Bunu ilk başlatanlar YAHÛDİLERDİR.

Bakara/42

وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

Velâ telbisu-lhakka bilbâtili vetektumu-lhakka veentum ta’lemûn(e)

Diyanet Vakfı meâli – Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.

Bu âyete TDV tarafından verilen bu meâl bile HAKKI BÂTILA KARIŞTIRMAKTIR. 

Çünkü TDV’nin kelimelere verdiği mânâları doğru kabul etsek bile verilmesi gereken anlam; ‘HAKKI BÂTILA KARIŞTIRMAYIN’ olmalıydı.

Oysa âyetin anlamı bambaşkadır. 

Âyete dikkat edilirse hem ‘bâtıl’ kelimesi hem de ‘HAK’ kelimesinin başında ‘EL’ takısı vardır.

Yani kastedilen bâtıl da hak da bilinmeyen şeyler değil, bilinen şeylerdir. Âyette; bilinen bir hakka bâtıl karıştırmak, bilinen bir hakka bâtıl ile elbise giydirmektir.

Biraz önce yazının aslının, yalın hâlinin, en gerçek hâlinin ‘HEY’ET’ olduğunu ve bunu da tüm ulemânın söylediğini aktarmıştık.

‘TELBİSU’ ifadesi Kur’an’da ‘vücut yani hey’et üzerine giyilen veya takıştırılan şeyler’ için kullanılmıştır.

Yani bir şeye ‘TELBİSU’ yapabilmek için o şeyin bir HEY’ETİNİN olması zorunludur.

Ve bu anlam asla SOYUT bir anlam değil, kesinlikle SOMUT bir anlamdır. Zaten âyetin sonuna bakıldığında; وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ (vetektumu-lhakka) ‘hakkı gizlemeyin, hakkı ketmetmeyin’ denmektedir.  

Yahûdiler kendilerine gönderilen kitabı ‘daha anlaşılsın maskesi altında’ noktalamış ve harekelemişlerdir, yani HAK OLAN BİR ŞEYE ELBİSE GİYDİRMİŞLERDİR ve bu elbiseleri bâtıldır. 

Dikkat edilirse; giyilen her elbise vücuda göre şekil almaktadır. Bir vücuda giydirilmeyen elbise, kumaş yığını olarak duracaktır.

O elbisenin ortaya çıkması için mutlaka HAKÎKİ BİR VÜCUT LAZIMDIR. Elbiseler asla asıl değildir, değişebilir şeylerdir. 

Şimdi; Yüce Allah, Kur’an’ın birçok yerinde kitabını ‘hak’ olarak tanımlıyorsa, bu kitabın Allah resûlünün elinde noktasız ve harekesiz olduğu herkes tarafından biliniyorsa ve itiraf ediliyorsa, o ‘HAK’ olan da AHSENÜ’L HADİS ise; güzelliğin zirvesinde olan bu ‘HAK OLAN’A nokta ve hareke koymak, kesinlikle HAK OLANA BÂTIL ELBİSESİ giydirmek, anlamına gelmektedir. 

Yine, şu âyetlerde ‘Kitap’ hakkında şu tanımlamalar getirilmektedir:

Fussilet/41

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالذِّكْرِ لَمَّا جَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّهُ لَكِتَابٌ عَز۪يزٌۙ 

İnne-lleżîne keferû bi-żżikri lemmâ câehum(s) ve-innehu lekitâbun ‘azîz(un)

Süleymaniye Vakfı meâli – Bu Zikir kendilerine gelince görmezlik edenler (ateşe atılacak olanlardır). Oysaki o, güçlü bir kitaptır.

Fussilet/42

لَا يَأْت۪يهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِه۪ۜ تَنْز۪يلٌ مِنْ حَك۪يمٍ حَم۪يدٍ 

Lâ ye/tîhi-lbâtilu min beyni yedeyhi velâ min ḣalfih(i)(s) tenzîlun min hakîmin hamîd(in)

Süleymaniye Vakfı meâli – Batıl ona, önünden de arkasından da yanaşamaz. Doğru kararlar veren ve yaptığını güzel yapan Allah tarafından indirilmiştir.  

Fussilet 41. âyette ZİKRİN bir kitap olduğu, o kitabın da aziz hâlde bir kitap olduğu belirtilmektedir. 

Arapça bilmeyenler, âyetin sonunda gelen كِتَابٌ عَز۪يزٌۙ  (kitabun azizun) ifadesinin, kendisinden daha önce mârife olarak geçen الذِّكْرِ (EL ZİKR) kelimesine dönemeyeceğini zannedebilirler. 

Oysa; كِتَابٌ عَز۪يزٌۙ (kitabun azizun) ifadesinin içinde geçtiği cümle İSİM cümlesidir ve bu ifade isim cümlesinde ‘HABER’ konumundadır. 

Kendisinden önce geçmiş ve bir nasb edatı olan ‘inne’ edatındaki ‘HU’ zamiri; وَاِنَّهُ, (innehu) cümlesinin başındaki mârife kelime olan الذِّكْرِ (el-ZİKİR) kelimesine dönmektedir. 

Âyetteki اِنَّهُ لَكِتَابٌ عَز۪يزٌۙ (İNNEHU KİTABUN AZİZUN) cümlesi ZİKİR kelimesinin HÂLİNİ bildiren HÂL cümlesidir.

Yani o zikir, KİTABUN AZİZUN hâldedir.

Bu ifadede geçen ‘AZİZUN’ kelimesi şu anlamlara gelmektedir:

Sülâsî mücerred (yalın) mâzî fiil olarak; güçlü olmak, değerli olmak, az bulunmak, nadir olmak, zayıf ve güçsüz olmak, kıt olmak.

Bu kelime zıt anlamda da kullanılmaktadır. 

‘Aziz’ kelimesi; kendi içinde yeterli olmak, şerefli olmak, şerefi kendisine yetmek, DEĞERLİ OLMAK İÇİN BAŞKASININ KATKISINA İHTİYAÇ DUYMAMAK anlamlarındadır. 

Yine; ‘üstün olmak’ mânâsına gelen bu kelime, ÜSTÜNLÜĞÜNÜ BAŞKASINDAN ALMAMAK, ÜSTÜNLÜĞÜ KENDİNDEN OLMAK DEMEKTİR.  

Yüce Allah’a da sıfat olan bu ‘AZİZ’ kelimesinin Yüce Allah’ın kitabına da SIFAT olması, kaynağının da kendisinin de aynı sıfata sahip olması demek, HİÇBİR ŞEYE İHTİYAÇ DUYMAMAK demektir. 

‘Yüce Allah’ın kitabının anlaşılmasının, Ebü’l-Esved ed-Düelî veya Âsım b. Behdele’nin koyduğu nokta ve harekelere bağlı olduğunu’ söylemek demek, EBU ESVED’İ VEYA ÂSIM’I AZİZ, BU KİTABI DA MUHTAÇ OLARAK KABUL ETMEK DEMEKTİR. 

AZİZ olan bir kitabın yani yazının anlaşılması KENDİSİYLE olmak zorundadır. Değilse o kitaba ‘aziz’ demek asla mümkün olmayacaktır. 

Kitabın azizliği sadece onun anlamlarının başkasına muhtaç olmaması değil, HEY’ETİNİN de başkalarına muhtaç olmaması demektir. 

Zaten bir yazının heyetine yapılan müdâhale, onun anlamı için yapılmaktadır, yoksa; güzel yazı kompozisyonları olsun diye değildir. 

Âyete bakıldığında; ‘aziz’ kelimesinin kendisine sıfat olduğu kelime, ‘KİTAP’ kelimesidir. ‘KİTABUN AZİZUN’ ifadesi, HİÇBİR ŞEYE, HİÇBİR KİMSEYE İHTİYAÇ DUYMAYAN, DÂİMA ÜSTÜN YAZI demektir. 

Yüce Allah’ın ‘AZİZ’ olarak nitelediği bir yazıyı insanlara muhtaç hale getirenler ve bunu da KUR’AN olarak niteleyenler, BİLE BİLE HAKKA BÂTIL ELBİSESİ GİYDİRMİŞ YAHÛDİLERDEN DAHA YAHÛDİDİRLER DEMEKTİR. 

Noktasız ve harekesiz olan yazıyı bizim zor okumamız hatta okuyamamamız, durumu değiştirmemektedir. O yazıyı okuyamayışımızın nedeni; bugüne kadar o yazıyı hiç umursamamış olmamızdır veya ULEMÂ denilen sahtekârlar tarafından aldatılmış olmamızdır. 

Yani anlaşılması için EKSİK olan şey; o YAZI değil, BİZİZ! 

Şu an, dünyada, gidip o yazıyı okumayı öğrenebileceğimiz tek bir tane öğretmen yoktur. 

Allah resûlüne verilen; MÜZELERE layık görülmüş ve hayattan dışlanmıştır. 

Fakat; farkına varmak bir başlangıçtır! 

Beni durdurmak için iki yüzlülük, sahtekârlık ve yalan söylemekten bile geri durmayan sefiller bilsinler ki; BEN İNSANLARI, KUR’AN’I TERK ETMEYE DEĞİL, KUR’AN’IN HAKÎKİSİNE ÇAĞIRIYORUM! 

Onların İLÂHI ise Ebü’l-Esved’dir. 

Bu yüzden Ebü’l-Esved’in veya Âsım’ın noktalayıp harekelediklerinde YÜZLERCE yanlış olmasına rağmen onun hakîki olan Kur’an’a ne kadar uyduğunu anlamaya çalışmamışlar, bunun yerine bana çamur atmayı ve beni durdurmayı yeğlemişlerdir. Geldikleri nokta itibariyle de ÂSIM B. BEHDELE’nin noktalayıp harekelediğini Kur’an saymaktadırlar. 

Çünkü onların DİNİ Kur’an’ın dini değil, TAPTIKLARI ATALARININ DİNİDİR! 

Vesselam.

Önerilen İçerikler