KUR’AN’I KRONOLOJİK OKUMAK
Bilindiği gibi Kur’an; başı, ortası, sonu olmayan bir kitaptır. Bu dediğimiz hem Kur’an’ın konuları için geçerlidir hem de fizikî yapısı için geçerlidir. İçerik olarak Kur’an’ın başının ve sonunun olmayacağı zaten bir imân umdesidir. Kur’an’ın sonuna gelineceğine, bir gün bitirileceğine inanmak demek artık onun insanlığa yeni bir şey vermeyeceği anlamına gelecektir.
Fakat bunun yanında Kur’an’ın sûrelerinin dizilimine yani kitap olarak dizaynına baktığımızda KRONOLOJİK bir dizilim yoktur. Hatta elimizdeki Kur’an’ın bölümlerinin (sûrelerinin) öyle bir yapısı vardır ki ne yaparsak yapalım hiçbiri 1. bölüm, 2.bölüm, 3. bölüm… vs. şeklinde konumlandırmaya müsâit değildir.
Aslına bakılırsa böyle dizayn edilmiş bir kitap, bir şeyi anlamak için bir başlangıca ve sona mutlaka ihtiyaç duyan insan aklına uymamaktadır. Çünkü insan aklı, bir şeyi anlamak için mutlaka o şeyle ilgili bir başlangıca ihtiyaç duyar.
Hiç kimse, öncesi olmadan birdenbire “Senin onları korkutman da korkutmaman da birdir.” şeklinde başlayan bir cümleyi bir yere bağlamadan, bir yerden başlatmadan anlayamaz… “Konuşan kimdir, kime ‘sen’ denmiştir, uyarının fayda etmeyeceği ‘onlar’ kimdir?” gibi soruların cevabı olmaz ise söylenen cümle sadece hayallerin konusu olacaktır. Nitekim öyle de olmuştur.
İnsan aklının çalışma biçimi ve olayları anlama biçimi ‘lineer’dir. Yani bir yerden başlayan düz bir çizgi halindedir. Dilimizdeki “nereden, nasıl, niçin vs.” soruları bile insan aklının ‘lineer’ düşündüğünü anlamak için yeterli delildir.
“Karnım ağrıdı.” diyen birinin karnının neden ağrıdığını öğrenmek için sorulan soruların tamamı, o karın ağrısının hiçbir sebep yokken birdenbire olamayacağını bilmemizden ve onu başlatan sebebi anlamak istememizden dolayıdır. Yani o karın ağrısını başlatan bir başlatıcı olmak zorundadır.
İster mikro ister makro düzeyde olsun, ister söz ister olay olsun, ister eşya ister düşünce olsun; insan aklı bunları anlamak için kesinlikle kronolojik bir dizilime ihtiyaç duyar. Olayları, sözü, eşyayı, varlığı anlamaya çalışmak zaten böyle olmayı zorunlu kılar.
Bir başlatıcısı olmayan Big Bang Teorisi -ne yaparsanız yapın- asla anlamlı olmayacaktır. İnşâ edeni olmayan bir ev, ağacı olmayan bir meyve, doğuranı olmayan bir insan, yapanı olmayan bir yol, söyleyeni olmayan bir söz vs. insan aklının almayacağı şeylerdir.
İster âlim ister câhil olsun, ister okumuş ister okumamış olsun, ister bilerek ister bilmeyerek her ne durumda olursa olsun; insan başlangıç olmadan süregideni, son olmadan devam edeni asla anlayamaz.
Gören gözlerle etrafına bakan her akıl sahibi, şu evrenin mutlaka ve mutlaka bir başlangıcı olduğunu görür. Bu başlangıcın Big Bang’e veya ‘Allah’a bağlanması sonraki adımdır. Yani kişi ister başlangıç olarak Büyük Patlama Teorisi’ne iknâ olsun ister başlatıcı olarak Allah’a iknâ olsun, her iki durumda da insan, BİR BAŞLATICI, BİR BAŞLANGIÇ olduğunu zorunlu olarak kabul etmiş demektir.
El değmemiş bir ormanı dolaşan ateist, ormanı ortaya çıkaran ‘karbon’ atomuna hayran olurken ormanı dolaşan bir mü’min, ormanı ortaya çıkaran Allah’a hayran olur; ama sonuçta ikisi de bu ormanın bir başlangıcı yani kendi içinde bir KRONOLOJİSİ olduğunu kabul etmiş demektir.
İnsan aklının ‘kronolojik’ yani lineer düşünmesi sadece varlıkla alâkalı bir durum değildir. Aynı şekilde ‘sözü’ anlamak için de insan aklı kronolojik bir dizilime göre çalışmaktadır. Fakat elimizdeki Kur’an tüm kronolojileri yerle bir etmekte, tüm lineer düşünme ve anlama çabalarını âdeta dinamitlemektedir.
Ulemânın elimizdeki Kur’an’ı NÜZUL SIRASINA(!) göre dizme ve buna göre tefsir etme çabaları, kronolojik düşünme çabalarının bir sonucudur.
Kur’an’ın NEV’İ ŞAHSINA MÜNHASIR bir kitap olması ayrı bir şeydir ama önünde sonunda bu kitap kronolojik değildir ve kronolojik düşünmekten başka bir şansı olmayan insana hitap etmektedir.
Kur’an’ın elimizdeki dizaynı ister tevkîfî isterse de içtihâdî olsun, durum hiç değişmeyecektir.
Diyelim ki Müslüman ülkelerdeki ulemânın tamamı el birliğiyle Kur’an’ı kronolojik bir dizilime getirmek için karar verdi. Hangi sûreyi başa koyarsanız koyun, o sûre kronolojiyi yerle bir edecektir.
Meselâ, Kur’an’ın elimizdeki dizaynını ele alalım. Fâtiha sûresi ile başlamaktadır. Bu sûrenin ilk âyeti EL HAMDU LİLLAHİ RABBİL ALEMİN şeklindedir. “‘HAMD’ nedir, Allah kimdir, ‘Rab’ kelimesi ne ifade eder?” gibi soruların cevapları aslında bu âyetin sonrasında değil öncesinde olması gerekmektedir. Yani bu cümle kurulmadan önce HAMD, ALLAH, RAB, ALEMİN kelimeleri tanıtılmalı, tüm yanlış anlamaları bertaraf edecek şekilde açıklamalar getirilmeli ve ondan sonra TÂRİF ETTİĞİMİZ ‘HAMD’, TÂRİF ETTİĞİMİZ (sıfat Rabbul alemin olan) ALLAH’A’dır denilmeliydi.
Fakat hiç öncesi olmayan bir söz, birdenbire, sanki cümledeki tüm kelimeler öncesinde anlatılmış, cümledeki kişiler tanıtılmış gibi MÂRİFE kelimeler kullanmaktadır.
Nitekim birdenbire mârife kelimeler kullanılarak başlanan Fâtiha sûresindeki kelimeler yüzyıllardır tartışma konusu olmuş, hiç kimse âyette geçen mârife kelimelerin karşılığı ile ilgili insanlığı ikna edecek deliller ortaya koyamamıştır.
Tefsir kitaplarında ‘el hamd’ kelimesi için getirilen onlarca değişik târife bakıldığında ne demek istediğimiz anlaşılacaktır.
Oysa bir kelimenin mârife olarak kullanılması ancak ve ancak o kelime ile ilgili tüm târiflerin yapılması ile mümkün hâle gelir.
Yine aynı şekilde, Fâtiha sûresinde ‘SIRATE’L LEZİNE ENAMTE ALEYHİM, GAYRİ’L MAĞDUBİ VE ALEYHİM VE’LEDDALLİN’ denmektedir.
Bir kere, cümlede geçen ve adına İSM-İ MEVSÛL denen kelime zaten ÖNCESİ ile SONRASINI birbirine bağlayan edattır. Öncesi olmayan bir sözü hangi önceye bağlayacağız?
İkincisi, yine ‘EL MAĞDUB’ ve ‘EDDALLİN’ kelimeleri mârifedir. Bunların mârife olarak kullanılması ancak ve ancak târifleri ÖNCESİNDE yapılmış olması durumunda mümkündür.
İşte, bu şekildeki bir Fâtiha sûresini Kur’an’ın kronolojik çizgisinde birinci sıraya koymak mümkün değildir.
Aynı durum ikinci sırada olan BAKARA sûresi için de geçerlidir. Hemen altıncı âyet, yine anlamı kesinlikle öncesinde aranması gereken bir ism-i mevsûlle, ‘İNNELLEZİNE KEFERU’ diye başlamaktadır.
Kaynağı ne olursa olsun, kim tarafından ne şekilde oluşturulmuş olursa olsun, en nihâyetinde elimizde ‘yazılı’ bir belge vardır ve bu yazı kelimelerden ve cümlelerden oluşmuştur.
Üstelik bu yazının muhâtabı belli dönemde yaşamış belli insanlar değil tüm zamanlarda ve mekânlarda yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan İNSAN TÜRÜNÜN TAMAMIDIR ve bu insan türü, baktığı her şeyi, duyduğu her sözü, kokladığı her kokuyu bir başlangıca bağlayarak anlamaktadır.
Karşımızda kelimeler ve cümlelerden oluşmuş bir yazı vardır, bu yazının bir lisânı vardır, bu lisânın kuralları vardır ve bu kurallar da kelimelerin mârife olarak kullanılmasını bir kurala bağlamıştır. Sıla cümleleri ile gelen İSM-İ MEVSÛLLERİN kullanılmasını da bir kurala bağlamıştır.
Hiçbir şekilde ‘kronolojik’ bir dizilime getirilmesi mümkün olmayan bir söz, ‘kronolojiyi temel alması’ şart olan gramer kurallarına nasıl uyacaktır?
Evet, kronoloji olmazsa gramer kuralları da yok demektir.
Nitekim böyle de olmuş, Kur’an’ı tefsir eden veya meâl veren ulemâ hiçbir şekilde kendilerini gramer ilkelerine bağlı saymamış, tefsir ve meâllerini gramer temelli değil YORUM temelli yapmışlardır.
Ne demek istediğimiz daha çok anlaşılsın diye bir örnek verelim:
Elimizdeki mushafın kronolojik diziliminde Bakara sûresi ikinci (2.) sûredir. Dolayısıyla gramer kuralları bu sıralamaya göre işlemelidir.
Bakara 2/6
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
İnne-lleżîne keferû sevâun ‘aleyhim eenżertehum em lem tunżirhum lâ yu/minûn(e)
Süleymaniye Vakfı Meâli – Kâfirleri/âyetleri görmezlikte direnenleri uyarsan da uyarmasan da onlar için fark etmez; inanıp güvenmezler.
Şimdi bu âyetin demek istediğini, her şeyden önce âyette kullanılan kelimelerin bağlı bulunduğu gramer ilkeleri üzerinden anlama zorunluluğu vardır.
Âyete baktığımızda en başta bir nasb (tekit) edatı olan اِنَّ (inne) edatı vardır. Bu edat kesinlikle isim cümlesinin başına gelir ve yapısı müptedâ-haber olan isim cümlesini “innenin ismi, innenin haberi” şeklinde yeniden düzenler. Bu edat, ismini nasb (fethâ), haberini ref (ötre) yapar. Oysa bu edat gelmezden önce hem müptedâ hem de haber merfûydu. Yani o edat cümleye sadece anlam yönünden değil şekil yönünden de etki etmiştir.
Bu edat, aynı zamanda yepyeni bir cümleye başlandığını da bildirmektedir. İkinci kelime yani cümlenin öznesi ise الَّذ۪ينَ (ellezine) kelimesidir. Bu kelime ‘ism-i mevsûldür’. İsm-i mevsûllerin GRAMER tanımı şu şekildedir:
BİR SÖZÜ VEYA OLAYI ÖNCESİNE BAĞLAYAN, ANLAMINI, ÖNCESİNDE NASIL GEÇTİĞİNİ BİLDİREN VE ASIL CÜMLE İÇİNDE BİR ETKİNLİĞİ OLMAYAN, KENDİSİNDEN SONRA GELEN VE ADINA ‘SILA CÜMLESİ’ DENEN CÜMLELERDEN ALAN MÂRİFE KELİMELERDİR.
Arapça bilmeyenler için karışık gelecek bu cümleyi biraz daha anlaşılır hâle getirmeye çalışayım:
- Âyetin başında gelen الَّذ۪ينَ (ellezine) kelimesine İSM-İ MEVSÛL denir.
- Zamir değildir, isim değildir. Türkçede ‘ilgi zamiri’ olarak ifade edilir.
- Görevi; önceki sözü sonraki söze, önceki olayı sonraki olaya, önceki zamanı sonraki zamana bağlamaktır.
- İsim değildir, zamir değildir ama kesinlikle yazıda veya sözde geçen ve hem muhâtabın hem de sözü söyleyenin bildiği bir şeye veya bir kişiye işâret eder.
Meselâ, diyelim ki iki arkadaş 40 yıl önce bir yerde tanıştılar. 40 yıl sonra, bu iki arkadaştan biri diğerine, birdenbire hem de hiç öncesi olmadan “TANIŞTIĞIMIZ YERİ YIKMIŞLAR.” diye bir cümle ile söze başlarsa işte bu cümle her iki kişi için tanıdık, bildik bir şeyden bahseden bir cümledir ve 40 yıl öncesini 40 yıl sonrasına bağlamıştır… İşte Türkçede “…-ĞIMIZ YER” olarak ifade edilen bu cümle Arapçada İSM-İ MEVSÛLLERLE ifade edilir.
Yine bir örnek verelim… Eğer bir kişi birdenbire arkadaşına “DÜN PAZARDA TANIŞTIĞIMIZ ADAM GELDİ.” diyorsa bu demektir ki hem bu iki kişi dün pazarda bulunmuş ve orada biriyle tanışmışlar hem de o tanıştıkları adam çıkagelmiştir. İşte bu cümlede “…-ĞIMIZ ADAM” şeklinde ifade edilen kelimeler Arapçada ism-i mevsûllerle ifade edilirler.
Nasıl ki Türkçede “tanıştığımız yer” deniliyorsa Arapçada da bu anlama gelen kelimeler İSM-İ MEVSÛLDEN sonra gelen ve adına sıla cümlesi denilen kelimelerdir. Bunlar tek kelime olabileceği gibi upuzun bir cümle de olabilirler.
Meselâ; “OLTANIN MİSİNASINI ÇANTADAN ÇIKARIP ARKADAŞINA VEREN ADAM ÖLMÜŞ.” cümlesinde olduğu gibi.
Aslında yukarıdaki cümle “ADAM ÖLMÜŞ.” cümlesidir. Fakat “adam ölmüş” dendiğinde “Hangi adam ölmüş?” sorusu sorulacağından, konuşmacı özellikle kimden bahsettiğini böyle belirtmiştir.
İşte buna ism-i mevsûl ve sıla cümlesi denir.
Bu ism-i mevsûller ister yazı ister sözlü olarak ifade edilsin, KESİNLİKLE ÖNCESİ İLE SONRASINI BİRBİRİNE BAĞLARLAR. Zaten ‘ism-i mevsûl’ kelimesi anlam olarak ‘birleştiren isim’ demektir.
İşte bu yönüyle yani gramer kuralları üzerinden Bakara sûresinin 6.ayetinde geçen اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا (innellezine keferu) ifadesine baktığımızda bu ism-i mevsûlün kime gittiğini veya neyi ifade ettiğini kesinlikle ‘sözün öncesinden’ anlama zorunluluğu vardır. Elimizdeki Mushaf, FÂTİHA SÛRESİ BİRİNCİ SIRADA, BAKARA SURESİ İKİNCİ SIRADA olacak şekildedir. Yani Bakara sûresinin 6. âyetinde geçen الَّذ۪ينَ kelimesi kendisinden önceki 5 âyette veya bu beş âyetten daha önceki Fâtiha sûresinde olmalıdır demektir.
FAKAT Bakara sûresinin öncesinde bu ism-i mevsûlü kendisine döndürebileceğimiz “kâfirlik yapmış” kimselerden bahsedilmemektedir.
Diyelim ki kronolojik sıralamayı geriye doğru takip ettik ve Fâtiha sûresinde aradık ve diyelim ki Fâtiha sûresindeki EL MAĞDUB ve ED DALLİN kelimeleri bu ism-i mevsûlün karşılığıdır. Evet, bu durumda doğru bir iş yapmış olsak da sorunu halletmemiş oluruz.
Çünkü bu sefer, “EL MAĞDUB ve EDDALLİN kelimeleri NEDEN MÂRİFE?” sorusu gündeme gelecek ve bunların mârife oluş sebepleri yine KRONOLOJİYE uymayacaktır.
Birçok defa şunu dile getirdik: Kur’an’ın başı sonu yoktur, Yüce Allah’tan gelmiştir ve kesinlikle O’nun özelliğini yansıtmak zorundadır. Bu yüzden KUR’AN; BAŞI, ORTASI VE SONU OLMAYAN BİR KİTAPTIR.
Bir tespit olarak bu cümle kesinlikle doğru bir cümledir ama karşımızdaki metin; başı, sonu olmayan bir metin olsa da o metne muhâtap olan biz insanlar; BAŞI, SONU olan varlıklarızdır. Daha da önemlisi biz insanlar; bir baş ve bir son olmadan düşünememekte ve anlayamamaktayız.
Bu durumda, ne yapılırsa yapılsın kronolojik bir düzene sokamayacağımız bir kitabı, kronolojik düzlem üzerinden oluşması şart olan gramer kurallarına göre nasıl anlayacağız?
Meselâ, yine gramer kurallarına göre MERCÎSİ belirtilmeden söze direkt olarak zamirle başlamak gramer kurallarına aykırıdır. Çünkü mercîsi olmadan zamir kullanmak sözün kime gittiğinin anlaşılmamasına sebep olur.
Meselâ,
Kevser 108/1
اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَۜ
İnnâ a’taynâke-lkevśer(a)
Süleymaniye Vakfı Meâli – Sana çok önemli olan şeyi verdik.
Kevser 108/2
فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْۜ
Fesalli lirabbike venhar
Süleymaniye Vakfı Meâli – Öyleyse her işi Rabbin (Sahibin) için yap ve dik dur.
Kevser 108/3
اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ
İnne şâni-eke huve-l-ebter(u)
Süleymaniye Vakfı Meâli – Unutulup gidecek olan, senden nefret edendir.
Burada söze direkt olarak ‘SEN’ zamiri ile başlanmıştır.
Kendisine ‘SEN’ denilen kişi kimdir?
Gramer kuralları, bu zamirin karşılığının sözün öncesinde geçmiş olması gerektiğini söylemektedir ve zamirlerin karşılığı kendisinden önce aranacaktır kuralını koymuştur.
Böyle başlayan bir söze “Kendisine ‘sen’ denilen kişi Muhammed’dir.” diyerek açıklama yapmaya başlamak hem gramer kurallarını yok saymak demek hem de böyle yapan kişi kendisini KUR’AN’I GÖNDEREN YERİNE KOYMUŞ demektir.
Bu durum bizi tamamen çelişkili bir duruma getirmektedir. Çünkü bir yandan tüm insanlık hatta resûl bile bu Kitap üzerinde tasarruf etme hakkına sâhip değildir, diğer yandan da gramer kurallarına göre mutlaka bir kronolojisi olması gereken bu Kitap KRONOLOJİK değildir.
Ne yapacağız? Nasıl bir metot geliştireceğiz? Yorum, rivâyet, kıyas, icmâ ve bilumum ayartıcı anlama şekillerinden kurtulup sadece SÖZÜ ANLAMAK için yanıltmayan, her zaman doğru, sorun çıkaran değil sorun çözen, kapalılık oluşturan değil kapalılığı açan bir okuma metodunu nasıl elde edeceğiz?
Kur’an’ın içeriğini göz önüne aldığımızda aslında durumumuzu daha da zora sokan başka bir durum daha vardır.
Kur’an sadece insanları bağlayan ve sadece insanlardan bahseden bir kitap değildir. Bu Kitap her şeyden ve herkesten önce YÜCE ALLAH’tan bahsetmektedir. Bu Kitap sadece insanın uyması gereken kurallardan değil aynı zamanda YÜCE ALLAH’IN İLKELERİNDEN DE BAHSETMEKTEDİR.
Bu Kitap, tıpkı insan türü gibi akıllı ve irâdeli olup imtihâna tâbi olan GAYB ÂLEMİ VARLIKLARINI DA MUHÂTAP ALMAKTADIR.
Bu Kitabın kapsamı dışında kalan hiçbir şey yoktur, yoksa konusu sadece insan olan ve sadece insan temel alınarak anlaşılması gereken bir kitap değildir.
İşte, anlamak zorunda olduğumuz bu Kitabın bu yönleri çok daha zor bir durumun ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Kitabın kendini “çelişkisiz, hatasız, gereksiz sözü olmayan, kapalı olan cümlesi bulunmayan, ihtilâf çıkarmayan, her zaman doğru bilgi olan, yanıltmayan, geçerliliğini asla yitirmeyen vs.” bir Kitap olarak tanıtması ise zorluk üstüne zorluk gibi durmaktadır.
Çünkü Kitabın, kendisini bu şekilde tanıtması demek hangi yöntem seçilirse seçilsin, Kur’an’ı anlama metotlarının çelişki oluşturmayacak, kapalılık oluşturmayacak, hiçbir zaman yanıltmayacak, geçerliliğini asla yitirmeyecek METOTLAR olmasını MECBÛRÎ hâle getirmektedir.
Bugüne kadar ulemâ tarafından ‘Kur’an okuma’ metotları adına yazılan kitapları üst üste koysak, galiba Birleşik Arap Emirlikleri’nde bulunan dünyanın en yüksek binası olan Burj Khalifa binasından daha yüksek bir yapı elde ederiz.
Okuma metotlarını öğrenmek için bile bu kadar çok ‘usûl’ bilgisi gerektiren bir kitabın açık ve anlaşılır olduğunu iddia etmek, sanırım tam bir iki yüzlülük olacaktır.
Yine aynı şekilde, bir yandan “Rivâyet olmadan Kitap anlaşılmaz.” diyerek insanları kütüphâneler dolusu rivâyet kitaplarına yönlendirirken diğer yandan Kitabın açık ve anlaşılır olduğunu iddia etmek aynı iki yüzlülüğü devam ettirmek olacaktır.
Tüm bunların altından nasıl kalkacağız? Lineer yani kronolojik düşünen ve anlayan aklımızı, kesinlikle bir KRONOLOJİSİ olmayan ve ne yapılırsa yapılsın kronolojik bir dizilime gelmeyen BİR KİTAPLA NASIL MUHÂTAP EDECEĞİZ?
Tam burada, yazının en başından beri tekrarladığımız bir cümleden yola çıkarak çok gerekli bir soru soralım: ACABA İNSAN, KRONOLOJİK OLMAYAN AMA ASLA BİR KAOS OLUŞTURMAYAN, TAM AKSİNE MUHTEŞEM BİR DÜZENİ DAHA İYİ GÖREBİLEN BİR ANLAMA VE DÜŞÜNME BİÇİMİNE SAHİP OLABİLİR Mİ?
Nerede ve ne şekilde olursa olsun; gördüğü, duyduğu, kokladığı, dokunduğu, hissettiği her ne varsa kronolojik olmayan ama mutlaka şaşmaz bir düzene götüren bir DÜŞÜNME BİÇİMİNE SAHİP OLABİLİR Mİ?
YA DA
ACABA İNSANIN FITRATINDA BÖYLE BİR KABİLİYET VAR MI?
Yani böyle bir anlama biçimi yaratılış kodlarımıza işlenmiş midir?
Dikkat edilirse en başından beri söylediğim her şey benim edinimlerimden ibârettir. Ama en sonunda, sorduğum sorular ne benim ne de insanın edinimleri temel alınarak cevaplanacak sorular değildir. Çünkü soru şudur: ACABA İNSAN FITRATINDA BÖYLE BİR KABİLİYET VAR MIDIR?
Bu soru, insan türü tarafından cevaplanacak bir soru değildir. Bu soruyu soran insan olsa da cevaplar insanüstü olmayı gerekli kılmaktadır.
Bir şeyin insanın fıtratında olup olmadığı sorusu Yaratan’a sorulacak bir sorudur. Bu soruya insan, istediği kadar cevap verdiğini sansın, o cevap asla gerçek bir cevap olmayacak, o kişinin anladığı şey olarak kalacaktır.
O HÂLDE bu soru, insan olmayan ve insanı yaratan YÜCE ALLAH’A sorulan bir sorudur.
Yüce Allah ile ilişkisi ‘interaktif’ olmak zorunda olan insanın Yüce Allah’a yakarışları, sorduğu soruları, dilekleri ve daha birçok şeyi kesinlikle Allah’a ulaşır. Allah asla bunlardan habersiz değildir.
Evet, İNSAN-ALLAH ilişkisi insandan Allah’a doğru olunca bir interaktiflik barındırır ama ALLAH-İNSAN şeklinde kuşatabileceğimiz, aklımıza sığdırabileceğimiz, dokunabileceğimiz, duyabileceğimiz bir interaktiflik yoktur.
Nihâyetinde karşımızdaki Varlık bizim türümüzden değildir. O’nun bizimle, tıpkı diğer insanlar gibi interaktif bir ilişki kurması hem olmayacak bir iştir hem de ‘eşyanın tabiatına’ terstir. Değilse biz de Musa’ya “EĞER ALLAH’I AÇIKÇA GÖSTERMEZSEN SANA İNANMAYIZ!” diyen Yahudiler gibi olmuşuz demektir.
Biraz daha açayım: İnsan âciz kalır ve Yüce Allah’tan gücünün yetmeyeceği o şey için istekte bulunur. İnsan o istekte bulunurken istekte bulunduğu şeyin varlık içinde nasıl bir yer tuttuğunu ya da tutacağını bilemez. O, insan olarak, o istediği şeyin doğru olduğuna inanarak istekte bulunur. Ama Yüce Allah ona cevap verirken ‘insan olarak’ değil ALLAH olarak cevap verir. Çünkü O’ndan istekte bulunan kişi, O’ndan kendisine ‘insan gibi’ cevap vermesini değil ALLAH olarak cevap vermesini istemiştir.
O hâlde, Allah’tan istekte bulunan kişi her şeyden önce Allah’ın AŞKIN bir Varlık olduğunu, Lâtif ve Muhit olduğunu, Âlim ve Hâkim bir varlık olduğunu bilerek istekte bulunmak zorundadır.
Allah’ı, sonsuz hazineler sahibi ama hazinelerini hesapsızca dağıtan biri olarak gören kişi ellerini açıp “Rabbim, bana da, fazla değil senin sahip olduğun hazineler içinde kum tanesinin trilyonda biri kadar ağırlığı olmayacak 100 ton altın ver.” diye dua ederse Yüce Allah’a değil (hâşâ) -müsrif ve aptal- bir zengine duâ etmiş olur.
Bu ilişkide ‘interaktif’ olmayan kişi ALLAH değil insandır.
Her ne kadar O’na duâ ettiğini zannetse bile bu böyledir.
Çünkü Allah ile ‘interaktif’ bir ilişki kurmak isteyen kişi her şeyden önce ‘nasıl bir Zat’ ile ilişki kurmaya çalıştığını bilmek zorundadır.
Zihninde ‘müsrif bir zengin’ portresi ile Allah’a yönelen kişi, aradığı kişiyi asla karşısında bulamayacaktır, çünkü Allah öyle değildir.
İşte bu noktada zihninde, insanla interaktif ilişkiye giren bir Allah olduğu inancıyla, “Acaba insan fıtratında kronolojik olmayan bir anlama kabiliyeti var mıdır?” sorusunu soran kişi, eğer Allah’tan kendisine bir cevap gelmeyeceği anlayışıyla bu soruyu soruyorsa o kişi Allah’ı değil boşluğu muhâtap almış demektir.
Hakîkaten, şu anda sorduğumuz bu soruya Allah cevap verecek midir? Cevap verecekse nasıl verecektir? Whatsapp mesajıyla mı? E-mail göndererek mi? Melekleri göndererek mi? ŞU AN, ŞİMDİ sorduğumuz soruya nasıl cevap alacağız?
Evet bu soru bizim için ŞİMDİNİN, ŞU ÂNIN sorusudur ama acaba bu soru Allah için de ŞİMDİNİN, ŞU ÂNIN sorusu mudur?
Bu soru bizim için yeni bir sorudur ama zaman ve mekândan münezzeh olan Yüce Allah için sorduğumuz soru da dâhil, YENİ BİR ŞEY YOKTUR.
Çünkü O, ALLAH’TIR.
İşte, Kur’an, ta en başından beri oluşmuş ve oluşacak tüm sorulara, insan daha bu soruları sormadan Yüce Allah’ın ilmi ile CEVAP VEREN KİTAPTIR.
SORDUĞU SORUNUN CEVABININ KUR’AN’DA OLMADIĞINI VEYA OLMAYACAĞINI SÖYLEYEN HERHANGİ BİRİ YA YÜCE ALLAH’I TANIMIYORDUR YA KUR’AN’I KÜÇÜMSÜYORDUR YA DA AKILDAN YOKSUN AHMAKTIR.
Eğer Allah’a imân ediyor ve O’nun varlığı kuşatan bir İlâh olduğuna iman ediyorsak sorduğumuz soruların -ne kadar zor olurlarsa olsunlar- cevabının Kur’an’da olmayacağını akıldan geçirmek bile Allah’a hakarettir.
Sorusunu Allah’a sorup “Kur’an’da cevabını bulamadım.” diyen kişi asla Kur’an okumamış, okumuyor ve okuyamayacak demektir.
Şimdi sorumuzu tekrar soralım…
ACABA İNSAN, KRONOLOJİK OLMAYAN AMA ASLA BİR KAOS OLUŞTURMAYAN, TAM AKSİNE MUHTEŞEM BİR DÜZENİ DAHA İYİ GÖREBİLEN BİR ANLAMA VE DÜŞÜNME BİÇİMİNE SAHİP OLABİLİR Mİ?
Ve sonsuz bir güvenle sorularımızın cevabının Kur’an’da olduğundan zerre kadar şüpheye düşmeden Kur’an’a tekrar bakalım.
Kur’an’ın kişilerini tek tek sıralayıp “Bu Kitabın ‘baş kahramanı’ kimdir?” diye bir soru sorduğumuzda alacağımız tek cevap kesinlikle “Var eden, varlığı devam ettiren, târifi imkânsız sonsuz ilmi Kendi’nden olan, her varlığı her yönüyle kuşatan, varlığın tamamının kendisine hem de her konuda muhtaç olduğu ama Kendisi’nin kimseye muhtaç olmadığı, BAŞI VE SONU olmayan YÜCE ALLAH’tır.” şeklinde olacaktır.
Bütün başlangıçları başlatan O’DUR, başlattığını devam ettiren O’dur, bütün sonları sonlandıran da O’DUR.
İŞTE GRAMERİN KRONOLOJİSİ BUDUR, İŞTE GRAMERİN BAŞLANGICI DA BUDUR, İŞTE ANLAMIN BAŞLANGICI DA BUDUR.
BAŞLANGICI ALLAH OLMAYAN BİR CÜMLE, CÜMLE DEĞİLDİR.
KRONOLOJİSİ ALLAH İLE BAŞLAMAYAN HİÇBİR CÜMLE, CÜMLE DEĞİLDİR, SAÇMALIKTIR.
Duygusallıktan uzak olarak kimseyi gaza getirmeden söylüyorum, Aklını Allah ile başlatmayan KAOS içindedir. Aklının lineer çizgisini Allah ile başlatmayan ne kadar akıllı olduğunu iddia ederse etsin o akılsızdır demektir.
Çünkü, kelimeler ve cümleler varlık içindir ve varlığın tamamının kronolojisi Allah ile başlamaktadır.
Kelimeler sanaldır ve bir anlama işaret ederler yani hepsi âyettir. Başlangıcı Allah olmayan bir anlam, anlam değildir; başlangıcı Allah olmayan bir cümle, cümle değildir.
Varlığın tamamına anlam veren, o varlığın başlangıcının Allah olmasıdır.
Annesinden doğan her insan, bilgilerini kronolojik bir sıralamayla elde etmez.
Hayatının hiçbir yerinde kronoloji olmayan insan, yaşadığı olayları kronolojik bir sıralamaya dizmeden yaşar.
İnsanın doğması, bebekliği, gençliği, ihtiyarlığı ve ölümü bir kronolojiden dolayı değil YASALARDAN DOLAYIDIR.
İNSAN TÜRÜ BU YASALARI BİLE BİR KRONOLOJİ İLE ÖĞRENMEZ.
Yüce Allah sadece Kitabına değil varlığın tamamına insanın kuşatacağı bir kronoloji koymamıştır.
Kur’an’da kronoloji arayanlar ve bulamayınca ‘kronoloji üzerinden olması gereken’ gramer kurallarını hiçe sayanlar varlığın merkezine kendilerini koymuş demektir.
Kur’an’ın ve varlığın bir kronolojisi mutlaka vardır ama bu kronoloji insan merkezli değil YÜCE ALLAH merkezlidir.
Kur’an da böyledir. Kur’an, insan merkezli değil YÜCE ALLAH merkezli bir Kitaptır.
Varlığı nasıl anlıyorsak, varlığa nasıl bakıyorsak Kur’an’ın kronolojisine de öyle bakmak zorundayız.
Eğer her şeyden önce insan merkezli bir kronoloji arıyorsak şu soruyu da cevaplamış olmamız gerekmektedir: ANNESİNDEN DOĞAN BİR BEBEĞE İNSAN MERKEZLİ KRONOLOJİYE GÖRE İLK HANGİ ŞEY ÖĞRETİLMELİDİR?
YİNE İNSAN MERKEZLİ KRONOLOJİYE GÖRE 1, 2, 3, 4, 5…13…23…45…55…80…vs. yaşlarında hangi bilgiler öğretilecektir?
Var mı bunun kronolojisi?
Ama her ne öğrenirse öğrensin hangi yaşta olursa olsun ilk bilgiyi ‘Allah’ yaptığımızda kronoloji kendiliğinden oluşmaktadır.
Ömrünün büyük bir kısmını Allah’ı tanımadan geçiren biri ALLAH’A DÖNDÜĞÜ AN, kronolojisi düzene girmiş demektir.
Kur’an kelimelerinin tâkibi elbette ki önemlidir ama bu tâkibin merkezinde kesinlikle Allah’ın kelimelerinin tâkibinin yapıldığı bilgisi olmak zorundadır.
Gramer kesinlikle önemlidir ama bu gramer ilkelerinin Allah’tan olduğunun bilinmesi mecbûrîdir.
Grameri; istendiğinde kendisine uyulan, istendiğinde de değiştirilen bir şey olarak kullanıma sokup kelimelere anlam yüklemek, Kur’an’ın merkezine insanın kendisini koymak demektir.
Allah’ı anlatsa bile Kitabı yazan insan olsaydı “O kitap insan merkezlidir.” diyebilirdik. Ama şükür ki Kitabı yazan İNSAN DEĞİLDİR.
Kitabı insan merkezli alanlar Kitabın noktalanıp harekelenmesini Shakespeare’in kitaplarının çevirisi yapılmış gibi algılarlar… Ama Kitabı Allah merkezli anlayanlar, o Kitabın tek harfine dokunulmasını şiddetle kınarlar… Kitabı insan merkezli olarak görenler bu yüzden “Kur’an’da gramer hataları vardır, yazım hataları vardır.” söyleminden rahatsız olmazlar ve hatta “Metne takılmayın, asıl olan metin değil ne anladığınızdır.” derler.
Kelimelerin Allah merkezli olarak tâkibi ‘duygusal’ bir söylem değil MECBÛRÎ BİR METOTTUR.
Bu konu elbette ki çok daha kapsamlı bir konudur ama konunun temeli, başlangıcı, kronolojisi budur.
İSNÂDI ALLAH OLMAYAN HİÇBİR ŞEYİN KRONOLOJİSİ YOKTUR!
VESSELÂM.