GERÇEK BİLGİ ve İNSANIN TAVRI
Gökyüzünün berrak bir görünürlüğe sahip olduğu bir gece sadece çıplak gözle bile gökyüzünü seyre daldığımızda gözlerimizin ve aklımızın hiç kuşatamayacağı bir gücün ve büyüklüğün mevcûdiyetine şâhit oluruz. İnsan türü herhangi bir araç-âlet kullanmaya ihtiyaç duymadan sadece çıplak gözle bile gözlemleyebildiği bu devâsâ büyüklüğe ‘evren, kâinat, uzay düzlemi, uzay boşluğu’ nitelemelerini yakıştırsa da “varlık düzlemi” veya “varlık sahnesi” tanımlamalarında bulunması daha isâbetli olacaktır. Nitekim ‘kâinat’ Arapçadaki ‘kane’ kelimesinden türemiştir ve bu da aslen ‘olmak’ mânâsına gelir; “yokken var olanlar” anlamı da kâinat kelimesini tam olarak karşılar.
İnsan türünün müşâhede edebileceği tüm varlıklar bu varlık düzleminde konumlandırılmıştır. İnsan türünün bu düzlemin sınırlarını en, boy, yükseklik ve genişlik bağlamında bilmesi bir kenara henüz tahayyül bile edememiştir. Bu varlık düzlemini devâsâ bir rulo kâğıdın açılıp yayılmış hâli gibi düşünürsek üzerinde yaşadığımız bu gezegenin bu kâğıdın üzerindeki minicik bir nokta kadar, insan türünün de bu kâğıdın üzerindeki bir toz zerresi kadar olacağını söylemek abartılı olmaz. Sadece üç bin metre yükseklikte seyreden bir uçaktan aşağıya baktığımızda yerdeki tek bir insanı seçebilmek bile mümkün olmuyor.
İşte, varlık sahnesindeki fizikî konumu böylesine küçük çapta olan insan, varlık sahnesine çıktığı andan beri sâhip olduğu bu bir çift gözle varlığa bakmakta ve o gözlerle edindiği bilgiyi gerçek bilgi sanmaktadır. Varlığa dâir bilgisini çoğalttıkça bilgi edinme yöntemlerini de geliştirme imkânı bulan insan, varlığın mikro detaylarını görebileceği mikroskop ve evrenin en uzak noktalarını görebileceği teleskop gibi âletler üreterek gözleriyle asla göremeyeceği detaylara ulaşma imkânı bulmuştur. Bununla da yetinmemiş, ürettiği teleskopla görmeyi becerebildiği ama kendisinin gidemeyeceğini varsaydığı uzaklıklardaki cisimlere fotoğraf çekebilen, üzerlerindeki mini laboratuvarlarda analizler yapıp sonuçlarını dünyaya iletebilen uzay araçları bile göndermeyi başardığını iddia etmiştir.
Geliştirdiği bu tip teknolojiler ile daha çok bilgiyi daha kolay elde etmenin yanında bilgiye daha hızlı ve kolay ulaşabilmenin yollarını da keşfederek kütüphâneler dolusu bilgiyi artık bir ‘tık’ kadar yakın hâle getirmiştir. Burada üzerinde durulması gereken şey bilginin bir ‘tık’ kadar yakın olması değil, tıklanacak bilginin mevcûdiyeti ve değeridir. Bilgi, ulaşılmaya değer bir birikimi içermiyorsa ve arzuların nesnesi hâline gelmişse o zaman ortada tıklanmaya değer bir şey de yok demektir.
Daha önce ‘kelime, cümle, satır, sayfa’ üzerinden ölçülen bilgi, günümüzde, içeriğini çok az insanın bildiği ‘megabyte, gigabyte, terabyte, petabyte’ diye tanımlanan kavramlar üzerinden ifade edilmektedir. Meselâ, dünyanın en yaygın arama motoru olan ‘Google’ bir gün içinde yaklaşık 20.000 TB bilgi işlemektedir. Yüzlerce insanın toplam ömrü bu bilgiye sadece sayfa numarası atamaya bile yetmez. Yalnızca altmış yıl önce başlayan ‘Uluslararası Standart Kitap Numarası’ (ISBN) sistemine göre o günden bugüne basılan kitapların sayısı, 2018 yılı itibariyle 136 milyon adet civarındadır. Bu sayı toplam ‘adet’ değil ‘çeşit’ sayısıdır. Günümüzde, dünyanın tüm ülkeleri bu uygulamaya geçmiş değildir, bu sebeple uygulama dışı ülkelerdekileri ve 60 yıl önce başlayan bu uygulamadan önce basılanları da hesaba katarsak verdiğimiz rakam (136 milyon) gerçek rakama oranla çok küçük kalacaktır.
İnsan türü, her biri sonsuz bilgi barındıran varlıklardan müteşekkil bir düzlemde yaşamaktadır. Devâsâ kapasitelere sâhip bilgi işlem merkezlerinde depolanabilen bu bilgileri fark etmesi, görmesi ve hatta ölçmesi için onlarca araca ihtiyaç duyan insanın, evrenin tamamını muhteşem bir uyumla çalıştıran bilgiyi görebilmesi için ise sadece görebilen gözlerle bakması, duyabilen kulaklarla duyması ve hissedebilen bir akılla akıl etmesi yeterlidir. Dahası insan tarafından kurulan ve bilginin depolandığı her bilgi işlem merkezine erişim son derece kısıtlıyken evreni çalıştıran bilgi işlem merkezi her aklı olanın erişimine açıktır. Bilgi depolama alanlarının sadece tüketicisi olmak için bile bir bilgisayara ve kabloya ihtiyaç varken evreni işleten sisteme bağlanmak için sadece akıl sahibi olmak yeterlidir.
Elde edilen bilgi bu kadar çok olmasına rağmen insan, bir tohumun nasıl çatladığını bile anlamaya muktedir hâle gelememiştir. Çünkü evrendeki tüm varlıklar insanın tamamıyla ihâta edebileceği bir bilgi üzerinden değil Yüce Allah’ın sonsuz ilmi ile kuşatılmıştır. Kendisini var eden sanatkârın izini taşıyan her bir varlığın içerisinde ve dışarısında izlenmeye ve incelenmeye değer tüm bilgiler her yönüyle muhteşem bir sanatkârın varlığına işaret eder. Varlığı içeriden ve dışarıdan ihâta eden bu bilgiyi var eden sanatkârın izini görmek için ne 136 milyon kitabı hatmetmeye ne uzayda araştırma istasyonları kurmaya ne devâsâ uzay teleskopları îcat etmeye ne de Plüton’a uzay aracı göndermeye gerek vardır; sadece etrafımızdaki herhangi bir varlığı duyularımızla tanıyor olmamız yani bakmamız, dokunmamız, koklamamız, tatmamız, hissetmemiz yeterli gelecektir.
İnsan türünün geçmişine ve şu ânına baktığımızda lehine geliştirdiği tüm olanaklara rağmen şu varlığı yapan sanatkârı görmediği ve hatta görmek için değil görmemek için çabaladığı gün gibi ortadır. Gelişme hedefiyle kurduğu yaşam biçimleri, bu yaşam biçimlerine göre işlediği fiiller, uğruna ömrünü harcadığı sanal değer yargıları, bu değer yargılarına uygun olarak eğittiği toplumlar, bu toplumlara dayattığı yaşam biçimleri doğrultusunda tasarladığı mekânlar ve şehirler, benimsenmiş bu değer yargılarına uygun bir hayatı devam ettirmek için tüketip yok ettiği bitki ve hayvan türleri ile gezegenimiz bir yana, kendi türünü yok etmeye yönelik bu arsızlığı aslında insanın biriktirdiği bilgilerle o bilgileri var eden sanatkârı görmediğini ve göremediğini bize göstermektedir.
İnsan türünün elde ettiği bilgilerin tamamı ‘doğru bilgi’ olsa da zaten en başından beri varlıkta mündemiçtirler. Yani insan türü hiçbir şekilde ‘yeni’ bir bilgi üretmemiş sadece kendisi o bilgilerin farkına daha ‘yeni’ varmıştır. Bir uçağı yapma bilgisi de o uçağın uçma bilgisi de potansiyel olarak hep vardı. İnsan türünün sadece son yüzyılda uçabilen araçlar yapması ve bunlarla uçması, o bilgiye ‘ancak, henüz’ ulaşmış olmasındandır. Yoksa bu bilgiler insan tarafından îcat edilmiş bilgiler değil yeni farkına varılmış bilgilerdir -ki bu bilgileri var eden de yine o muhteşem sanatkârdır.
Bunun yanında insan türünün bilgi elde edebilme, bilgiyi depolayabilme ve bilgiyi aktarabilme kabiliyeti bile yine o muhteşem sanatkârın eseridir. Bu kabiliyetleri elde etmek için hiçbir çaba harcamayan, tâbiri câizse önünde hazır bulan insan türü, o sanatkârın kendisine karşılıksız olarak verdiği kapasiteyi ve varlıklarda mündemiç bilgileri kullanarak asıl olana alternatif bilgi modelleri geliştirmiş ve güyâ yeni değerler oluşturmuştur. Halbuki bilgi işlem merkezine kaçak yollarla girerek sistemin işleyen düzenini bozan bir ‘hacker’ misâli geliştirdiği modeller sürekli virüs ürettiği için asıl olanı bozmuştur. Ürettiği programların başarısızlığını görüp yaptıklarından vazgeçeceğine, daha fazla çabalayarak virüs içeren programlarının versiyonunu yükseltmiştir ve hâlen de yükseltmektedir. Ne kadar çabalarsa çabalasın, başarısız olacağını görmesi ve anlaması için etrafındaki varlıkların herhangi birine bakması veya dokunması yetecektir ama bir türlü bakmamakta, baksa bile görmemekte, görse bile anlamamaktadır. İnsan türü dâima, kendisini var eden sanatkâra “rağmen” yaşayabileceğinin savaşını vermiş ve vermektedir. Üstelik hiçbir zaman kazanan tarafın kendisi olamayacağını bile bile bunu yapmaktadır.
Bu söylediklerimizden ‘bilgi düşmanlığı’ yaptığımız gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü biz bilgiye düşman olunmasına da o bilgiye rağmen kör kalınmasına da karşıyız. Biz, kendisi için her bilginin uzaktan görülen bir dağ gibi olduğu insan türünün, bilgi karşısında ne olduğunu değil ne olmadığını anlatmaya çalışmaktayız. İnsan türü elde ettiği bilginin yaratıcısı değil, sadece ve sadece menfaat sağlayıcısıdır. Çünkü bizzat insana ve varlığın tamamına dâir elde edilen bilgiler bize bir sanatkâr insanın izini değil tam tersine Yaratıcı’ya özgü, İLÂHÎ bir iz taşıdığını göstermelidir. Bunu anlamak için hep dediğimiz gibi insanın sadece ‘bakması’ yeterlidir.
Varlığın arasında en değersiz görülen herhangi bir varlığa bile gören gözlerle baktığınızda olağanüstü bir sanatkârın yüzlerce izini görebilirsiniz. Elde edilen her bilginin o sanatkârın izi dikkate alınmadan herhangi bir yere konuşlandırılması ‘yalanlar’ uğruna gerçeklerin fedâ edilmesidir. Nitekim küçücük bir yalan söylemek için bazen yüzlerce, binlerce ve hatta bazen milyonlarca ‘doğru’ kurban edilmektedir. Yönü yalana dönük ve yalanı işaret eden bilgiler doğru bile olsa asla gerçeğin bir parçası olmazlar, olamazlar. Bir bilginin doğruluğu sadece kendisine yönelik sorgulamalar sonucu yapılan sağlamalara bağlı değildir, aynı zamanda konuşlandırıldığı zeminle de alâkalıdır. Doğru bir bilgi en sonunda yalana çıkacak şekilde konuşlandırılırsa tek başına o bilginin doğrulanması bir şey ifade etmeyecektir. Nitekim günümüzde bin parçaya bölünmüş İslâmî mezhep ve tarîkatların hepsi de Kur’an’ın her şeyin belirleyicisi olduğunu kabul etmektedir -ki bu dosdoğru bir bilgidir. Fakat bu doğru bilgi “Kur’an’ın eksik, rivâyetlerle tamamlanan bir kitap olduğu” tanımı üzerinden yapıldığı için Kur’an hiçbir zaman her şeyin belirleyicisi olmamıştır. Ulemânın tamamı “Kur’an her şeyin belirleyicisidir” söylemini bir paravan olarak kullanarak kendi indî yorumlarını insanlara kabul ettirmiş ve nihâyetinde insanların zihninde oluşan din algısı bunun üzerinden oluşmuştur. Öyle ki Kur’an hassâsiyeti diğerlerine göre çok daha fazla olan bazı ulemâ bile “Rivâyetler olmadan Mücâdele sûresini nasıl anlayacaksın?” demiştir. İşte, bir bilginin doğruluğu konuşlandırıldığı zeminle de anlaşılır. Böyle de olmak zorundadır. Çünkü varlığın içinde, diğerlerinden bağımsız veya diğerleriyle uyumsuz tek bir varlık yoktur. Sadece varlıktaki özellikler değil, bir varlıktan sâdır olan tüm hareketler de hem fizikî hem de bilgi olarak varlığın tamamına bağlı ve varlığın tamamıyla uyumludur. Zaten bir varlığın var olabilmesi ve varlığına devam edebilmesi diğer varlıklarla senkronize bir şekilde şu muhteşem âhenge uymasıyla mümkündür.
Muhteşem bir uyumla çalışan şu varlık içinde insan türünün en kolay ve en hızlı elde edebileceği bilgi, kendisini ve diğer varlıkları uyumlu bir şekilde dizayn eden bir sanatkârın var olduğu bilgisidir. Hatta bu bilgi sahanda yumurta yapma bilgisini elde etmekten daha kolay ve daha göz önünde bir bilgidir. Üstelik bu, sadece çabalayarak elde edilecek bir bilgi değil soluduğumuz hava gibi her an yaşanan bir durumdur. Kaldı ki bu bilgiyi görmek ve yaşanan durumu anlamak insanın seçimine de bırakılmamış, görse de görmese de bilse de bilmese de kendi vücûdu da dâhil her şey o sanatkârın ölçüsüne ve yaptığına göre var olmakta ve varlığına devam etmektedir.
Bu noktada, insan türü, bilgisini çoğaltmaya başlamadan önce bu ilk bilgiye göre nasıl tavır takınacağını belirlemek zorundadır. Çünkü belirlediği bu tavırdan sonra elde edeceği bilgilerin tamamı bu ilk bilgiye göre ya anlamlı ya da anlamsız olacaktır. Varlığı kendi sonsuz ilmine göre var eden o sanatkârın görünen ilkelerine göre sanatkâr, insanı, hangi tavrı tercih edeceği hususunda herhangi bir cebre yani zorlamaya tâbi tutmamıştır ve buna da gerek duymamıştır. Çünkü o ilk bilginin her şeye anlam veren bir bilgi olduğu o kadar âşikârdır ki akıllı ve iradeli bir varlık olan insana cebren o ilk bilginin gösterilmesiyle insanın bir tavır ortaya koymasının sağlanması, insanı hayvan yerine koymakla eşdeğer olacaktır.
Fakat insan türü tarih boyunca o ilk bilgiye karşı kör davranmayı tercih etmiş, kendi türünü o ilk bilgiye karşı kör davranması için dâima teşvik etmiştir. Resûllerin tüm mücadelesi, o ilk bilgiyi dikkate almadan varlığının anlamlı hâle gelemeyeceğini insan türüne duyurmaktır. Yani her resul, insan türüne, o ilk bilginin nazara alınmaması hâlinde ne olacağını değil ne olmayacağını söylemiştir. Ne olmayacağını, “İnsan türü o ilk bilgiyi görmezse asla mutlu olamaz.” diyerek özetleyebiliriz.
Asr 103/1-2
وَالْعَصْرَ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْر
Özetle / Hülâsa; İnsan türünün tamamı büyük bir ziyan içindedir. Güvenen, sâlihatları yerine getiren, birbirlerine o hakkı ulaştıran ve şikâyet etmeden sonuna kadar direnmeyi tavsiye edenler hariç. (Ramazan Demir meâli)
Bu sûre, insan türüne, kendisine ne olacağını bildirmekle değil ne olmayacağını bildirmekle başlamaktadır. “Ziyan içinde olmak” demek “mutlu olamayacak, kazanan olamayacak, sevinen olamayacak, anlamlı olamayacak” demektir. Çünkü ‘ziyan içinde olma’ durumu tıpkı ışığın olmaması durumunda oluşan karanlık gibidir. Nasıl ki karanlık, ışığın olmaması ise ziyan içinde olmak da “mutluluğun olmaması” hâlidir. İşte insan türünün o ilk bilgiyi görmemesi durumunda ne olmayacağını bu sûre bildirmektedir.
Bu ilk bilgiye göre belirlenen tavır, devamında elde edilecek bilgilerin de çerçevesini çizecektir. Bu ilk bilgiyi görenlerin de görmeyenlerin de gözleri kâinata bakacaktır. Bu ilk bilgiyi görenler de nefes alacak görmeyenler de. Bu ilk bilgiyi görenler de acıkacak, sevinecek, üzülecek, değer verecek, nefret edecek, sevecek, sevmeyecek, korkacak, güvende olacak görmeyenler de.
İnsan türünü bilgi elde etmeye yönelten şey hem insanın yapısında bulunan “korkmak, sevmek, merak etmek, bilmek, anlamak, hissetmek, duymak, koklamak vs.” gibi kabiliyetlerdir hem de etrafını saran varlıkların doğal yapısıdır. Meselâ, bir yanda insanın yapısında “merak etmek, öğrenmek istemek” gibi kabiliyetler varken öte yanda hem kendi varlığında hem de etrafındaki varlıklarda “merak edilecek ve öğrenilecek” sonsuz bilgi vardır. Bu ikisi olmadan insan açısından ne bilginin bir anlamı vardır ne de öğrenme isteğinin. Bu yönüyle olaya baktığımızda insan türündeki bilme isteği bilginin var olma amacını da anlamlı kılmaktadır. Fakat bu anlam sadece insan açısındandır. Eğer şu varlıklar içinde ‘bilme ve öğrenme’ kabiliyetleri olan insan olmasaydı varlığın ve o varlıklara hâkim olan bilginin amacı sadece İLÂHÎ olarak kalacaktı. Çünkü bilgi denilen şey farkına varılınca değeri artan bir şeydir. Yoksa her bilgi zaten bihakkın vardır, orada varlıkların içinde durmaktadır. Farkına varmadıktan sonra o bilginin varlığı ile yokluğu arasında bir fark oluşmaz. Fakat böyle olmakla birlikte, eğer bilgisine en kolay ulaşılabilenin yani “varlığı yaratan bir sanatkâr olduğu bilgisinin’ fark edilmemesi durumunda akabinde elde edilecek herhangi bir yeni bilginin fark edilmesi veya fark edilmemesi arasında herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Hatta fark edilmesi değil fark edilmemesi daha iyi olacaktır.
İnsan türünün bilgi kaynağı iki tanedir. Birincisi; Kur’an’ın, her birine ‘âyet’ dediği insan türü dâhil yaratılmış varlıkların tamamı. İkincisi; ‘Yüce Allah’tan gelen bir haber’ niteliğinde olan ve insan türünün -istese bile- asla elde edemeyeceği bilgiler içeren kelimelerden ve cümlelerden oluşmuş söz olan Kur’an’ın bizzat kendisidir -ki ondaki işaretler, kelimeler ve cümleler de ‘âyet’ olarak nitelendirilmiştir. Bu iki haber edinme yolunun kaynakları aynı olduğu gibi her ikisi de ‘âyet’ olarak nitelenmektedirler.
Yaratılmış âyetleri gözlemlediğimizde âyet olan varlıkların hem kendi yapılarında hem de diğer varlıklarla oluşturduğu uyumlu birliktelikte bir düzensizlik, eksiklik, çatlak veya çatışma yoktur. Hepsi de kusursuz bir ortamda kusursuz bir plan üzerine var edilmişlerdir. Bu durum, varlık sahnesine çıkmış her yaratılmış âyetin verdiği ilk bilgidir ve daha önce de söylediğimiz gibi bu bilgiyi elde etmek için sadece akıl ve irade sahibi olanın fark edip görmesi yeterlidir. Yine daha önce söylediğimiz gibi bu bilgiye ulaşmak için 136 milyon adet kitap veya tek satır dahî olsa bir şey okumaya gerek yoktur. Bu bilgi, insanın gözünü açmasının ardından gördüğü her yaratılmış varlık tarafından âdeta gözünün içine sokulmaktadır.
Fakat ne hazindir ki bugün varlıklar hakkında bilgi elde edenlerin neredeyse tamamı, o ilk bilgiyi görmeyen ve hatta ısrarla gözlerini sımsıkı kapatanlar tarafından insanlığa pazarlanmaktadır. Hoşumuza gitsin veya gitmesin bugün yaşadığımız dünyanın toplum mimarları ve yaşam biçimlerimizin tasarımcıları da bu tür kişilerdir. Sıradan insanların asla elde edemeyeceği teknolojik imkânlara sahip bu kişiler kendilerini ‘bilim insanı’, elde ettikleri bilgileri de ‘bilim’ adı altında insanlığa kabul ettirmişler ve her iki kavram da insanlık tarihi boyunca hiçbir kavramın ulaşamadığı ‘kutsallığı ve dokunulmazlığı’ elde etmiştir. Öte yandan kendilerinin kutsal ve dokunulmaz olduğuna inandıracak ikna edici (!) deliller ve sonuçlar da getirmeyi ihmal etmemişlerdir. Ekranına bakarak, tuşlarına basarak yazdığımız şu yazıyı yazan bilgisayarı bile onlar ortaya koymuştur.
Fakat her ne bilgi elde etmiş olurlarsa olsunlar, bu bilgilerin tamamı, insan türünün gözünün içine giren o ilk bilginin kesinlikle kasıtlı olarak görmezden gelinmesiyle elde edilmiş ve dayanağını o ilk bilgiden almayan bilgilerdir. O ilk bilgi atlanarak elde edilen her bilginin nerede duracağı, hangi düzlemin bir parçası olacağı, yönünün nereye dönük olacağı ve neyi göstereceği ‘bilim insanı’ kutsallığına bürünmüş bu tür kişiler tarafından belirlenir olmuştur. Varlıkların tamamının insana verdiği o ilk bilginin yok sayılarak bilgi edinilmesine kavram olarak ‘ateizm’ denilmektedir. Fakat sıradan insanlar arasında ateizm, pratiği ve gerçekliği olmayan bir inanç ve tanrı tanımazlık olarak algılansa da bu bir inanç olmaktan daha çok bir davranış kalıbıdır. Bu davranış kalıbının temeli, ortaya çıkıp “Ben tanrıya inanmıyorum.” demek değildir. Ateizmin böylesi bir söylem olduğunu kabul edenler veya reddedenler ne dediklerini bilmeyen cahillerdir. Çünkü ‘inanç’ denilen şey insanda bir davranış modeli oluşturmuyorsa, varlığa bakışta özgün bir pencere açmıyorsa o şey inanç değil hiçbir karşılığı olmayan boş sözdür. İşte bu yüzden ‘ateizm’, bir inançtan daha çok bir davranış kalıbı, bir tavrın adıdır. O tavır nedir?
Aslında çok basittir. Her bir varlığa anlam kazandıran, elde edilen bilgileri varlıktan koparmadan varlıkla uyumlu bir yer belirleyen ve her bilgiyi anlamlı hâle getiren o ilk bilgiyi yok sayarak bilginin kendisine değer vermek ateizmdir. Kişinin, kendisinde tavır oluşturmayan bir tanrı inancının olması ateist olmasına engel değildir. İsterse kiliselerden, havralardan, câmilerden veya dünyadaki tüm tapınaklardan hiç çıkmasın, isterse tanrılar adına secdeye kapanmış alınları hiç secdeden kalkmasın, eğer kişi tüm varlığa ve tüm bilgiye anlamını veren o ilk bilgiyi görmezden gelerek bir bilgiye konum biçiyorsa o kişi ateisttir.
Biraz önce, herhangi bir bilginin değerinin o bilginin konumlandırıldığı zeminle ilişkili olduğunu söylemiştik. Doğru bile olsa eğer herhangi bir bilginin yönü yalana dönükse ve gösterdiği yön sonuçta yalana çıkıyorsa o bilgi ne kadar doğru olursa olsun, yalanın hizmetkârı olmaktan öte bir anlam taşımaz demiştik. Bunların ve buraya kadar söylediklerimizin ana konumuz olan ‘yaratılış meselesi’ne bakan kısmı tam da burada başlamaktadır.
Bilindiği gibi günümüzde, ‘türlerin kökeni’ ile ilgili insanlığı en ikna edici ‘teoriler’ ortaya koyan ve bu teorilerini büyük delillerle destekleyenler genellikle ‘ilk bilgiyi’ atlayarak bilgiye konum biçenlerdir. Ortaya attıkları tez ise herkesin bildiği “evrim teorisidir.” Bu teori, kısmî olarak varlıkların incelenmesi açısından çok değerli ve doğru bilgilere sahiptir. Fakat teorisyenleri açısından, bu doğru bilgilerin tamamının bu teorinin kendi içerisinde değerli bir bilgi hâline gelebilmesi ancak varlığı var eden sanatkârın görülmemesi durumunda mümkündür. Eğer onlar açısından “evrim teorisi” sanatkâr ile başlayan bir bilgiyse bu onların dönüp bakmayacağı bir bilgidir. Çünkü zaten ateizmin temelinde o ilk bilgiye karşı kör davranmak, yok saymak vardır. Yani eğer evrim teorisi, yönü sanatkâra dönük bir teori olsaydı ve verdiği yönü de o sanatkâra çıkarsaydı hiçbir bilim insanı o teoriye kıymet vermezdi. Öyle de olmaları lâzımdı. Çünkü hem ateist olup hem de yönü sanatkâra dönük bir bilgiyi bilgi olarak almak onlar açısından çelişki olacaktır.
Ateizmin temel amacı varlık üzerinde bir sanatkârın olmadığını ispata yöneliktir. Onlar açısından elde edilen ve edilecek olan her bilgi bu amaç doğrultusunda kullanılacak birer nesne yani herhangi bir sanatkârın olmadığına ispat olacak birer delildir.
Bilgi aynı zamanda güç demektir. Çünkü elde edilen her bilgi yepyeni imkânları da beraberinde getirmektedir. Ellerinde ‘nükleer’ silah bulunduranlar, bu silahların yapılmasını sağlayan bilim insanlarının bin bir zahmetle elde ettiği bilgiyi kendilerine temel almışlardır. İnternet ile tüm dünyayı kontrol edilebilir küçük bir köy hâline, insan türünü de istenilen yöne kolayca sürülen davar şekline sokan kapitalist kodamanlar, bu güce bilim insanlarının elde ettikleri bilgiler sayesinde kavuşmuşlardır.
‘Tarafsızlık’ adı altında, bilginin kendisi ile o bilgiyi var eden sanatkâr arasındaki tüm bağları koparan bilim insanları, bilginin insanı mecbur bıraktığı ‘tarafı’ hiç görmemeyi davranış kalıbı olarak benimsemişlerdir. Kapitalist kodamanların bilim insanlarının önüne kırmızı halılar sermelerinin, çok büyük paralar harcayarak uzayın derinliklerine araç gönderecek imkânlar sunmalarının (ki bu imkânların hepsi zavallı insanların emeğidir) arka planında “gerçeğe ulaşma aşkı” olduğuna inanmak aptallık ötesi bir şey olacaktır.
İşte varlık âyetleri üzerinde bu anlayışla çalışma yapan ‘kapitalizm dininin ruhbanları’ olmaktan başka bir değeri olmayan bilim insanlarının, her bilgide olduğu gibi “yaratılış meselesinde” de bilgiye karşı takındıkları tavır bundan ibârettir. Bu gözle varlığa bakarak canlılığının ve daha da önemlisi aklının nereden geldiğini bilmediği insan türünü biyolojik bir böcek gibi inceleyip onun kökeni hakkında söz söylemelerinin ve ‘bilimsel teori’ adı altında dokunulmaz safsatalar üretmelerinin arka planında; bilgi ile sanatkârın arasını açıp şu varlık içinde o sanatkârın var etmediği bilgiler olabileceğine insanlığı iknâ etme çabaları vardır. Tıpkı şeytan gibi, asıl amaçladıkları şey insanların teorilerine inanmalarını sağlamak değil insan türünün sanatkâr olmadan düşünmesinin yolunu hep açık tutmaktır. Şeytanın tek amacı vardır. Kişinin doğru yolda yürümemesi. Doğru yolda yürümedikten sonra kapitalist, komünist, faşist, Brahman, Budist, Şintoist ya da başka bir şey olması onun için hiç önemli değildir. O, “Mümin olma da ne olursan ol.” demektedir. Bilim insanları da aynı yöntemle “Sanatkârı dikkate alma da ne olursan ol.” demektedirler.
Bu oyuna gelen bazı Müslüman ulemâ -ki onlar da din kisvesiyle kapitalizmin emrindedirler; geleneksel dînin ortaya attığı yaratılış safsatasının da ezikliği ile “yaratılış ve evrim” adı altında kitaplar yazarak âdeta ateizm ile İslâm’ın arasını yapmaya çalışmıştır. Sanki bilim denilen dokunulmaz put, ortaya değerli ve hakîkî bir şey koymuş gibi evrim teorisine balıklama dalan bu ulemâ, gerçek olsa bile ‘biyolojik süreçlere’ ilâhlık özelliği vermekten geri durmamıştır. Hem de sadece bir sürece değil yüzlerce sürece.
Kapitalizm dininin ruhbanlarının ortaya attığı evrim teorisine göre varlığın temelinde akılsız ve iradesiz, aynı zamanda cansız olan ‘karbon’ molekülleri vardır. Her nasılsa okyanusların dibindeki volkanik bacaların etrafında bulunan bu karbon molekülleri birden canlı olmaktadır. Canlılığın nereden geldiğiyle ilgili söyleyecek tek şeyi bulunmayan bilim dininin ruhbanları bu konuyu görmezden gelirler. Yine her nasıl oluyorsa oluyor, canlılığı nereden ve ne şekilde geldiği belli olmayan o ilk hücre -bir şekilde- kendisi gibi olanları buluyor ve içlerinden hangisi ne şekilde planladıysa o şekilde birleşerek başka bir varlığa dönüşüyor. Daha sonra, yine nereden ve nasıl olduğu bilinmez bir şekilde o varlık, daha komplike bir varlık olan balığa dönüşüyor. Burada şuna dikkat edilmelidir. Ortaya konan teoriye göre her bir süreç kendisinden daha girift, daha karmaşık ve daha komplike diğer bir süreci doğurmaktadır. Bu da önceki süreçlerin kendinden sonrakilerden daha akıllı ve daha kudretli olması anlamına gelmektedir. İşte bu şekilde denizlerde hayatına başlayan insan, her nasılsa karaya çıkıyor, yine hep kendisinden daha komplike bir varlığı ortaya çıkaran süreçlerle en nihâyetinde primat (insanımsı) bir varlığa ve oradan da akıllı ve iradeli bir varlığa dönüşerek sürecini insan olmayla tamamlıyor. Bu teoriye göre her süreç kendisinden sonraki süreci tasarlayan ve tasarladığını gerçekleştiren bir ilâhtır. Hepsinden önemlisi ise cansız, akılsız ve iradesiz başlayan karbon molekülü kendinden sonrakilerden daha büyük tanrıdır. Çünkü bu süreçlerin hepsinin söylenen dakiklikte gerçekleşmesi için sadece o ortamın değil varlığın tamamının buna göre organize edilmesi gerekmektedir. Çünkü o karbon atomu kendisini parçalasa bile bu süreçlerin gerçekleşmesi adına dünyadaki yaprağın kımıldamasına bile etki eden en uzaktaki yıldızı bile sürece dâhil etmezse hiçbir şey olmayacaktır. Varlığın içinde hiçbir varlığın diğerlerine katılmadığı, münferit bir var olma sürecine giremeyeceğini bilmek için denizlerin dibine inmeye gerek yoktur, sadece bakmak yeterlidir. O hâlde bir karbon atomunun insana dönüşme süreçlerinin gerçekleşmesi için evrendeki varlıkların tamamını sistemli bir şekilde çalıştıranın o karbon atomu olduğunu söyleme zorunluluğu vardır.
“Allah” dememek için önüne gelen her şeye ilâhlık özelliği vermekten çekinmeyen ‘kapitalizm dininin ruhbanları’ için bu sürece inanılıp inanılmaması asla önemli değildir. Onlar için önemli olan; insan türünün, her bilginin temelinde olan ve her varlığa bakınca ilk görülen o bilgiyi görmezden gelerek düşünmeye alışmasını sağlamaktır. Çünkü insan bir kere O’nsuz da bir şeyin olabileceğine inandı mı artık gerisi kendiliğinden gelmektedir.
Biraz önce insan türünün bilgi edinme imkânlarının iki tane olduğunu söylemiş ve bunlardan birincisinin “yaratılmış âyetler” diğerinin ise yine her birine âyet denilen ‘işaret, kelime ve cümlelerden’ oluşmuş “Kur’an” olduğunu ifade etmiştik. Varlık âyetlerindeki muhteşem uyum ve tasarımın Kur’an’da da olma zorunluluğu ve Kur’an’ın da o sanatkârın izini taşıması gerektiği aklen varılan doğal bir süreçtir. Bunun için de 136 milyon adet kitap okumaya gerek yoktur. Sadece akıl sahibi olmak yeterlidir. Nasıl ki yaratılmış âyetlere bakıldığında insanın gözünün içine sokulan ilk bilgi bunu yapan muhteşem bir sanatkârın var olduğu bilgisiyse, her varlık anlamını bu bilgiden alıyorsa tıpkı onun gibi Kur’an’a bakıldığında da bu kitabın muhteşem bir sanatkârın eseri olduğu insan türünün gözünün içine sokulmaktadır. Sadece 600 sayfalık bir kitapta 2700 kere direkt ismine ve belki de on binlerce kez zamirler üzerinden O’na atıf vardır. Nasıl ki yaratılmış varlıklardan hiçbiri O’nsuz var olamıyor, varlığına devam edemiyor ve anlam kazanamıyorsa tıpkı onun gibi Kur’an’daki her bir işaret, her bir kelime de O’nsuz var olamaz ve O’nsuz anlam kazanamaz.
Böylesine muhteşem bir kitabın ilk bilgisi yine o muhteşem Sanatkârdır. Varlık âyetlerinin de Kitap’taki âyetlerin de gözümüzün içine soktuğu o muhteşem Sanatkâr ilk bilgi olarak alınmadan hiçbir kelime hiçbir cümle anlamlı gelemez. Nasıl ki her şeyini o Sanatkâra borçlu olan şu varlık, O dikkate alınmadan ve O’na rağmen bir anlama hamledilemiyorsa bu kitaptaki her kelime de her cümle de öyledir. Onunla başlamayan her cümle, onunla anlam kazanmayan her kelime kütüphaneleri de doldursa boş sözdür.
İnsan türü her neye bakıyorsa baksın ilk bilgisi O, başlangıcı O olmalıdır. Çünkü var edilen her bir varlık, insanın bilgisiyle değil O’nun bilgisiyle var edilmiştir. İnsanın imkânlarıyla değil, O’nun imkânlarıyla var edilmiştir ve bu bilgi her bir varlığın en görünen, en bilinen, en göz önünde olan ilk bilgisidir.
Bu yazıya konu yaptığımız İsa-Âdem-Beşer-İnsan-Nâs kavramları bile söz olarak insan türünün îcadı kelimeler değildir. İnsan türüne ‘insan’ adını insan koymamıştır. İsa’nın da adını koyan ne annesidir ne de kendisidir. Hâkezâ Âdem kelimesi de böyledir. O hâlde bizim olmayan kavramları sanki biz yaratmışız gibi kafamızdaki anlamlara mahkûm etmek zulüm olacaktır. Hele bu kavramları ve bu kavramların kendisine isim olduğu varlıkları Yaratan ile bağını koparmak tam tamına ‘ateistlik’ olacaktır.
‘Yaratmak, yokken var etmek’ insana özgü ve insanın yapabileceği bir fiil olmadığı gibi, insanın havsalasının alacağı bir şey de değildir. Bu konuda söz söyleyecek tek yetkili ve sözü dinlenir tek kişi vardır. Bizzat o Sanatkârın ta Kendisi. Çünkü ‘yaratmak’ sadece ve sadece O’nun yapabileceği bir iştir. ‘Yaratmak’ kelimesine ister ‘var olandan başka bir varlık ortaya çıkarma’ anlamı verilsin ister ‘yokken bir varlık ortaya çıkarma’ anlamı verilsin, her hâlükârda bu işi yapabilecek tek kişi O’dur.