بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

(Mücâdele 58/1)

قذ سمع الله قول التي تجدلك في روجها و تستكي الي الله و الله يسمع تحوركما ان الله سميع بصير

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَك۪ٓي اِلَى اللّٰهِۗ وَاللّٰهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَاۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ

ÂYETTE KULLANILAN ZAMAN KİPLERİ

Âyette bulunan bir ism-i mevsûlden ve sıla cümlesinden dolayı âyetin bileşik cümle yapısında olduğu muhakkaktır. Bileşik cümleler bir ana cümleden ve kendi başına bir cümle olmakla beraber sıfat olarak ana cümleye bağlanan ara cümlelerden oluşur. Âyetin cümle yapısı (الَّت۪ي) (elleti) ism-i mevsûlünden önceki mâzî (geçmiş) zaman kipinden ve ism-i mevsûlden sonraki muzâri (şimdiki-gelecek-geniş) zaman kipinden oluşmuştur. İsm-i mevsûlden sonraki cümleler yapılacak i’râba göre ya tamamen ism-i mevsûlün sıfatı hükmünde sıla cümlesidir veya hemen ism-i mevsûlden sonra gelen تُجَادِلُكَ (tucadiluke) fiili sıla cümlesi olabilmekte, وَتَشْتَك۪ٓي (teşteki) fiili ile başlayan cümle de ‘hâl’ cümlesi olabilmektedir. Her iki durumda da ism-i mevsûlden önce mâzî, sonra ise muzâri zaman kipi kullanılmıştır.

تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَك۪ٓي اِلَى اللّٰ قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي
(tucâdiluke fî zevcihâ ve teştekî ila(A)llâh) (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî)
Muzâri zaman kipi Mâzî zaman kipi

Muzâri zaman kipinin kullanıldığı cümlenin ikinci yarısı her halükârda ana cümle içinde i’râbtan mahalli olmayan cümlelerden oluşmuştur. Yani ana cümle mâzî zaman kipinin kullanıldığı kısımdır. Diğer yarısı için iki türlü i’râb yapmak mümkündür. Nitekim el-İ’rabu’l Müyessera isimli çalışmada özellikle ism-i mevsûlden sonra iki türlü i’râbın mümkün olduğu belirtilmiştir:

﴿قد سمع الله قول التي تجادلك في زوجها وتشتكي﴾ :

 قد حرف تحقيق، وسمع الله فعل ماضٍ وفاعل، وقول مفعول به،

 والتي اسم موصول في محل جر بالإضافة،

 وجملة تجادلك لا محل لها من الإعراب، لأنها صلة الموصول،

 وتجادلك فعل مضارع، والفاعل مستتر يعود إلى المرأة المذكورة، والكاف مفعول به،

 وفي زوجها جار ومجرور متعلقان بـ﴿تجادلك﴾، ولا بُدَّ من حذف مضاف،

 وتشتكي عطف على تجادلك، أو الواو حالية، والجملة في موضع نصب على الحال.

Yukarıda farklı renkle belirtiğimiz kısımda وَتَشْتَك۪ٓي (teşteki) fiili ile başlayan cümlenin hâl cümlesi olarak da i’râb edilebileceği belirtilmiştir. Az sonra belirteceğimiz sebeplere göre bu i’râb daha isabetlidir. Meâl ve tefsirlerdeki anlamlar daha çok, ism-i mevsûlden sonraki cümlenin sonuna kadar sıla cümlesi olduğu kabul edilerek oluşturulmuştur. Buna göre meâl ve tefsirlerin kabul ettiği i’râb şu şekildedir:

تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَك۪ٓي اِلَى اللّٰ الَّت۪ي قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ
(tucâdiluke fî zevcihâ ve teştekî ila(A)llâh) (elleti) (qad semi’a(A)llâhu kavle)
İsm-i mevsûle dönen sıfat hükmündeki cümleler (i’râbtan mahalli yok) İsm-i mevsûl / muzafun ileyh (i’râbtan mahalli yok) Tahkik edatı + mâzî fiil + fâil + mef’ûlü bih (muzaf)

Bu i’râba göre ism-i mevsûlden sonraki cümleler şimdiki zamandaki sıfatlardır ve asıl cümle içinde başka bir görevi yoktur. Asıl cümledeki قَوْلَ الَّت۪ي (kavle-lletî) ifadesi isim tamlamasıdır. Bu isim tamlamasında قَوْلَ (kavl) kelimesi hem ana cümlenin mef’ûlü (nesnesi)’dir hem de isim tamlamasında muzaf (tamlanan)’dır. Bu kelimenin asıl cümleye dâhil oluşu sadece mef’ûl olmasıdır. İsim cümlesinde tamlanan oluşu ile asıl cümlede herhangi bir fonksiyon icrâ etmemektedir. Bu i’râba göre asıl cümle sadece bu قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ (qad semi’a(A)llâhu kavle) cümlesidir. Âyetin diğer cümleleri asıl cümlenin yan unsurlarıdır. Buna göre asıl cümle olan قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî) cümlesi “Allah kadının kavlini işitti.” şeklinde anlamlandırılmalıdır. Cümlenin diğer kısmı “Hangi kadının sözünü işitti?” sorusunun cevabıdır. Yani cümle şöyledir:

 قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي … (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî) … “Allah kadının kavlini işitti.”

İsm-i mevsûl müennes olduğu için kavlin bir kadına ait olduğu bilinmektedir ama nasıl bir kadına veya hangi kadına ait olduğu bilinmemektedir. İşte cümledeki sıla cümlesi o kadını tanıtan sıfatlardır. Yani sıla cümlesi kavlin içeriğinden değil kadının hangi kadın veya nasıl bir kadın olduğundan haber veren sıfat hükmündeki cümledir. Buna göre sorulacak soru şu olmalıdır:

Allah, nasıl veya hangi kadının kavlini işitti?

Cevap: الَّت۪ي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَك۪ٓي اِلَى اللّٰهِۗ … (e-lletî tucâdiluke fî zevcihâ ve teştekî ila(A)llâh)(Şu an) Kocası hakkında seninle çekişen ve Allah’a şikâyet eden kadının (kavlini işitti).

İşte bu i’râba göre ism-i mevsûlden sonraki cümleler sıla cümlesi olduğu için sadece kadını tanımlayan sıfatlardır ve o sıfatların kadının kavli ile bir alâkası yoktur. Üstelik kadının mücâdelesi de şikâyeti de şimdiki zamandadır ama hem kadının kavli hem de Yüce Allah’ın o kavli işitmesi yakın geçmiş zaman olsa bile geçmiş zamandadır. Bu i’râb bize kadının mücâdele eden ve şikâyet eden bir kadın olduğunu, Yüce Allah’ın işittiği kavlin de bu kadına ait bir kavl olduğunu bildirmektedir ama Yüce Allah’ın işittiği kavlin ne hakkında olduğunu bildirmemektedir. Söylediklerimizin daha anlaşılır hâle gelmesi için bu i’râba göre yapılmış meâllerden birini ele alalım.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَك۪ٓي اِلَى اللّٰهِ

(qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî tucâdiluke fî zevcihâ ve teştekî ila(A)llâh)

Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. (TDV meâli)

Bu meâle göre kavlin sahibi olan kadının “seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadın” olduğu anlaşılmaktadır ama bu kadının kavlinin ne hakkında olduğu, içeriğinin ne olduğu anlaşılmamaktadır. Bunun yanında sıla cümlesinde geçen تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا (tucâdiluke fî zevcihâ) ifadesine “kocası hakkında seninle tartışan” mânâsı verilmesi durumunda kadının mücâdele ettiği kişi resûl olmakta, mücâdele konusu da kocası olmaktadır. Yani kadın kocasını resûle karşı savunmuş olmaktadır.

Bilindiği gibi meâl ve tefsirlerin tamamı bu âyetin nüzul sebebi olarak Evs b. Sâmit’in karısı Havle bint Salebe’ye zıhâr yapması rivâyetini koymaktadırlar. Fakat az sonra daha detaylıca vereceğimiz o rivâyetlerle hem kabul edilen i’râb hem de âyetin metni uyuşmamaktadır. O rivâyetlerde kadın “kocası hakkında resûl ile münâkaşa etmemekte” tam tersi hem kocasına hem de resûle karşı mücâdele etmektedir. Oysa âyette geçen تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا (tucâdiluke fî zevcihâ) ifadesindeki فِي (fi) harf-i cer’i karşı olmayı değil tam tersi taraf olmayı ifade eder. Yani kadın kocasından taraf ama resûle karşıdır. Çünkü bu harf-i cer’e verilen “hakkında” mânâsı “için” anlamına gelmektedir. Yani “kocası için seninle mücâdele eden” anlamındadır. Kaldı ki Yüce Allah’ın işittiği kavlin kocası hakkında söylenmiş bir kavil mi yoksa başka bir konudaki kavil mi olduğu anlaşılmamaktadır. Konunun daha açıklığa kavuşması için âyetin arkasına konulan rivâyetleri vermek yerinde olacaktır.

NÜZUL SEBEBİ RİVÂYETLER İLE ÂYETİN UYUMSUZLUĞU

Kocası hakkında seninle mücâdele eden ve Allah’a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbette ki Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı zaten işitiyordu. Çünkü Allah, en iyi işitendir ve en iyi görendir. 

(Kurtubî / Tefsir c.17 s.124)

Âyete bu meâli veren Kurtubî, nüzul sebebi olarak birkaç değişik versiyonu olan şu rivâyetleri getirmiştir:

“Yüce Allah’ın: “Kocası hakkında seninle mücâdele eden ve Allah’a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbette ki Allah işitmiştir” buyruğunda sözü geçen Allah’a şikâyet eden kadın, Salebe kızı Havle’dir. Hâkim kızı Havle olduğu söylendiği gibi, kadının adının Cemile olduğu da söylenmiştir. Ancak Havle olduğu daha sahihtir. Kocası Ubade b. es-Samit’in kardeşi Evs b. Samit’tir.

Aişe (r.anha) dedi ki: Her şeyi işiten O yüce zatın şanı ne yücedir! Ben Salebe kızı Havle’nin sözlerini işitirken bir kısmını da anlamıyordum. O sırada kocasını Resûlullah’a şikâyet ediyor ve şöyle diyordu: Ey Allah’ın resûlü, benim gençliğimi yedi, karnım ona çocuk saçtı. Nihâyet yaşım ilerleyip artık çocuk doğuramaz hâle gelince bana zıhâr yaptı. Allah’ım ben hâlimi sana şikâyet ediyorum. Daha henüz sözlerini bitirmeden Cebrail şu: “Kocası hakkında seninle mücâdele eden ve Allah’a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbette ki Allah işitmiştir” âyeti nazil oldu. Bunu İbn Mace Sünen’inde rivâyet etmiştir. (İbn Mace 1.666 – Hâkim, Müstedrek II, 523 – Beyhaki, es-Sünenu’l Kubra VII, 382 – Buhari, VI, 2699 – Müsned, VI, 46 – Nesai, VI, 168)

es-Salebi dedi ki; İbn Abbas dedi ki: Bu kadın Hazreçli Huveylid kızı Havle’dir. Ubade b. Samit’in kardeşi Evs b. Samit’in nikâhı altındaydı. Bedenen güzel bir kadındı. Kocası onu secde hâlinde gördü. Kalçalarına bakınca bu durum hoşuna gitti. Namazını bitirince yanına gelmesini istedi, kabul etmedi. Bu sefer ona kızdı: Urve (ez-Zübeyr) dedi ki: Kocası kısmen deli bir kişi idi. Bu sırada deliliği tutmuş ve ona: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demişti. İla ve zıhâr cahiliye döneminde talak şekillerindendi. Bu kadın Peygambere gelince, ona: “Kocana haram oldun” dedi. Bu sefer kadın: Allah’a yemin ederim o talakı ağzına almadı, dedi. Sonra da: Fakirliğimi, yalnızlığımı, kimsesizliğimi, kocamdan ve amcamın oğlundan ayrılışımı Allah’a şikâyet ediyorum. Karnım ona çocuk doğurmuştu. Hz. Peygamber: “Sen ona haram oldun” diye buyurdu. Kadın peygambere karşılık vermeye, Peygamber de ona cevap yetiştirmeye devam edip durdu, nihâyet bu âyeti kerime indi.

el-Hasen’in rivâyetine göre kadın şöyle demişti: Ey Allah’ın Rasulü! Allah cahiliye dönemi geleneklerini silip kaldırmış bulunuyor. Benim kocam benden zıhâr yaptı. Rasulullah (s.a.v): “Bu hususta bana herhangi bir vahiy gelmedi” diye buyurdu. Kadın: Ey Allah’ın Rasulü! Her hususta sana vahiy geliyor da bu konuda mı sana vahiy gönderilmedi mi? dedi. Peygamber: “Durum sana dediğim gibidir” diye buyurdu. Kadın: Ben Allah’a şikâyet ediyorum, O’nun resûlüne değil deyince, Yüce Allah da: “Kocası hakkında seninle mücâdele eden ve Allah’a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbette ki Allah işitmiştir” âyetini indirdi. 

(Kurtubi – el-Camiu Li Ahkami’l Kur’an c.17.s.125)

Tefsirinde aynı rivâyetleri âyetin nüzul sebebi olarak aktaran Râzî, rivâyetlerde karısına zıhâr yapan Evs b. Sâmit için kullanılan كان به لمَمٌ (kane bihi lememun) ifadesi için şu açıklamayı yapmıştır:

Ebû Süleyman el-Hattabi: “Bu haberdeki كان به لمَمٌ (kane bihi lememun) “onda birazcık tuhaflık vardı” ifadesinden murad, delilik ve akılsızlık değildir. Çünkü, eğer onda böyle bir şey olsaydı ve bu hâliyle zıhâr yapmış olsaydı, bundan dolayı bir şey gerekmezdi. Aksine burada “lemem” kelimesinin anlamı, kadınlara düşkünlük, şiddetli hırs ve onlara meyildir” demiştir.

(Râzî, Tefsir c.21.s.350)

Râzî, rivâyetteki ‘lemem’ kelimesi için bu açıklamayı getirmiştir ama Kurtubî tefsirinde: “Bir kimsede delilik olur da bazan muntazam ifadeler kullanması hâlinde zıhâr yapacak olursa, onun bu zıhârı bağlayıcı hüküm ifade eder.” (Kurtubi a.g.e c. 17 s.133) demiştir.

Bu durumda rivâyette geçen ‘lemem’ kelimesi için ister Râzî gibi “kadınlara düşkünlük” anlamı verilsin isterse Kurtubî gibi “delilik ve akılsızlık” mânâsı verilsin sonuçta adam secde hâlindeki karısından tahrik olmuş olmaktadır.

Bu detay Aişe kanalıyla gelen rivâyetlerde bulunmamaktadır. Rivâyetlere göre Mücâdele sûresi Medine döneminin 5-6. yıllarında nâzil olmuş bir sûredir. Rivâyetler İbn Abbas’ın doğum yılı olarak da hicretten üç sene öncesini alırlar. Buna göre Mücâdele sûresi indiğinde henüz 8-9 yaşında bir çocuk olan İbn Abbas, Evs b. Sâmit’in namaz kılan eşinin (özür dileyerek) kalçalarından tahrik olmak gibi ince ve bir o kadar da utandırıcı detaya nasıl vâkıf olmuştur sorusunu sormak ve varsa rivâyetlerden bunun cevabını bulmak gerekmektedir. Bu rivâyetin kaynağı olarak gösterilen İbn Abbas’ın olayın yaşandığı zamanda 8-9 yaşında bir çocuk olduğu aşikâr olduğuna göre bizzat İbn Abbas’ın kendisi de bu olayı başkalarının rivâyet etmesi üzerinden öğrenmiş olmalıdır. Üstelik İbn Abbas’a her kim rivâyet etmiş ise bizzat kendisinin olay olurken yani Evs b. Sâmit’in (özür dileyerek) karısının kalçalarından tahrik olurken orada hazır bulunmuş olması gerekmektedir. Çünkü Mücâdele sûresine temel alınan bu rivâyetteki olayların şahidi 4 kişidir:

  1. Kadının kendisi
  2. Kadının kocası
  3. Resûlullah
  4. Aişe

Bu dört kişiden Aişe ve Allah resûlü, olayın sadece kendi önlerinde cereyan eden kısmına şâhit olmuşlardır. Allah resûlünün yanına kadının gelmeden önceki olaylara ne Resûlullah’ın ne de Aişe’nin şahitliği vardır. Önceki olayları kadın anlatmaktadır ve anlatımı içinde (özür dileyerek) “Kocam ben namaz kılarken kalçalarımdan tahrik oldu, yanına çağırdı, ben gitmedim, o da zıhâr yaptı.” gibi bir anlatımı yoktur. Üstelik bu olayı bize rivâyet eden ne Havle b. Salebe’dir ne de Evs b. Sâmit’tir. Bunların dışında olan kişilerdir. “O hâlde olayın dışında olan ve olay olduğu sırada henüz çocuk olan İbn Abbas sanki o ikisinin yanındaymış gibi ve hatta sanki Evs b. Sâmit’in içini okuyormuş gibi bu kadar ince detayı nasıl elde etmiştir?” sorusu çok önemli bir soru olmaktadır.

Diyelim ki bu soruların hepsini göz ardı ettik. Rivâyetlerde; kadın kocasını şikâyet etmek ve içinde bulunduğu duruma bir çözüm bulmak için Allah resûlünün yanına gelmektedir. Şikâyeti tamamen eşi hakkındadır. Daha sonra ise bu şikâyetine Allah resûlünün ona çözüm sunmaması, çaresiz bırakması da eklenmiştir. Şu hâlde eğer âyetin nüzul sebebi bu rivâyetse âyetteki ‘kavl’in bunlar hakkında olması gerekirdi. Oysa meâl ve tefsirlerin tercih ettiği i’râba göre âyette ne kavlin ne de şikâyetin içeriği ile ilgili hiçbir bilgi bulunmamaktadır. 

Kurtubî, Râzî ve onların peşinden giden ulemânın âyete verdiği Kocası hakkında seninle mücâdele eden ve Allah’a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbette ki Allah işitmiştir.” meâline göre sadece kadının kocası hakkında yani kocası için resûlle mücâdele ettiği detayı verilmekte ama şikâyetinin ve kavlinin içeriği ile ilgili herhangi bir bilgi verilmemektedir. Yani kadın tanıtılmaktadır ama kavli ve şikâyeti tanıtılmamaktadır.

Öyle anlaşılmaktadır ki ulemânın âyetin i’râbı olarak gösterdiğinin arka planında tamamen âyetleri rivâyetlere göre dizayn etme çabası bulunmaktadır. Gramer kaygısı veya anlam kaygısı yoktur.

Az önce el-İ’rabu’l Müyessera’dan yaptığımız alıntıdaki ikinci i’râba göre ise durum şu şekildedir:

وَتَشْتَك۪ٓي اِلَى اللّٰهِ تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪
ve teştekî ila(A)llâhi tucâdiluke fî zevcihâ qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî
Hâl cümlesi Sıla cümlesi Edat + fiil + fail + mef’ûlü bih (muzaf) + (muzafun  ileyh – ism-i mevsûl)

Bu i’râba göre de “kavlin ve şikâyetin” içeriği ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Yani bu i’râb da cümlede boşluklar oluşturmakta ve ne yazık ki oluşturulan o boşluklar rivâyetlerle doldurulmaktadır. Bu i’râbları tercih eden ulemâ, rivâyetler üzerinden, Yüce Allah’ın işittiği kavlin kadının resûl ile aralarında geçen konuşmalar olduğunu söylemektedir. Oysa âyetin nüzul sebebi olarak gösterilen rivâyetler temel alınsa bile âyetin devamında “Allah ikinizin ‘tahavur’unu işitmektedir.” cümlesi gelmektedir. Yani âyetin ilk yarısında Yüce Allah’ın işitmiş olduğu bir ‘kavl’, ikinci yarısında ise bir ‘tahavur’ (karşılıklı atışma) vardır. Bu noktada rivâyetlerde belirtilen; kadın ile Allah resûlünün konuşmalarının bir kısmı kavl, bir kısmı tahavur olmaktadır. Az önce Kurtubî’den alıntıladığımız rivâyetlerde kadın ile resûl arasındaki konuşmaların şu şekilde olduğu belirtilmişti:

Bu kadın Peygambere gelince, ona: “Kocana haram oldun” dedi. Bu sefer kadın: Allah’a yemin ederim o talakı ağzına almadı, dedi. Sonra da: Fakirliğimi, yalnızlığımı, kimsesizliğimi, kocamdan ve amcamın oğlundan ayrılışımı Allah’a şikâyet ediyorum. Karnım ona çocuk doğurmuştu. Hz. Peygamber: “Sen ona haram oldun” diye buyurdu. Kadın peygambere karşılık vermeye, Peygamber de ona cevap yetiştirmeye devam edip durdu, nihâyet bu âyeti kerime indi.

el-Hasen’in rivâyetine göre kadın şöyle demişti: Ey Allah’ın Rasulü! Allah cahiliye dönemi geleneklerini silip kaldırmış bulunuyor. Benim kocam benden zıhâr yaptı. Rasulullah (s.a.v): “Bu hususta bana herhangi bir vahiy gelmedi” diye buyurdu. Kadın: Ey Allah’ın Rasulü! Her hususta sana vahiy geliyor da bu konuda mı sana vahiy gönderilmedi? dedi. Peygamber: “Durum sana dediğim gibidir” diye buyurdu. Kadın: Ben Allah’a şikâyet ediyorum… 

(Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân c.17.s.125).

Âyette işitme/duyma fiili biri en başta mâzî olarak diğeri ise muzâri olarak iki defa kullanılmıştır. Müfessirlerimizin tercih ettiği i’râba ve âyete verdikleri meâllere göre birinci kullanımda Yüce Allah, resûlle münâkaşa eden ve Allah’a şikâyette bulunan kadının, içeriği belli olmayan bir kavlini işitmiştir. İkinci kullanımda ise Yüce Allah, kadın ve resûl arasında geçen karşılıklı konuşmaları işitmektedir. Yani biri geçmiş zamanda diğeri ise şimdiki zamandadır. O hâlde Yüce Allah’ın işittiği kavl ile hâlihazırda işitiyor olduğu tahavur aynı şeyler değillerdir. Çünkü birinci işitme, bitmiş bir kavli işitmedir; diğeri ise hâlihazırda devam eden bir işitmedir. Bu durumda “Yukarıdaki rivâyetin hangi kısmı kavl, hangi kısmı münâkaşa, hani kısmı şikâyet ve hangi kısmı tahavur’dur?” sorusu cevapsız kalmaktadır.

Ne yapılırsa yapılsın âyetteki kelimeler tahrif edilmeden, zaman kipleri üzerinde oynama yapılmadan, âyetin i’râbını en olmayacak şekle sokmadan bu âyetlerin nüzul sebebi olarak gösterilen rivâyetlere uydurulması mümkün değildir. Âyette bahse konu olan kadının Havle b. Salebe olduğuna, resûlün ise Allah resûlü Muhammed olduğuna dair en ufak bir delil yoktur. Bu âyetlerde bahse olan kadının da onun kavlinin de mücâdele ettiği resûlün de şikâyet ve tahavurunun da tespit edileceği yegâne merci Kur’an’dır. Eğer bu âyetler müfessirlerimizin nüzul sebebi olarak gösterdikleri rivâyetler olmadan anlaşılamayacak olsaydı Yüce Allah o rivâyetleri aktarmayı Kur’an’ın inişinden iki asır sonra yazılacak olan hadis kitaplarını yazan müelliflere bırakmaz, bizzat kendisi Kur’an’a koyardı. Yüce Allah’ın başkası tarafından tamamlanmasa anlaşılmayacak bir söz göndermesi ve ardından bu söze uymayanları ebedî cehennem ile tehdit etmesi olacak şey değildir. 

Âyetleri anlamada vazgeçilmez olarak gördüğümüz “Kur’an Kur’an ile anlaşılır” çerçevesince, âyetlerde geçen kelimelerin, isimlerin, şahısların kimler olduğunun tespiti rivâyetler üzerinden değil yine Kur’an’ın içinden yapılmalıdır. Âyetleri rivâyetler üzerinden anlamlandırmaya çalışan müfessirlerin, âyetlerin gramatik yapısı ile alâkalı tercih ettikleri i’râbların tamamı âyetlerin rivâyetlere uydurulmaya çalışılması çerçevesine göredir. Birazdan daha detaylı değineceğimiz gibi ulemâ önce zıhârı bir hukuk olarak görmüş, daha sonra bu âyetleri zıhâr denilen Câhiliye âdetine uydurmak için çaba sarf etmişlerdir. 

Âyetleri zıhâr denilen Câhiliye âdetine uydurmaya çalışan ulemâ, âyetlerde geçen kelimelere de bu çerçeveye göre anlam tercihinde bulunmuşlardır. Meselâ, ulemânın tamamı âyette geçen تُجَادِلُكَ (tucadiluke) kelimesine “seninle münâkaşa eden, seninle tartışan, seninle mücâdele eden” mânâsını tercih etmişlerdir. Bu mânâyı tercih etmelerinin ana sebebi rivâyetlerdeki, kadının resûl ile münâkaşa etmiş olmasıdır. Oysa aynı kelimenin “bir şeyi savunmak, birini savunmak, biri için çaba sarf etmek” anlamı da vardır ve kelime tam da bu anlamlarda Kur’an’da kullanılmıştır (meselâ; 4/107, 109 – 11/74 – 16/111). Müfessirlerimiz rivâyetlerde anlatılan, kadının resûlle mücâdele etmesini baz alarak âyetteki kelimeye “seninle münâkaşa eden” anlamını tercih etmişlerdir. Oysa aynı kelimeye “seni savunan, seninle beraber mücâdele eden” anlamı vermek de mümkündür. Müfessirlerimizin tercihini rivâyetler belirlemiştir. Oysa bahse konu olan kadının kim olduğu sorusunun rivâyetler üzerinden değil de Kur’an üzerinden cevaplanması durumunda karşımıza bambaşka şeyler çıkacaktır. Birazdan bunun üzerinde durulacaktır.

Bu noktada, âyette kelimelere rivâyetler tarafından doldurulacak boşluklar olmadan i’râb yapılması durumunda aşağıdaki i’râbın daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.

İ’RÂB

قَدْ kad Tahkik edatı 
سَمِعَ semi’a Müfred-müzekker-gaib mâzî fiil
اللّٰهُ Allâhu Fâil
قَوْلَ kavle Mefûl-ü bih (aynı zamanda muzaf)
الَّت۪ي elletî Muzafun ileyh (i’râbtan mahalli yok) 
تُجَادِلُكَ tucâdiluke Sıla cümlesi (Elleti’nin sıfatı) + Mufaale babında. Muzâri, müfred-müennes-gaib. Fiil mutavaat bildirmemektedir. Fiilde çokluk ve gayret vardır. Sıla cümlesi olduğu için ana cümlede i’râbtan mahalli yoktur. İ’râbı kendi içindedir.
فِي Harfi cer +müteallakı “semia” kelimesi
زَوْجِهَ zevcihâ Semia kelimesinin mef’ûlü bih gayri sarihi
وَ ve Vâv-ı hâliyye
تَشْتَك۪ٓي teştekî Muzâri, müfred-müennes-gaib fiil (mef’ûlünü harfi cerle aldığı için lazım fiil)
اِلَى ila Harf-i cer
اللّٰهِۗ Allâhi Teşteki fiilinin mef’ûlü bih g. sarihi
وَاللّٰهُ va(A)llâhu Vav’ı ibtidaiyye (yeni bir cümle) + müpteda
يَسْمَعُ yesme’u Haber (cümle olarak) Muzâri, müfred-müzekker-gaib fiil + faili müstetir hüve 
تَحَاوُرَكُمَا tehâvurakumâ Mefulü bih (muzaf+muzafun ileyh) + Tesniye zamir 
اِنَّ inna Nasb edatı
اللّٰهَ Allâhe İnne’nin ismi
سَم۪يعٌ semî’un İnne’nin 1.haberi
بَص۪يرٌ basîrun İnne’nin 2.haberi

Bu i’râba göre âyete mânâ verilmesi durumunda şu şekilde bir meâl olacaktır.

Mücâdele 58/1

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَك۪ٓي اِلَى اللّٰهِۗ وَاللّٰهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَاۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ

Allah, seni savunan kadının, gidermesi için şikâyetini Allah’a arz ederek, kocası hakkında söylediklerini işitmiş. Allah ikinizin (sen ve kadının kocasının) tahavurunu da işitmektedir (işitir). Çünkü Allah Semi’dir, Basir’dir.

Yukarıda detaylıca belirttiğimiz i’râba göre anlam verdiğimiz bu meâlin gerekçeleri şu şekildedir:

  • Bir cümlenin mâzî fiilden önce قَدْ (qad) edatı ile başlamasının sebepleri
  1. Mâzî fiilden önce قَدْ (qad) gelince yakın geçmiş zamanı, yani henüz bitmiş bir olayı ifade eder. Çünkü قَدْ (qad) edatı, mâzî fiilin geçmiş zaman ifadesini şimdiki zamana yaklaştırır. 
  2. Mâzî fiilin başına gelen قَدْ (qad) edatı, yakın geçmiş zaman ifade ettiği gibi yine beklenti ve kesinlik de ifade eder. قَدْ (qad)’ın ifade ettiği beklenti, mâzî fiilin ifade ettiği eylemin haber verilmeden önceki beklentisidir. Daha doğrusu mâzî fiil, قَدْ (qad) ile birlikte bu beklentiye cevap olarak gelir. 
  3. Sadece kesinlik ve yaklaştırma da ifade edebilir. Yakın geçmiş zamanda meydana gelmiş olayların anlatımında kullanılan قَدْ فَعَلَ (qad feale) kalıbı, etkileri şimdiki zamanda hâlâ hissedilen eylemlerde gelir.
  4. قَدْ (qad) edatı, mâzî fiilin başına geçip, olayın geçmiş bir eylemden önce gerçekleşmiş olduğunu da ifade edebilir. Bu durum özellikle hâl cümlesinde söz konusudur.

(Mehmet Ali Şimşek – Arapçada Zaman Kalıpları, Kullanım Alanları ve Türkçedeki Zamanlarla Karşılaştırma – Yüksek Lisans Tezi)

Bu durumda âyette geçen قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ (qad semi’a(A)llâhu) ifadesine “Allah işitmiş” mânâsı vermek daha isabetli olacaktır. Yalnız “işitmiş” kelimesinin sonundaki ‘-miş’ eki Türkçedeki “miş’li geçmiş zaman” eki değil, yakın geçmiş zamanın hikayesidir. 

Bu edattan dolayı bahse konu olan ‘kavli’n Yüce Allah tarafından dikkate alınması ile ilgili bir beklentinin olduğu, قَدْ (qad) edatı ile de bu beklentinin gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Nitekim قَدْ (qad) edatı beklentinin gerçekleşmesini bildiren “tahkik” edatı olarak da bilinmektedir. İşte bu duyma geçmişte olmuş ama beklenti içinde olanlar o fiilin yapılmış olduğunu şimdiki zamanda öğrenmişlerdir.

Fakat şöyle bir detay vardır. Âyette kullanılan üslûba bakılırsa O’ndan 3.tekil şahıs olarak bahsedildiği için bu haberi verenin Allah değil O’ndan başkası olduğu anlaşılmaktadır. Âyette “sen” muhâtap zamiri kullanıldığı için bir diyalog vardır. Bu diyalog, sözü söyleyen yani Allah’tan haber veren ile “sen” denilen zamir arasında geçmektedir. 

Sözü söyleyen ile “sen” diye kendisine hitap edilen kişinin Yüce Allah’ın her şeyi duyan ve gören olduğunu bilmemiş olması söz konusu bile değildir. Bu durumda sözü söyleyen kişi Yüce Allah’ın bir şeyi duyduğunu değil, beklenti içinde olunan bir şeyi dikkate aldığını haber vermiş olmaktadır. Sözü söyleyenin Yüce Allah’ın nefsinde gerçekleşen bir şeyi bilmesi ve bunu “sen” denilen kişiye de haber vermesi, Yüce Allah’ın beklenti içinde olunan olaya tepki vermesi ile anlaşılır olmuştur. İşte bu tepki az önce gerçekleşmiştir ve sözü söyleyen de hiç vakit kaybetmeden bunu beklenti içinde olan kişiye iletmektedir. Burada sözü dikkate alınan kişi kadındır. O kadının sözünün dikkate alındığını ilk öğrenen Yüce Allah’ın bildirilerini taşıyan yani bu haberi “sen” denilen kişiye bildirendir. Aslına bakılırsa bu tür cümleler sadece Arapçada değil Türkçede de vardır.

“Hiç vakit kaybetmeden otogara gittim ama otobüs gitmiş.”

Bu cümlede otogara giden kişi otobüsün gittiğini görmemiş ama otobüsün otogarda olmayışından onun çoktan gitmiş olduğunu anlamıştır. Üstelik bu tür cümlelerde fiile getirilen “-miş” eki fiilin zamanının miş’li geçmiş zaman olduğunu göstermemektedir. Fiile eklenen bu “-miş” ekleri fiilin “öğrenilen geçmiş zaman” olduğunu göstermektedir. Yani kişi fiili görmemiş ama fiilin gerçekleştiğini öğrenmiştir.

Bu durumda âyetin قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî) cümlesinden şunlar anlaşılmaktadır:

  1. Kadının kavli öncesinde olmuştur ve bu hem “sen” denilen kişi hem de “sen” diyen kişi tarafından bilinmektedir. Kavlin sahibi kadın olduğu için o bu kavlinden dolayı zaten bir beklenti içindedir ama sözü söyleyen ve “sen” denilen kişiler de kadınla beraber bir beklenti içine girmişlerdir. 
  2. Yüce Allah’ın duyması veya kadının söylediğini dikkate alması O’nun nefsinde gerçekleşen bir şeydir. Hiçbir göz onu kuşatamadığı için Yüce Allah’ın bir sözü dikkate almış olduğunun bilinmesi ancak o olay üzerine bir tepki vermesinden anlaşılır. Haberi veren kişi bu tepkiyi ilk öğrenendir. Cümlesine قَدْ (qad) edatı ile başlaması, daha önceden oluşan beklentiye Yüce Allah tarafından verilen tepkiyi ilk kendisinin öğrenmesinden ve haber verdiği kişiye beklentinin karşılandığını bildirmesinden dolayıdır.
  3. Yani Yüce Allah’ın duymuş olduğu sözü söyleyen kişi tarafından şâhit olunmuş bir eylem değil, etkilerinden öğrenilmiş bir eylemdir. “Rüzgâr, duvarı yıkmış. – Deprem şehri yerle bir etmiş.” cümlelerinde olduğu gibi rüzgârın duvarı yıktığı, duvarın yıkılmış olduğundan; depremin şehri yerle bir ettiği, şehrin tahrip olmasından anlaşılmıştır. Yoksa bu sözleri söyleyen kişi ne rüzgârın duvarı yıktığını ne de depremin şehri yerle bir ettiğini görmüştür. Fiillerin sonuna getirilen “-miş” eki, fiilin miş’li geçmiş zaman olmasından değil, sözü söyleyenin o fiilleri öğrenmiş olmasından dolayı getirilmiştir. 
  4. Bu edat; kadının kavlinin az önce söylenmiş bir kavil olduğunu değil, Yüce Allah’ın o kavle az önce tepki verdiğini belirtmektedir. Yani kadının kavlinin, çok öncesine ait bir kavil olması muhtemeldir.
  • سَمِعَ (semia) fiili

Kur’an’da tüm formlarıyla birlikte 185 kez geçmektedir. Fiil olarak “işitmek, anlamak, sezmek, dinlemek, kulak vermek” mânâlarında geçen kelime isim olarak “kulak” (2/7) mânâsında da kullanılmaktadır. Bu kelime Yüce Allah’ın esmâsı olarak 41 kez O’na atfen gelmiştir. Anlamaya çalıştığımız Mücâdele sûresinin 1. âyetinde hepsi de Allah’a atfen; iki defa fiil bir kere de sıfat-ı müşebbehe olarak geçmektedir. 

Bir fiilin ya da sıfatın hem insanlara hem de Yüce Allah’a kullanılıyor olması o fiilin aynı şekilde tezâhür ettiği anlamına gelmemektedir. Çünkü Yüce Allah dışındaki varlıkların tamamı yaratılmış ve misli olan varlıklardır ama Yüce Allah yaratan ve misli olmayan benzersiz bir Zat’tır. Bu yüzden işitme fiilinin her iki varlıkta aynı şekilde tezâhür etmesi olanaksızdır.

İnsanların sahip olduğu duyma organı sınırlı kapasiteye sahiptir ve varlığın içindeki her sesi duyamaz. Çünkü Yüce Allah insanın kabiliyetlerini varlığın içindeki tüm sesleri aynı anda duymaya ve hepsini aynı anda temyiz etmeye ve akıl etmeye göre dizayn etmemiştir. İnsan türü sahip olduğu kapasite ile tüm sesleri aynı anda duymayı kaldıracak boyutta değildir. İnsanın kulağı da kulağının topladığı sesleri ayırt edip anlayan aklı da sınırlıdır. Hatta sesler insanın kulağına gelse bile odaklanmadığı, temyiz etmediği, diğerlerinden ayırt etmediği sesleri de duyamaz. İnsanın kulağı sesleri toplayan bir organdır ama duymak denilen olgu sadece o seslerin kulak tarafından toplanması ile gerçekleşmemektedir. Duymak dediğimiz olgu insanın anlamasını sağlayan “akıl, his, sezi” gibi kabiliyetlerin birlikte hareket etmesi ile gerçekleşir. Çok kalabalık bir caddede kulağa gelen binlerce sesten sadece odaklanılanlar yani diğerlerinden ayırt edilenler duyulur. Herkesin aynı anda konuştuğu hınca hınç dolu bir salonda sesler kulağa gelir ama sadece “aklın, sezinin, hislerin” odaklandıkları yani dikkat ettikleri duyulur. Bu durum sadece aynı anda yüzlerce sesin olduğu ortamlarda değil, tek bir tane ses olsa bile eğer insan o sesi temyiz etmiyorsa, aklını ve hislerini o sese yönlendirmiyorsa yine duyamaz.

Duymak dediğimiz olgu tamamen nefsin içinde gerçekleşen bir olgudur. Konuşan kişi muhâtabının kendisini duyduğunu muhâtabının nefsinin içinde gerçekleşen “akletme ve odaklanma” fiillerini gördüğünden değil, muhâtabının konuşmasına uygun tepkiler vermesinden anlar. Öte yandan sesi duyan muhâtabın duymamış gibi yapması, duymadığını da duymuş gibi yapması da mümkündür.

Meselâ, arkasından çağırılan kişinin çağrıya hiç tepki vermemesi durumunda hakîkî mânâda duyup duymadığını anlamanın imkânı yoktur. Duymuştur ama duymamış gibi yapması da mümkündür, gerçekten duymamış olması da mümkündür. Aynı şekilde yüz yüze olan bir konuşmada bile muhâtabın konuşulanı duyup duymadığı sadece onun verdiği tepkilerden anlaşılır. Yani ister yüz yüze olunsun isterse olunmasın muhâtabın duyduğunun anlaşılması sadece ve sadece verdiği tepkilerden anlaşılır.

Mücâdele sûresinin 1. âyetinde kullanılan üslûba göre Yüce Allah’tan 3. tekil şahıs olarak bahsedilmekte ve O’nun duyduğu haber verilmektedir. Âyette konuşan kişi Yüce Allah değildir tam tersi O’ndan haber veren başka bir kişidir ve o kişi قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُك (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî tucâdiluke) “Allah seni savunan kadının kavlini işitti.” şeklinde bir haber vermektedir. Hiçbir göz Yüce Allah’ı kuşatamayacağına göre (6/103), hiçbir kulak da onu işitemeyeceğine göre Yüce Allah’ın duyduğunu söyleyen kişi bu haberi neye göre vermektedir? Yani Allah’ın duyduğunu nasıl anlamıştır?

Bu soru “Kur’an’ın üslûbu” meselesi ile birlikte anlaşılması gereken bir sorudur. Fakat Kur’an’ın üslûbu meselesini bu bağlamda ele almak teknik olarak mümkün değildir. Bu yüzden biz sadece konumuzla alâkalı olan kısımlarına değineceğiz. 

Âyette kullanılan üslûba baktığımızda “sen” diyerek hitap edildiğine göre “muhâtap” sigâsının kullanıldığı açıktır. O hâlde bu âyet; haber veren ile kendisine “sen” diye hitap edilen kişi arasında geçen bir konuşmadır ve haber veren kişi Allah değildir. Çünkü âyette “Allah işitti.” denmektedir. Eğer konuşan kişi Allah olsaydı kendisinden 3. tekil şahıs olarak bahsetmesi hiçbir şekilde doğru olmazdı. 

Bu noktada, “Haber veren kişi Allah’ı kuşatamayacağına ve duyma olgusu da Allah’ın nefsinde olan bir olgu olduğuna göre nasıl olur da ‘Allah işitti.’ diyebilir?” sorusu önem kazanmaktadır. Üstelik haber veren kişi Yüce Allah’a ait bir haberi verdiğine göre Yüce Allah’ın her şeyi duyan bir İlâh olduğunu bilmiyor olması ve hatta buna imân etmiyor olması mümkün değildir. Yüce Allah’ın es-Semi olduğu her sıradan müminin inanması zorunlu olan özelliklerinden biridir. Bizler Yüce Allah’ın duyduğuna ve hatta tepkilerine hiçbir şekilde şâhit olmamış birileri olarak bile Yüce Allah’ın her şeyi duyduğuna imân etmekteyiz. Yüce Allah’tan haber veren kişinin hem de “kadının kavli” diyerek özel bir sözü “duyduğunu” belirtmesi ancak ve ancak Yüce Allah’ın o söze tepki vermesi ile anlaşılacak bir şeydir. Yoksa Yüce Allah’ın tepki vermediği sözler O’nun duymadığı sözler değildir. Her gün milyonlarca varlık Yüce Allah’a dua etmekte ve O’ndan sürekli bir şeyler istemektedir. Yüce Allah kendisine edilen bu duaların hepsini duymaktadır ama hepsine karşılık vermemektedir. Karşılık vermediği dualar O’nun duymadığı dualar değildir. Her mümin ister duasına karşılık verilsin isterse verilmesin Yüce Allah’ın kendisini duyduğuna imân eder. Duasına karşılık verilmemesi durumunda “Durmadan dua ettim, Allah beni duymadı.” demez, diyemez. Yüce Allah’ın her istenileni yerine getirmemesi O’nun duymadığının değil, İlâh oluşunun bir özelliğidir. Bir kul Yüce Allah’tan isterken istediği şeyin kendisi için gerekli olduğuna kul olarak karar verir ama Yüce Allah kullarının isteklerini onların sınırlı ilmi ve sınırlı akıllarına göre değil, Kendi ilmine ve kuşatıcılığına göre değerlendirir. Cevap vermesi de vermemesi de onun İlâh oluşundandır. Aslına bakılırsa Yüce Allah’ın her isteğe cevap vermemesi de bir cevaptır. Ama her ne olursa olsun Yüce Allah cevap verdiği duayı da cevap vermediği duayı da işitmektedir. Yüce Allah’tan bir şey isteyen kul, isteğinin kendisine verilmesi durumunda Yüce Allah’ın kendisini duyduğunu değil, dikkate değer bulduğunu anlar. Bu noktada, Yüce Allah’ın bir olay üzerine tepki vermesi demek o şeylerin Kendi nezdinde kabul gördüğü, dikkate değer bulunmuş olduğu demektir.

Âyette geçen قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî) “Allah o kadının kavlini işitti.” cümlesi Yüce Allah’ın duyduğunu bildiren değil, dikkate aldığını ve karşılık verdiğini bildiren bir cümledir. Nasıl ki konuşma sırasında karşıdaki muhâtabın söylenen sözlere uygun tepkiler vermesi durumunda o kişinin o sözü duyduğu anlaşılıyorsa, Yüce Allah hakkında kullanılan “duydu” kelimesi de aslında “dikkate aldı, uygun karşılığı verdi, ona uygun cevap verdi” anlamına gelmektedir. Yoksa Yüce Allah’ın duyduğu onun yüzüne, hâl ve hareketlerine, tavırlarına bakılarak anlaşılacak bir şey değildir. Çünkü hiçbir göz O’nu kuşatamaz.

Kur’an’daki âyetlerde de سَمِعَ (semia) kelimesi tam da bu anlamda yani “gerekli karşılığı verdi, gerekli tavrı takındı” mânâsında kullanılmıştır.

Enfâl 8/20

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ وَاَنْتُمْ تَسْمَعُونَۚ

Ey imân edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve (Kur’an’ı) dinlediğiniz hâlde ondan yüz çevirmeyin. (TDV meâli)

“İşittiğiniz hâlde ondan yüz çevirmeyin.” demek “sesler kulağınıza geldiği hâlde” demek değil, “anladığınız hâlde” demektir. İşitilen şeye karşı geliştirilecek doğru tavır; işitilen söze uygun davranış sergilemektir. İşitilen söz başka, gösterilen tavır başka olursa işitme işlemi gerçekleşmemiş âdeta işitilmemiş demektir.

Enfâl 8/21

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ

İşitmedikleri hâlde işittik diyenler gibi olmayın. (TDV meâli)

Bu âyet ise kişilerin duymadıkları bir sözü “duyduk” diyenlerden değil, gereğini yerine getirmedikleri hâlde sanki gereğini yerine getiriyormuş gibi yapanlardan bahsetmektedir. Çünkü âyetteki سَمِعْنَا (semi’na) kelimesi mâzî bir kelime ama وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ (vehum lâ yesme’ûn(e)) ifadesi muzâri bir ifadedir ve cümlede hâl konumundadır. Âyetin gramer yapısı bile âyetin “Gereğini yerine getirmedikleri hâlde ‘gereğini yerine getirdik’ diyenler gibi olmayın.” anlamında olduğunu anlamaya yeterlidir.

Her halükârda “duymak” demek kulağa gelen sesi beyne iletmek demek değil, o sözü anlamak ve gereğini yerine getirmektir. Beyne giden ama anlaşılmayan bir sözün duyulması ile duyulmaması arasında bir fark yoktur. Aynı şekilde; duyulan, beyne giden ve anlaşılan bir sözün gereğini yerine getirmemekle o şeyin duyulması veya duyulmaması arasında bir fark yoktur. Hangi söz olursa olsun ‘duymak’ denilen olgu o söze istenilen veya istenilmeyen karşılıklar verilmesi durumunda gerçekleşmektedir. Bir sözün muhâtapları tarafından duyulduğunun anlaşılması, sadece o söze uygun davranışlar göstermelerinden değil aynı zamanda söze uygun davranışlar göstermemelerinden anlaşılır. “Otur!” denilen kişinin “Oturmam.” demesi sözü duyduğu ama gereğini yerine getirmemesi demektir. 

Bu noktada; anlamaya çalıştığımız âyette geçen قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî) cümlesine “Allah kadının sözünü dikkate almış veya Allah kadının sözüne karşılık verdi.” mânâsı vermek daha isâbetli bir mânâ olacaktır. Fakat az önce de açıkladığımız gibi; bu cümlelerde kullanılan “-miş” eki miş’li geçmiş zaman eki değil, “öğrenilen geçmiş zaman” ekidir. 

  • قَوْلَ (kavl) kelimesi

Bu kelime ق و ل (qaf + vav + lam) kök harflerine sahiptir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 1722 tane kelime bulunmaktadır. Kur’an’da en fazla kullanılan fiildir. “Demek, söylemek, konuşmak” anlamlarına sahip bu kelime, âyette قال (qale) kelimesinin mastarı olarak geçmektedir. Kelime قَوْل (kavl) formunda isim olarak “söz, ifade, doktrin, görüş, takrir, öğreti” gibi anlamlara gelmektedir. Kelime Kur’an’da قَوْل (kavl) formunda isim olarak 92 kez geçmektedir.

Kelime, anlamaya çalıştığımız âyette bir isim tamlamasında (قَوْلَ الَّت۪ي) (kavle-lletî) “tamlanan” yani “muzaf” olarak geçmektedir. “Zeyneb’in kalemi – Hasan’ın eli – kapının kolu – bahçenin duvarı” tamlamalarında görüldüğü gibi Türkçedeki isim tamlamalarında tamlayan kelime önce, tamlanan kelime ise sonra gelmektedir. Fakat Arapçada isim tamlamalarında tamlanan (muzaf) önce, tamlayan (muzafun ileyh) ise sonra gelmektedir. Arapçada tamlanan kelimenin önce gelmesi tamlayan kelimenin asıl cümle içinde hiçbir görev almamasından dolayıdır. Aslında tamlayan kelimenin cümle içinde herhangi bir görevinin olmaması sadece Arapçaya has değildir. Tüm dillerde tamlayan kelime cümlenin asıl unsurlarından biri değildir. Meselâ;

Mehmet’in elini tuttum.

Kalem’in ucunu kırdı.

Evin kapısını açtı.

Bu cümlelerde geçen “el, uç, kapı” kelimeleri asıl cümle içinde nesnedirler ama “Mehmet, kalem, ev” kelimeleri asıl cümlede hiçbir fonksiyonu olmayan, tek görevleri tamlanan kelimeyi anlaşılır, tanınır ve bilinir hâle getiren kelimelerdir. 

Âyette geçen قَوْلَ الَّت۪ي (kavle-lletî) isim tamlamasında قَوْلَ (kavl) kelimesi asıl cümle içinde nesne (mef’ûlü bih) olmuştur ama aynı zamanda asıl cümle içinde herhangi bir fonksiyon icrâ etmeyen, tek görevi kendisini daha bilinir hâle getiren الَّت۪ي (elleti) kelimesine “tamlanan (muzaf)” olarak izâfe edilmiştir. Bu durumda olan kelimeler asıl cümle içinde herhangi bir fonksiyon icrâ etmedikleri zaman onlara “i’râbtan mahalli yok” denmektedir. Yani “Asıl cümle içinde görevi yok.” anlamına gelmektedir. Bu durumda âyetteki asıl (ana) cümle sadece (qad semi’a(A)llâhu kavle) قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ kısmıdır. Fakat eğer âyetteki tamlayan kelimeyi yok sayarak anlam verecek olursak “Allah bir söz işitti.” şeklinde bir anlamla karşılaşacaktık ki bu durumda sözün kime ait olduğu asla anlaşılmayacaktı. İşte, bu daha iyi anlaşılsın diye (قَوْلَ الَّت۪ي) (kavle-lletî) izâfet terkibi oluşturulmuştur. Fakat bu durum yine cümlede bir kapalılık oluşturmaktadır. Cümleye bu sefer ism-i mevsûlü katarak mânâ verdiğimizde şöyle olacaktır:

 قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ … (qad semi’a(A)llâhu kavle) … Allah bir söz işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي  … (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî) … Allah kadının sözünü işitti.

Cümleye dikkat edilirse ism-i mevsûl dâhil edilse bile cümlenin üzerindeki kapalılık henüz kalkmamıştır. Evet, sözün bir kadına ait olduğu bildirilmiş olmaktadır ama “Bu kadın nasıl bir kadındır? Hangi kadındır?” soruları cevapsız kalmaktadır. Bu durumda bu sefer kadını tanımamıza yardımcı olacak şeylere ihtiyaç duymaktayız. İşte ism-i mevsûlden sonra gelen cümle, kadını tanımamıza yardımcı olacak sıla cümlesidir. 

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ … (qad semi’a(A)llâhu kavle) … Allah bir kavil işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي … (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî) … Allah kadının kavlini işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî tucâdiluke) Allah, seni savunan kadının kavlini işitti.

Evet, bu cümle açık bir cümle hâline gelmiştir ama hâlâ ‘qavl’ kelimesinin üstündeki kapalılık gitmemiştir. Çünkü Allah’ın, kadının hayatında sarf ettiği ‘qavl’den hangisini duyduğu (dikkate aldığı veya karşılık verdiği) bilinmemektedir. İşte bu sefer devreye asıl cümle içinde mef’ûlü bih gayri sarih (dolaylı tümleç) olan bir kelime daha girerek ‘qavl’ kelimesi üzerindeki kapalılık tamamen giderilmektedir. 

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ … (qad semi’a(A)llâhu kavle) … Allah bir kavil işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي … (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî) … Allah kadının kavlini işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî tucâdiluke) Allah, seni savunan kadının kavlini işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî tucâdiluke fî zevcihâ) Allah, seni savunan kadının, zevci hakkındaki kavlini işitti.

Fakat bütün bu açıklamaya rağmen hâlâ ‘qavl’ kelimesi üzerindeki kapalılık giderilmemiştir. Çünkü kadının, zevci hakkında söylediği binlerce söz olabilir. Âyette kastedilen ‘qavl’ belli bir kavildir. Çünkü mârife bir kelimeye muzaf olmuştur. Bu noktada, cümledeki fonksiyonu hâl cümlesi olan devamındaki ifadeler ‘qavl’i daha açık hâle getirmektedir.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ … (qad semi’a(A)llâhu kavle) … Allah bir kavil işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي … (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî) … Allah kadının kavlini işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî tucâdiluke) Allah, seni savunan kadının kavlini işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî tucâdiluke fî zevcihâ) Allah, seni savunan kadının zevci hakkındaki kavlini işitti.

قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَك۪ٓي اِلَى اللّٰهِ (qad semi’a(A)llâhu kavle-lletî tucâdiluke fî zevcihâ ve teştekî ila(A)llâhi) Allah, seni savunan kadının kocası hakkında Allah’a şikâyet ederek söylediklerini işitti.

Evet bu cümlede, kadının bir resûlü savunan bir kadın olduğu, kavlinin de eşi hakkında Allah’a yapılan bir şikâyet olduğu anlaşılmaktadır ama bu cümle bile âyetin üzerindeki kapalılığı giderememiştir. “Söz konusu olan kadın kimdir? Hangi konularda kendi zevcesini Allah’a şikâyet etmiştir?” gibi soruların cevabı âyetten anlaşılmamaktadır. İşte tam burada bu sefer âyetteki en belirgin öğe olan ‘ism-i mevsûlün’ fonksiyonu devreye girmektedir. İsm-i mevsûller tek başlarına bir anlam taşımazlar, anlamlarını kendilerinden sonraki cümleden alırlar ama en temel fonksiyonları ism-i mevsûlle ifade edilen kişinin bahsinin başka yerlerde geçtiğini bildirmektir. Yani âyetteki ism-i mevsûl bize “Bu kadının bahsi başka yerde geçti.” demektedir. Bu noktada yapılması gereken izâfet terkibi, ism-i mevsûl, sıla cümlesi ve hâl cümlesi olarak bize tanıtılan kadının ve içeriği “zevcesi hakkında Allah’a şikâyet” olan kavlinin izini Kur’an’da sürerek nerede geçtiğini aramak, bulmaktır.

Kur’an’ın tamamında bir resûlü savunan ve aynı zamanda kocası hakkında Yüce Allah’a şikâyet bildiren tek kadın Tahrîm sûresinin 11. âyetinde genişçe anlatılan Firavun’un karısıdır.

Tahrîm 66/11

Allah, inananlara da Firavun’un karısını misal gösterdi. O: “Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar” demişti. (TDV meâli)



Önerilen İçerikler