بسم الله الرحمنِ الرحيم
BİZ TOPRAĞI KUR’AN OLAN TOHUMLARIZ
PROF. DR. TAYYAR ALTIKULAÇ: HZ. OSMANA NİSPET EDİLEN TOPKAPI NÜSHASI ADLI ÇALIŞMASINDAN BİR ALINTI:
“İslam dünyasının yaklaşık %90’ı meşhur yedi kıraat imamından biri olan Asım b. Behdele’nin kıraatinin Hafs rivayetini ve dünyanın belli başlı ülkeleri Mushaf basımında ilk Mushaflardaki imlayı (Resm-i Osmani’yi) tercih etmekte, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı ülkelerde ise imla kısmen korunmak suretiyle karma bir uygulama yapıldığı görülmektedir. Tamamen gelişen imla ile Mushaf basan bir ülkenin bulunduğuna dair bir bilgimiz mevcut değildir. Bu farklı uygulama yüzünden mesela Türkiye’de basılan Mushaflar, başta Suudi Arabistan olmak üzere bazı İslam ülkelerine sokulmamakta, bu ülkelerde basılanların da Türkiye’ye sokulmasına izin verilmemektedir. İstanbul’da faaliyet gösteren bir yayınevinin (İslami Kitabevi) 1980’li yıllarda Kuveyt’te bir firmadan ya da resmi bir makamdan aldığı sipariş üzerine Türkiye’de uygulanmakta olan imlaya uygun olarak bastırdığı 100.000 adet mushafın, “imla hatalı” gerekçesiyle bu ülkenin gümrüğünden geri çevrildiğini, iade edilen kolilerin Bursa gümrüğünde aylarca beklediğini, bir kısmının depolarda rutubetten çürüdüğünü bugünkü gibi hatırlıyoruz.”
Mushafları İnceleme Kurulu herhangi bir dayanağı olmayan bu karma imla uygulamasını titizlikle sürdürmektedir. Yüce Kitap için gösterilen bu titizlik aleyhine söyleyebileceğimiz bir şey elbette olamaz. Aksine bu bir takdir konusudur. Ancak burada sorgulanması gereken bir hususu artık göz ardı etmek mümkün değildir. Bu da sözünü ettiğimiz titizlik değil, gösterilen bu titizliğin dayanağı olan anlayıştır. Bu anlayış bazı İslam ülkelerinde uygulanan Resm-i Osmani’nin korunması için ise bunu anlamak mümkündür. Yurt dışından gelen Mushaflarda herhangi bir tahrif ve yanlışın olup olmadığını kontrol maksadıyla gösteriliyorsa bunu da anlamak zor olmaz. Ancak bu titizlik Ali el-Kari olarak adlandırılan ve müteahhir Hanefi alimlerinden aynı zamanda hattat Ali el-Kari’nin (ö.1014 / 1605) Resm-i Osmani’ye ait bazı özel yazımları koruyarak, ama herhalde okuyucuya kolaylık olsun diye pek çok unsurlarını da değiştirerek (mesela: الظلمين – الصبرين – العلمين gibi kelimeleri elif ilavesiyle الظالمين – الصابرين – العالمين şeklinde: ياخت – ينوح – يايها gibi kelimelerde nida yâ’sından sonra elif ilave ederek يااخت – يانوح – ياايهاşeklinde) yazdığı mushafın imlası için ise ve yine Osmanlı hattatı Hasan Rıza Efendi’nin (ö. 1338 / 1920) Ali el-Kari imlasını esas alarak ne gelişen imlaya ne de Resm-i Osmani’ye uyan karma bir imla ile kaleme aldığı Mushaf hattı için gösteriyorsa bunun savunulabilir bir yanı yoktur ve burada bir tutarsızlık olduğu açıktır.
TAYYAR ALTIKULAÇ’IN BU PARAGRAFA DÜŞTÜĞÜ 25 NOLU DİPNOT (s.59):
Ali el-Kari’nin Resmi Osmani’ye ait imlalardan koruduğu yerler için bk. Damadzade Süleyman, el-Kelimatu’l-mersume el-müstahrece min mushafi Ali el-Kari (Mushafları İnceleme Kurulu üyesi Turhan Baycan, konu ile ilgili olarak birlikte yaptığımız bir müzakere sonrasında, Kurul incelemesinde esas kabul edilen Ali el-Kari hattına göre basılmış Mushaf nüshası üzerinde gerçekten sabır ve dikkat isteyen bir çalışma yapmış, bu hattın Resm-i Osmani’ye uygun olduğu kabul edilen Mushaf nüshalarından 4704 kelimede ayrıldığını, buna karşılık onlarla 2370 kelimede birleştiğini tespit etmiştir. Turan Baycan’ın cüzler itibariyle hazırladığı bu liste elimizdedir)
Şu kesin ki ölçü sahibi olmamız için Kur’an’ın bize anlattığı geçmiş bilgisi yeterlidir. Fakat Allah resulü Muhammed’den uzun bir süreçten geçerek günümüze kadar ‘tevarüs’ ettirilen Kur’an’ın başına getirilenler bir yandan tepkisel olarak ilkesizliğin kapısını açmamalı, diğer yandan “geçmişin düştüğü hatalardan kaçalım” derken daha büyük hatalar yaptırmamalıdır.
İster noktalı ister noktasızı olsun her halükârda Kur’an’ı anlamak yoğun zihinsel bir çaba ve Kur’an’a uygun bir duruş istemektedir.
Seleflerimiz Kur’an’ı anlama adına dehşet büyük çalışmalar yapmışlardır. Hiç mübalağa etmeden söyleyebilirim ki bu çalışmaların insanlık tarihinde bir benzeri yoktur fakat elde edilen bilginin oturacağı dosdoğru bir zemininin olmaması onca kıymetli bilginin doğruya değil yanlışa hizmet etmesine sebep olmuştur. Bu noktada doğru bilgiyi elde etmek son derece önemlidir ama “elde edilen doğru bilginin doğru zemine oturması” çok çok daha önemlidir.
Bu tıpkı şuna benzemektedir: Elinizde dünyanın en güzel inşaat projesi olabilir ama bu projenin doğru bir zemine oturmaması durumunda o şahane bina ya üzerinize yıkılacak ya da yere batacaktır. Bu noktada doğru bilgiden daha ziyade doğru zeminin tespiti daha büyük önem kazanmaktadır. Çünkü doğru bir zemin sahibi olunursa, bu zemin üzerindeki yanlış bilgiyi düzeltmek mümkündür. Hatta gerekirse binayı yıkar yeniden yaparsınız. Ama zemin yanlış olursa ne zemini ne de binayı kurtarmanın imkânı olur.
Bizim, bilgileri üzerine bina ettiğimiz ve doğru olduğuna kesin olarak iman ettiğimiz doğru, dosdoğru olduğundan asla şüphe etmediğimiz zemin “KUR’AN’I SADECE KUR’AN İLE ANLAMA” ZEMİNİDİR.
Tabiri caizse bu, bizim tohumu ektiğimiz, evimizi inşa ettiğimiz toprak gibidir.
Her tohum bu toğrağa düşecek, her bina bu toprakta yükselecektir.
Fakat “Kur’an’ı Kuran ile anlama” toprağı, Kur’an indirildiğinden bu yana ne sürülmüş ne yağmur düşmüş ne de birileri ona toprak gözüyle bakmıştır.
Tarihteki hiç kimse bu toprağın verim vereceğine inanmamış, o toprağı kıraç, verimsiz bir toprak sayarak üstüne basıp geçmiştir. Kimse sürmeye, sulamaya, tohum ekmeye veya üzerine bina yapmaya değer görmemiştir.
Bu toprak panayır alanı olmuş, savaş meydanı olmuş, develerin ahırı olmuş, aylakların toplanma merkezi olmuş, sert kavgaların yapıldığı arena olmuş, expo fuar alanı olmuş, çarşı pazar yeri olmuş, AVM olmuş ama kimse bu toprağı bire sonsuz veren bir arazi olarak hiç ama hiç görmemiş.
Kimse tohum ekmeye tenezzül bile etmemiş. Çukurlar kazılmış, toprağı dolgu malzemesi olarak kullanılmış ama bir tane olsun ağaç veya maki olsun çalı olsun kimse hiçbir şey ekmemiş.
Zar zor kafasını çıkaran minicik otlar ayaklar altında ezilerek boy vermesi engellenmiş.
Şimdi, “Kur’an’ı sadece Kuran ile anlamaya” iman etmiş ve azmetmiş olanlar bilsinler ki artık kayaya dönüşmüş bu toprak sürülecek hem de traktörsüz, öküzsüz.
Amaç bostan yetiştirmek değil, amaç orman yetiştirmek değil, amaç uçsuz bucaksız tarlalar değil… Herkes ama herkes tohum yerine kendisini ekecek o toprağa.
Her kim tohumunun kaliteli olduğuna, saf olduğuna, naturel olduğuna, organik olduğuna inanıyorsa ve bu inancının arkasında duruyorsa bilsin ki o tohumun suyu, gübresi Yüce Allah’tan gelecektir.
O toprağa Musa tohumu ekip Firavun meyvesi bekleyenler de bilsinler ki o toprak bu tohumu kesinlikle tükürecektir.
Yine her mümin şapkasını önüne alıp şöyle bir geriye baksın ve şeytanın laboratuvarlarında tohumlarımızla oynandığını, GDO’lu hâle getirildiğini görsün.
İşte şimdi biz Kur’an’ın REHABİLİTASYON’una muhtaç bir tohum gibiyiz. Henüz toprağa düşmedik, düşemedik ve düşemeyiz.
Milyon hatta trilyon tohumdan sadece bir tanesi, evet sadece bir teki bile İBRAHİM düşüp YUSUF meyvesi verdiğinde -ki mutlaka verecek- işte o zaman tohumların art arda “Musa” diye düştüğünü, “İsa” diye meyveye durduğunu göreceğiz.
(İbrahim 14/37)
رَبَّنَٓا اِنّ۪ٓي اَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّت۪ي بِوَادٍ غَيْرِ ذ۪ي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِۙ
Rabbenâ innî eskentu min żurriyyetî bivâdin ġayri żî zer’in ‘inde beytike-lmuharrami
RABBİMİZ, BEN ZÜRRİYYETİMDEN BİR KISMINI SENİN EVİNİN İNDİNDEKİ EKİNSİZ VADİYE YERLEŞTİRDİM…
Nasıl ki İbrahim o kurak araziye İSMAİL ekti, Yusuf biçti, işte tıpkı onun gibi…
(İbrahim 14/24)
اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَٓاءِۙ
Elem tera keyfe daraba(A)llâhu meśelen kelimeten tayyibeten keşeceratin tayyibetin asluhâ śâbitun vefer’uhâ fî-ssemâ/-(i)
(İbrahim 14/25)
تُؤْت۪ٓي اُكُلَهَا كُلَّ ح۪ينٍ بِاِذْنِ رَبِّهَاۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Tu/tî ukulehâ kulle hînin bi-iżni rabbihâ veyadribu(A)llâhu-l-emśâle linnâsi le’allehum yeteżekkerûn(e)
Bu toprağa ekilen küçük bir tohum öyle kök salar ki zaman ve mekân ona hiçbir şey yapamaz. Yemişinin zamanı yoktur her zaman verir de verir. Sadece bir tek söz ve sadece sarsılmaz bir karar lazım.
(Sâffât 37/99)
وَقَالَ اِنّ۪ي ذَاهِبٌ اِلٰى رَبّ۪ي سَيَهْد۪ينِ
Vekâle innî żâhibun ilâ rabbî seyehdîn(i)
BEN RABBİME GİDİYORUM, O BANA DOĞRU İSTİKAMETİ KESİNLİKLE ÇOK YAKINDA GÖSTERECEKTİR.
Hepsi budur…
Bir kere “Ben rabbime gidiyorum.” de, korkma imkânlar arkandan gelecek, korkma karanlıklar aydınlanacak, korkma İsmailler meyveye duracak, korkma Musalar asasıyla firavun saraylarında belirecek…
Yeter ki sen “BEN RABBİME GİDİYORUM.” de.
Allah’ın tüm güzel isimlerine sonsuz kere yemin ederim ki bugün “BEN RABBİME GİDYORUM.” demek “KUR’AN SADECE KUR’AN İLE ANLAŞILIR.” demektir.
Bu duygusal bir söylem değildir. Bu gerçeğin ta kendisidir…
İşte bizim toprağımız, İsmailleri ekip Yusuf biçeceğimiz toprağımız budur…
İbrahim’in karşısında “DEFOL GİT!” diyen baba, Yakub’un karşısında “Babamız sapıttı.” diyen oğul, Yusuf’un karşısında “Öldürün Yusuf’u!” diyen kardeş, Musa’nın karşısında “Sen bize Allah’ı göstermedikçe inanmayız.” diyenlere kavimdaş olmamak için bizim Kur’an’dan başka toprağa bakmaya bile tenezzül etmememiz gerekmektedir.
Bunlar duygusal söylemler mi? Evet, duygusal söylemler… Çünkü biz duygulu insanlarız. Basit insanlarız. Bilgiye nesne muamelesi yapmayız. Biz bilgiye hayat-memat meselesi olarak bakarız.
Hep dedim ve hep diyeceğim… Biz Kur’an’a titr sahibi olmak veya kariyer elde etmek için ram olmadık… BİZ YAŞAMAK İÇİN, ÖLMEMEK İÇİN KUR’AN’A SARILDIK!
Çünkü biz tüm hücrelerimizle iman ediyoruz ki Kur’ansız insan ÖLÜDÜR.
Biz de akademisyenlerin insanı çıldırtan vurdumduymazlığı olmaz. Çünkü biz beceremeyiz…
Çok yukarılarda özlemlerimiz yoktur bizim. Biz sac üstünde pişen sıcak bazlamaya ziyafet gözüyle bakanlarız.
Biz fındığına kırağı vuran, cevizi durgun suya rastlayan, serasını rüzgâr yıkan, harçtan çatlayan ellerine zeytinyağı süren, ucuz yol kenarı lokantalarda tırını durduran, balkonundaki çiçeğiyle konuşan, bir akşam üstü komşunun kötü haberiyle kısırı boğazına dizilen, yere düşmüş ekmeği öpüp başına koyanlarız.
BİZ SANAL DEĞİLİZ, BİZ GERÇEĞİN TA KENDİSİYİZ…
Söz batar içimize, eski bir filmin duygulu sahnesinde ağlarken gözyaşlarımızı saklayanlarız biz…
Biz inanırız, aldatırlar yine inanırız, “Allah” derler yine inanırız… Biz aynı yerden bin kere yara alanlarız. Bizi aldatmak çok kolaydır… Çünkü biz inanırız…
Meydanlarına hınca hınç insan doldurduğumuz DEVRİM hayallerimiz yoktur bizim…
Biz bir köyün yıkık evlerinde, yağ tenekelerinde çiçek yetiştirmeyi özleriz…
En kurallı psikolog bile bizim karşımızda çözülür. Çünkü bizim karmakarışık bir iç dünyamız yoktur.
Kış gününde yanan bir soba gibi sadeyiz.
Bir kuzu melemesi bizi ağlatır.
Biz annesinin ayaklarını, eşlerinin ellerini öpen insanlarız.
Biz babasını dağ, kardeşini tepe gören insanlarız.
BİZİM, BABAMIZDAN DAHA BÜYÜK OLMAK GİBİ BİR HAYALİMİZ HİÇ YOKTUR.
Bu yüzden seksen yaşına gelsek de babamızın gölgesini özleriz. İnşaatlarda amelelik yapmış babamıza YİĞİT gözüyle bakarız.
İki kelimeyi yan yana getirip konuşamayan annelerimize dağa sarılır gibi, devasa çınara sarılır gibi sarılırız…
Uzun peşrevlerin çekildiği misafirimiz de misafirliklerimiz de olmaz bizim. Gönülden kopup gelen bir bardak çayın kokusunu biz, evet en iyi biz biliriz.
Bizi tanımlamak için uzun cümlelere gerek yoktur. BİZ HALKIZ…
Tek kelime: HALK… İşte biz o kelimeye sığarız…
Duygusalız, hem de çok duygusalız… Çünkü biz duygularımızla inanırız…
Aklımız kıttır bizim…
İki dünya savaşı çıkaracak akıl bizde ne gezer?
Biz dünyaya yön verecek akla hiç sahip olamayacağız. Çünkü dünyayı bir kenara, bir işçinin emeğini bir kenara koysalar biz dünyayı terk eder, işçinin yanına gideriz.
Parlamento binalarına biz hiç yakışmayız. Biz oralara ancak çaycı, çöpçü, aşçı, bahçıvan olarak gireriz…
Kanun çıkarıp insan hayatına yön verecek akıl bizde ne gezer? Hakikat şu ki bize kanun da gerekmez. Çünkü kanunlar soğuktur, acımasızdır, merhametsizdir…
Bizim kanunumuz merhamet, yasamız şefkat, idamımız merhametsizlik, şefkatsizliktir.
Bizi assalar ölmeyiz ama bizden duygusallığımızı alsalar işte o dakika ölürüz.
İşte bizim tohumumuz budur… Toprağımız Kur’an’dır. Yağmur mu? İŞTE ONU ALLAH’TAN BEKLERİZ…
Kök salmaya değer bir tohumumuz varsa eğer BİZ İMAN EDİYORUZ Kİ Nuh’a tufan gönderen, bize de çiseleyen bir yağmur kesinlikle gönderecektir…
Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.
الحمد لله رب العلمين