بسم الله الرحمنِ الرحيم

SOHBET EDER GİBİ BİR YAZI

İlk duyulduğunda itici, kaba ve anlamsız gelse de eğer İslam’a inanıyorsak inandığımız din bize her şeyden önce bir “düşman” tanımı yapmayı zorunlu kılmaktadır. 

“Düşman kim?” sorusunu basitçe “şeytan” veya “şeytanın izinden gidenler” diye cevaplayabiliriz. Fakat şeytanın insan türü için düşman olduğu bilgisi uydurulmuş veya uydurulmamış olsun hatta din ile alakası bile olmasın, tüm inanç ve ideoloji sistemlerinde ta öteden beri bulunmaktadır. Bu basit bilgi belki de tarihte en çok konuşulan bilgidir. Bir an yeryüzündeki tüm dilleri dondursak ve insan türünün ağzından en son ve en fazla hangi kelimeler çıktı diye bir araştırma yapsak, sanırım “şeytan” kelimesi yeryüzündeki tüm dillerde kesinlikle en fazla kullanılan ilk on kelime arasına girecektir. Hangi din ve ideolojiye göre anlam yüklenirse yüklensin “şeytan figürü” insan türü tarafından sevilmeyen ve hatta nefret edilen bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır. Allah’ı seven de sevmeyen de bulabilirsiniz, Muhammed’i İsa’yı, Musa’yı ve diğer resulleri seven de bulabilirsiniz sevmeyen de bulabilirsiniz ama nasıl ve kim tarafından resmedilirse resmedilsin şeytanı seven ve onun belirlediği istikametten gitmeyi cânı gönülden isteyen kimsecikler bulamazsınız. Türkçede “şeytana tapanlar” olarak bilinen “satanistler” bile belirlenmiş bir figüre değil, kendileri tarafından resmedilmiş hayali bir figüre inanmakta ve akılları sıra oradan bir yaşam biçimi çıkarmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bunları bile “şeytanı sevenler” olarak adlandırmak veya bunlara böyle bir misyon yüklemek isabetli bir yaklaşım olmayacaktır. 

Evet her din ve her ideoloji şeytandan nefret etmekte ve onu düşman olarak veya en azından onu kötü olarak tanımlamaktadır. Fakat insan türünün oluşturduğu şu dünyaya kuşbakışı bir göz gezdirirsek yaşam biçimlerinin tamamı ve bu yaşam biçimlerinin oluşturduğu dünya hiçbir “iyi ilahın” sevmediği ve önermediği bir dünyadır. Ne Tanrı ne Yehva ne Sin ne Nanna ne Şiva ne Buda ne Konfuçyüs ne de Allah böyle bir dünyayı ve böyle bir yaşam biçimini asla onaylamamaktadır. 

Yakutistan’ın en kuzeyinde ren geyikleriyle yaşayan kabilelerden, Afrika’nın en ücra kabilelerine, Amazon ormanlarında insanlıktan tecrit edilmiş bir şekilde yaşayan ilkel kabilelerden, Eskimolara, Çin’in ücra köşelerinden Avustralya’daki Aborjinlere kadar tüm insan topluluklarında “şeytan” kötü bir figür olarak bilinmesine ve günümüzdeki yaşam biçimlerinin inanılan ilahların önermediği bir yaşam biçimi olduğu bilinmesine rağmen nasıl olur da bu kadar çok bilinen şeytan figürü insanlığı peşinden sürükler?

İşte bu durum ya “şeytan” ve “düşman” tanımlamalarının doğru yapılmadığını ya da inanılan dinlerin bilinmediğini gösterir. 

Hikâye biraz karmaşık ve belki biraz da felsefi gözükebilir ama aslında son derece basit ve son derece küçük bir sapmadır bu sonucu doğuran şey. Meselenin temelinde uzun ve karmaşık akli çözümlemeler veya analizler gerektirmeyen bir anlayış yatmaktadır: 

“Allah’ı gerektiği gibi dikkate almamak.”

Evet, bu basit cümle son derece sloganik bir cümle gibi durmaktadır. Fakat işin özünde kesinlikle bu cümle yatmaktadır.  

Özellikle Rönesans’tan sonra insan türünün edindiği en büyük tecrübe “Allah yokmuş gibi yaşama” tecrübesidir. İnsan türü bu konuda oldukça köklü bir tecrübeye sahiptir artık. Hatta bu tecrübe insan türünün aklına ve duygularına o kadar işlemiştir ki en koyu dindarlar bile hem de dini söylemlerine Allah’ı dikkate almadan başlamaktadırlar. Bu dediğimiz şey her yazıya veya her söze veya her işe “Bismillah” diyerek başlamak değildir. Kaldı ki “Bismillah” diye başlayan tefsirlerin ve meallerin içinde her satırda Allah’tan bahsedilmiş olsa bile fiili olarak Allah’a yer verilmemektedir.

Kur’an’da anlatılan “şeytan” ve “düşman” kavramlarının geçtiği bağlamlara biraz özenle baktığımızda şeytanın akıllı varlık türlerini bir yola çağırmadığını, onlara gidilecek bir yön belirlemediğini görmekteyiz. Şeytan ‘sıratel müstakim’in yanına kendisine ait bir otoban yapmamış, “O yoldan değil bu yoldan gidin.” dememiştir. Kur’an’da anlatılan şeytan figürü, akıllı varlıkları bir hedefe yöneltmemektedir. O, doğru yolun üstünde oturmuş ve insanların doğru yoldan gitmemesini söylemiştir. 

Ona dönüp şöyle bir soru soralım: 

“Sayın bay şeytan, bize ‘Sırate’l müstakim’ üzere olmayın, bu yolda yürümeyin.’ diyorsun, tamam anladık. Peki, ‘sırate’l müstakim’i bıraksak bize hangi yöntemi, yolu, yaşam biçimini, düşünce biçimini ve inanç biçimini öneriyorsun yani senin ‘sırate’l müstakim’e alternatif olarak gösterebileceğin bir yolun var mı?”

Kur’an okuyan herkes şeytanın, ‘sırate’l müstakim’e alternatif bir yol önermediğini rahatlıkla görecektir. Onun tek gayesi vardır: ‘Sırate’l müstakim’ üzere olma da ne üzere olursan ol. Çünkü ‘sırate’l müstakim’i akıllı varlıkların ekserisinden daha iyi bilen şeytan, ‘sırate’l müstakim’ üzere olunmadıktan sonra gidilen yönlerin veya yolların artık hiçbir önemi olmadığını, tüm cinler ve tüm insanlar bir araya gelseler bile ‘sırate’l müstakim’e alternatif bir yol oluşturamayacaklarını çok iyi bilir. Bu yüzden hiçbir zaman ‘sırate’l müstakim’e alternatif bir yol önermez. Söylemlerinin tamamında daima Allah’ı ve Allah’ın belirlediği ‘sırate’l müstakim’i gerektiği gibi dikkate almamak veya dikkate alıyormuş gibi yapıp aslında daha çok dikkate almamak vardır.

Mesela, Âdem ile yaptığı konuşmalara bakalım:

“Rabbinizin sizi şu şecereden ne diye men ettiğini size delillendireyim mi? ‘Melekeyn’ veya ‘halidin’lerden olmanız için.” (A’râf suresi) 

“Size ‘huld’un şeceresini gösteriyim mi?” (Tâ-Hâ suresi)

Allah’ı dikkate alır gibi yapıp Allah’ı dikkate almamak yani “Allah ile aldatmak” bu olsa gerektir. Konuşmalara dikkat edilirse şeytan, Âdem ve eşini Allah’a isyan etmeye çağırmamaktadır, tam tersi önce onlara Yüce Allah’ın “Şu şecereye yaklaşmayın.” emrinin nüzul sebebini açıklamakta, daha sonra oluşan durumdan onlara sanki “Madem Allah sizi ‘melekeyn’ olasınız diye şu şecereden men etti, o halde olmanızı istediği şeye ulaşmanız için size o şeyi olduracak şecereyi göstereyim mi?” demiştir.

İnsanlık tarihine göz gezdirdiğimizde yaşam biçimlerinin Allah’ı dikkate almamaktan dikkate almaya veya tam tersi Allah’ı dikkate almaktan dikkate almamaya kaydığı pek çok örnek göstermek mümkündür. Belki şimdi söyleyeceklerim biraz tuhaf gelebilir ama söyleyeceklerimi cari tarihi “doğru varsayarak” söylüyorum. 

Mesela, Roma İmparatorluğu’nun pagan Yunan dininden -ki buna ‘demokrasi’ deniyor- Hıristiyanlığa geçişi, içeriği doğru olmasa bile Allah’ı dikkate almayan yaşam biçiminden Allah’ı dikkate alan yaşam biçimine geçiştir. Mesela, ünlü Pers kralı Syrius’un Mazdekizm’den bir nevi ‘komünizm’ olan bir yaşam biçimine geçişi Roma İmparatorluğu’nun tam tersi istikamette bir değişimdir, -ki bu kral başta “kölelik” olmak üzere “aile” kavramını da ortadan kaldırmıştır. Sahip olunan maddi değerlerin tamamının toplumun ortak malı olduğunu ve her vatandaşın o maddi değerler üzerine en az kendisi kadar söz sahibi olduğunu söylemiştir. Mesela, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş tastamam Allah’ı dikkate alan bir yaşam biçiminden Allah’ı dikkate almayan bir yaşam biçimine geçiştir.

Ne kadar karmaşık olursa olsun, “Allah’ı dikkate alan” bir yaşam biçiminden “Allah’ı dikkate almayan” bir yaşam biçimine geçmenin temelinde sadece bir tek veya en fazla birkaç cümlelik değişim vardır. En fazla birkaç cümlelik değişim tüm tasavvurların ve beraberinde hayat biçimlerinin ve varlığın bambaşka bir şekilde algılanmasına yol açmaktadır. Tüm sistemlerin başlangıç noktası bu cümlelerdir. Tuhaftır ki tüm değişimlerin temelinde yatan bu cümleler herhangi bir yönetim sistemini ne önermektedir ne de dayatmaktadır.

Mesela, usta bir kandırmacayla “halkın kendi kendisini yönetmesi” şeklinde tanımlanan ‘demokrasi’nin şablon veya ölçü olabilecek bir sistem dayatması yoktur. Bu yüzden İngiltere ve Avrupa’nın birçok ülkesindeki ‘monarşiler’ bile demokratik olarak kabul edilebilmektedir. Tastamam ve gayet açık bir şekilde ‘diktatörlük’ olan ‘Amerikan sistemi’ bile ‘demokrasi’ olarak tanımlanabilmektedir. Diktatörlüğün en koyularından biri olan Çin bile kendisini ‘demokratik’ olarak tanımlayabilmektedir. 

Aslında bunların hepsi de doğru tanımlamalardır çünkü en altta yatan “halkın kendi kendisini yönetmesi” cümlesi “kendi kendisini yönetsin de nasıl yönetirse yönetsin” şeklinde bir yapılanmaya müsait bir sözdür. Eh elbette ki “halkın kendi kendisini yönetmesi” şeklinde tanımlanan demokrasinin bu tanımını açacak olursak “Allah’ı dikkate almasın da neyi dikkate alırsa alsın.” şeklinde bir sonuç kendiliğinden karşımıza çıkmaktadır.

Cari tarihi varsayarak söz söyleyecek olursak eski kralların, sultanların, kisraların, padişahların tamamının meşruiyetlerini Allah’tan aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Onların kendilerini “Allah’ın gölgesi” olarak adlandırmaları bile bu endişenin basit bir göstergesidir. Tüm aksaklıklarına, yalanlarına, aldatmacalarına, zulümlerine ve beceriksizliklerine rağmen Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı, Fatımi, Eyyubi vs. sultanlarının hiçbiri Allah ile ilişkisini koparmamış ve tebaasını da “Allah’ı dikkate almayan” bir yaşam biçimine yöneltmemiştir.

(Not: Sözlerim yanlış anlaşılmasın diye şu açıklamayı yapayım: Bu, onların, sistemlerini üzerine bina ettikleri kendi açıklamalarıdır. Bunun içeriğinin doğru veya yanlış olması başka bir konudur. Bunları örnek vermemiz “örnek getirdiklerimizin içeriğine katıldığımız” anlamına gelmemektedir.)

Böylesi sistemlerde “düşman” ve “şeytan” tanımları günümüz yaşam biçimlerine göre görece daha kolay ve daha basittir. Bunlarda en tepede toplumun mutlak idaresini elinde bulunduran bir otorite (kral, sultan, halife, padişah, şah vs.) vardır. Toplumun inancı İslam’dır ve toplum inandığı değerlere göre yaşamak istemektedir. Bu değerler ‘mezhep’ ile açıklanmış değerler olsa bile baştaki otoritenin meşruluğu, iyi veya kötü oluşu, adil veya zalim davrandığı bu değerlere göre olmak zorundadır. Bu yüzden Şia olan Safevi Hanedanlığı’na asla bir Sünni veya Sünni olan Selçukluya bir Şia hükmetmemiştir. Fakat dikkat buyurun, Şia da olsa Sünni de olsa en nihayetinde değerler İslam’dan alınmaktadır. Yani ne Şia’nın ne de Sünniliğin “Allah’ı dikkate almayan” yaşam biçimlerine bir onayı vardır. (Yanlış anlamaları bertaraf etmek için tekrar edelim ki bu dediklerimiz onların meşruiyetlerini dayandırdığı temellerdir. İçeriğinin doğru ya da yanlış olması başka bir konudur.)

Bu durumda “düşman” ve “şeytan” kavramları işte bu çerçevede şekillenen değerlere göre olacaktır. “Düşman”, kabul edilen İslami (!) değerleri tehdit eden herkestir. “Şeytan” ise inanılan bu değerleri bozmaya, çürütmeye, kötüye kullanmaya, fesada uğratmaya veya iptal etmeye çalışan herkestir. Mesela Şia, Ebubekir ve Ömer’i “düşman” olarak değil “şeytan” olarak tanımlamaktadır çünkü onlara göre bu ikisi, Şia’yı Şia yapan imâmet değerlerini iptal etmiş, işlevsiz hâle getirmiş ve bile bile görmezden gelmiştir. Fakat öte yandan Safevi Şia Hanedanlığı’na karşı oldukça katı davranmış Osmanlı, Şia’ya göre “şeytan” değil “düşman”dır. Çünkü Osmanlı’nın tehdidi inanç boyutunda değil yönetim, sistem veya erk boyutundadır. Mesela fıkhi, siyasi ve itikadi mezheplerin tamamına göre ‘Haricilik’ “düşman” değil “şeytan”dır. Çünkü Haricilik’in diğerlerinden ayrımı erk veya sistem açısından değil değerler açısındandır.

Dediğimiz gibi böylesi sistemlerde “düşman” ve “şeytan” tanımlarını yapmak çok kolay ve günümüze göre görece daha sadedir. Unutmayalım ki bunların tamamı İslam’a yaslanarak meşruiyet kazanmışlardır. Bu sultanlıklar bir gün kalkıp “Ey halkımız, biz laikliğe geçiyoruz. Kur’an’ı ve İslam’ı artık yaşam biçimlerimizin kaynağı olmaktan çıkarıp ırk, ulus veya tüketimi temel alan bir yaşam biçimine geçiyoruz.” deselerdi hepsi de meşruiyetlerini o an yitirirlerdi. 

Daha anlaşılır olsun diye şöyle bir örnek vereyim:

Bildiğiniz gibi Çanakkale Savaşı 1915 yılında olmuştur. Bu savaşta Sudan’dan Filistin’e, Cezayir’den Azerbaycan’a kadar her milletten insan Osmanlı ordusu içinde savaşmıştır. Hatta o günkü komutan bir Alman generaliydi. Fakat bu insanların tamamını, kendilerine göre kat kat üstün olan düşmana karşı savaşa motive eden şey ne sultanlıktı ne sultanın izzetini korumaktı ne de demokratik laik bir dünya kurma hevesiydi. Hepsini motive eden tek şey İslam’a olan inançlarıydı. Sultan veya saltanat İslam’ı temsil ettiği için onu korumaya çalışıyorlardı. Eğer Osmanlı bu askerlere “Galip gelirseniz size demokratik laik bir memleket vadediyoruz.” deseydi herhalde savaşan tek bir asker olmazdı. İşte bu yüzden o sistemlerde “düşman” ve “şeytan” tanımları daha basittir.

Peki, Allah’ı dikkate almamayı temel almış, içinde yaşadığımız şu sistem/ler/de “düşman” ve “şeytan” tanımları neye göre yapılacaktır?

Kur’an’ın “şeytan” ve “Allah’ı dikkate almayan sistemler”le ilgili verdiği bilgileri temel aldığımızda az önce de belirttiğimiz gibi şeytanın Yüce Allah’ın önerdiği ‘sıratel müstakim’e karşı alternatif olacak herhangi bir sistem önerisi olmadığını görmekteyiz. Şeytana göre ‘sıratel müstakim’de yürümek istemeyenlerin tercih ettiği sistemin ‘komünizm, demokrasi, krallık, monarşi, diktatörlük’ ya da başka bir şey olmasının hiçbir önemi yoktur. Bu noktada günümüz sistemlerine göre “şeytan” ve “düşman” tanımı yapacaksak şöyle bir ara sorunun daha cevabının bulunması gerekmektedir. Bu sorunun cevabı bizim için ölçü olacak ve bu ölçüye göre günümüz dünyasındaki şeytanların nerede aranması gerektiğini tespit edeceğiz. 

Şeytan, akıllı varlık türlerini Allah’ı dikkate almadan düşünmeye, inanmaya, yaşamaya ve varlığı anlamlandırmaya nasıl ikna etmektedir? Hangi metotları kullanmaktadır? Bu metotları insanlara nasıl cazip göstermektedir?

Hemen belirtelim ki “şeytan” kelimesi bir varlık türünün adı değil, belli bir davranış kalıbını temel almış kişileri betimleyen tanımlayıcı bir kelimedir. Nitekim Kur’an hem ins hem de cin türünden şeytanların olduğunu bildirmektedir. Burada gaybi bir varlığın fiziki görüntüsüne ulaşma çabası yoktur. Burada akıllı ve iradeli varlıkları Allah’ı dikkate almayan bir yaşam biçimine razı eden, ikna eden, cazip gösteren bir figürün tanımına ulaşılmaya çalışılmaktadır. Çünkü ister ins isterse cin olsun bu varlık türüne mensup akıllı ve iradeli kişileri “şeytan” tanımlaması içine sokan şey elementer kökenleri değil, davranış kalıpları ve değer ölçüleridir.

Kur’an’a göre insan türü ikiye ayrılmaktadır: Müminler ve diğerleri. Bu iki kesime getirilen tanımlamalar da oldukça basit ve oldukça sadedir fakat bu iki kesim tanım ve anlam kazanırken merkeze “müminler” alınmaktadır. Yani diğerlerinin tanımı tamamen “müminler” üzerinden yapılmaktadır.

“Fasık, facir, mücrim, kafir, müşrik, münafık vs.” gibi olumsuz figürlerin tanımı bile merkeze “müminler” alınarak yapılmaktadır. Mesela, Asr suresindeki istisna edatı (illa), “zararda olanlarla zararda olmayanlar”ı müminleri temel alarak yapmış, “mümin” dışında kalan binlerce kesimi tek bir çatı altında (LEFİ HUSR) toplamıştır. Azıcık Arapça bilenler şunu bilirler ki istisna edatından sonra çoğul değil de tekil bir ism-i mevsul gelseydi bile bu tanımlamanın o bir tek kişiye göre yapıldığı anlamına gelecekti. Daha açık bir ifadeyle eğer o istisna edatından sonra tekil bir ism-i mevsul gelseydi insan türünün tamamı, “müminlik” dışında kalanların hepsi işte o bir tek kişiye göre tanım kazanacaktı. 

O istisna edatından sonra gelen sıla cümlesine baktığımızda “müminleri” tanımlayan şeylerin tamamının “inançsal ve sistemsel” tanımlamalar olduğunu görmekteyiz. 

‘Amenu…’ Bu ifade soyut değerleri işaret eden bir kelimedir. Çünkü ‘iman’a konu olan şeylerin tamamı soyut olduğu gibi ‘güven’ ve ‘inanç’ da soyut fiillerdir. “İman etme” fiili gözle görülen bir fiil değildir. Bu fiili görmek imkânsızdır ama bu fiilden kaynaklanan davranış kalıplarını görmek mümkündür. 

İşte bu yüzden ikinci kelime şudur: ‘Amilu’s Salihat…’ Kur’an’ın hiçbir yerinde bu ifade ‘amenu’ kelimesinin önüne geçmemiştir. Çünkü asıl olan şey motivasyonu ne olursa olsun ‘salihat’ diye tanımlanan bu fiilleri yapmak değil, bu fiilleri “iman motivasyonu” ile yapmaktır. Mesela, asıl olan “yetimlere sahip çıkmak” değil, “yetimlere sahip çıkmaya neyin motive ettiği”dir. İnanç sahibi olsun ya da olmasın hemen her toplumda yetimlere sahip çıkmak vardır ve bu erdemli bir davranış olarak görülmektedir. Fakat her toplumu yetimlere sahip çıkmaya motive eden şey başka başkadır. Bütün bu başkalıklarına rağmen hepsinin yetimlere sahip çıkarken onları motive eden ortak nokta “var olan toplumun devamlılığını sağlamak için”dir. Bu yüzden neredeyse hiçbir inanca sahip olmayan Çin’de de Rusya’da da Amerika’da da yetimhaneler vardır ve o sistemler yetimlerine sahip çıkmaktadır. 

Burada bir not düşmekte fayda vardır. Kur’an’ın ‘salihat’ diye tanımladığı şeylerin tamamı yeryüzünün tüm sistemlerinde ve hatta tüm ideolojilerde bile ‘salihat’ olarak tanımlanmaktadır. “Fakire sahip çıkmak, bölüşmek, yetimi gözetmek, akrabaya ilgili davranmak, ıslah etmek, savaşları durdurmak, insan hayatına saygı göstermek, doğayı korumak, doğayı imar etmek, yolda kalmışa yardım etmek, yardımda karşılık beklememek, açı doyurmak, çıplağı giydirmek, üşüyeni ısıtmak” gibi ‘salihat’ olarak tanımlanan davranış kalıplarının tamamı yeryüzünün her köşesinde ‘salihat’ olarak tanımlanmaktadır. Bu ‘salihat’arın “iyi” ya da “kötü” olarak tanımlanması veya bunları yapanların dikkate alınıp alınmaması onları bunları yapmaya neyin motive ettiğidir. Yetimlere sahip çıkan ‘Amerika’ devletini kimse “erdemli” olarak nitelemez. Çünkü onu bunu yapmaya iten şey “insani kalite” değil “sistemsel kaygılar”dır veya ‘Türkiye Cumhuriyeti’ devletinin onlarca yetimhanesi vardır hatta bu noktada Türkiye’deki ‘İslami’ iddia sahiplerinin hiçbirinin ‘Türkiye Cumhuriyeti’ devletininki kadar yetimhanesi yoktur ama buna rağmen o sistem “erdemli bir sistem” olarak nitelendirilmemektedir. Çünkü o yetimhaneleri kurduran motivasyon “insani değerler” değil, sadece “sistemsel kaygılar”dır. Sistemi motive eden şey ise işte az önce söylediğimiz sistemi kuran o kısa cümledir.

‘Tevasav bil hak…’ Kur’an’a iman ettiğini söyleyen Müslümanların Kur’an’daki kelimelere anlam yüklerken evrensel ölçüleri gözden kaçırmaları ne yazık ki kavramların anlam alanının da Müslümanların kendi dar dünya görüşlerine göre anlam kazanmasına neden olmuştur. Bu ifade de bu dar görüşten payına düşeni almıştır. Müfaale babından bir fiil olan ‘tevasav’ ifadesi iki müminin birbirine sabır tavsiyesi boyutuna indirgenmiştir. Kendi inanç değerlerine uygun olmayan sistemler içinde yaşamayı içselleştirmiş müminler ne yazık ki ‘tevasav’ kelimesini de belalar karşısında hak tavsiyesine dönüştürmüştür. Oysa bu ifade mümin bir toplumun temel dinamiği ve devamlılığını sağlayan temel bir kaidedir ve bu kelimenin anlam alanı iki mümin değil, tüm insanlıktır. Kısaca, “O HAKKI BİRBİRLERİNE VASİYET EDERLER.” şeklinde mana verebileceğimiz bu ifadedeki ‘tevasav’ ifadesi “bozulması teklif edilmeyen ve uyulması kesin zorunluluk olan şeyi şart koşmak” demektir. ‘El-Hak’ ifadesi ise en basit tarifle “O HAKİKAT” demektir. ‘Hakikat’ denilen şey “bir tanıma gelen, meşru bir karşılığı olan, başı sonu belli, ödev ve sorumluluk olarak kendisinden davranış kalıpları elde edilen şey”dir. Bunun en kısa karşılığı “İLKELİ AÇIKLAMALAR” şeklindedir. 

Örneğimizi yine ‘yetim’ üzerinden verecek olursak yetime sahip çıkmak dünyanın her yerinde erdemli bir davranış kalıbıdır. Ama bunu yapan herkes erdemli olarak tanımlanmaktadır çünkü bunu yapmak değil “bunu yaptıran motivasyon” davranış kalıbının kendisinden daha önemlidir. Hangi toplumda olursa olsun herhangi bir yetime hiçbir karşılık beklemeden sahip çıkmak erdemli bir davranıştır. İşte ‘el-hak’, bu motivasyona göre bunu yapmanın karşılığıdır. Bu davranış kalıbının karşılığını Allah’tan beklemek ve bundan dolayı hiç kimseyi töhmet ve minnet altında bırakmamak yeryüzünün her yerinde erdemli davranışın ta kendisi olarak tanımlanmaktadır. İşte ‘tevasav bil hak’ ifadesi “bu motivasyonu ilkeli bir şekilde takip etmek” anlamına gelmektedir.

‘Tevasav bis sabr…’ Ne yazık ki ‘sabır’ kelimesi “başa gelen her şeye sessiz kalmak” anlamına büründürüldüğü için bu ifade de evrensel değerinden soyutlanmıştır. Bunun yanında hem bir önceki hem de bu cümledeki ‘tevasav’ kelimesi uyulsa da olur uyulmasa da olur tavsiyesi değildir. Kelimenin kısa cümlelerde iki kere tekrarlanması ise hem ‘sabr’ hem de ‘el-hak’ ifadesinin kapsam alanının kendi boyutlarında evrensel değerlerde olduğu anlamına gelmektedir. Cümlede geçen ‘sabr’ kelimesi kendisinden önceki ifadelerden bağımsız anlaşılamaz çünkü bu sıla cümlesi “ziyanda olanlarla ziyanda olmayanları ayıran” oldukça geniş bir anlam sahasına sahiptir. Bu kısa cümle “ziyan edenlerle ziyan etmeyenleri birbirinden ayıran” evrensel bir ölçüdür. ‘Sabr’, “hareketsizlik ve hiçbir şey yapmamak” değil, “iman etmeyi, ‘salihat’ları işlemeyi, ‘el-hak’kı değişmez ilkeler olarak davranış kalıplarında ölçü olarak almayı ısrarla (inatla değil) sürdürmek”tir. 

(Not: “Israr” kelimesine “inatla değil” şeklinde bir not düşmemizin sebebi şudur: “İnat”, bilgisizlik ve cehaletin getirdiği ısrardır. Oysa “sabır”, bilgi ve bilincin getirdiği bir ısrardır. Birinde kişiyi motive eden şey “azim”dir diğerinde kişiyi motive eden şey “cehalet”tir.)

İşte buna göre tanımlanan müminler, içinde yaşadıkları ve temelinde Allah’ı dikkate almayan sistemlerde “düşman” ve “şeytan” tanımlamalarını neye göre yapacak ve neye göre davranış kalıpları belirleyecektir?

Kur’an’da anlatılan ‘şeytan’ figürünün ‘sıratel müstakim’e alternatif bir sistem önerisinde bulunmadığını, onun tek derdinin müminin ‘sıratel müstakim’de yürümemesi olduğunu birkaç defa tekrar ettik. Bu tekrarı bir adım ileri götürerek bir ölçü olarak kullanacak olursak “şeytanlar”ın “kişiyi ‘sıratel müstakim’den çeviren, orada yürümemeye ikna eden her şey veya kişiler” olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada sistem dayatmasında bulunanların ya da sistemler adına erk kullananların değil, “‘sıratel müstakim’de yürümemeye ikna edenler”in “şeytan/lar” olması gerekmektedir.

Bu noktada felsefeciler veya ideologlar “şeytan” olarak adlandırılamaz, ancak “düşman” olarak adlandırılabilirler çünkü bunlar ‘sıratel müstakim’e alternatif yollar icat etmekteler ama insanları buna ikna etmek ve “toplumların yaşam biçimleri olsun” diye tezgahlar kurmak onların işi değildir. Nitekim demokrasinin veya laikliğin bir icat edicisi bile yoktur, kaynak noktası veya kaynak bir kitabı yoktur. Bunlar anonim olarak geliştirilmiş şeylerdir. 

Şeytanlar, insanları “Allah’ı yok sayan” yaşam biçimlerine ikna ederlerken ilk yaptıkları şey, varlık ile yüzde yüz uyumlu ‘sıratel müstakim’i sulandırmaktır. Kur’an’da anlatılan Şeytan kıssalarının tamamına bakıldığında ‘şeytan’ın ‘sıratel müstakim’e karşı olumsuz tek bir söyleminin olmadığını, o lanetli ağzından onu kötüleyen tek bir kelime çıkmadığını, ‘sıratel müstakim’i aşağılayan tek bir tavırda bulunmadığını görmekteyiz. Üstelik onun, lanetli yuvasını bizzat ‘sıratel müstakim’in üzerine kurduğunu görmekteyiz. 

Buna göre şu sonuç kendiliğinden çıkmaktadır:

  1. Şeytan, ‘sıratel müstakim’ üzerine yuvalanmıştır.
  2. Şeytan, ‘sıratel müstakim’ hakkında olumsuz bir söylem geliştirmemiş, onu aşağılayan, kötüleyen tek bir kelime etmemiştir.

 

Fakat bu tuhaf sonuç bir karışıklığı da beraberinde getirmektedir. Madem ‘şeytan’ ‘sıratel müstakim’ üzerinde yuvalanmıştır ve madem ‘sıratel müstakim’ hakkında tek kelime kötü söz etmemiştir, o halde akıllı varlık türlerini bu yolda yürümemeye nasıl ikna etmektedir?

Kur’an’ın hiçbir yerinde şeytanın insan türüne “‘Sıratel müstakim’de yürüme, bu yol kötü bir yoldur.” şeklinde bir söylemi yoktur. Şeytan, insan türüne “‘sıratel müstakim’de yürümemeyi” değil, “onu gerektiği gibi önemsememeyi ve onu görmezden gelmeyi” telkin etmektedir. Hicr suresinde İblis ‘le uğviyenne’ demektedir. Bu kelime “doğru bir temelden hareketle yanlış beklentiler içine girmek ve beklentiler gerçekleşmeyince içine düşülen durum” anlamındadır. Bu noktada şeytan, insan türünü ‘sıratel müstakim’i kötüleyerek yoldan çıkarmamakta tam tersi o yol hakkında yanlış beklentiler içine sokarak yoldan çıkarmaktadır. 

İşte bu ölçüyü temel aldığımızda günümüzde “şeytan” olarak adlandıracaklarımızın “‘sıratel müstakim’ hakkında yanlış beklentiler içine sokanlar” olması gerekmektedir. Cümlemizde kullandığımız “yanlış beklentiler”in illa da “olumlu yanlış beklentiler” olmadığının anlaşılması gerekmektedir. “Olumsuz yanlış beklentiler” de buna dahildir. Mesela, “‘sıratel müstakim’in insanlığın sorunlarını çözmede yetersiz kaldığı beklentisi içinde olmak” da buna dahildir.

Günümüz dünyasının kurucu babalarının davranış kalıplarına baktığımızda dünyadaki tüm insanları “Allah’ı yok sayma” temelinde bir yaşam biçimine ikna etmeye ilk başladıkları yerin, Yüce Allah’ın dininin görmezden gelinebilecek yahut kapsama alanının daraltılabilecek bir yapıda olması olduğunu görmekteyiz. Müsteşriklerin tamamının çabaları da sadece bu yöndedir. Fakat bu süreçten önemli rolü müsteşrikler veya müsteşrik kafalı Müslümanlar oynamasına rağmen “şeytan” olarak adlandırabileceklerimiz bunlar değildir çünkü bunların tamamı arka planda kalan ağababaların maaşlı elamanlarından başka bir şey değildir. 

İster “Allah’ı dikkate alan” isterse “Allah’ı dikkate almayan” yaşam biçimleri olsun tercih edilmeleri durumunda “ERK” olarak adlandırabileceğimiz bir alan ortaya çıkmaktadır. Şeytan/ların asıl amacı da bu erki yönlendirmektir. Bu noktada günümüz dünyasında açığa çıkan erki taşıyanlar bile “şeytan” değillerdir. Bunlar olsa olsa “düşman”dırlar. “Şeytanlar” onların da gerisinde duran ve var olan yaşam biçimlerinin sürdürülmesi için çaba sarf eden, buna göre kurumlar kuran veya kurma fikri verenlerdir.

Günümüz dünya düzeni tüketim esaslı bir yaşam biçimi üzerine temellendirilmiştir. Global veya bölgesel bazda kurulan tüm kurumlar işte bu yaşam biçiminin devamlılığı üzerine kurulmuştur. Böylesi bir yaşam biçiminde en kârlı çıkanlar hükümetler veya devletler değil, bu yaşam biçiminin devam ettirilmesi için sistem geliştirenlerdir. Diyanet İşleri’nin “Allah’ı yok sayan” bir yaşam biçimini temel alan bir sistemin içinde bakanlık düzeyinde kalabileceği kesinlikle bir ‘ĞAVA’dır. Fakat bu sistem şablonunu geliştiren ne Diyanet İşleri Başkanı’dır ne de o başkanın tepesindeki hükümetlerdir. Çok tuhaf bir bağlantı olarak görülse bile bu sistemin şeytanları uluslararası finans kuruluşları, küresel şirketler, bankalar, bu yaşam biçiminin kökleşmesi için çeşit çeşit enstrümanlar geliştirenlerdir. 

Günümüz dünyasında karşılaşılan sorunları Allah’ı dikkate alarak çözmek imkânsız hâle getirilmiştir. Çünkü Allah’ı dikkate almanın pratik uygulamasının mümkün olacağı bir alan bırakılmamıştır. Bu sistemleri üretenler ve devam ettirilmesi için her türlü tezgâhı kuranlar Allah’ı ve Kur’an’ı yok saymamakta hatta dalga geçer gibi ‘sıratel müstakim’e övgüler dizmektedirler. Mesela, Londra Belediyesi’nin ve Amerika Başkanı Biden’in Ramazan ayına övgüler dizmesi buna en güzel örnektir. 

Bu şeytani oyunu tüm boyutları ile görmek istemeyenler koca bir insanlığı birkaç ailenin dünyaya dayattığı yaşam biçimlerine mecbur bırakmak ve insanları buna ikna etmek için var güçleri ile çabalamaktadırlar. Yarış atı gibi tüketim çılgınlığına kapılmış zavallı insan kitleleri nasıl bir koşturmanın içinde olduğunu bile görecek durumda değildir.

“Şeytan” ve “düşman” tanımları yaparken çerçeveyi evrensel boyutlara taşımak ve insanlığı ‘sıratel müstakim’i görmezden gelen yaşam biçimlerine mecbur bırakan “şeytanlar”ı görmek zorundayız. Tavırlarımızı ve değer yargılarımızı buna göre oluşturmak zorundayız. Meselelere global bazda yaklaşmalı ve Kur’an kavramlarının evrensel boyutlarını görmek zorundayız. Bunu görmediğimiz müddetçe oluşturacağımız tavırlar “meal yazarının yanlış mealini tespit etmek”ten öteye geçmeyecektir ki şeytanların istediği tam da budur.

Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.

الحمد لله رب العلمين

Önerilen İçerikler