MÜLK 2. ÂYETİNE GİRİŞ
‘MÜLK’ÜN ANLAMI ve HAZF
Mülk 67/1
تَبَارَكَ الَّذ۪ي بِيَدِهِ الْمُلْكُۘ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ
Tebârake-lleżî biyedihi-lmulku ve huve ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)
Mülk suresi ilk ayet için doğru olduğuna kanaat getirdiğim meal şu şekildeydi:
“MÜLKÜ KENDİ ELİNDE BULUNDURAN, HER BİR ŞEYE ÖLÇÜ/İLKE KOYARAK İSTİKRARI/DEVAMLILIĞI SAĞLADI.”
Daha surenin başında bir FAİLİN bir ism-i mevsulle kavrama dönüştürülmüş kelime grubu olması, anlamın ‘ELLEZİ BİYEDİHİ MÜLK+E’ ile başka surelere bağlandığının en açık göstergesidir.
İsm-i mevsul + sıla cümlesi ile kavrama dönüşmüş bu kelime grubu ‘ELLEZİ Bİ YEDİHİ MÜLKE’ cümlesinin kastettiği anlamların veya bununla ilgili tanımlamaların daha önce ve başka yerlerde yapıldığını göstermektedir. Yani ayet daha en başta kendisini başka ayetlere refere etmektedir.
Ayetin ism-i mevsul kullanarak kendisini başka yerlere refere etmesinin temel sebebi ‘MÜLK’ kelimesine hangi sözlük anlamı tercih edileceği ile alakalı olsa gerektir. Çünkü bu kelime hem var olmuş her bir nesneyi kastettiği gibi o nesnelerin meşru yönetimini de kastedebilmektedir.
‘MÜLK’ kelimesinin var olmuş her bir nesneyi kastettiğini söylememiz durumunda bu sağa sola başıboş bir şekilde serpiştirilmiş nesneleri değil KESİNLİKLE SAHİBİ BULUNAN NESNELERİ kastetmektedir.
Sahipsiz nesneler ‘MÜLK’ değildir.
İnsan açısından bile sadece sahip olduğu veya sahiplenebileceği şeyler mülktür.
Mesela dağlar herhangi bir insanın sahiplenebileceği şeyler olmadığı için hiç kimse “Bu dağ benim mülkümdür.” dememektedir.
‘Mülk’ kelimesinin hem sahip olunan nesneler hem de sahip olunanları yönetmek anlamına gelmesi, kelimenin Kur’an’da geçtiği yerlerde de farklı anlamlarda olduğunun göstergesidir.
Âl-i İmrân 3/26
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Kuli(A)llâhumme mâlike-lmulki tu/tî-lmulke men teşâu vetenzi’u-lmulke mimmen teşâu vetu’izzu men teşâu vetużillu men teşâ(u) biyedike-lḣayr(u) inneke ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)
SV meali – De ki: “Ey tüm yetkileri elinde tutan Allah’ım! Tercih ettiğin kişiye yetki verir, tercih ettiğinden yetkiyi alırsın. Tercih ettiğin kişiyi üstün konuma getirir ve yine tercih ettiğin kişiyi değersizleştirirsin. Bütün iyilikler Senin elindedir. Sen her şeye bir ölçü koyarsın.
Mesela bu ayette iki defa geçen ‘MÜLK’ kelimesi üçüncü defa ism-i fail (sıfat-ı müşebbe de olabilir) kalıbında geçmektedir. Ayetin devamına bakıldığında bu ayette bahse konu olan mülkün verilen ve hatta çekilip alınan bir şey olduğu anlaşılmaktadır. İşte bu kullanım bu ayette geçen ‘MÜLK’ kelimesinin kesinlikle YÖNETİMSEL bir anlama sahip olduğunu göstermektedir.
Bu ayette geçen ‘MÜLK’ü sahip olunan eşya/nesne olarak algılamak son derece yanlış olacaktır. Çünkü Yüce Allah’ın birinden sahip olunan şeylerin tamamını alması demek, o kişinin üzerindeki elbisesi de dahil hiçbir şeye sahip olmaması anlamına gelmektedir.
Yeryüzünde Amazon Ormanları’nda çırılçıplak yaşayanların bile sahip oldukları en az bir eşya bulunmaktadır. O halde Yüce Allah’ın hiç kimseyi üzerindeki elbisesi de dahil olmak kaydıyla kimseyi çırılçıplak bırakmadığına göre bu ayette kast edilen şey doğal olarak YÖNETİM YETKİSİ veya MEŞRU GÖREVLİ OLMA YETKİSİ şeklinde anlaşılmak durumunda olmaktadır.
İçinde ‘Mülk’ geçen ayetlerin hepsinin tek tek incelenmesi durumunda kelimenin kimi yerde “sahip olunan nesne” anlamına geldiği görülecektir ama çoğunlukla kelime YÖNETİMSEL bir anlamda geçmektedir.
Mülk 1. ayete bakıldığında ‘MÜLK’ kelimesinin de o bağlamda geçtiği anlaşılmaktadır. Üstelik ayetin devamında hal cümlesi olarak “HER BİR ŞEYE ÖLÇÜLER KOYDU.” cümlesinin olması yönetimsel açıdan bu ölçülerin dikkate alınması gerektiği zımnen anlaşılmaktadır.
Yani ayet, varlığın devamlılığından ziyade “varlığı yönetmenin, toplumları, olayları yönetmenin devamlılığından veya istikrarından” söz etmektedir.
Anlam olarak ayeti sadece yönetime hasretsek bile arka planda varlığa konulan ilkelerin de söze dahil edildiği anlaşılmaktadır. Çünkü hiçbir yönetim, varlığı dikkate almadan, onlara konulan ilkeleri dikkate almadan zaten var olamaz ve varlığını da devam ettiremez.
Mülk suresinin daha ilk cümlesinde bir ism-i mevsul ve sıla cümlesi ile bu duruma dikkat çekilmesi ism-i mevsulden sonra görünmeyen kocaman bir parantez içi cümleler olduğunu bize göstermektedir.
Çünkü bilindiği üzere ism-i mevsuller daha önce bahsi geçen şeyler için kullanılan edatlardır.
Kur’an başı, ortası, sonu olmayan bir kitaptır. İnsan ise baş, orta, son olmadan düşünemeyen bir varlıktır. İşte Kur’an’ın sözde baş, orta, son tespiti yani kronolojik bir okuma yapmasının anahtarı da kılavuzu da bu ism-i mevsullerdir.
İsm-i mevsullerin işlevini daha basit bir şekilde ifade edecek olursak HER İSM-İ MEVSUL DAHA ÖNCE BAHSİ GEÇMİŞ OLDUĞUNDAN HAZF EDİLMİŞ CÜMLELERİN KARİNESİDİR diyebiliriz.
Mülk suresinin ikinci ve üçüncü ayetlerinin gramatik yapısına baktığımızda her iki cümlenin de yine bir ism-i mevsulle yargı bildirmeyen bir yapıya bürünmüş olması, her iki cümleyi de ya müptedası hazf edilmiş haber ya da haberi hazf edilmiş müpteda konumuna düşürmektedir.
İşte bu durum, cümlelerin anlamları veya gramatik yapısının çözümlenmesinden önce HAZFİN gerekçelerinin veya karinesinin olup olmadığını tespit etmeye yönlendirmektedir.
Anlamı zenginleştiren ve hareket kazandıran bir olgu olarak HAZF; her dilde var olan bir söz söyleme biçimidir. Fakat hazf, söz söyleyerek anlatmayı değil, söz söy-le-me-ye-rek daha çok şey anlatmayı ifade eden bir olgudur.
– Otobanın kenarındaki iki katlı, dış cephesi kırmızı boyalı evin arka bahçesinin hemen elli metre uzağındaki, porsuk çayından ayrılmış küçük bir kolunda, elindeki kamış oltayla balık tutan, uzun boylu adamı gördün mü?
– Hayır.
Bu diyalogdaki “HAYIR” cevabında soru cümlesinin tamamı hazf edilmiştir ve sorudaki sözler SÖY-LEN-ME-YE-REK daha anlamlı ve daha hareketli bir anlatım sağlanmıştır. Hatta “hayır” cevabına sorudaki cümlelerin eklenmesi, soruyu soran kişinin karşısındaki muhataptan şüphe duymasına bile sebep olacaktır.
Belagat ulemasının bir kısmı HAZFİN bir karine ile olacağını söylerken diğer bir kısmı ise karinenin şart olmadığını söylemiştir.
Fakat bu ayrılığa rağmen hepsinin üzerinde birleştiği ortak şey, hazfin yapılmasının söz söylemeden daha çok şey söylemek olduğudur.
Mesela, belagat ulemasının en ünlülerinden biri olan Cürcanî (ö. 471) hazfı şöyle tanıtır: “Hazf konusu, yöntemi dakik, kaynağı ince, durumu enteresan sihre benzeyen bir konudur. Burada bir kelimenin zikredilmemesinin zikredilmesinden daha fasih olduğunu, susmanın onu ifade etmekten daha faydalı olduğunu görürsün. Konuşmadığın halde aslında kendini daha fazla konuşmuş̧ olduğunu ve açıklama yapmadığın halde kendini daha fazla beyanda bulunmuş̧ bulursun.”
- Zikredilmemesi zikredilmesinden daha fasih.
- Susmanın ifade etmede daha faydalı.
- Konuşmadan daha çok söz söylemiş olmak.
İşte bu cümleler aslında manası eksiltmek olan HAZFİN “sözü gereksiz uzantılarından kurtarmak” manasına geldiğini çok güzel ifade etmektedir.
‘HAZF’ kelimesinin sözlük manaları arasında, saçı tıraş ederek biçim kazandırmak, saçı daha derli toplu hale getirmek gibi bir mana da bulunmaktadır.
Bir zanaatkarın işlediği bir şeydeki olmaması olmasından daha iyi olan gereksiz uzantılardan arındırması da bu kelime ile ifade edilmektedir.
İşte bu anlamları göz önüne aldığımızda MÜLK 2 VE 3. ayetlerdeki hazfin, anlamı azaltmak için değil tam tersi çoğaltan bir hazf olması gerektiği anlaşılmaktadır
Ayetlere bu noktadan baktığımızda aslında birinci ayet 2. ayetin MÜPTEDASIDIR.
Birinci ayetteki müpteda ise ism-i mevsul ile başka ayetlere bağlandığı için burada cümleden bir kelimeyi eksiltmekle çok daha fazla şey söylenmiş olmaktadır.
Mesela eğer ki ikinci ayetin başında bir ‘HUVE’ olsaydı ikinci ayetin birinci ayetle beraber diğer ayetlere bağlanmış olması söz konusu bile olmazdı.
Kaldı ki, eğer ayete müpteda olacak ‘HUVE’ eklenmiş olsaydı bile “zamirlerin mercilerini kendinden öncesinde aramak gereklidir.” ilkesinden dolayı o ‘HUVE’ bile işlevsiz kalacaktı. Çünkü O ‘HUVE’den önce zamire merci olacak açık bir isim bulunmamaktadır. İşte bu durum ‘HUVE’nin varlığı ile yokluğu arasında bir farkın olmadığını göstermektedir.
Mamafih, cümleden ‘HUVE’nin düşürülmesi yani hazf edilmesi, ayetin önceki ayetle bağını daha belirgin hale getirmiş ve İCAZİ BİR HAZF olarak çok daha fazla şey anlatmış olmaktadır.
Çünkü ikinci ayet olduğu gibi kavrama dönüşmüş kelime grubudur ve o cümle bu haliyle müptedasının eksik olduğunu göstererek okuyucuyu MECBURİ BİR MÜPTEDA aramaya zorlamakta ve hatta mecbur bırakmaktadır. İşte bu mecburiyeti sağlayan şey HAZF’tir.
Dikkat edilirse cümlede bir anlam kargaşası değil, bir anlam eksikliği bulunmaktadır yani hazf bir karışıklığa sebep olmamıştır.
Gramer uleması hazfin geçerliliğini şu şartlara bağlamışlardır:
- Hazfe dair bir delil olmalı.
- Mahzûf; fâil, nâib-i fâil ve (كان)’nin ismi gibi ayrılmaz bir cüz olmamalı.
- Mahzûf, bir müekked olmamalı. Çünkü te’kidin olduğu yerde hazf olmaz.
- Hazf, kısaltılmışın kısaltılmışına (إختصار المختصر) sebep olmamalı. Mesela, Esmau’l-Efʿal hazfedilemez çünkü zaten onlar fiillerden kısaltılmadır.
- Mahzûf, harf-i cerler gibi zayıf bir âmil olmamalı. Bunların hazfleri ancak delaletlerinin güçlü olduğu bazı yerlerde olabilir.
- Mahzûf , ʿive ( mahzûf olmuş bir unsurun yerini alan) olmamalı.
- Mahzûf, bir âmili amel etmeye hazırlayıp sonra amelden kesmeye sebep olmamalı.
- Mahzûf, kuvvetli bir âmil varken zayıf olan âmilin amel etmesine sebep olmamalı.
Bu 8 şarta teker teker baktığımızda birinci şart hariç diğerlerinin hepsinin GRAMATİK yapıyla alakalı olduğu anlaşılmaktadır.
HAZFE DAİR BİR KARİNE OLMALI şeklinde ifade edilen birinci şart hakkında ulemanın ihtilaf ettiğini belirtmiştik. Fakat bu ihtilafa rağmen birinci ve ikinci ayete baktığımızda HAZFE dair bir değil ALTI tane karine bulunmaktadır:
- ‘TEBAREKE’ FİİLİNİN MÜSTETİR ÖZNESİ …………. ‘HUVE’
- ‘ELLEZİ’ İSMİ MEVSULÜN ÖZNESİ …………………….. ‘HUVE’
- SILA CÜMLESİNDEKİ UMUM FİİLİN FAİLİ ………….. ‘HUVE’
- ‘Bİ YEDİHİ’ CÜMLESİNDEKİ ZAMİR ……………………… ‘HUVE’
- HAL CÜMLESİNDEKİ MÜPTEDA …………………………. ‘HUVE’
- FİİL GİBİ AMEL EDEN ‘KADİR’ KELİMESİNİN FAİLİ …. ‘HUVE’
İşte bu kadar çok karinesi bulunmasına rağmen, ikinci ayetteki ‘ELLEZİ’nin kime döneceği ile ilgili bir soru sormak bile abes olmaktadır.
Bu noktada karşı bir itiraz olarak, “İkinci ayetteki ‘ellezi’nin birinci ayette geçen ‘KADİR’ kelimesinin sıfatı olması mümkün değil midir?” şeklinde bir soru sorulabilir.
Birinci ayetin sonunda gelen HAL cümlesinin olduğu gibi alınıp ikinci ayetin ilk cümlesi yapılması da mümkündür ama bu sefer de birinci ayetteki ‘TABAREK’ fiili ayakları yere basmayan bir anlama bürünecektir.
İşte tüm bu gerekçelerden dolayı, ikinci ayetin başında HAZFİN tüm şartlarının bulunduğunu rahatlıkla söylememizin önünde hiçbir engel kalmamaktadır yani o ayetin başında HAZF edilmesi, hazf edilmemesinden daha çok şey söyleyen bir ‘HUVE’ zamiri bulunmaktadır.
İkinci ayetle ilgili açıklanması gereken başka bir durum ise ‘EHSANU’ kelimesidir. ‘AHSENU’ kelimesi ism-i tafdil midir yoksa ifal babından bir fiil midir?
Burada hemen bir not düşeyim, meallerin hemen hepsi kelimeye “DAHA İYİ” anlamı vermiştir. Demek oluyor ki meal yazarlarına göre kelime İSM-İ TAFDİLDİR… Bu yaklaşım doğru mudur?
İsm-i tafdillerin tanımı nasıldı?
Sülâsî fiillerin sıfatlarından yapılan bir derecelendirme olup bir vasfın başka bir varlıktakinden daha çok olduğunu göstermek için türetilen isimdir. İki şey arasındaki ortak fakat biri diğerinden üstün olan sıfatı bildirir.
İşte bu tanımı baz aldığımızda ‘Lİ YEBLUVEKUM’ cümlesindeki imtihanın iyi ile kötü arasında değil İYİ ve DAHA İYİ arasında olduğu gibi bir sonuç çıkmaz mı?
Konuyla alakalı olarak ikinci bir soru da şudur… ‘AMELEN’ kelimesini mansub yapan amil nedir?