بسم الله الرحمنِ الرحيم
AYET BÖLÜNMESİ DEĞİL, ANLAM BÖLÜNMESİ
Âl-i İmrân suresinin 33. ayetinden itibaren önce Âdem, Nuh, İbrahim ve İmran ile bağlantı kurularak Meryem ve annesinin, ardından Meryem ile bağlantı kurularak Zekeriya ve Yahya’nın, en sonunda da yine Meryem ile bağlantı kurularak İsa’nın kıssası anlatılır. Âl-i İmrân suresinin 33-64 ayetleri arasında anlatılan kıssanın dikkatlice okunması durumunda bu kıssada merkeze alınan kişinin Meryem olduğu görülecektir. Kıssanın en başta Âdem, Nuh isimleri ile ve daha sonra İbrahim âli ve İmran âli ile bağlantı kurularak anlatılmaya başlanması kıssanın neticesinde Allah resulü olarak ortaya çıkacak olan İsa’nın risalet soyu ile bağlantısının dedesi İmran veya kendisinden sadece “İmran’ın kadını” olarak bahsedilen anneannesinden ibaret olmadığını, resullerin her birinin Âdem ile başlayan ve Muhammed ile biten bir sürecin parçaları olduğunu, hiçbir resulün bu süreç dikkate alınmadan anlaşılamayacağını belirtmek içindir. Zaten Âl-i İmrân 33 ve 34. ayet dikkatlice okunduğunda önce 33. ayette “Şu kesindir ki; Allah Âdem’i Nuh’u İbrahim âlini ve İmran âlini seçti.” dendiği, hemen sonraki 34. ayette ise “Bunlar, biri diğerinden olma tek bir zürriyettir.” denildiği görülecektir. Aslına bakılırsa, elimizdeki Asım b. Behdele’nin Hafs b. Süleyman tarikiyle rivayet edilen kıraatinde 33 ve 34 olarak bölünmüş ayetlerin nahiv açısından iki bağımsız cümle olarak bölünemeyeceği gayet açıktır. Elimizdeki Asım b. Behdele kıraatinde Âl-i İmrân 33 ve 34. ayetler şu şekildedir:
(Âl-i İmran 3/33)
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحًا وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
İnna(A)llâhe-stafâ âdeme venûhan veâle ibrâhîme veâle ‘imrâne ‘alâ-l’âlemîn(e)
(Âl-i İmran 3/34)
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۚ
Żurriyyeten ba’duhâ min ba’d(in) va(A)llâhu semî’un ‘alîm(un)
Hiç Arapça bilmeyen bir okuyucu bile 33. ayetin en sonunda gelen (الْعَالَم۪ينَۙ) ‘el-alemin’ kelimesine biraz dikkatlice bakarsa kelimenin en son harfinin üstündeki harekenin üstünde küçük bir şekilde (لا) ‘la’ harfinin, 34. ayetin sonundaki kelimenin son harfinin harekesinin üstüne ise (ج) ‘cim’ harfinin yazılmış olduğunu görecektir. Bu işaretlere “secavend işaretleri” veya “vakıf işaretleri” denmektedir. Bilindiği üzere Kur’an’daki yazıda Türkçede olduğu gibi cümledeki anlam kargaşasını önleyen “nokta, virgül, iki nokta, noktalı virgül, ünlem, soru işareti” gibi imla işaretleri yoktur. Yine bilindiği üzere Türkçedeki imla işaretleri cümlenin seslendirilmesi ile alâkalı değil, anlamla alâkalıdır.
“Hasan, Hüseyin arabayla geldi.”
Mesela bu cümledeki virgül (,) bir hitaptaki ünlem gibi bir işleve;
“Hasan Hüseyin, arabayla geldi.”
Bu cümledeki virgülün (,) konulduğu yer ise Hasan Hüseyin ismini tek bir kişinin iki ismine ve cümleyi de “özne ve yüklem” (Arapçası müpteda-haber) formuna çevirmektedir. Yani birinci cümledeki virgül (,) cümleyi “nida” cümlesine ikinci cümledeki virgül ise cümleyi “haber” cümlesine çevirmektedir.
İşte Kur’an’daki yazının imlasında Türkçedeki imla işaretlerinin işlevini bu secavend işaretleri yerine getirmektedir. Fakat ayetlerin bölünmesi ile secavendler asla birbiri ile uyumlu değildir. Mesela, 33. ayetin sonuna konulan (لا) ‘la’ işareti “Burada durmak caiz olmaz.” anlamına gelmektedir ama ayet tam da “caiz olmaz” denilen yerden bölünmüştür. Bu çelişkinin doğmasına sebep olan şey, secavend işaretlerinin konmasının yaslandığı temel ile ayet sonlarının belirlenmesinin yaslandığı temelin farklı olmasıdır. Secavend işaretleri cümlenin anlamı ve nahvi temel alınarak konulmuşken ayet sonları cümlenin anlamı ve nahvi hiç umursanmadan sadece ayet sonlarındaki ses uyumu gözetilerek konulmuştur. Bu durumda şöyle bir ikilem ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın bir melodiye bağımlı kalarak ve ses uyumuna göre okunması durumunda “anlama ve nahve” bağlı kalmak imkânsız, anlam ve nahve göre okunması durumunda ise bir melodi ve ses uyumuna bağlı kalmak imkânsızdır. Kur’an’ın anlamını bilmeden okuyan sıradan insanlar için ayet sonları ve secavend işaretleri arasındaki farkı bilmemenin bir önemi yoktur çünkü onlar her halükârda Kur’an’ın anlamını bilmeden okumaktadırlar. Ama Kur’an’ı tefsir eden veya meal yazan müelliflerin bu çelişkiye dikkat etmeden tefsir veya meal yazmaları ciddi anlam ve nahiv sorunlarına yol açacaktır. Mesela, aradaki farkın anlaşılması için biri anlamı ve nahvi öncelemiş diğeri ise ses uyumundan dolayı ayet sonlarına konulan fasılaları öncelemiş iki meali karşılaştıralım:
(Âl-i İmran 3/33)
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحًا وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
İnna(A)llâhe-stafâ âdeme venûhan veâle ibrâhîme veâle ‘imrâne ‘alâ-l’âlemîn(e)
(Âl-i İmran 3/34)
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۚ
Żurriyyeten ba’duhâ min ba’d(in) va(A)llâhu semî’un ‘alîm(un)
Mehmet Okuyan Meali:
33- Şüphesiz ki Allah; Âdem’i, Nuh’u, İbrahim Ailesi ile İmran Ailesini âlemlere (diğer insanlara) seç(ip üstün kıl)mıştır.
34- (Bunlar) birbirinden gelme nesillerdir. Allah duyandır, bilendir.
Diyanet Vakfı Meali:
33, 34. Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir.
Ayet sonlarındaki fasılaları temel alarak ayete mana veren Mehmet Okuyan mealine dikkat edilirse onun 34. ayeti ayrı bir haber cümlesi haline getirdiği ve hatta cümleyi tam bir özne-yüklem (müpteda-haber) cümlesi haline getirmek için parantez içi de olsa ayette olmayan (bunlar) kelimesini eklediği görülecektir. Öte yandan 33 ve 34. ayeti olması gerektiği gibi iki ayrı cümle olarak değil de anlamı ve nahvi önceleyerek tek bir cümle olarak çeviren Diyanet Vakfı mealinde 34. ayet 33. ayetteki fiilin “hal” ögesi olarak alınmıştır. Yani birinci mealde 34. ayet kendisinden önceki cümleden bağımsız bir cümle olarak çevrilmişken ikinci mealde 34. ayet kendinden önceki cümlenin temel ögelerinden biri olarak çevrilmiştir.
Kimine göre küçük ve önemsiz görülen bu dikkatsizlik resullerin tek bir soyun üyeleri değil de biri diğerinden bağımsız lokal bireyler olarak anlaşılmasına neden olmuştur. Cümlenin “Allah onları biri diğerinden gelme soy halinde seçti.” şeklindeki anlamı gayet açıkken resullerin her birinin aralarında nesnel bir bağ bulunmayan “Sümer, Keldani, İbrani, Arami, Arap” şeklinde farklı soylara mensup kişiler olarak anlaşılmasına neden olmuştur. Bu özensiz yaklaşım günümüzde resullerin insanlığın tamamının imamı olarak değil de lokal liderler olarak anlaşılmasına neden olmuştur. Soy kütükleri yani soy şecereleri Kur’an ile teminat altına alınmış ve biri olmadan diğerlerinin anlaşılması imkânsız olan resuller ne yazık ki bölünmesi imkânsız bir bütünün parçaları olarak değil, birleşmesi imkânsız, kendi başına da olabilen tikel parçalar haline getirilmiştir.
Bu yüzden Musa İbranilerin, İsa Aramilerin Muhammed ise Arapların resulleri olarak görülmekte ve hatta buna inanılmaktadır. Bu yüzden “İslam” tüm resullerin getirdiği din değil sadece Muhammed’in getirdiği din olarak görülmekte ve hatta buna inanılmaktadır. Bu yüzden Musa’nın arkasından gitmeyenlerin uydurduğu din olan “Yahudilik” Musa’nın, İsa’nın ardından gitmeyenlerin uydurduğu din olan “Hristiyanlık” İsa’nın, Muhammed’in arkasından gitmeyenlerin uydurduğu “müktesebat” ise Muhammed’in getirdiği din olarak görülmekte ve hatta buna inanılmaktadır.
Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.
الحمد لله رب العلمين