بسم الله الرحمنِ الرحيم
SAF VAR’DAN PAYIMIZA ‘YOKLUK’ KARIŞINCA ‘VAR’ OLDUK
Mutlak Var’dan pay alıp ‘var’ımıza “yok” karışınca insan türünün bir ferdi olarak geliriz varlık sahnesine, seçimsiz, iradesiz… Kimi “dayatma” der mahza lütuf olan varlığına, sanki seçse ve irade etse Mutlak Var’dan daha iyisini seçecek sanki O’ndan daha iyisini irade edecekmiş gibi. Oysaki hiç akıl etmez seçmek ve irade etmek için önce var olmanın gerektiğini hele ki seçimsiz hele ki iradesiz var etmiş bizi.
Mutlak Var’da bir ilimken “yokluk” denen şeyi bilmez aslımız. Bilmez bilmesine de biz de bizi bilmeyiz o haldeyken. Sonra bir “Ol!” emri var’ımıza yokluk karıştırarak bir annenin kanıyla, canıyla yoğurup mevcutlar içinde bir mevcut eder bizi. İşte o andan sonra yoklukla anlamlı hâle gelen var’ımızı biliriz. Öyle bir var oluruz ki olmadığımız ve olmayacağımız anları sanki hep varmışız gibi düşünürüz.
Yokluk karışmış var’ımızı bir lütuf olarak görürüz görmesine de bir de şimdi yaratıldığımız şey olmak var önümüzde. Seçmek, seçtiğini bilmek, seçtiğine güç yetirmek ve nihayet yaratıldığımız şey olmak, galiba işte buna “hayat” diyorlar. Mukayyet kılındığımız kısa bir zamanda ve mekânlardan bir mekânda yaratıldığımız şey “olmak” ya da yaratıldığımız şey “olmamak” için çabalar dururuz hayat denen var’ımızda. Artık tam da Shakespeare’in dediği gibi “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” tiradı gibidir halimiz.
Yaratıldığımız şey olmak bir çabaya (sa’y) mebnidir. Gayet basit, gayet sade ve gayet nettir. Yaratıldığın şey olmak yani insan olmak istiyorsan çabalayacaksın. Yaratılmamızın sırrında insan türünden bir fert olarak var olmak vardır ama insan olmanın sırrı yoktur çünkü o bir sır değildir çünkü o açıklanmış, izhar edilmiş, şerefli elçiler eliyle bize ulaştırılmış bir tebliğdir ki o tebliğ kendisini “Kur’an” olarak yani “öğreti” olarak adlandırmaktadır. Yaratıldığımız şey yani insan olmanın, insan kalmanın ve yokluk karışmış var’ımızı insan olarak sürdürmenin öğretisi… “Olmak ya da olmamak…” tiradı anlam kazanmıştır. Shakespeare’in boşluğa söylenmiş tiradı bir anlama dönüşmüş ve sözleri değişerek “İnsan olmanın, insan kalmanın ve insan olarak yokluk karışmış var’ı sürdürmeyi öğreten bu öğretiyi öğrenmek ya da öğrenmemek, işte bütün mesele bu!” şekline bürünmüştür.
Yine aklını kullanmamak için yemin etmiş bazı ağızlardan, “Bir dayatma daha, madem insan olmak, kalmak ve sürdürmek ilahi bir öğretidir, neden öğrenmiş olarak var olmadık ki?” sözleri çıkacaktır ahmakça. Bilmem anlar mı böyle çalış(may)an akıllar ama yine de diyelim diyeceğimizi. Olmamak için her türlü dala sarılan akıl var’ın sadece Mutlak Var’dan pay aldı, kendisi olmadı. Bu yüzden var’lığın yokluğuna imkân vermekte. Eğer olsaydın sen de Mutlak Var, “Tanrıyım!” diye dolaşırdın küçük tepelerin arasında. Mutlak Var için caiz olmazdı kendi dışında Mutlak Var var etmek. O zaman her şey kaosa keser, Mutlak Var’ların savaşına ve entrikalarına dönerdi her şey. Tıpkı Yunan’ın ahlaksız tanrıları gibi olurdu düzen. Mutlak Var, başka Mutlak Var’ların varlığını mümkün hâle getiremez. Bunu yapabilmesi ancak O’nun da Var’ına ‘yokluk’ karışmış olmasını gerekli hâle getirir oysa O saf Var’dır ve eğer sen var’ına ‘yokluk’ karışmış halde var olmuşsan işte bu O’nun Var’ında yokluk bulunmayan saf Var olmasından dolayıdır. Otur oturduğun yerde ve haddini bil. Sen tanrı olmak için var edilmedin. Sen insan olmak, kalmak ve öylece devam etmek için var edildin. Kes sesini de yaratıldığın şey olmaya çalış. Sana bir lütuf olan öğretiye (Kur’an’a) sımsıkı sarıl çünkü insan olman, insan kalman ve insan olarak yokluk karışmış var’ını sürdürmen için başka bir yolun yok.
Kendisi dışındaki varlıklara gören gözlerle bakarsa insan hiçbir varlığın yaratıldığı şey olmamak, yaratıldığı şey kalmamak ve yaratıldığı şey olarak varlığını sürdürmemek gibi bir seçeneğinin olmadığını görmemesi mümkün değildir. Bir kere insan olarak var edilmeye maruz kalan insanın artık onlar gibi olmayı istemesi gördüğünü görmemiş gibi yapmaktan başka nedir ki? Literatürde buna “kafirlik” deniyor çünkü duyuların ve aklın maruz kaldığı bir hakikati yok sayarak aklı inşa etmek “örtmek”tir, örttüğünü bildiği halde bile bile görmezden gelmektir. Akıl, örtülmüş ve yok sayılan bir hakikat ile birlikte yaşayamaz, inşa olamaz, ayakta duramaz. İşte o zaman insan, yaratıldığı şey olamaz, yaratıldığı şey kalamaz ve yaratıldığı şey olarak varlığını sürdüremez.
Tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye de “kafir” denir. Evet, çiftçi kafirdir çünkü onun gücü sadece tohumu gömmeye ve üstünü örtmeye yeter. Tohumdan göz alıcı daneler çıkarmak onun gücünün yettiği bir şey değildir. Eğer o çiftçinin gücü tohuma hayat veren yağmuru yağdırmaya, toprağın karanlıklarındaki tohumu yarmaya, yarılan tohumun filizini aydınlığa doğru uzatmaya yetseydi çiftçiye “kafir” değil, “tanrı” denirdi. Çiftçi sadece gömer ve örter yani sadece kafirlik eder.
Tıpkı yağmur gibidir öğreti. Çiftçilerin örtüp karanlığa mahkûm ettiği tohumları çatlatır, filizini topraktan çıkarır, fesadına kadar o bitkiyi besler de besler yani yaratıldığı şey oldurur, yaratıldığı şey olarak ayakta kalmasını sağlar ve yaratıldığı şey olarak varlığını sürdürmesine imkân verir. Belki Shakespeare’in tiradı kadar meşhur değil ama yine de söyleyelim sözümüzü:
“İnsan Kur’an’sız insan olamaz, insan kalamaz ve insan olarak varlığını sürdüremez.”
Toprağın bağrındaki tohum için su neyse insan için de Kur’an odur. Nasıl ki toprağın bağrındaki tohum yaratıldığı şey yani bitki olması, bitki kalması ve bitki olarak varlığını sürdürmesi için suya muhtaç ise insan da yaratıldığı şey olmak, kalmak ve devam etmek için Kur’an’a muhtaçtır. Onsuz da insan olacağını zannedenler karanlıklar içinde çürüyen tohumdan farksızdırlar, asla yaratıldığı şey olamayacaklar.
Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.
الحمد لله رب العلمين